Altın
Çağ’dan Orta Doğu Kaosuna (III)
Mayıs 2017
Batı'nın
Orta Doğu'su:
1918'de çöken Osmanlı’nın, Arapları tek devlet altında birleştirerek sağladığı “Arap Birliği”, kabile geleneğini yok edemediğinden siyasi birlik için başarılı olamadı. Ama kültürel birliği pekiştirdi ve çağdaş Arap milliyetçiliğinin temelini oluşturdu.
Orta
Doğu’da Sünnilerle Şiiler, Araplarla
Kürtler, Türkmenler, Hristiyanlarla Müslümanlar
ve diğer dinler, aşiretlerle, yerleşik toplumlar
asırlardır içiçe yaşıyorlardı. Göçebe aşiretler mevsimsel
olarak, bir bölümü sosyal, siyasal, askeri ya da ekonomik
nedenlerle tarih içinde sürekli hareket halinde olduklarından her
birinin yaşam alanlarını belirlemek zordu.
Lübnan
ve Suriye’de etnik grup olarak
Araplar, Kürtler, Türkmenler, Filistinliler, Ermeniler, Rumlar,
Asuriler; dinsel grup olarak Hristiyanlar, Sünniler, Süryaniler,
Marunîler, Şii İsmailiye kolundan
Dürziler, Ortodokslar, Katolikler, Ermeni Apostolikler,
Protestanlar yaşar.
Irak’ta
nüfusun çoğunluğunu Araplar oluşturur. Yüzde 60’ı
Şiidir ve yüzlerce aşiret halinde Basra
bölgesinde yoğunlaşmışlardır. Irak’taki en
büyük azınlık Şafii Kürtler,
Nakşibendi Kürtler ve
Ezidi Kürtlerdir. İkinci büyük azınlık grubu Musul, Erbil,
Kerkük ve Bağdat'ın güney doğusundaki Sünni ve
Şii Türkmenlerdir. Bunların dışında
Asuriler, Mandayyalar, Ermeniler ve Lurlar
vardır.
Hicaz-Ürdün-Suriye’deki
Sünni Araplar üç aşirete
dağılmıştır.
Bu
iç içe geçmişlikler dolayısıyla, İngiltere ve
Fransa isteselerdi de Orta Doğu’da
homojen ulus-devletler yaratamazlardı. İngiliz
Mareşal Allenby’nin en yüksek yetkili olduğu işgal
altındaki Arap topraklarını petrol çıkan
yerler, çıkmayan yerler olarak bölüp, hepsinin başına ayrı
yöneticiler geçirdiler.
1918
sonrasında İngiltere ve Fransa tarafından şekillendirilen Orta
Doğu’daki yeni devletlere tek tek bakmaya çalışalım…
Irak:
Osmanlı’dan
sonra, Irak şiddetli bir iç savaş yaşadı. Kuzeydeki Kürt
bölgelerinde ve Musul'da başlayan 1920 Büyük Irak
Ayaklanması İngiliz birlikleri tarafından kanlı biçimde
bastırıldı. Ertesi yıl İngilizler Hz. Muhammed’in soyundan
gelen Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ı Irak kralı yaptı. Faysal
1922'de İngilizlerle 20 yıllık bir antlaşma imzaladı. Irak mali
ve idari bakımdan İngiltere'ye bağımlı oluyordu. Bunun
karşılığında Irak Milletler Cemiyeti üyesi
yapılacaktı.
Ganimet
paylaşımında, petrol konusu öne çıkmaya
başlıyordu. 1923 yılındaki Lozan Anlaşması'nda, Musul sorunu
çözülememiş, dokuz ay içinde Türkiye ile İngiltere’nin
konuyu çözüme kavuşturması, çözümlenemez ise Birleşmiş
Milletlere getirilmesi şeklinde karara
bağlanmıştı. Musul sorunu 1924 Eylül'ünde BM'ye
götürüldü. 1925 Eylül'ünde de Musul'un Irak'a
bırakılması ile sonuçlandı. BM demek
İngiltere-Fransa-ABD demekti ve bu ülkeler de kararlarını 1922
yılında Türkiye Petrol Şirketi'nin
hisselerini paylaşmak suretiyle vermişlerdi. Türkiye'nin karara
direneceği anlaşılınca 1925 Şeyh Sait isyanı patladı. Bu
atlatılınca 1926 Atatürk’e İzmir Suikastı tezgâhlandı.
Türkiye Petrol Şirketi'nde ABD, İngiltere,
Fransa ve Rothschild’in en büyük hissedarı
olduğu Shell yüzde 23,75'er hisse aldı. Yüzde beş Gülbenkyan'a
aitti. Irak hükümeti ile imzalanan anlaşmayla, Türkiye Petrol
Şirketi'ne, 2000 yılına kadar Irak petrolleri
üzerinde hak tanıyordu. 1927 yılında petrol aramaları
başladı ve altı ay sonra dev petrol kaynakları bulundu. Şirketin
adı Irak Petrol Şirketi olarak değiştirildi.
Taraflar 1928’de, Iran ve Kuveyt hariç, tüm Orta Doğu'da sadece
bu şirketin arama yapması hususunda anlaştılar.
İngiltere
Irak'ın Milletler Cemiyeti'ne üyeliğini destekledi ve
Basra civarındaki İngiliz üsleri garanti altına alınması,
ayrıca İngiliz birliklerinin ülke içinde serbestçe hareketlerine
izin verilmesi karşılığında 1932 yılında İngiliz Manda
Yönetimi sona erdi. Bu göstermelikti, Irak’ta İngiliz vesayeti
devam ediyordu.
Iraklılar
tarafından benimsenmeyen Kral Faysal liderliğinde bir Irak
monarşisi yaratma politikaları da iflas yolundaydı. Sünni
ağırlıklı Arap birliğine yönelme de Kürt
ve Şii grupların tepkisini
topladı. Faysal’ın 1933’te ölümünün ardından oğlu Gazi
kral oldu ve ülkede dinsel ve etnik çatışmalar arttı. 1936’da
İngiliz karşıtı, Alman yanlısı "Kürt Göring'i"
lakaplı eski bir Osmanlı subayı Albay Bekir Sıtkı tarafından
Irak'ta Orta Doğu’nun ilk askeri darbesi gerçekleştirildi.
Kralın desteklediği Bekir Sıtkı federasyon girişiminde bulunmak
üzere Ankara'ya gelirken İngiliz ajanlarınca öldürüldü. Bekir
Sıtkı’nın yerine Nazi Almanya’sı yerine İngiltere odaklı
bir politika izleyen Nuri Sait paşa getirildi.
1937’de
Türkiye, Irak, İran, Afganistan arasında Sadabat Paktı kuruldu.
Üye devletlerin sınır sorunları ve Kürt
aşiretleri
isyanlarının çözümü amaçlanıyordu. Arap ülkeleri arasında
ilk ittifak Irak ve Suudi Arabistan arasında gerçekleşti.
İkinci
Dünya Savaşı döneminde İngiltere Almanya rekabeti Irak üzerinde
etkili olmuş ve Irak’ta peş peşe üç defa askeri darbe yaşandı.
İngilizler Irak'ı, Almanlar Suriye ve Lübnan’ı, Ruslar ve
İngilizler İran’ı işgali ettiler.
1943’te,
Başbakan Nuri Sait tarafından İngiltere’ye sunulan Bereketli
Hilal Planı’na göre, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Filistin, ‘Büyük
Suriye Birliği’ adı altında birleşecek, sonra buna Irak da
katılacaktı. Birlik, Filistin’deki Yahudilere, Lübnan’daki
Hristiyanlara özerklik sağlayacaktı. Daha
sonra buna isteyen Arap devletleri de katılabilecekti. Ancak
Bereketli Hilal fikri, Suriye ve Lübnan’da egemenliğini kaybetmek
istemeyen Fransa’dan, Irak’ın petrol gelirlerini Suriye ile
paylaşmaya yanaşmayan Iraklı zenginlerden, Baasçı subaylardan,
Irak ve Suriye’deki Kürtler ile Şiilerden
tepki gördü.
1946’da
Şii dini liderliği Irak’tan yeniden İran’a
kaydı. Necef bu özelliğini Kum’a bıraktı. 18. yy. ortalarında
Necef ve Kerbela Şiiliğin güçlü kaleleri
olmuştu ve Şiiliğin akademik merkezi İran’dan
Irak’a geçmişti.
İngiltere
yanlıları 1945-1958 arasında Nuri Sait başkanlığında yirmi
hükümet kurdu. Baskı uygulanan bu dönemde Sovyet tehdidine karşı
İngiltere ve ABD desteği ile Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve
Pakistan arasında 1955’te Bağdat Paktı kuruldu. Paktın bir
amacı da Mısır ve Suriye'de yükselen Anti-Amerikancı eğilimleri
önlemekti. 1958’de, Ürdün kralı Hüseyin, Mısır-Suriye
birliğine karşı koyabilmek için Haşimi krallıklarının
birliğini kurmayı önerdi. Irak Başbakanı Sait buna Kuveyt’in
de katılmasını istedi. İngiltere buna karşı çıktı.
Batı
yanlısı politika ordu içinde muhalif bir grup oluşturmuştu.
General Abdul Kerim Kasım, bir darbe ile Amerikan-İngiliz yanlısı
Kral II. Faysal ve Başbakan Nuri Sait’i öldürdü, Irak’taki
Haşimi Monarşisini devirdi. Milliyetçi ve sosyalist eğilimli Baas
Partisi, 1958’de Irak’ta iktidarı ele geçirdi, Cumhuriyet
kuruldu. Ancak iktidarda azınlıktaki Sünni Araplar
vardı, Kürtler ve Şiiler politika
sahnesinden dışlanmışlardı. Ertesi yıl Irak, Bağdat Paktından
ayrıldı. Bağdat Paktı CENTO adını aldı.
İngiltere'nin
1961'de himaye yönetimine son verip Kuveyt'in
bağımsızlığını tanımasının ardından Irak, tarihsel
haklarını ileri sürerek Kuveyt'in Irak'a bağlanmasını istedi.
Bu kriz Arap Birliği Teşkilatı'nın Kuveyt'i üye kabul ederek
kanatları altına almasıyla savuşturuldu.
1960'ların
başında Irak'ta Kürt Barzanilerle çatışmalar
başladı. Bağdat anti-emperyalist çizgideydi, ama Sovyetler’in
tavrı Kürt partilerini memnun etmedi. Moskova
Kürt ayrılıkçılığını desteklemedi. Bunun
üzerine, Kürt milliyetçiliği de yönünü
Batı'ya çevirdi. ABD-İngiltere-İsrail ve
İran’daki Şahlık rejimi baş destekçileri oldu.
CIA
destekli darbe sonrası, Sovyetler yanlısı General Abdul Kerim
Kasım 1963’te öldürüldü. Yine Baas Partisinden General Ahmed
Hassan el Bekir Başbakan, Albay Abdul Salam Arif Cumhurbaşkanı
oldu. Darbenin ardından binlerce komünist öldürüldü. Aynı yıl,
Baas Partisi yönetimindeki Suriye ordusu Irak yönetiminin Kürtlere
karşı yürüttüğü askeri harekâta destek verdi.
Birkaç ay sonra, Abdul Salam Arif Baas Partisi yönetimini devirdi.
1964’te ateşkes ilan ederek, Kürtleri kentli
köktenciler ve Barzani Peşmergeleri olarak ikiye böldü. Abdul
Salam Arif 1966’da bir helikopter kazasında
öldü. Yerine kardeşi General Abdul Rahman Arif geçti. Irak
yönetimi Kürtlere karşı tekrar askeri
harekâta başladı. Ama 1966’da Barzani güçleri galip geldi.
1967’deki
Arap-İsrail Savaşı sonrasında, Baas Partisi
Irak yönetimini ele geçirdi. General Ahmed Hassan el Bekir
Cumhurbaşkanı ve Devrim Komuta Konseyi Başkanı oldu. 1969’da
içerdeki ve İran’la yaşanan gerilim nedeniyle, Kürtlere
karşı askeri harekâtı durdurdu. Bunu Sovyetler
Birliği de istiyordu. Ertesi yıl Kürtlere tanınan
otonomi genişletildi, ama merkezi yönetim petrol zengini
Kerkük’ü Araplaştırma siyasetine ağırlık verdi. Irak
1970'de ABD kontrolünde olan Irak petrolünü
millileştirdi. 1972’de Sovyetler Birliği ile bir
dostluk anlaşması imzaladı ve Arap dünyasıyla bütünleşmeye
önem verdi. İran’ın askeri desteğiyle ayakta kalan Kürtlerle
ilişkiler tekrar bozuldu ve 1974-1975 yıllarında
İkinci Kürt Savaşı başladı.
1979’da
Irak’ta yönetime CIA desteğiyle darbe yapan
Saddam Hüseyin getirildi ve bir yıl sonra, iddiaya göre, Şark ül
Kebir (Büyük Doğu) Mason Locasının
direktifleri ve Mossad'ın desteğiyle İran’a
saldırdı. Amaç, İran’ın Humeyni Devrimi’nden sonra, Irak
Şiilerini kışkırtmasıydı, ama parçalanması
planlanan İran’dan petrol bölgesi Kuzistan'ı koparmak daha
öncelikliydi. Savaş sekiz yıl sürdü ve sınırlar değişmedi,
ama zayıf Irak ekonomisi dibe vurdu. Birleşmiş Milletler
Irak’ın Kürtlere ve İran
askerlerine hardal gazı kullandığını açıkladı. 1,5 milyon
Müslüman öldü, 500 milyar dolar servet
yok oldu.
Savaş
sırasında, 1981’de, İsrail Irak’ın Osirak
nükleer santraline savaş uçaklarıyla
saldırdı. SSCB’den alınan bir reaktör 1969’da çalışmaya
başlamış, aynı yıl imzalanan anlaşma ile Irak, nükleer silah
sahibi olmayacağını vaat etmişti. Fransa 1976 yılında Irak’a
40 Megavat gücünde bir araştırma reaktörü kurmaya başlamış,
Irak aynı yıl nükleer araştırma programını IAEA (Uluslararası
Atom Enerjisi Kurumu) denetimine açmıştı. Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi İsrail’i
kınadı. Irak da bombalanan reaktörün tamamen
barışçıl amaçlarla inşa edilmiş olduğunu ve yenisini
üreteceğini açıkladı.
1990’da
Irak Kuveyt'i dört saatte işgal etti. Saddam Kuveyt'in bol petrol
üretip fiyatları düşürmesini gerekçe gösterdi ve Kuveyt’i
Irak'ın ili ilan etti. Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi Kuveyt’ten tamamen çekilmemesi halinde Irak’a askeri güç
kullanılması kararını aldı. Saddam, 1991 başında, ABD ve
Müttefik güçlerin başarılı Birinci Körfez Savaşı sonucu Irak
Kuveyt'ten çekilmeyi kabul etti. 1991 Mart ayında Irak’ın
güneyindeki Şiiler ve kuzeydeki Kürtler
ayaklandı, ama şiddetle bastırıldı. BM Güvenlik
Konseyi Irak’ta ekonomik yaptırımlara, kitle
imha silahlarının yok edilmesine ve Kürtlere güvenlikli
bölge kurulmasına karar verdi.
1996
yılında, Türk Silahlı Kuvvetleri Irak Hükümeti ve Barzani ile
koordineli olarak Kuzey Irak’a girdi, ABD devşirilen 7.500 CIA
peşmergesini MİT’in desteğiyle
Guam adasına kaçırdı.
2001’de,
11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD Afganistan’ı işgal
etti. Taliban rejimi Usame Bin Ladin ve örgütüne
yataklık yapıyordu. Teröre karşı küresel savaş başlamıştı.
ABD Mart 2003’te de Irak’ı işgal etti. Çokuluslu güçte 38
ülkeden 300 bin asker savaştı. Basra'ya çıkan birlikler hava
desteğinde Bağdat'a girdi. 20 Mayıs 2003'te Bush tüm dünyaya
Irak'ta savaşın resmen bittiğini ilan etti. Irak'ın
işgali öncesinde, yanlış bilgilendirme kampanyası
hızla yürütüldü. İngiltere ve ABD sahte istihbarat kullandı.
El Kaide'yi Bağdat rejiminin müttefiki olarak
gösterdiler. Bin Ladin ve Kitle İmha Silahları
söylemleri haber kanallarında cömertçe dolaştırıldı. Bu arada
Ürdün asıllı El-Zarkavi ortaya çıktı. BM
Güvenlik Konseyinde, Saddam Hüseyin ile
El-Zarkavi arasındaki ilişki hakkında
ayrıntılı belgeler sunuldu. Baas rejiminin tam desteği ve
onayıyla kimyasal, biyolojik ve radyolojik silahlar imal ediliyordu.
Turuncu kodlu bir terör alarmı geldi. Irak, İslami
teröristlerin desteğiyle Amerika'ya saldırmaya
hazırlanıyordu. El-Zarkavi bir numaralı
şüpheliydi. ABD'ye yönelik kirli bir radyoaktif bomba saldırısı
tehlikesi vardı. Nisan 2003’te gizlenen Saddam Aralık
ayında yakalandı.
İran’ın
Irak üzerindeki hegemonyası da güçleniyordu.
Irak-İran Savaşı döneminde kaçan ve İran'a yerleşen yüz
binlerce Şii ülkelerine dönmeye ve yeni
kurulacak Irak için siyasette rol almaya başladılar. Kendi milis
gücü Mehdi Ordusu’nu ABD işgalinden hemen sonra kuran Muktada
el-Sadr Irak'taki varlığını, Lübnan'daki Hizbullah gibi
yarı sivil yarı askeri bir güç olarak sürdürmek istiyordu.
Ağustos 2004'te yaşanan Necef savaşı, ABD ile İran'ın gizli
servisi ve askeri gücünü temsil eden Devrimci el Kudüs güçleri
arasında yaşanan bir güç mücadelesiydi. Diğer bir Şii
yapılanması olan “Irak’ta İslam Devrimi için
Yüksek Komuta Konseyi” de arkasında İran istihbaratı olan yarı
askeri bir örgütlenmeydi.
2005’teki
seçimlere kadar, Irak’ı Amerikalı siviller yönetti. Yanlış
bilgilendirme kampanyasının asıl saldırısı, ABD öncülüğündeki
Irak istilasının ertesinde başladı. Amaç, Irak direniş
hareketini terörist bir hareket olarak göstermekti. El-Zarkavi
yönetimindeki El Kaide farklı isimlerle birçok terör
örgütü olarak Irak’taydı. Birçok yabancı militan ve eski Baas
Partisi mensupları Amerikan birliklerine saldırıyordu. Bağdat’ın
kuzeyindeki Sünni üçgen en tehlikeli bölgeydi.
Güneydeki Şiilere saldırılar da buradan
yapılıyordu.
El-Zarkavi
Haziran 2006’da ABD ve İngiltere ortak operasyonunda
öldürüldü. Yerine Mısırlı Eyüp El Masri Irak'ta El-Kaide'nin
başına getirildi. El Masri, Zarkavi ve Zevahiri çizgisini devam
ettirecekti. Zarkavi, kendisini Şiilere karşı
Sünnileri savunan bir Mesih olarak görüyordu,
El Masri ise dünya çapında Batılı güçlerle savaşmak gibi daha
kapsamlı stratejiler peşindeydi. Mücahitlerin Birleşik Örgütü
adını “Irak Şam İslam Devleti, IŞİD” olarak
değiştirdi. Aynı yıl Saddam Irak’ta idam
edildi.
Ekim
2006'da Irak'ta el Kaide'nin artık Iraklı bir
hareket olduğu ve Irak İslam Devleti olarak anılacağı açıklandı,
başına Iraklı bir Selefi olan Ebu Ömer el
Bağdadi getirildi. Irak el Kaide'si artık belli bir toprak
parçasını yönetmeye aday askeri ve siyasal bir aktöre
dönüşmüştü. Sağlık, petrol ve tarım bakanlıkları kuruldu.
Irak El Kaidesi devlet olmuş ama eski
uygulamalarından da vazgeçmemişti. Kadınlara tecavüz ve kadınlar
üzerinde hak iddia etme, yaşlı aşiret liderlerinin fidye
karşılığı kaçırılması, kaçak petrol satımı gibi
faaliyetler, Sünni halkı tedirgin ediyordu. Bu
tedirginlik giderek hoşnutsuzluğa ve Irak İslam Devletine karşı
direnişe evrildi. Irak hükümetince desteklenen
Şii ölüm timleri de Sünnilere
saldırılara başladı.
2007
başlarında Sünni aşiretlerin bir araya
gelerek oluşturdukları Sahva (Uyanış) Konseyleri Irak'ın Sünni
bölgelerinde, ABD güçlerinin de desteğiyle, IŞİD’e
karşı mücadeleyi başlattılar.
2007
ve 2008’de başlayan Amerikan birliklerinin bölgeden çekilmesi
2011’de son buldu. ABD denetimindeki hapishanelerde tutuklu tüm
Iraklı mahkûmlar serbest bırakıldı veya Irak tutukevlerine
gönderildi. Üç milyondan fazla Iraklı yerlerinden edilmiş, 800
bin Iraklı asker ve sivil, 4 bin 488 ABD askeri ve 150 gazeteci
ölmüştü. Geriye barış ve huzur değil, yıkılmış şehirler,
lağvedilmiş bir ordu, güvenli olmayan bir polis teşkilatı,
işlemeyen elektrik ve su şebekeleri kalmıştı. ABD’nin Irak'a
'demokrasi getirme' macerası başta Irak'ta El Kaide olmak
üzere onlarca Sünni ve Şii milis
yapılanmasının şiddet ve zorbalığı altında, sürekli bir iç
savaş konumunda olan bir ülkeyi geride bırakarak sona eriyordu.
Orta Doğu büyük devletlerin birbirleriyle olan hesaplaşmalarının
dolaylı olarak yapıldığı bir kapışma alanı haline gelmişti.
Ardından
iç savaş kızıştı ve Suriye’ye iç savaşıyla birleşti.
2013
ve 2014’te Iraklı Sünni güçlerle
IŞİD, Irak Ordusu ve Kürtlerle çarpışmadan
Musul'u ve Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu'nu ele geçirdi.
Başkonsolos ve 48 konsolosluk çalışanı 101 gün alıkondu, Musul
Geyara elektrik santralinde de vatandaşlarımız rehin alındı.
IŞİD yakın zaman önce Washington'ın Irak birliklerine teslim
ettiği silahlara da el koydu. Gelenlerin içinde CIA elemanlarının
da olduğu iddia edildi. Peşmerge güçleri de
Kerkük'ü ele geçirdi. Cidde'de Türkiye, ABD, Mısır, Ürdün ve
Körfez ülkelerinin katılımıyla, Terörle mücadele toplantısında
Arap ülkeleri IŞİD'e eylem planını destekledi, ortak bildiriye
Türkiye imza atmadı. IŞİD tarafından rehin alınan Musul
Başkonsolosu ve görevliler bırakıldı. IŞİD’e, öldürülen
Hacı Bekir’in eşi ve çocuklarının da aralarında bulunduğu
yaklaşık 50 IŞİD mensubunun verildiği ortaya çıktı.
Türkiye’nin IŞİD’in Irak'ta yasal sahiplerinden çaldığı
petrolün ana tüketicisi olduğu ileri
sürüldü... IŞİD saldırıları ABD desteğindeki Kürt
Peşmergeler ve Suriyeli Kürt YPG
güçlerince durduruldu.
Osmanlı
sonrası yüz yıla bakıyorum. İngilizler, Iraklılar tarafından
benimsenmeyen, Hicaz bölgesindeki Haşimi hanedanını Irak kralı
yaptı, ama Sünni yönetim Kürt ve Şii grupların tepkisini
topladı. Musul ve çevresindeki petrol alanlarının üzerine
oturdu, ama sefasını süremedi. İkinci Dünya Savaşı'nda
İngiliz-Alman mücadelesine ve askeri darbelere sahne oldu. 40 yıl
sonra Batı yanlısı Haşimi monarşisini deviren milliyetçi ve
Sovyet yanlısı Baas Partisi iktidarı ele geçirdi, ama Batı ve
Sovyet yanlılarının askeri darbeler yoluyla mücadelesi 20 yıl
daha devam etti. ABD kuklası Saddam diktatörlüğü de 25 yıl
yaşadı. Son 15 yılında ABD işgali ve iç savaşlarla alt üst
olan 38 milyon nüfuslu
Irak
hala
üçe bölünme tehdidi altında ve demokrasi hayalini unutmuş
durumda acı çekmeye devam ediyor.
Suriye:
Osmanlı’nın
çekilmesinden sonra, Lübnan ve Batı Suriye’de Fransız yüksek
komiseri Picot başa geçti. Doğu Suriye ve Ürdün, Haşimi Kral
Hüseyin’in oğlu Emir Faysal’ın denetimine geçti. Mart
1920’de Genel Suriye Kongresi toplandı ve Suriye’nin
bağımsızlığı ilan edildi. Arapça resmî dil yapıldı ve
Osmanlıca kitaplar Arapçaya çevrilmeye başlandı. Hukuk Fakültesi
ve Arap Akademisi açıldı. Ancak Fransa ve İngiltere’nin
planlarında bağımsız bir Suriye değil, kendilerine bağlı bir
manda yönetimi vardı. Orta Doğu, 1916 tarihli Sykes-Picot
Antlaşması’nda tanımlanan şekilde paylaşılmaya başlandı.
Fransızlar Suriye’yi işgal ettiler. Mustafa Kemal, Ankara'ya
kurye yollayan Emir Faysal’ın federasyon teklifini Büyük Millet
Meclisi gizli oturumunda açıkladı. Ama Faysal ülkeden sürüldü
ve İngilizler kendisini Irak kralı yapana kadar İngiltere’de
kaldı.
Fransızlar
Suriye’nin tamamı için Musul ve Filistin’deki
haklarından vazgeçti. Filistin’in de dâhil olduğu geriye kalan
topraklar İngilizlere bırakıldı. Hicaz Hüseyin’in kontrolünde
kaldı. Araplar hoşnutsuzdu, İtilaf devletlerinin birleşik bir
Arap devleti kurulmasını istemediklerini anladılar. Fransızların
egemenliği yayılıyor, Fransız bankerler ekonomiyi kontrol ediyor,
Fransız parası frank kullanılıyor ve okullarda zorunlu dil olarak
Fransızca okutuluyordu. Çocuklar sabahları Fransız milli marşı
söyler hale gelmişlerdi. Fransızlar Kuzey Afrika’da
uyguladıkları sömürgecilik yöntemlerini burada bütün
acımasızlığıyla deniyorlardı. Araplar Arap bayraklarını
indiren, Beyrut’taki Arap valiyi kovan, Lazkiye ve Suriye’nin
kuzeybatı bölgelerinde Arapları terk etmeye zorlayan Fransızlara
karşı öfke duyuyorlardı.
Fransızlar
Milletler Cemiyeti’nin onayıyla
1923’te, Suriye’yi önce kuzeyde bir Şii Nusayri
devleti, merkezde Sünni devleti, güneyde ise
Şii Dürzi devleti olarak üç parçaya bölmeye kalkıştı. Sünni
Müslümanlar çoğunlukta olmasına
rağmen, idarede Fransızlar, Ermeniler ve Şii Nusayriler
hâkimdi. Ancak, her grup bir diğerine tahsis edilen toprakta hak
iddia ettiği için bu üç devlet yaşama geçemedi.
1925
yılında, Suriye’de Nusayriler, Dürziler, Bedeviler ardarda
ayaklandı. Fransızlar olayları bastırmak için Şam bölgesini
havadan bombaladılar ve beş bin Suriyeli hayatını kaybetti.
Fransızlar gerginlikleri yatıştırmak amacıyla Şam ve Halep
vilayetlerini birleştirdiler, ancak aynı yıl patlak veren Dürzi
ayaklanması Suriye’nin diğer bölgelerine sirayet etti. 1926’da
Katolik Kiliseye bağlı Marunîlerin özerk bir
yönetim oluşturmasına izin verildi. Suriye’nin kalanı da
Dürzilerin yaşadığı Dağlık Lübnan, Lazkiye, Şam ve
İskenderun olarak beş yarı-özerk bölgeye ayrıldı. Ayaklanma
1927’de bitti, Fransızlar milliyetçi taleplere boyun eğdi.
1928’de Milli Cephe oluşturuldu ve bir kurucu meclis açıldı.
1930’da da bağımsızlık ilan edildi, ancak Fransa ile de ipler
tamamen koparılmadı. İlişkiler bir dostluk antlaşması ile
güvence altına alındı. Suriye’nin kuzeydoğusunda bulunan
petrolün farkına varan Fransa dış politikada
söz sahibi olacak, ekonomik alanda önceliklerden yararlanacak ve
ülkede iki askerî üs bulunduracaktı.
Fransızlara
karşı biraraya gelen farklı dinî ve etnik kökenli
Suriyeli aydınların örgütü, Milli Hareket Ligi idi. Militan ve
antiemperyalist bir Arap Birliği güden Lig, Suriye’deki Milli
Cephe’nin Fransızlarla işbirliğine karşı çıkmış,
bağımsızlık için kitleleri eyleme çağırmıştı. Eylem
başarıya ulaştı ve Eylül 1936’da Fransa, Suriye’nin
bağımsızlığını onaylayan bir antlaşmayı imzaladı. Ancak
antlaşma Fransız hükümeti tarafından yürürlüğe konmadığı
gibi, Fransa Suriye’ye karşı bir koz olarak kullandığı Hatay
sorununda yüz seksen derece çark etti, önce Hatay’ın bağımsız
olmasına, 1939’da Türkiye’ye bağlanmasına razı olarak
Suriyeli milliyetçilerden öcünü aldı.
Fransızlar
cumhurbaşkanı Hristiyan Marunî, başbakanı
Sünni, meclis başkanı Şii olan Lübnan
hamlesiyle Suriye’yi biraz daha küçülttü. 1936 yılında
Lübnan’a bağımsızlık verildi ve Suriye’den koparılan
Trablus, Beyrut ve Sidon Lübnan’a dâhil edildi.
II.
Dünya Savaşı sırasında Alman işgali altındaki Fransız
Hükümeti Irak’ta İngilizlerle savaşan Almanlara Lübnan ve
Suriye topraklarını kullandırdı. Bölgenin Almanlara geçeceğinden
korkan İngilizler 1941’de kuvvetlerini Lübnan ve Suriye’ye
gönderdi ve yönetimi devraldı.
1943
seçimlerinde Şükrü el-Kuwatli, Suriye´nin ilk Cumhurbaşkanı
seçildi. Fransa Suriye'den kısmi olarak çekildiyse de, geride pek
çok problem bıraktı. Suriye 1945´te Birleşmiş Milletlere
Cumhuriyet idaresiyle katıldı.
1947’de
Arap Sosyalist Diriliş Partisi Sünni Salah
Bitar ve Annesi Yahudi, babası Fransız olan Mişel Eflak tarafından
Şam’da kuruldu. Hedef tek bir Arap devleti kurmaktı.
1948
Arap-İsrail savaşına katılan Suriye, İsrail
tarafından püskürtüldü ve 1949’da ateşkes
imzalandı. BM gözetiminde askersiz bölge oluşturuldu. Ardından
arka arkaya üç askeri darbe yaşandı.
1953’te
Suriye’nin Sünni köylüleri arasında
örgütlenmiş olan Arap Sosyalist Partisi ile birleşerek
kitleselleşen Baas Partisi, Arap Baas Sosyalist Partisi adını
aldı. 1953-1954 Dürzi isyanı güçlükle bastırıldıktan sonra,
Baas Sosyalist Partisi darbesiyle askerlerin yönetimine son verildi.
Suriye 1956 Süveyş Kanalı krizi sonrasında Sovyetler Birliği ile
bir anlaşma imzaladı. Komünizme bir dayanak olma karşılığında
Sovyet savaş uçakları, tanklar ve diğer askeri malzeme gelmeye
başladı. Bu önemli değişim sonrasında iç huzursuzluklar arttı,
özellikle Türkiye ile ilişkiler bozuldu. Ama Baas Sosyalist
Partisi kuvvetlendi.
ABD
ve İngiltere desteğiyle Orta Doğu’da Osmanlı’yı
yeniden canlandırma hayali kuran Adnan Menderes Suriye’yi Bağdat
Paktı’na girmeye zorluyordu. Bu baskılardan bunalan Suriye,
1958’de Mısır’la, Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında
birleşme kararı aldı. Haritalarda Suriye ve Mısır adları yerine
‘Güney Bölgesi’, ‘Kuzey Bölgesi’ yazıldı. Ancak Arap
milliyetçiliğinin liderliği kavgası çıktı. Nasır Suriye’nin
başına, yakın adamı Abdülkerim Amir’i atadı. Mısırlı
generaller, Suriye ordusunun önemli noktalarına getirildi. Baas
dâhil tüm siyasi partiler kapatılınca Baasçı subayların gururu
kırıldı. Nasır’ın Suriye’de büyük bir toprak reformuna
girişmesi, daha önce askerî darbeler sırasında büyük yaralar
almış Suriyeli ayan sınıfını tedirgin ederken, işyerlerinin
devletleştirilmesi Suriyeli iş çevrelerini korkuttu. Buna Nasır’ın
millici politikalarına kızgın olan Batı ülkelerinin
kışkırtmaları eklenince Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin suyu
ısındı. 1961’de Baasçı subaylar birlik karşıtı bir
ayaklanma başlattı. Nasır müdahale etmek istedi ama Araplar arası
kavgayı önlemek için Suriye ve Yemen’in birlikten çekilmesine
izin verdi.
Baas
Sosyalist Partisi, dışta Arap birliği, içte laik ve sosyalizm
propagandasıyla güçlenip, Mişel Eflak ve Salah Bitar
önderliğinde, 1963’te darbeyle iktidarı ele aldı. Ülkenin tek
kanuni partisi hüviyetini kazandı, ama iktidarda azınlıktaki Şii
Nusayri Araplar vardı. Mecliste 10 sandalyesi bulunan Sünni
Müslüman Kardeşler yasaklandı.
1966’da yönetime gelen General Salah Cedit, Sovyetler ile
yakınlaşma ve İsrail’e karşı sertleşen
siyasete başladı. Suudi Arabistan Araplar arası birlik yerine
Siyonizme karşı mücadeleye ağırlık
verilmesi çağrısı yaptı. Cedit Suriye’yi güç kullanarak
sosyalizme dönüştürmeye çalıştı. Bu huzursuzluk yarattığı
gibi ekonomik sorunlara yol açtı. Karşı çıkanlara baskı arttı,
Baas Sosyalist Partisi meclis görevlerini de üstlendi, diğer
partiler yasaklandı.
1967
Arap-İsrail
Savaşı’nda
Suriye hava kuvvetlerinin çoğunun imha edilmesinden ve Golan
Tepeleri’nin İsrail’in
eline
geçmesinden sonra Baas Sosyalist Partisi’ne destek azaldı.
Partide çatışmalar başladı. Ve 1970’te Savunma Bakanı
General Hafız Esad, Suriye’de kansız darbe ile yönetime geldi.
Esad birçok siyasal reformla yerini sağlamlaştırdı. 1973’te
kabul edilen anayasaya göre seçimler yapıldı. Suriye İslamın
çoğunluk
dini olarak tanındığı, laik sosyalist bir devlet olarak
tanımlandı. Ancak laik Şii
Nusayri
yönetimi Sünnileri
tatmin
etmiyordu. Aynı yıl Suriye ve Mısır İsrail’e
baskın
tarzında saldırdı, ama 1967 sınırlarını dahi koruyamadı.
1975’te Esad, işgal edilen Arap topraklarının geri verilmesi
karılığında İsrail
ile
barış yapabileceğini bildirdi. Ama kabul görmedi. Ertesi yıl,
Suriye ordusu Lübnan Cumhurbaşkanının çağrısı üzerine
şiddetlenmeye başlayan iç savaş öncesi durumun korunması için
Lübnan’a girdi. 30 yıllık Suriye askeri işgali başladı.
Hristiyan
Marunîler
yönetimde kaldı. Bu müdahale, İsrail
hariç,
bölgesel ve uluslararası güçlerin onayını aldı. Bundan sonra,
Suriye’de bir dizi suikast gerçekleşti. Kurbanların çoğu
Sünnilerce
kâfir
sayılan Şii
Nusayri'ydi.
Suikastlerin Baas Sosyalist Partisi hükümetine en büyük
muhalefeti oluşturan Müslüman
Kardeşler
tarafından
işlendiği anlaşıldı.
1980’de
Suriye ile SSCB 20 yıl süreli "Dostluk ve İşbirliği
Antlaşması" imzaladı. Suriye Sovyetlerden uzun menzilli
silahlar, T-72 tankları ve MIG-25 savaş uçakları alırken;
Sovyetler de Suriye Lazkiye-Tartus limanlarını üs olarak
kullanmaya başladı. Aynı yıl, PKK elebaşısı
Abdullah Öcalan 1998’e kadar kalacağı 2 milyon Kürt’ün
yaşadığı Suriye’ye kaçtı.
1981’de
İsrail Golan Tepelerini ilhak etti, ertesi yıl
Güney Lübnan’daki Suriye ordusuna saldırdıysa da Suriye ordusu
Lübnan’ı terk etmedi.
Suriye,
Sünni
yönetimindeki
Irak’a karşı savaşan Şii
İran’ı
destekliyordu. Saddam yönetimindeki Sünni
Baasçı
Irak hükümeti, Esad'ı devirmek için örtülü şekilde Müslüman
Kardeşler'e
yardıma
başladı. Suriye suikastlerle bunaldı, Halep'te
Müslüman
Kardeşler'in
liderliğinde
dini ve laik birçok kuruluş grev ilan etti. Hama'daki cami
hoparlörlerinden hükümete karşı cihad çağrısı yapıldı. Ama
tanklar ve helikopterlerle desteklenen on binlerce asker ayaklanmayı
bastırdı. Hafız Esad suikast girişiminden sağ kurtuldu. Ardından
Hama’da üslenen
Müslüman
Kardeşler
üyeleri
infaz edilmeye başlandı. 1982 ayaklanması Suriye
ordusunca
binlerce sivil öldürülerek bastırıldı.
1983
yılında Atatürk Barajının temelini atan Türkiye ASALA
militanlarının Suriye topraklarından çıkartılmasını
istedi. Suriye, bu tarihten sonra PKK'ya her
türlü lojistik, silah ve askeri eğitim desteği sağladı.
1987’de
Suriye ilave birlikler göndererek, Lübnan güneyini işgal etmek
isteyen İsrail’e karşı çıktı, Beyrut’ta
ateşkesi sağladı.
1990’da
Lübnan iç savaşı sona erdi, ama Suriye askeri varlığını
kaldırmadı. Aynı yıl, Kuveyt’i işgal eden Irak’a karşı ABD
liderliğinde yürütülen savaşa katkı verdi, ABD ve Arap
ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirdi.
1994’te
Hafız Esad’ın yerine geçmesi beklenen oğlu Bassel bir araç
kazasında öldü. 1998’de Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat
başkan yardımcılığı görevinden azledildi. Hafız Esad,
ülkedeki tüm muhalefeti bastırmıştı. 2000 yılında Suriye’yi
30 yıl yöneten Hafız Esad'ın ölümünden sonra, rakipsiz yapılan
referandumda yüzde 97 oyla iktidara gelen 34 yaşındaki oğlu Beşar
Esad daha ılımlıydı. 2001'de Müslüman
Kardeşler
üyeleri
ve siyasi mahkûmlar serbest bırakıldı. Ancak aynı yıl, siyasi
özgürlük aniden iptal edildi. Baskılar devam ettiyse de
sürgündeki liderler, İslamcıların
demokratik
şekilde iktidara gelebileceklerini düşünüyorlardı. İslam
devleti
kurulmayacak, laik sistem korunacaktı. Bu fikir, 2002 yılında
İslamcıların
AKP
ile Türkiye'de
iktidara gelmesi ile güçlenmişti. Aynı yıl Suriye’nin kitle
imha silahları aldığını ileri süren ABD, Suriye’yi şer
güçlerine dahil etti. Hamas, Filistin’deki İslami
Cihat
hareketi ve Hizbullah
ile
sıkı ilişkileri de eleştirildi. 2003’te ABD yaptırım
uygulamakla tehdit ettiyse de Suriye kimyasal silah geliştirme
iddialarını reddetti. Ardından İsrail
Şam
yakınındaki FKÖ
kampını
havadan bombaladı.
2004
yılında Beşar Esad tarihte ilk olarak, Türkiye’yi ziyaret etti.
Soğuk ilişkileri yumuşattı. Aynı yıl ABD Suriye’ye ekonomik
yaptırımlar uygulamaya başladı. Suriyeli Kürtler
Kamışlı’da ayaklandı, Brüksel, Cenevre,
Almanya’da protesto eylemleri düzenledi.
2005’te
ABD önceki Lübnan Başbakanı Hariri’nin öldürülmesinden
sonra, Şam büyükelçisini çekti ve suikastın arkasında olduğunu
iddia ettiği Suriye ordusu Lübnan’ı terk etti. Suriye’de
otoriter, totaliter ve hizipçi hükümetten demokratik reformlar
talep eden eylemler başladı. Eylemci elebaşları 2007’de
hapsedildi.
2006’da
Irak ile ilişkiler geliştirildi. Ertesi yıl, AB ile
diyalog başladı. Şam’da ABD Temsilciler Meclisi Başkanı ve
Mısır’da ABD Dışişleri Bakanı ile görüşüldü. Ama
İsrail’in Kuzey Kore yardımıyla yapıldığını iddia ettiği
Suriye nükleer tesisine hava saldırısı, ABD
ile düzelen ilişkileri durdurdu. Fakat Esat ve Fransa Cumhurbaşkanı
Sarkozy’nin Paris görüşmesi Batı ile ilişkileri yumuşattı.
2008’de
Türkiye ve Suriye’nin vize muafiyetini kaldırması iki ülkede de
ekonomik gelişmeye neden oldu. Halep-Adana-Mersin demiryolu yeniden
açıldı ve İstanbul’daki hızlı trene bağlandı. Türk TIR
konvoyları Suriye mallarını Avrupa pazarına taşıyordu.
Esat,
babasının demir yumrukla yönettiği ülkesinde bazı reform
hareketlerine girişti. Ancak Suriye gizli istihbaratı, muhaberat,
ülkenin tek ve rakipsiz sahibiydi. 800 bin kişiye ulaşan dev yapı,
ordu ile birlikte devletin ta kendisiydi. Bütçesi yılda 3 milyar
doları buluyordu, tüm askeri harcamalarının üçte biri.
Ama
Irak’tan sonra parçalanma sırası Suriye’deydi. ABD Dışişleri
Bakan Yardımcısı Yahudi asıllı Jeffrey Feltman ile Bush
ailesinin dostu Suudi Arabistan Washington Büyükelçisi Bender Bin
Sultan ortaklığında hazırlanan “Feltman-Bender Planı”
devreye sokuldu ve Mart 2011’de iç savaş başlatıldı. Meşru
muhalefet mezhepçi bir şiddet zeminine kaydı. Müslüman Kardeşler
nüfusun yüzde 70'ini oluşturan Sünnilerin temsilcisi
konumundaydı, silahlı mücadele yanlısı olmayan ılımlı
İslamcılardan oluşuyordu. Fakat İslamcıların seçimle
iktidara gelme fikri önemini yitirmeye başlamıştı. Müslüman
Kardeşlere sempati
duyan insanlar sokaklara döküldü, olaylar kontrolden çıktı ve
iç savaşa
dönüştü. Özgür Suriye Ordusu adını
alan silahlı gruplar, Batı'dan yardım beklentisi içinde direnmeye
çalışırken, Selefi cihatçılar devreye
girdi, laik veya ılımlı İslamcı bir
muhalefet oluşmasına engel olmak için harekete geçti.
Beşar
Esat yönetimi Rusya ve İran'dan askeri ve parasal destek alırken,
muhalifler Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’den militan ve silah
desteği aldı. Tüm operasyonu perde arkasından yöneten ABD ve
İsrail idi. Özgür Suriye Ordusu, Suriye Ulusal
Konseyi, El Nusra ve son olarak IŞİD, bunların
koordinasyonunda kuruldu. Kısmen Suriye’deki Kürt
kantonları da. Bender Bin Sultan’ın Suudi Arabistan
tezgâhı olarak Şam’da düzenlenen kimyasal silah saldırısı da
Beşar Esat’ın üzerine yıkılmak istendi ama bu oyun Rusya’nın
sayesinde bozuldu. Suriye yönetimi tüm saldırılara kendi
kuvvetlerinin yanı sıra, Rusya, İran, Hizbullah ve
Çin desteği ile karşı koymaya başladı.
2012’de
Suriyeli diplomatlar Türkiye’den sınır dışı edildi. Suriye
RF-4E keşif uçağımızı düşürdü. NATO, Türkiye'ye Patriot
füzeleri konuşlandırılmasını onayladı.
2013’ün
ilk çeyreğinden itibaren, Suriye Müslüman
Kardeşleri, Ahrar eş-Şam, El-Kaide’nin
Suriye şubesi Nusra, IŞİD
gibi Selefi-Cihadi örgütler Suriye
muhalefetine damga vurdu. Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde
Selefi-Cihadi örgütlerin lojistik destek üssü oldu. Türk savaş
uçakları Suriye Mİ 17 helikopterini, Hatay Yayladağı’nda
füzeyle vurdu.
2014'te,
IŞİD Suriye'den Irak'a doğru ABD kukla yönetimini tehdit
eden bir istilayı başlattı. ABD ve Avrupalı müttefikleri,
sonunda IŞİD'e karşı, Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu'nun
yerine, PKK çizgisindeki Suriyeli ve Iraklı
Kürt milliyetçi grupları kullanma yönünde
bir stratejide uzlaştılar. ABD Suriyeli Kürtlere zırhlı
araçlar teslim etti. Türkiye sınır ihlali gerekçesiyle, Suriye
uçağını düşürdü.
2015
BM raporuna göre beş yıl içinde yaklaşık
dört milyon insan komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı ve iki
milyon insan iç göçle evlerinden oldu. En fazla mülteci
barındıran 2 milyon 900 bin mülteci ile Türkiye idi ve bunların
sadece 290 bini kamplarda kalıyordu. İran 2015 yaz aylarından
itibaren Kudüs Gücü ile rejim yanında savaşa
katıldı ve 2013 ten bu yana Suriye yanında savaşan Hizbullah’a
eklendi. 2015 Eylül ayında, Rusya da Suriye iç
savaşına askeri olarak dâhil oldu. İki ay sonra, Suriye sınırında
SU-24 tipi bir Rus savaş uçağı Türk F-16’ları tarafından
düşürüldü.
Ağustos
2016’da, Rusya’dan sonra Türkiye de Suriye savaşına dâhil
oldu ve Fırat Kalkanı Operasyonu başladı.
Suriye’nin
İdlib şehrinde 4 Nisan 2017’de kimyasal saldırı
yapıldı, üç gün sonra, ABD Suriye'yi Akdeniz’den attığı
füzelerle vurdu.
2017’de
Türkiye’de dört milyona yakın Suriyeli yaşıyor. Nüfusu 4,5
milyon olan Lübnan bir milyon mülteci barındırıyor. 640 bin
mülteci ile 6,5 milyon nüfuslu Ürdün üçüncü sırada. Irak 250
bin, Mısır 120 bin, Libya, 28 bin mülteci aldı. Nisan 2011- Ocak
2016 arasında Avrupa’ya geçen kayıtlı mülteci sayısı 935 bin
oldu.
Son
yüz yılına bakıyorum. Osmanlı'dan sonra,18 yıl süren Fransız
mandasından 1936'da kurtulan Suriye, Hatay ve Lübnan'ı kaybetti.
İkinci Dünya Savaşı'nda İngiltere ve Almanya mücadelesine sahne
oldu. Savaş'tan sonra azınlıktaki Şii Nusayrilerin yönetiminde
kurulan tek partili cumhuriyet on yıl sonra Mısır gibi Sovyet
yanlısı oldu. İsrail ile savaşlarda hep başarısızdı. Arka
bahçesi saydığı Lübnan İç savaşına müdahale etti. ASALA ve
PKK terör örgütlerine yardım etti. 30 yıllık Hafız Esat dikta
yönetiminden sonra oğlu Beşar Esat yönetiminin onuncu yılında
nefesini tüketti. 19 milyon nüfuslu
Suriye ABD’nin Orta Doğu’da
İsrail lehine sürdürdüğü vekâlet savaşının, Suriye, Rusya
ve İran’a karşı Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin mezhep
çatışmasının, Şiiliğin tüm türevleri ile
Sünniliğin amansız bir savaşının merkezi
oldu. Ülke Kürt YPG, IŞİD, muhalifler ve
rejim kontrolünde dört parçaya bölünmüş durumda.
Lübnan:
Osmanlı’dan
sonra Lübnan Mutasarrıflığı toprakları Fransız askeri yönetimi
altına girdi. Hristiyan Marunî patriğinin
önerisiyle, Lübnan Dağlarındaki özerk bölge 1920’de Beyrut
vilayeti ve öteki kıyı kentleriyle Suriye vilayetine bağlı Bekaa
Vadisini ve dört kazayı da içine alacak biçimde genişletildi.
Suriye vilayeti küçültüldü. Hristiyanlar ve
Müslümanlar arasındaki nüfus dengesi altıya
beş oranında oluştu, ama yönetimde Hristiyan Marunîlere
tanınan ağırlık Şii Dürzilerin
ayaklanmalarına yol açtı. Dürzileri sert biçimde bastıran
Fransızlar 1926’dan sonra etkili bir denetim kurdu. 1936 yılında
Suriye’den koparılan Trablus, Beyrut ve Sidon Lübnan’a dâhil
edildi.
II. Dünya
Savaşı sırasında Alman işgali altındaki Fransız Hükümeti
1941’de Lübnan’a Yüksek Komiser olarak bir generali atadı.
Cumhurbaşkanı istifa etti. Fransızlar Irak’ta İngilizlerle
savaşan Almanlara Lübnan ve Suriye topraklarını kullandırdı.
Bölgenin Almanlara geçeceğinden korkan
İngilizler kuvvetlerini Lübnan ve Suriye’ye gönderdi ve yönetimi
devraldı.
Fransızlar
cumhurbaşkanı Hristiyan Marunî,
başbakanı Sünni, meclis başkanı Şii olan
Lübnan hamlesiyle, 1943’te yapılan seçimlerin ardından,
Fransızların bağımsızlığı önleme girişimi İngilizlerin
müdahalesiyle boşa çıktı. 1946 sonunda Lübnan'ın bağımsızlığı
resmen tanındı.
Lübnan
Suriye’deki sol-milliyetçi hava karşısında
oluşturulan bir tampon devletti. Esas olarak Fransızların her
zaman yakın müttefiki olan Marunî Hristiyanların
iktidarını sağlayıcı bir yapı ile kurulmuştu.
Beyrut uluslararası ticaret ve finans merkezi oldu. Zengin turistler
Lübnan iç savaşına kadar, Orta Doğu’nun Paris’i olarak
kentin tadını çıkarıyordu.
1948
Arap-İsrail savaşından sonra 110 bin Filistin
mültecisinin yuvası oldu. 1948'de ikinci kez cumhurbaşkanı
seçilmeyi başaran Huri, yolsuzluklardan dolayı 1952'de çekilmek
zorunda kaldı. Yerine geçen Kamil Şamun Batı yanlısı bir
politika izlediğinden, Sovyet yanlısı Mısır ve Suriye'nin sert
eleştirilerine hedef oldu. 1957 güdümlü seçimlerinin gerginliğin
de etkisiyle Müslümanlar arasında başlayan
silahlı hareketler, ordunun müdahaleden kaçınması nedeniyle
Şamun’u zor durumda bıraktı. 1958’de Şamun’un çağrısı
üzerine ABD 20 bin deniz piyadesini Beyrut'a gönderdi. Ayaklanma
yatışırken, parlamento emekli general Fuad Şehab'ı
cumhurbaşkanlığına seçti. Müslümanların direnişinde
önemli rol oynayan Raşid Kerami de başbakan oldu. Birleşik Arap
Cumhuriyeti olarak birleşen Sovyet yanlısı Mısır ve Suriye
hareketinin Lübnan’a da sıçraması önlenmişti.
1960’ta
Müslümanlar nüfusun çoğunluğuna ulaştı.
Hristiyan ağırlıklı siyasi sistemin
değiştirilmesi istekleri çoğalmaya başladı. 1960’larda Beyrut
petrol zengini Körfez Emirliklerinin finans merkezi olarak dünyada
gelişen ekonomilerin ilk sırasındaydı. Ama yükselen zenginlik,
Intra Bank’ın 1966’da iflasıyla durdu.
1967
Arap-İsrail Savaşı sonrasında ülkeye ilave
Filistinli göçmenler geldi. 1970 yılındaki Ürdün iç savaşı
yenilgisinden sonra Yaser Arafat'ın Filistin Kurtuluş Örgütü
(FKÖ) merkezini ve binlerce milisi siyasal ve askeri
yönü zayıf Lübnan’a taşıdı. 1968’den sonra FKÖ Güney
Lübnan’ı İsrail’e saldırı üssü olarak
kullandı. Filistinlilerin İsrail uçaklarına
Cezayir ve Atina’da yaptığı saldırılara karşılık olarak,
İsrail de Beyrut havaalanındaki bir düzine
Arap yolcu uçağını tahrip etti. Bu harekât Filistinlileri
destekleyen Müslümanlarla, Filistinlilere karşı olan
Hristiyanların ayrılığını derinleştirdi.
İsrail
1970’lerde Güney Lübnan’ı bombalamaya ve
bölgede küçük bir devlet kurmaya girişen Filistinlilere karşı
askeri operasyonlara devam etti. 150’den fazla kasaba ve köy ağır
hasar gördü, zayiat verdi. Filistinli gerillaların
Güney Lübnan’da artan varlığı ve Müslüman
nüfusun Hristiyanlardan hızlı
artması nedeniyle Hristiyan siyasal üstünlüğü
kabullenilmemeye başlanmıştı. 1975'te siyasi gücün
kullanılmasında anlaşamayan Hristiyan Marunîlerin,
Sünnilerin, Şii Nusayri ve
Dürzilerin karşılaştığı Lübnan iç savaşı başladı.
Hristiyan Marunî militanlarının kurduğu
Falanjistler ile FKÖ militanları arasındaki
çatışmalar tüm ülkeyi sardı. Aynı yıl, Hınçak Partisi
yanlısı Marksist-Leninist doğrultudaki Ermeni ASALA (Gizli
Ermeni Kurtuluş Ordusu) örgütü Beyrut’ta kurularak bu ortama
eklendi.
Suriye
Cumhurbaşkanı Hafız Esad’ın arkadaşı olan Lübnan
Cumhurbaşkanı Süleyman Franjiye’nin çağrısı üzerine,
şiddetlenmeye başlayan iç savaşı durdurmak üzere, ABD ve Batı
ülkelerinin desteği ile Suriye askerleri 1976'da Lübnan'a girdi.
30 yıllık Suriye askeri işgali başladı. Hristiyan
Marunîler yönetimde kaldı. Hafız Esad yönetimindeki
Suriye önce Hristiyan Falanjistlerin yanında,
daha sonra laik Şii milis gücü Emel’in
yanında yer alarak Sünni Filistinlileri
desteklemedi.
Filistinli
gerillaların artan saldırıları nedeniyle, 1978’de
İsrail Lübnan’ın güneyini işgal etti ve
100 bin Lübnanlı bölgeyi boşalttı. İsrail kuvvetleri
bu insansız güvenlik kuşağını Güney Lübnan Ordusuna teslim
ederek çekildi.
1980’de
ABD'nin Lübnan Beyrut Büyükelçisi John Gunther Dean'a silahlı
saldırı yapıldı. İki mermi ensesine isabet etti, ama ölmedi.
Anılarında bunu Mossad’ın yaptığını
yazdı. Enseye saldırının İngiltere’nin MI6 işi olduğu da
iddia edildi…
1982’de
İsrail’in
İngiltere
büyükelçisine suikast düzenlendi. Başından yaralanan
büyükelçi ölmedi. Yakalanan eylemciler İsrail
ile
barış yapılmasını reddederek, FKÖ’den
ayrılan
El-Fetih grubunun Abu Nidal
Örgütü
üyesiydi. İngiltere’nin önceden bilgisi olduğu iddia edildi.
İsrail
bunu
Güney Lübnan’ı işgal için bahane olarak kullandı.
Falanjistlerin de yardımıyla, FKÖ ve Suriye birlikleri
Beyrut batısındaki
Sabra
ve Şatila Filistin kampları İsrail
ordusu
tarafından kuşatıldı ve desteklerindeki falanjistler iki bin
kadar Filistinli mülteciyle Lübnanlı yoksulları katletti. ABD
araya girdi. Yaser Arafat
ve
15 bin
Filistin
gerillası
Lübnan’ı terk ederek Libya’nın Trablusgarp kentine gitti.
Bunun
sonucunda, İsrail yanlısı Beşir Cemayel
başkanlığındaki Hristiyan hükümet Lübnan’ı
yönetmeye başladı. Hizbullah bu işgal
sırasında doğdu. Bin beş yüz İran devrim muhafızı, Suriye
üzerinden geçip, Şii çoğunluklu Bekaa'ya
yerleşti.
İsrail
1983’te Güney Lübnan’daki güvenlik bölgesine
çekildi ve 2000 yılına kadar orada kaldı. Güney Lübnan
Dağlarında Şii Dürzilerle yapılan savaşı
kaybeden Hristiyan Marunîler bölgeden kovuldu.
1983
ve 1984’te ABD Beyrut’ta büyükelçiliğine iki, Amerikan deniz
piyadeleri karargâhına bombalı kamyon saldırıları sonucu 262
kişi öldü, Şii Dürzülerin PSP’si ve Şii
Emel örgütlerinin düzenlediği
Beyrut ayaklanması ve Dağ savaşında Lübnan ordusu çöktü. ABD
Lübnan'ı terk etti.
1985-1989
arasında Şii Emel örgütü ve Sünni
Filistinliler arasında çıkan çatışmalarda Emel
galip geldi. 1987’de Beyrut’ta Dürzüler ve Emel
örgütleri arasında çıkan çatışmaya Suriye
askerleri müdahale etti. Emel ile Hizbullah
arasında da çatışma çıkınca, İran da dolaylı
olarak müdahaleye katıldı. 1989 yılı sonlarından itibaren ise,
FKÖ tekrar Güney Lübnan'a yerleşmeye başladı.
1989’da
Emin Cemayel’in görev süresi sona erdiğinde ulusal meclis yeni
bir cumhurbaşkanı seçemedi. Cemayel bunun üzerine General Mişel
Aoun başkanlığında geçici bir askeri hükümet atadı. Aoun,
cumhurbaşkanlığına seçilen Rene Moawad’ı Suriye’nin kuklası
olduğu gerekçesiyle tanımadı. Moawad bir suikast sonucu öldü ve
yerine Elias Hravi seçildi. Aoun’un direnişinin kırılması
sonrasında, Sünni Başbakan Selim el-Hoss
ulusal birlik hükümetinin kurulmasına olanak sağlamak için
Aralık 1990’da istifa etti. Hristiyanlar ve
Müslümanlar mecliste eşit oranda temsil
edildiler. Ömer Kerami başkanlığındaki yeni hükümette yedi
ayrı milis örgütünün liderine yer verildi; bunlar arasında
Dürzi lider Velid Canbulat ile Şii Emel
örgütünün lideri Nebih Berri de bulunuyordu. Lübnan
birleşti, Suriye ordusu Lübnan’da kalmaya devam etti.
1991’de
Lübnan ordusu ülkenin büyük bölümünde denetimi ele geçirdi ve
Hizbullah dışındaki çatışan grupların çoğu
silahsızlandırıldı. Lübnan ve Beyrut bir harabeye dönüşmüş,
150 bin Lübnanlı can vermişti. Lübnan, 30 bin kişilik bir askeri
güç bulunduran Suriye'nin eyaleti durumuna gelmişti.
1992
yılından itibaren İsrail ile FKÖ
arasında başlayan olumlu gelişmeler üzerine de
olaylar şiddetini kaybetmeye başladı. 20 yıllık bir aradan sonra
ilk genel seçimler yapıldı. Seçimlerin Suriye birliklerinin
ülkeden tümüyle çekilmesine değin ertelenmesini isteyen
Hristiyanların çoğu seçimleri boykot etti.
Daha çok Suriye yanlısı üyelerden oluşan yeni mecliste İran'ın
ülke siyasetindeki vekili Hizbullah
üyeleri de yer alıyordu. Suudi yanlısı zengin
işadamı Refik Hariri başkanlığında yeni hükümet kuruldu.
Lübnan’ın ekonomik toparlanması başladı.
1998’de
görevi bırakan Hariri 2000’de tekrar başbakan oldu. İç savaşın
doğurduğu altyapı sorunları ve yüksek borçlara rağmen, Lübnan
yabancı yatırımcıları ve turistleri geri getiriyordu. 2000
yılında İsrail Güney Lübnan’ı terk etti,
fakat 15 yıl süren iç savaşı durdurmak için Lübnan hükümetinin
daveti ve Arap ülkeleri, ABD ve Fransa'nın onayı ile Lübnan'a
giren Suriye askerleri hala ülkedeydi.
Şubat
2005’te Suriye yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un
yönetimindeki Lübnan’da eski başbakan Refik Hariri, bombalı
saldırıda öldürüldü. Suudi yanlısı ve Suriye karşıtı
politikaları savunuyordu. Şüpheli, görünüşte Suriye Devlet
Başkanı Beşar Esad ve Hizbullah’tı. Ama perde arkası İngiltere
ve MI6’i gösteriyordu. Hariri İngiliz
düşmanlığı yaptığı için uyarılmıştı. BM’de
suikast için soruşturma komisyonu kuruldu. ABD,
İsrail, Fransa Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığının
sona erdirilmesini istedi. Suriye ordusu, 29 yılın ardından,
Lübnan’dan çekildi.
İsrail’in
ilk hamlesi başarıya ulaşmıştı. Sıra, Suriye ve
İran yanlısı Lübnan Hizbullah’ındaydı. Dinci gibi görünse
de geniş kesimlerden üyeye sahip, antiemperyalist çizgide bir
örgüttü. Lübnan iç savaşında falanjistlerle çarpışan
örgüt, Lübnan ordusu kadar güçlü bir silahlı kuvvete sahipti.
2006 Temmuz’da İsrail ile Lübnan Hizbullah’ı
arasında savaş patlak verdi. İsrail Lübnan'a
hava ve kara saldırıları düzenledi, limanlarını denizden
ablukaya aldı. Hizbullah da, Çin, Rus ve İran
füzeleri ile İsrail topraklarını bombaladı,
tanksavarlar dâhil birçok Rus yapımı silah savaşı Hizbullah
lehine döndürdü. İsrail karşısında
sadece Hizbullah değil, Suriye, İran, Rusya ve
Çin’i buldu. 14 Ağustos’ta ateşkes imzalandı. Lübnan ve
Beyrut ağır hasar gördü ve ekonomi çökme noktasına geldi.
2008’de yasadışı ilan edilen Hizbullah ve Emel güçleri,
Batı Beyrut’u işgal etti, ama çatışmalardan sonra anlaşma
sağlandı.
2011’de
Hariri suikastının sorumlusu olarak bazı Hizbullah üyelerinin
yargılanma talebi hükümetin düşmesine yol açtı. Meclis
başbakan olarak siyasal temsilcisi Necip Mikati’yi seçti.
Hizbullah suikast sorumlusunun İsrail olduğunu
ileri sürdü.
2012’de
Suriye iç savaşı Lübnan’a sıçradı. Trablusşam'ta Sünniler
ve Şii Nusayriler arasında silahlı
çatışma başladı. 2013’te Suriye’deki iç savaşa
Hizbullah’ın dâhil olması nedeniyle hükümet
düştü, 700 bin civarında Suriyeli mülteci Lübnan’a geldi.
Ülkedeki Sünni nüfus artış gösteriyordu.
4,5
milyon nüfuslu Lübnan’da çoğunluğu Sünni Suriyeli
mülteci sayısının 2014 sonunda 1,5 milyonu aşması acil çözüm
gerektirdi. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği
(UNCHR) Lübnan’ın dünyada kişi başına en çok mülteci düşen
ülke olduğunu açıkladı. Lübnan’ın hizmet sektörüne dayalı
ekonomisi yine bozuldu. Sünni IŞİD ve el-Nusra
Lübnan’daki varlıklarını resmileştirdi. Ülke
Suriye’deki savaşa yaklaşıyordu. Hizbullah ile savaşan Nusra
Cephesi ve IŞİD ile Lübnan ordusu arasında da
çatışmalar başladı. Bu arada, Hizbullah’ın gücünü
zayıflatmak için Suudi Arabistan Lübnan ordusuna üç milyar dolar
verdi, Fransa da silahları temin etti. İran ve Katar
da Lübnan’a yardıma başladı. Lübnan hükümeti,
mültecilerin yol açtığı ekonomik yük ve insani yardım için
2016 yılında 2,48 milyar dolara ihtiyaç
duyduğunu açıkladı.
Osmanlı’dan
sonra bir tampon devlet olarak 28 yıl Fransız mandası ile
yönetilen Lübnan 1946'da bağımsız olabildi. Batı yanlısıydı,
Sovyet yanlısı Mısır ve Suriye'nin sert eleştirilerine hedef
oldu. Müslümanların ayaklanmasını ABD askeri müdahale ile
bastırdı. 1970'ten itibaren Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)
Lübnan’a taşındıktan sonra İsrail de bölgeye girdi. 1975'te
başlayan iç savaşı durdurmak üzere ABD ve Suriye askerleri
Lübnan'a girdi ve 30 yıllık Suriye askeri işgali başladı.
1980'lerdeki ayaklanmalar ve çeşitli örgütlerin savaşı
1990'larda duruldu. 2000'de İsrail, 2005'te Suriye askerleri
Lübnan'ı terk etti. 2012’de Suriye iç savaşı Lübnan’a
sıçradı ve dengeler toptan değişti. Suriye’nin
kendi
toprakları saydığı 6 milyon nüfuslu
Lübnan’da
İran
temsilcisi
Şii
Hizbullah’ın
Suriye
iç savaşına katılması ve nüfusun yaklaşık üçte birini
oluşturan Sünni
sığınmacıların
yarattığı sorunlar büyüyor. Çoğunluktayken azınlığa düşen
Katolik
Marunîler
için de zor yıllar başladı.
Ürdün:
Ürdün,
Osmanlı’dan sonra, İngiltere'nin manda
yönetimine girdi. İngilizler Arabistan’dan
dışlanan peygamber soyundan Haşimileri tatmin için, 1921'de
Faysal’ın kardeşi Şerif Abdullah’a, Ürdün Nehrinin
doğusunda yarı bağımsız bir emirlik kurdu. Bu topraklar
Filistin'in üçte ikisini ihtiva ediyordu.
Abdullah’ın gözü Suriye veya Filistin
krallığındaydı. Ama Milletler Cemiyeti Filistin ve
Yukarı Ürdün’ü iki ayrı devlet olarak
belirledi. İngilizler 1922-1924 arasında güneydeki Arap
topraklarından Vehhabi tecavüzlerini ve ayaklanmaları önlemek
için askeri üsler bulundurdu. 1928’de Kral Abdullah’a
içişlerinde tam serbestlik verdi ve 1946'da bağımsızlığını
tanıdı. 1949’da ülkenin adı Ürdün Haşimi
Krallığı oldu. Ürdün 1950’de Arap-İsrail Savaşı
sırasında, Doğu Kudüs dâhil, Batı Şeria’yı ele geçirdi.
İsrail’den kaçan birçok Filistinli buraya
geldi. Irak kralı Faysal'ın 'beceriksiz' denilen kardeşi Abdullah,
Haşimi ailesinin büyük düşünü gerçekleştirmişti. Fakat
ertesi yıl Siyonistlerle sıkı ilişkiler
geliştirdiği gerekçesiyle Mescidi Aksa’nın merdivenlerinde
öldürüldü. Filistinli eylemcinin İngilizlerin kiralık katilleri
olduğu ileri sürüldü. Yerine gelen Talal akıl sağlığı
sorunları nedeniyle İstanbul'da özel bir klinikte tedaviye
gönderildi. Daha sonra da 18 yaşındaki Hüseyin kral oldu.
1950’lerde
Ürdün sosyal açıdan Orta Doğu’nun en ileri toplumlarından
biriydi, düşünce, din, ifade, basın, dernekleşme özgürlüğü
ileri düzeydeydi. 1954-1958 arasında, Irak’ta önemli görevlere
gelen milliyetçi ve sosyalist eğilimli Baas Partisi mensuplarının
etkisiyle Lübnan ve Ürdün’de Baasçı hareketler ortaya çıktı.
1957’de savunma anlaşması bitirildi ve İngiliz
askerleri ülkeyi terk etti. 1958’de Suriye ve Mısır’ın
Birleşik Arap Cumhuriyeti kurmalarından sonra, Haşimi krallarının
yönetimindeki Irak ve Ürdün de Arap Birliği adıyla bir
federasyonda birleşti. Fakat aynı yıl dağıldı.
Ürdün
Suriye, Mısır, Irak ile 1967 Arap-İsrail
Savaşı’na katıldı. İsrail Doğu
Kudüs dâhil, Batı Şeria’yı işgal etti. Ürdün 1948'de
kazandığı toprakların hepsini kaybetti. Ürdün’deki 700
bin Filistinli mülteciye 300 bin daha katıldı. Ürdün
ekonomisi çöküntüye girdi. 1964´te kurulan Filistin
Kurtuluş Örgütü (FKÖ), İsrail’e
yaptığı operasyonlarda Ürdün’ü ana üs seçmişti
ve devlet içinde devlet olma tehlikesi gösteriyordu. Bu, İsrail’in
Ürdün’ü büyük zararlara sokan misillemeler yapmasına yol
açtı. İsrail ile anlaşan Ürdün Batı
Şeria’da özerk bir Filistin kurmak istiyordu. Filistinliler ise
tüm Ürdün ve Filistin topraklarını her türlü yöntemle
Filistin Devriminin kalesi haline getirmek arzusundaydı.
Filistinliler önce Ürdün’den üs alacaklardı. Kraliyet
ordusundaki birçok subay Filistin asıllıydı ve kardeşlerine yüz
çevirmeyeceklerdi. Buna İsrail’in kayıtsız
kalmayacağını kabul etmiyorlardı.
1970’de
Batı yanlısı Ürdün ordusu ile Sovyet yanlısı Mısır, Suriye
ve Irak'ın desteklediği mülteci kampındaki Marksist-Leninist,
Filistin'in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi (FKHC)
ile El-Fetih ve FKÖ gerillaları
arasındaki çatışmalar ciddi boyutlara ulaştı. Mısır,
Suriye ve Irak, Kral Hüseyin'i devirmek ve
Ürdün'ü Filistinlilere bir yurt yapmak niyetindeydiler. 1 Eylül'de
Kral Hüseyin'e karşı bir suikast yapıldı ise de başarılı
olamadı. Suriye zırhlı birlikleri Ürdün'e girerek Ürdün
ordusuyla savaşa başladı. Hüseyin'in Amerika ve İngiltere'den
yardım istemesi üzerine, ABD İsrail'i harekete
geçirdi, Sovyetler'i uyardı. Suriye kuvvetleri geri çekilmek
zorunda kaldı. Ateşkes ilan etti. Suriye Hava Kuvvetleri Komutanı
Hafız Esad emredileni yapmadığından Filistinlilerin başarısız
olduğu iddia edildi.
Filistinli
direniş grupları galip gelseydi, Ürdün'de krallık
rejimi sona erebilir ve Filistinliler için de yeni bir vatan
sağlanmış olabilirdi. 1971’de Kral Hüseyin Arap ülkelerinin
kınamalarına rağmen FKÖ’yü ülkeden
çıkardı. Ürdün Başbakanı Kahire’de Kara Eylül örgütü
tarafından öldürüldü. Kral 1972’de yeni bir tasarı sundu.
Başşehri Kudüs olan Batı Şeria Filistin, başşehri Amman olan
Doğu Şeria bölgesi de Ürdün olarak bir federasyon kurulacak ve
Birleşik Arap Krallığı’na bağlanacaktı. Hükümdar Ürdün
kralı olacaktı. İsrail, Mısır ve el-Fetih kabul etmedi ve Mısır
Ürdün’le diplomatik ilişkisini kesti. Aynı yıl, Ürdün’de
bir askeri darbe girişimi önlendi. Arapların tam bir dağınıklık
içinde bulundukları bu sırada 1973-1974 Arap-İsrail savaşı
patlak verdi. Kendi sınırı sakindi, ama bir Ürdün tugayı Suriye
cephesinde savaştı.
Ürdün,
Arap ülkelerinin çoğu gibi, 1979 Mısır-İsrail Camp
David Barış Antlaşmasını reddetti. İsrail’i resmen
tanıyan Mısır ile diplomatik ilişkileri kesen ilk Arap ülkesi
oldu. Bu politikasını 1984’ten sonra değiştirecekti.
Ürdün,
1980’lerde enflasyon karşıtı ve siyasal özgürlük isteyen, çok
ciddi protesto eylemlerine sahne oldu. 1989 yılında bağımsız
adayların katıldığı genel seçimler yapıldı. Meclis çalışmaya
başladı. Sıkıyönetim kaldırıldı. 1963’ten beri yasaklanan
siyasi partiler kurulmaya başlandı. Hizmet temelli ekonomisi
bozulan Ürdün Uluslararası Para Fonu (IMF) ile
yapısal uyum programı uygulamaya başladı. Aynı yıl, Saddam
Hüseyin’in Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşı çıktı. Ama
1990-1991 Körfez Savaşı’nda Irak’ı destekledi. Ürdün 1980-
1988 İran-Irak savaşı sırasında da, Irak’ın başlıca silah
kaynağı idi. ABD Ürdün’e yardımı kesti, ülke ekonomik ve
siyasi gerginliklere sahne oldu.
Irak’ın
yenilgisinden sonra, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Filistin
temsilcileriyle birlikte ABD ve Rusya gözetiminde yapılan İsrail
ile barış görüşmelerine katılmak zorunda kaldı.
Sonunda, Ürdün, 1994'te, Mısır'ın ardından İsrail ile
barış anlaşması imzalayan ikinci Arap ülkesi oldu. 46 yıl süren
savaş durumu sona erdi.
IMF
ile yürütülen ekonomik plana göre gıda destekleme fonu iptal
edilince yükselen fiyatlar 1996’da ayaklanmaya neden oldu.
İşsizlik yüzde 25’lere çıktı. 1997 seçimleri bazı partiler
ve kuruluşlarca boykot edildi.
46
yıldır ülkeyi yöneten Kral Hüseyin 1999'da öldü. İngiliz eşi
Prenses Muna'dan olan en büyük oğlu Abdullah tahta geçti. Ekonomi
liberalleşmeye ağırlık verdi. Ürdün, 2000 yılında Dünya
Ticaret Örgütü’ne katıldı, ertesi yıl
Avrupa Serbest Ticaret Birliği’yle ortaklık
kurdu. 2001’de Suriye ve Mısır ile üç ülkeyi birbirine
bağlayan elektrik anlaşması, 2002’de kuruyan Ölü Deniz’e
Kızıldeniz’den su getirmek için, İsrail ile
boru hattı anlaşması ve 2004’te Suriye ile Wahdah Barajı
anlaşması imzalandı.
Kral
Abdullah içerde ve dışarda barış için adımlar attı. Müslüman
Kardeşler ile ilişkilerini yumuşatmak için üç
bin tutuklu için genel af çıkardı. 2000 yılında, ABD ve
İsrail hedeflerine saldıran altı kişi ölüme
mahkûm oldu. Aynı yıl, İsrail ile
Filistinliler arasındaki çatışmalar nedeniyle İsrail
büyükelçisi dört yılığına geri çağırıldı.
2002’de bir Amerikan diplomatının öldürülmesinden sorumlu
sekiz militan 2004’te idam edildi.
2000
yılında El Kaide önderi bin Ladin’in
görevlendirdiği Ürdünlü Zarkavi Afganistan Herat'da bir eğitim
kampı kurmuş ve ağırlıklı olarak Ürdün ve Filistin kökenli
kişileri yerleştirmişti. Bu cihatçılar 2003'te Amman'da bir
ABD'li uzmanın öldürülmesi ve ABD elçiliğine yapılan saldırıyı
gerçekleştirdiler. Aynı yıl Zarkavi, Kuzey Irak Süleymaniye'de
kendi örgütü Tehvid wal-Cihad’ı (Tek Tanrı ve Cihad) kurdu ve
ilk saldırısını Bağdat'taki Ürdün sefaretini bombalayarak
gerçekleştirdi. Bu saldırıda 17 kişi öldü.
Ürdün,
2003’te Irak’ta Saddam’ı deviren koalisyona destek vermiş,
kaos ve isyan sırasında Irak’tan binlerce göç almıştı.
2004
yılında, annesi İngiliz olan Kral Abdullah, öz oğlunu ve öz
kardeşlerini iktidara getirmek için, annesi Amerikalı olan üvey
kardeşi Hamza'dan veliaht prens ünvanını aldı. 2005’te
reformların yavaş gittiği gerekçesiyle kralın memnuniyetsizliği
üzerine hükümet değişti. Amman’da üç otele düzenlenen El
Kaide terör saldırısında 60 kişi öldü. El
Kaide, üç otelin ABD'li ve İsrailli casuslar
tarafından kullanıldığını ileri sürdü.
2007
seçimlerinde, kabile liderleri diğer hükümet yanlısı adaylar
çoğunluğu kazandı, ana muhalefetteki Müslüman Kardeşler
ve
onun siyasi uzantısı olan İslami Hareket Partisi’nin gücü
azaldı. Ilımlı Nadir Dahabi başbakan oldu. Ekonomik reformların
yapılamadığı gerekçesiyle, 2009’da kral meclisi feshetti. Ama
siyasal sistemi yeterli görmeyen muhalefetteki İslami Hareket
Partisi 2010 seçimlerini boykot etti. Hükümet yanlısı adayların
kazandığının ilanından sonra ülkede ayaklanmalar başladı.
Ocak 2011’den itibaren Tunus ve Mısır’da başlayan iktidar
karşıtı ayaklanmalar binlerce Ürdünlünün de sokağa çıkmasına
ve gösteriler düzenlemesine neden oldu. Eylemciler, hayat
pahalılığını, yolsuzluğu, yoksulluğu, yüksek işsizliği
protesto ettiler ve reform talebinde bulundular. Kral Abdullah
protestoları bastırmak ve siyasal reformlar yapmak için iki yılda
dört başbakan değiştirdi. Ama 2012’de Suriye'deki
şiddet
ve karmaşa Ürdün'e
de
sıçradı. Yılsonuna doğru gösteriler arttı. Kral Abdullah
meclisi
feshetti
ve erken seçim kararı aldı. Müslüman Kardeşler
ve
siyasi kolu İslami Hareket Cephesi seçimleri boykot edeceğini ve
gösterilere devam edeceğini açıkladı. Müslüman Kardeşler,
kralın yetkilerinin sınırlanmasını istiyordu.
2014’te
Suriyeli isyancıları koruma suçlamasına tepki veren Ürdün,
Suriye büyükelçisini sınırdışı etti. Ürdün Suriye’deki
IŞİD militanlarına hava saldırısı yapan dört Arap ülkesinden
biriydi. Aynı yıl, Ürdün’deki Müslüman Kardeşler
başkan yardımcısı tutuklandı.
2015’te
IŞİD eline geçen Ürdünlü pilotu canlı olarak yaktığı
videoyu yayınladı. Ürdün cevaben IŞİD karşıtı harekâtını
artırdı ve yakaladığı elemanları idam etti. Suudi Arabistan’ın
Yemen’deki isyancı Şii Husilere karşı hava
harekâtına katıldı. Avrupa Birliği, Suriye
ve Irak krizlerinden olumsuz etkilenen Ürdün’e 100
milyon Euro bağış yaptı.
2016’da
Kral Abdullah Ürdün’e daha fazla Suriyeli
sığınmacı alamayacaklarını açıkladı. Eylül'de nüfus
oranlarına uygun ilk meclis seçimi yapıldı. IŞİD ülkedeki
saldırılarına devam etti.
Osmanlı’dan
sonra, İngilizler Arabistan’dan dışlanan Haşimileri tatmin
için, 1921'de yarı bağımsız bir emirlik kurdu. Tampon Lübnan
gibi, Filistin ve Yukarı Ürdün iki ayrı devlet olarak belirlendi.
1946'da bağımsızlığı tanındı. Arap-İsrail savaşlarından
sonra mülteci Filistinlilerden etkilendi. Ekonomisi ve toplum düzeni
bozuldu. 1970’lerde Batı yanlısı Ürdün, Sovyet yanlısı
Mısır, Suriye ve Irak'ın baskılarıyla mücadele etti. 1980’ler
ve 1990'lar çok ciddi protesto eylemlerine sahne oldu. 2000'lerde
ekonomik ve siyasal reformlara girişti, ama El Kaide terör
saldırılarına hedef oldu. Muhalefetteki Müslüman Kardeşler'i de
tatmin edemedi. 2011 Arap Baharı ve 2012 Suriye iç savaşından çok
etkilendi. Irak
ve
Suriye’deki iç savaş 8 milyon nüfuslu
Ürdün’ü
hem
siyasi, hem ekonomik hem de insani açıdan olumsuz etkiledi. Şu
anda ülkedeki Suriyeli mülteci sayısı BM’ye göre 550 bini
geçmiş durumda. Mültecilere yardım için yarım milyar dolardan
fazla
para harcayan Ürdün, artan nüfusun eğitim ve sağlık
ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor.
Ortadoğu’nun
İsviçre’si olarak anılan Ürdün, bölgeye yerleşmeye uğraşan
Almanya’nın İncirlik'e alternatif üssü adaylarının başında
geliyor.
Filistin ve İsrail:
Osmanlı
çekildikten sonra, Milletler Cemiyeti
Filistin’in İngiliz işgalini onayladı ve İngiliz
mandası başladı. Amaç Filistin'de bir Yahudi devletini
kurmak ve Filistinlilerin haklarını korumaktı. Manda rejiminde
önemli kademelere Yahudiler getirildi.
İngilizler Filistinlilerin ve Yahudilerin
aralarını bulmaya çalışacaklardı. 1921’de
sorunlar vardı, ama 1929’a kadar durum sakinleşti. Sonra Kudüs’ü
kaybetmek ve artan Yahudi göçü endişesiyle
çatışmalar başladı. Kudüs Müftüsü önderliğinde Siyonizm’le
ve İngilizlerle mücadele başladı.
Filistin’e
Yahudi göçü 1930’lardan
itibaren Polonya’da ve Almanya'da yükselen Yahudi
düşmanlığıyla birlikte hızlandı. 1931 yılında
Yahudiler bölge nüfusunun yüzde 17’sini
oluştururken, bu oran 1935’te yüzde 27’ye çıktı.
1936’da
şiddet arttı ve asayişi korumak için asker kullanan İngilizler,
34 kayıp verdi. Ama şiddet durmadı. İngilizler, Yahudi göçmen
sayısını ve toprak satın alımını sınırlandırmak zorunda
kaldı. 1939’da Filistinlilerin kurduğu çeteler ile Siyonist
çeteler şiddeti tırmandırdı. İngilizler iki
tarafın da liderlerini hapsetti, üç bine yakın Filistin
direnişçisini öldürdü. Olayları kışkırtmakla suçlanan Kudüs
Müftüsü yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. İkinci Dünya
Savaşı sırasında Filistin’deki çatışmalar durdu. Nazi
soykırımı nedeniyle Batı’da sempati kazanan Yahudilere
Filistin’de Araplar aleyhinde bazı haklar verilmesi
gündeme geldi. Bu dönemde müttefikler safında savaşan birçok
Yahudi, kazandığı askeri tecrübeyi teröre dönüştürdü.
1945’ten sonra İngilizlere ve Araplara saldırmaya başladılar.
Çıkış yolu olarak, İngiltere konuyu Birleşmiş Milletler’e
getirdi. 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, ABD
baskısıyla, Filistin topraklarının paylaştırılmasına karar
verdi. İngiltere Filistin Mandasını BM’ye devretti.
Filistin topraklarının yüzde 55'i ve verimli kısımları
Yahudilere veriliyordu. Filistinliler ve Araplar
BM’nin bu kararını reddettiler. Yahudiler
de tedhiş eylemlerini artırdı. 1948 yılı boyunca
Hagannah, İrgun, Lehi, Stern gibi çetelerin eylemleri sonucu 750
bin Filistinli Arap
evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Filistin Arapları
fedai grupları ile saldırılara başladı.
Yahudiler
15 Mayıs 1948’de kendilerine öngörülen bölgede
İsrail Devleti’ni ilan ettiler. Filistinliler
sonraları bu günü “nakba” yani felaket günü olarak
tanımladılar. Ertesi gün Suriye, Ürdün, Mısır, Lübnan ve
Irak, İsrail’e savaş açtı. Ama
beceremediler ve İsrail Filistinlilere ayrılan toprakların bir
bölümünü de işgal etti. 1949 ateşkes anlaşmasıyla Doğu Kudüs
ve Şeria Nehri batısı Ürdün’e verildi. Gazze kıyıları da
Mısır’ın eline geçti ve çok sayıda Filistinli göçmen olarak
Gazze’ye yerleşti. Arap Birliği’nin girişimi ile kurulan
Filistin Ulusal Konseyi de, 1 Ekim 1948’de başkenti Kudüs olan
Filistin Devleti’ni ilan etti. Ancak egemen olacağı bir toprak
parçası olmadığından bu devletin ilanı kâğıt üzerinde
kaldı. Türkiye ABD ve SSCB ile beraber, Filistin Devleti’ni de
İsrail’i de tanıdı.
Orta
Doğu’nun yakın tarihindeki en önemli kırılma
İsrail Devleti’nin kurulması oldu. Avrupa
bölgeyi ABD liderliğine bırakıyordu. Yahudilik Avrupa'nın
sorunu olmaktan çıkarılıp Müslüman
dünyanın sorunu haline getiriliyordu. Ağır yenilgi
Arap davasına bağlılığı güçlendirirken, siyasi
istikrarsızlığı da derinleştirdi.
Sonraki
yıllarda pek çok Filistin kurtuluş örgütü kuruldu. Bunlardan en
önemlisi gizli olarak 1950'de kurulan Yaser Arafat öncülüğündeki
el-Fetih idi. Arap ülkeleri, 1964'te Filistin
Kurtuluş Örgütü ve buna bağlı olarak
Filistin Kurtuluş Ordusu'nun kuruluşuna yardımcı oldular. Hedefi
silahlı direnişlerle İsrail’i yok etmek ve Akdeniz ile Ürdün
Nehri arasında bağımsız Filistin Devleti’ni yeniden
canlandırmaktı.
1967’deki
Altı Gün Savaşı’nda, Mısır’a ait Gazze Şeridi, Sina
Yarımadası ile Ürdün'e ait Doğu Kudüs, Batı Şeria ve
Suriye'ye ait Golan Tepeleri İsrail'in eline
geçti. İsrail, 1948'de yarısını aldığı Filistin'in kalan
bölümünü de işgal etti. Bir milyondan fazla Filistinli komşu
Arap ülkelerine ve özellikle de El-Fetih’in
yerleştiği Ürdün'e kaçtı. Böylece, 1948 ve 1967 arasında
yaklaşık beş milyon Filistinli komşu ülkelere kovulmuş oldu. BM
İsrail’in işgal ettiği
toprakları terk etmesini istedi.
1967
savaşının önemli bir nedeni de Arapların Şeria Nehri’nin akış
yönünü değiştirme istekleriydi. Bu savaş sonucunda İsrail
Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Doğu Kudüs gibi su
kaynakları açısından stratejik önemi olan yerleri işgal etti.
1967
Kasım'ında 44 yaşındaki Filistinli Doktor George Habbaş Filistin
Halk Cephesi örgütünü kurdu. El-Fetih ile
ilkelerde anlaşıyordu. Ancak ek olarak Filistin toplumunda devrimci
bir değişim ve Arap dünyasındaki bütün gerici rejimlerin
yıkılması için çalışılmasını istiyordu. Arap dünyası
radikalleştirilmeli ve devrimin kılavuzluğunu üstlenecek
Filistinlilerin yanında kavgaya girecek ve İsrail’e karşı
koyacak dinamik ve sosyalist yapıda bir topluma dönüştürülmeliydi.
1968'de
el-Fetih hareketi FKÖ'ye hâkim
oldu, Müslüman, Yahudi ve Hristiyanların
eşit haklara sahip olduğu demokratik, laik bir
Filistin devleti kurulmasını önerdi. 1969 ‘da FKÖ’nün
başına El-Fetih lideri Yaser
Arafat geçti. İsrail, El-Fetih’e geniş çaplı
operasyon için Karameh şehri yakınlarındaki 40 bin Filistinli
mültecinin kamp bölgesine operasyon yaptı, ama Ürdün birlikleri
El-Fetih’e destek verince geri çekilmek
zorunda kaldı. Karameh çatışmasından sonra Nasır, Arafat’ı
Kahire’ye davet etti. Sonra birlikte SSCB’ye gittiler. İsrail
işgali altındaki Arap topraklarında sabotaj
faaliyetleri arttı. El-Fetih Ürdün’den sonra
Lübnan topraklarında da İsrail’e saldırmaya
başladı. Doğu Kudüs’teki Mescidi Aksa’nın bir Yahudi
tarafından yakılmak istenmesi İslâm
dünyasının tepkisine yol açtı. Türkiye’nin de
üye olduğu İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ), İsrail’in
Kudüs’ten çıkmasına ve Kudüs’e 1967 öncesi
statüsünün iade edilmesine karar verdi. Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi de Kudüs’e eski statüsünün
geri verilmesini isteyen kararı aldı. İsrail bu
kararlara aldırmayıp işgalini sürdürürken FKÖ de
İsrail’e yönelik saldırılarını devam
ettirdi.
1969'da
Nixon Doktrini Körfez güvenliğini Suudi Arabistan ve İran'a
emanet ediyor, İsrail ise bu eksenin gizli
ayağını oluşturuyordu.
1970’te
Ürdün'e sığınan Filistin direniş grupları ile
Ürdün ordusu arasındaki iç savaşta Filistinliler başarılı
olamadı, Ürdün'de krallık rejimi ayakta kaldı ve Filistinliler
için yeni bir vatan ümidi sona erdi ve Ürdün’den çıkarıldılar.
Bu FKÖ için büyük bir darbe oldu, merkezini
Lübnan’a taşımak zorunda kaldı. Filistin örgütleri,
uluslararası terörizme yöneldi. Bir dizi uçak kaçırma,
havaalanı katliamı ve İsrail’e intihar
saldırıları düzenledi. 1972 Münih
Olimpiyatları sırasında 11 İsrailli sporcu ve
bir Alman polisi “Kara Eylül” örgütüne
mensup Filistinli bir grup tarafından öldürüldü.
1973’te
Arap-İsrail Savaşı Mısır, Suriye ve
İsrail arasında cereyan etti. Lübnan ve
Ürdün başta, tüm Arap ülkeleri Mısır
ve Suriye'ye malî, siyasî ve
askerî yardımda bulundular. İsrail önce
Suriye’yi, sonra da Mısır’ı yine yendi.
Ateşkesten sonra iki cephede de BM Barış Gücü
görevlendirildi. Savaş sonrasında İsrail'in Gazze
ve Batı Şeria'dan çekilme eğilimine girmesi üzerine FKÖ, bu
bölgelerde bir devlet kuracağını açıkladı. Ancak, İsrail'in
bölgedeki varlığını da kabul eden bu tavır, Suriye
desteğindeki örgütler ve Arap ülkeleri tarafından reddedildi ve
Red Cephesi oluşturuldu, Filistin Kurtuluş Hareketi
parçalandı. Suriye'nin bölgeye müdahale etmeye
başladığı bu dönemden sonra, çatışmalar daha da hızlandı.
Lübnan'a da giren Suriye, barış yaparak bölgedeki etkinliğini
yitirmek istemiyordu. Ama Yaser Arafat başkanlığındaki FKÖ,
1974’teki Arap zirvesinde Suriye ve Libya karşıtı Arap
ülkelerinin desteğini aldı ve İsrail işgali
altındaki topraklarda ve bu toprakların dışında yaşayan üç
milyon Filistin'in tek yasal temsilcisi olduğunu belgeledi. Arafat
BM Genel Kurulundaki konuşmasında, Filistin
halkının anavatanına dönmesinin sağlanmasını istedi. Genel
kurul Filistin halkının self determinasyon, millî bağımsızlık
ve Filistin içinde hâkimiyete sahip olma haklarını tanıdı;
ayrıca FKÖ’ye Birleşmiş Milletler’in
bütün toplantılarında bulunmak üzere gözlemci
statüsü verdi.
Filistin
sorununun çözümü için gelişme sağlanamaması
üzerine, ABD kapsamlı bir Orta Doğu barışı yerine, öncelikle
Mısır-İsrail arasında barış sağlanması
için harekete geçti, 1975′te Sovyetler Birliği ile ilişkileri
kesen Enver Sedat ile anlaşma yoluna gitti. 1978'de
Sedat, İsrail Başbakanı Begin ile biri
“Ortadoğu İçin Çerçeve Antlaşması”, diğeri “Mısır-İsrail
Barışı İçin Çerçeve Antlaşması” adıyla, Camp
David ön antlaşmasını imzaladı. Antlaşmalara Araplar büyük
tepki gösterdi. Arap ülkeleri FKÖ’nün Filistin halkının tek
temsilcisi olduğunu ve sonuna kadar destekleneceğini ilân etti.
Arafat, Enver Sedat’ın ve ABD’nin bedel ödeyeceklerini söyledi.
Müzakerelerde
Begin, Batı Şeria ve Gazze üzerinde taviz vermedi. Golan
tepelerini de katarak yeni Yahudi yerleşim
merkezleri kurmaya girişti. ABD’nin ekonomik baskısına rağmen
Begin geri adım atmadı. Sedat, İsrail’in Nil’den
Fırat’a kadar yayılabilmek için bölgede karışıklığın
sürmesinden yana olduğunu ileri sürdü ve Begin ile birlikte lâyık
görüldüğü Nobel Barış Ödülü’nü almaya gitmedi.
Ronald
Reagan’ın 1980 seçimlerini kazanmasından ve
Dışişleri Bakanlığı’na Alexander Haig’in getirilmesinden
sonra ABD’nin Filistin politikası tamamen değişti ve İsrail’in
en kuvvetli destekçisi oldu. İsrail Orta
Doğu’da Amerika yararına bir kuvvet oluşturuyordu ve tartışmalı
bölgelerdeki Yahudi yerleşimleri hukuka aykırı
değildi. İsrail, Temmuz 1980’de bütün ve bölünmez olarak
başkenti yaptığı Kudüs’ü, Aralık 1981’de su kaynaklarının
önemli olduğu Golan Tepelerini de ilhak etti. İsrail’in tek
büyük yüzeysel su deposu Galile (Kinneret) Gölü’nün kontrolü
çok büyük önem taşımaktaydı. BM Güvenlik
Konseyi bunu geçersiz saydı.
1981’de
ABD’nin tam desteğini alan İsrail Araplara ve
FKÖ hedeflerine karşı harekete geçti. Irak’ın
Bağdat yakınlarında inşa etmekte olduğu nükleer santralini
havadan bombaladı. 6 Ekim 1981’de Enver Sedat geçit
töreni sırasında, yasaklı "Mısır İslami Cihad"
örgütüne bağlı bir yüzbaşı tarafından öldürüldü.
İsrail
FKÖ’nü söküp atmak için
1982’de Lübnan’ı işgale başladı. Beyrut’u kuşatarak sivil
halkı bombalaması ABD’nin dahi tepkisine sebep oldu. İsrail su
ihtiyacını karşılamak için de Litani ve Hasbani nehirlerinin
bulunduğu Güney Lübnan’ı işgal etmişti. Bu arada, İsrail’i
destekleyen ABD Dışişleri Bakanı Haig’in yerine
Araplarla ilişkileri geliştirmek isteyen George Shultz getirildi.
Arafat 27 Haziran 1982’de Beyrut’tan çıkmayı prensip olarak
kabul etti. ABD yönetimi Filistinli gerillalara yer bulabilmek için
Arap ülkeleri nezdinde girişimlerde bulundu. Irak, Ürdün, Suriye,
Mısır, Tunus, Sudan, Kuzey ve Güney Yemen hükümetlerinin olumlu
cevap vermeleri üzerine FKÖ Beyrut’u terk
etti, karargâhını Tunus’a kurdu. Filistinli gerillalardan 600’ü
Cezayir’e, 1000’i Tunus’a, 6450’si Suriye’ye, 130’u
Irak’a, 260’ı Ürdün’e, 850’si Kuzey Yemen’e ve 1100’ü
de Güney Yemen’e yerleşti.
16
Eylül 1982’de İsrail yanlısı
aşırı sağcı Hristiyan Falanjist milislerin
Lübnan’daki Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına düzenlediği
saldırıda 2.750 Filistinli hayatını kaybetti.
ABD
Başkanı Reagan, Batı Şeria ve Gazze’de bağımsız Filistin
devletinin kurulmasını desteklemedi, bu toprakların İsrail
tarafından ilhak edilmesini veya devamlı kontrol
altında tutulmasını da onaylamadı. En iyi çözüm şeklinin Batı
Şeria ve Gazze özerk yönetiminin Ürdün ile bir konfederasyon
kurması olduğunu açıkladı. İsrail’in kendi
sınırlarına çekilmesi gerektiğini bildirdi. Buna şiddetle karşı
çıkan İsrail, işgal ettiği topraklarda yeni Yahudi
yerleşim merkezlerinin kurulmasını hızlandırdı.
FKÖ ile Arap ülkeleri de ABD planına karşı
çıktı, Eylül 1982’de İsrail’in tamamen
çekilmesini ve Filistin’de başşehri Kudüs olan bağımsız bir
devletin kurulmasını istedi. İsrail bu planı
da reddetti. Filistin Millî Konseyi ise Ürdün ile iki bağımsız
devlet arasında bir konfederasyon olmayı tercih ediyordu.
Lübnan’da
kalan Filistinli gerillalar Mayıs 1983’te Tunus’ta
bulunan Arafat’a karşı ayaklandı. Suriye ve Libya’nın da
kışkırtmalarıyla örgüt içinde Arafat’a karşı Ebu Musa
liderliğinde yeni bir grup ortaya çıktı. Suriye Arafat’a karşı
cephe alınca, 1985 Şubat ayında Ürdün Kralı Hüseyin ile Yaser
Arafat ortak harekette anlaştılar. Toprağa karşılık barış
ilkesi ile, Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin varlığının
kabul edilmesi karşılığında İsrail ile
barış imzalanacaktı. Filistin ile Ürdün bir konfederasyon
kuracaktı; ancak görüş ayrılıkları yüzünden Kral Hüseyin
antlaşmayı 1986’da feshetti. Arafat, Filistin mücadelesinin
sadece işgal edilen topraklarda süreceğini açıkladı. FKÖ, bir
yandan Lübnan'da Suriye yanlısı örgütlerle, diğer yandan işgal
altındaki topraklarda İsrail ile mücadeleye
girişti.
1987
yılında Birleşmiş Milletler'in 242 sayılı
kararından sonra, FKÖ İsrail’in
varlığını tanımaya ve terörden vazgeçtiğini
açıklamaya yanaşmadı. ABD ve İsrail de
FKÖ’yü muhatap kabul etmemekte direndi. Ağustos 1988’de Ürdün,
Batı Şeria’daki Filistinlilerle bağını kopardı,
pasaportlarını iptal etti, parlamentodaki temsillerine son verdi.
Bunun üzerine, 15 Kasım 1988'de başkenti Kudüs, Devlet Başkanı
Yaser Arafat olan bağımsız Filistin Devleti Cezayir'de ilan
edildi.
Sekiz
yıl önce İsrail’in başkenti ilan edilen
Kudüs, Filistin Devleti’nin de başkenti olmuştu. İki devletli
çözüm başkent anlaşmazlığıyla tıkanıyordu. Artık, mücadele
“İsrail’in terörle savaşı” değil, “bir
devletin kendi ülkesini işgal eden bir başka devlete karşı
savaşı” olarak görülecekti. Başbakan Turgut Özal, Türkiye'nin
Filistin Devleti'ni tanıdığını açıkladı. Ama yeni devleti
kırk kadar ülkenin tanımasına rağmen ABD tanımadı. Bu durum
karşısında Arafat 242 sayılı kararı kabul etmek zorunda kaldı.
Ardından da ABD ile FKÖ arasında Tunus’ta
görüşmeler başladı. Ancak ABD bağımsız Filistin Devleti’ni
tanıdığını yine açıklamadı.
1988’de,
Filistinliler, işgal altındaki Batı Şeria, Gazze ve Kudüs’te
1993’e kadar süren silah kullanmadan taşlarla yaptıkları meşhur
İntifada hareketini başlattı. Şeyh Ahmet Yasin, Mısır’da 60
yıl önce kurulan Müslüman Kardeşler
örgütünün Gazze kanadı olarak Hamas’ı
kurdu. Temmuz 1989’da Hamas’ın ilk
intihar saldırısında 22 kişi öldü.
El-Fetih,
Ağustos 1989’da, İsrail’in ortadan
kaldırılması kararından vazgeçildiğini ve Arafat’ın
politikasının desteklendiğini açıkladı. Filistin sorunu yeni
bir döneme girdi.
Irak’ın
1990'da Kuveyt’i işgal etmesi Orta Doğu’daki bütün
dengeleri değiştirdi. Ama ABD öncülüğünde bir uluslararası
askeri güç işgale son verdi. Bu sırada Sovyetler Birliği’nin
dağılması ABD’yi Orta Doğu’da tek güç haline getirdi,
Filistin meselesini çözmek için baskılarını arttırdı. 1991’de
FKÖ’nün Ürdün delegasyonu ile birlikte katıldığı Madrid
konferansı İsrail’in uyuşmaz tutumu yüzünden
başarısızlıkla sonuçlandı.
Filistin
topraklarında şiddetlenen intifada
hareketine karşı İsrail’in
aldığı sert tedbirler bütün dünyanın tepkisine sebep oldu. Bu
sırada ortaya çıkan radikal İslâmî hareket
İsrail işgali altındaki topraklarda hızla
gelişti. Bu gelişmeler İsrail’i yeni bir
barış arayışına sevk etti ve “barış için toprak”
sloganıyla seçim kampanyasını sürdüren İşçi Partisi’nin
iktidara gelmesiyle yeni bir süreç başladı. İsrail
hükümetiyle FKÖ, ABD’nin de onayını aldıktan
sonra barış için doğrudan görüşmelere başladılar. 1993’te
İşçi Partili İzak Rabin ve Yaser Arafat arasında Washington'da
imzalanan "Filistin Özerklik İlkeleri Deklarasyonu" ile
beş yıl içerisinde Gazze ve Eriha'da "Özerk Filistin
Devleti" kurulması kararlaştırıldı. İsrail, Gazze ve
Eriha’dan askerini çekeceğini açıkladı. Arafat yıllarca süren
sürgün hayatından sonra Gazze’ye ve Eriha’ya geldi. Filistin
Millî Otoritesi yönetimi ele aldı. Filistinlilerden oluşturulan
güvenlik kuvvetleri bu topraklarda polis görevi üstlendi. Fakat
Gazze hava sahası ile bazı sınırların ve su kaynaklarının
kontrolü İsrail’de kaldı.
1990’larda
kalabalık bir Sovyet Yahudi grubu İsrail’e
göç etti ve çoğu Kudüs’ün doğu ve batısına
yerleştirildi. İsrail Doğu Kudüs’te yeni
yerleşimler inşa etme planlarını açıkladı.
Ekim
1994’te İsrail ile Ürdün arasında da bir
barış anlaşması imzalandı. Aynı yıl El
Halil Katliamı yaşandı. Amerikan asıllı bir İsrailli
ramazan ayında İbrahim Camii’nde ibadet etmekte olan
29 Filistinliyi öldürdü, 125’ini yaraladı. Tel Aviv’de Hamas
intihar saldırısı sonucunda ise 22 kişi hayatını
kaybetti. İsrail ve Ürdün 45 yıllık
düşmanlığa son veren barış antlaşmasını imzaladı. İsrail
Kudüs’te, Müslümanlar için
kutsal bölgelerde Ürdün’ün özel rolünü kabul etti.
Eylül
1995’te Rabin ile Arafat, Batı Şeria’nın da Filistin Özerk
Yönetimi’ne devri hususunu imzaya bağladı. Filistin Devleti’nin
temeli olarak nitelendirilen antlaşmaya iki tarafın da muhalif
grupları karşı çıktı ve Beyaz Saray’da imza töreni
yapılırken Hamas ve İslâmî Cihad
örgütleri Batı Şeria’da genel grev ilân etti. El
Halil şehrindeki aşırı sağcı Yahudi yerleşimciler
de protesto gösterileri düzenledi.
Kral
Hüseyin’le de el sıkışan İzak Rabin, 1995’te, Tel
Aviv’in göbeğinde İsrail Gizli
Servisi tarafından öldürüldü. Öldüren fanatik bir Siyonist
Yahudi idi. Hiçbir İsrailli
yönetici, Filistinlilerle kapsamlı
bir barışa imza atamazdı. 1996-2013 arasında İsrail
halkının çoğunluğu aşırı Siyonist sağcı
partileri iktidara getirecekti.
İntifada
sonrasındaki savaşlar ve çatışmalar yerini barış dönemine
bıraktı. Ama İsrail’in işgal ettiği
topraklardan küçük tavizler verme politikaları ve Filistin Özerk
Yönetimi’nin Hamas ve El-Fetih
arasındaki bölünmüşlüğü nedenleriyle sonuç
alınamadı.
1997’de
ABD Kongresi Kudüs’ü bölünmez ve
değiştirilmez başkent olarak kabul etti ve büyükelçiliğini
Kudüs’e taşımak için 100 milyon dolarlık bütçe
ayırdı.
2000
yılında İsrail Likud Partisi’nden Ariel
Şaron, Kudüs’te Mescidi Aksa’yı ziyaret edince Filistinliler
bunu kışkırtma olarak nitelendirdi ve İkinci
İntifada başladı. Ertesi yıl, Şaron, Likud Partisi lideri ve
Başbakan oldu. Arafat ile müzakerelere devam etmeyi reddetti. Hamas
intihar eylemcisi, bir gece kulübüne saldırdı. 21
İsrailli öldü, 100 kişi de yaralandı. İsrail
Turizm Bakanı, Kudüs’te Filistin
Halk Kurtuluş Cephesi tarafından öldürüldü.
Şaron, Ramallah’a asker gönderdi.
Filistin hükümetinin Batı Şeria karargahları
kuşatıldı ve topa tutuldu. Arafat bölgeden çıkamadı.
2002
yılında, Arafat’ın katılmadığı Arap devletlerinin Beyrut
Zirvesi’nde İsrail - Filistin
meselesi tartışıldı. İsrail’e, işgal altında
tuttuğu topraklardan çekilmesi, başkenti Kudüs olan
Filistin devletini tanıması ve 3
milyon 800 bin mülteciye geri dönüş hakkı vermesi karşılığında
normal ilişkiler kurulması teklif edildi. Bu sırada İsrail, Batı
Şeria’da bir ayırıcı duvar inşa etmeye başladı.
2002-2004
arasında dört önemli intihar saldırısı gerçekleştiren
Hamas’ın kurucularından Şeyh Ahmet Yasin,
yerine gelen Abdülaziz El-Rantisi de 2004’te İsrail
tarafından öldürüldü. Uluslararası Adalet Divanı,
Batı Şeria’yı çevreleyen ayırıcı duvarın uluslararası
hukuka aykırı olduğu sonucuna vardı ve yıkılması gerektiğini
bildirdi.
Filistin’in
devrimci sol gelenekten gelen ve
laik milliyetçiliği savunan El Fetih hareketi,
bölündü ve 2004’te Yaser Arafat’ın zehirlenerek
öldürülmesiyle Batı Şeria’ya hapsedildi, kontrol altına
alındı. 2005’te Beyrut kasabı lakaplı Ariel Şaron
İsrail başbakanı, Mahmud Abbas Filistin Ulusal
Yönetimi Devlet Başkanı seçildi. İsrail Gazze ve Batı Şeria’nın
bir bölümünden çekilme planını tamamladı.
Aynı
tarihlerde İsrail'in var olma hakkını
tanımayan ve soykırımın Yahudi komplosu
olduğunu savunan, aşırı dinci Hamas öne
çıktı. İsrail’deki ırkçı ve faşist
eğilimler de güçlendi.
2006 Filistin
genel seçimlerinde laik milliyetçi El Fetih ve
kontrolündeki FKÖ’nün seçimlerdeki
başarısızlığı sonrası, Müslüman
Kardeşlerin uzantısı Hamas oyların
çoğunu aldı. ABD, İsrail ve birçok Avrupa
ülkesi Filistin’e yardımlarını kesti. Gazze Şeridi’nde
El Fetih ile Hamas çatışmaya
başladı. Kontrol tamamen Hamas’a
geçti. Mısır, Katar, İslami Cihat ve
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi Filistinli
gruplar, iki taraf arasında arabuluculuk yaptı. Mahmud Abbas
seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulundu, Suriye Cumhurbaşkanı
Beşar Esad’ın daveti ile Şam’da Hamas lideri
Halid Meşal ile görüştü. 2007’de Mısır’ın
arabuluculuğunda Hamas ve El Fetih
ateşkes ilan etti. Ulusal Birlik Hükümeti kurma
konusunda anlaştılar. ABD güvenlik harcamaları için
Mahmud Abbas’a 60 milyon dolar yardımda
bulundu. Mahmud Abbas, İsrail’le barış görüşmelerine başladı.
ABD ve Avrupa Filistin’e yardım ambargosunu kaldırıldı.
2008’de
Hamas tarafından İsrail sınır kasabalarına
düzenlenen roket saldırıları nedeniyle, İsrail Mısır’ın
da desteğini alarak Gazze’ye ablukaya başladı. 800 bin Gazzeli,
sınırdaki duvarları yıkarak Mısır tarafına geçti. Mısır
güvenlik güçleri geçişleri yasakladı. İsrail Gazze’ye
büyük bir saldırı düzenledi. 117 Filistinli öldü, 200 de
yaralı vardı. 800 ev tahrip edildi. Mısır’ın arabuluculuğunda
Hamas ile İsrail arasında
altı aylık ateşkes imzalandı. Ama roket saldırılarını gerekçe
gösteren İsrail, bir polis merkezini vurarak 140 polisi ve 200’ü
aşkın Filistinliyi öldürdü. 2009 başında Gazze Şeridi’nde
kara operasyonuna başladı. Hamas’ın bazı
üst düzey liderleri, İçişleri Bakanı ve ailesi İsrail’in
füze saldırısında hayatını kaybetti. 22 gün süren
operasyonun ardından İsrail ateşkesi kabul
ederek yerle bir ettiği Gazze Şeridi’nden çekildi. Gazze’de
Hamas güçleri ile El Kaide’yle
bağlantısı bulunduğu iddia edilen Cündü Ensarullah
grubu arasında çıkan çatışmada, 22 kişi öldü,
100 kişi yaralandı. Cündü Ensarullah, Gazze’de bir “İslami
Emirlik” ilan etmiş ve Hamas’ı dinden
uzaklaşıp Batı’ya yanaşmakla suçlamıştı.
Kasım
2009’da BM Genel Kurulu, İsrail’in, Gazze operasyonunda savaş
suçu işlediğini kabul etti. 2010 başında, Hamas’ın bir
komutanı, Dubai’de Mossad ajanları tarafından
öldürüldü. Ocak ayında İngiltere’den
yola çıkan ve insani yardım malzemesi taşıyan konvoy Gazze’ye
ulaştı. Beş ay sonra, İnsani Yardım Vakfı girişimiyle
Gazze'ye yardım taşıyan Mavi Marmara ve beş gemiye uluslararası
sularda, İsrailli komandolar saldırdı.
Eylemcilerden bir kısmı öldürüldü, bir kısmı yaralandı ve
gemiler yolcularıyla birlikte rehin alındı. Mısır, Refah Sınır
Kapısı’nı üç yıl sonra süresiz olarak açarken; İsrail
de ambargoyu hafifletme kararı alarak Gazze’ye
girebilecek malların listesini yeniledi. İsrail, taviz verebileceği
barıştan vazgeçmiş, sürekli savaş ve işgal stratejisine
geçmişti. ABD için El Kaide neyse, İsrail
için Hamas aynı işlevi görüyordu:
savaş için önemli bir bahaneydi.
İsrail’in
Kudüs politikalarının değişmemesi, 4,5 milyonu
bulan Filistinli mülteciye geri dönüş hakkının tanınmaması,
500 bin İsrailli yerleşimcilerin artması, su
kaynaklarının kullanılmasında Filistin halkının göz ardı
edilmesi ve Batı Şeria’da duvar inşasının Uluslararası Adalet
Divanı’nın kararına rağmen devamı önemli
sorunlardı. Mart 2010’da İsrail Doğu
Kudüs’te yeni 1600 yerleşim yeri inşasına karar verdi. Kudüs
başkentti, görüşme konusu olamazdı.
Barış
müzakereleri Eylül 2010’da, Filistin lideri Mahmud Abbas ile
İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından
Washington’da yeniden başlatıldı.
Eylül
2011’de İsrail'in Gazze Şeridi'ne hava
saldırıları devam etti, 18 Filistinli yaşamını yitirdi. İsrail
ve Hamas, binden
fazla Filistinli mahkûmun serbest kalması için
anlaştı.
Filistin
Yönetimi, Birleşmiş Milletler'e tam üye ‘devlet’ statüsü
kazanmak amacıyla başvurdu. UNESCO Genel
Konferansı'nın kararı ile kurumun 194'üncü üyesi oldu. ABD,
Filistin'in UNESCO'ya üyelik başvurusu kabul
edilince, örgüte Kasım 2011'de yapmayı planladığı 60 milyon
dolarlık ödemeyi iptal etti. Hamas ile
Fetih, Filistin'de
hükümet kurulması konusunda ilk adımı attı.
Mısır'da 2011 devriminin ardından Müslüman
Kardeşler'in siyasi kolu Hürriyet ve Adalet Partisi iktidara
gelince, Hamas rahatladı. İsrail
ablukası altındaki iki milyon nüfuslu Gazze şeridinin
tek çıkışı olan Mısır sınır kapısı Refah açıldı.
İsrail
on yıldır Batı Şeria’da Kudüs’ü çevreleyen
730 kilometre uzunluğunda bir duvar inşa ediyordu. Yüzde 80’i
Filistin
toprakları olan Batı Şeria’nın içinde inşa edildi. Diğer
kısımda ise inşaat çalışmaları devam etti.
Mart
2012’de İsrail'in, uçaklar, helikopterler ve hücumbotlarla
Gazze’de 25 Filistinliyi öldürğü operasyonları sonrasında,
taraflar Mısır'ın arabuluculuğunda anlaşmaya vardı.
Kasım
2012’de BM Filistin’e, BM’de üye
olmayan gözlemci devlet statüsünü verdi. Oylamada İngiltere
çekimser, ABD hayır oyu kullandı.
Aynı
günlerde Yaser Arafat'ın son direnişini yaptığı El Mukataa'daki
mezarı açılarak kemiklerinden örnek alındı. İsviçreli bilim
insanları, Arafat'ın kemiklerinde normalin 18 katı radyoaktif
polonyum maddesine rastladı, Filistinli liderin yüzde 83 ihtimalle
polonyum ile zehirlendiğini ifade ettiler.
Mısır'da
Temmuz 2013 darbesiyle Müslüman Kardeşler'in
desteklediği Mursi devrilince, Gazze şeridine bağlanan Refah sınır
kapısı 'ihtiyaç oldukça' açılmak üzere yeniden kapandı.
Temmuz
2014’te İsrail Gazze’ye 51 gün sürecek
saldırılarını
başlattı. İki binden fazla Filistinli
öldü, 10 binden fazlası yaralandı. Haziran 2015’te Filistin,
Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) resmen
üye oldu ve İsrail hakkında suç duyurusunda
bulundu.
1950’de
750 bin olan Filistinli sığınmacı sayısı bu gün beş milyona
ulaştı. Bunların 1,5 milyondan fazlası Ürdün, Lübnan, Suriye,
Gaza ve Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria’da yaşıyor. İsrail ise
son altı yıldır barış istemeyen, sağcı ve siyonistlerin
iktidarında yönetiliyor.
Osmanlı
çekildikten sonra 30 yıl İngiliz mandasında yaşayan Filistin'de,
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Birleşmiş Milletler'in arkasına
saklanan İngiltere ve ABD İsrail Devleti'ni kurdular. Çevredeki
Arap ülkeleri 25 yıl içerisinde İsrail'e karşı yürüttükleri
üç savaşı da kaybettiler. Filistinli Arapların direniş
örgütleri ile Ürdün ve Lübnan'dan yürüttükleri mücadele
siyasi çözümü getirmedi. Ama FKÖ Birleşmiş Milletler'de
tanındı. 1980'den sonra ABD'de yönetime gelen Cumhuriyetçilerin
Evanjelist kanadı İsrail'e daha fazla destek verdi. 1989'da FKÖ
İsrail’in varlığını tanıdı ve terörden vazgeçti. 1995'te
Özerk Filistin Devleti kurulmasını kabul eden İsrail'de aşırı
sağ, Filistin'de uzlaçma yanlısı olmayan Hamas güçlendi. 8,3
milyon nüfuslu
İsrail
ve 4,9 milyon nüfuslu
Filistin
devleti
69 yıldır süren şiddet, kan, düşmanlık dolu mücadeleyi sona
erdirme konusunda şanslı görünmüyorlar.
Mısır:
1922’de
Mısır tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan ederek,
1882’de başlayan İngiliz egemenliğine şeklen son verdi. Hıdiv
Ahmed Fuad Paşa I. Fuad adıyla kral oldu. Halk desteği zayıf olan
kral, halkın gerçek temsilcisi Vafd (heyet) Partisi ve İngiltere
arasında siyasi mücadele başladı. 1924-1929 arasındaki tüm
seçimleri Vafd Partisi kazandı ama İngilizler ve kralla
anlaşamadığından yönetime geçemedi. Kral Fuad yeni bir anayasa
ve seçim yasası çıkardı. Vafd'ın boykot ettiği seçimden güçlü
bir çoğunlukla çıkan saraya bağlı hükümet aracılığıyla
yönetimi sürdürdü. Oğlu İngiliz-Amerikan yanlısı, Osmanlı
asıllı Kral Faruk, II. Dünya Savaşı'nın başlarında
İngilizlerin Mısır'daki üsleri kullanmasına ses çıkarmamakla
beraber tarafsız kalmaya çalıştı. Savaş sonrasında İngiliz
birliklerinin çekilmesi için milliyetçi talepler gündeme geldi.
Siyasi sahnede Şeyh Hasan el Benna tarafından 1928'de kurulan
Müslüman Kardeşler (İhvan) militan kitle
örgütüne dönüşüp öne çıkmıştı. İhvan Atatürk’ün
hilafete son vermesine de tepkiliydi. Kahire'de kitle gösterileri ve
şiddet eylemleri sıklaştı. Mısır'ın 1947'de konuyu Birleşmiş
Milletler'e götürmesi de kilitlenmeyi çözemedi.
Bu
arada, Fransa’yı etkisiz kılmak isteyen
İngiltere’nin desteğiyle, Mısır, Ürdün, Irak, Suriye, Suudi
Arabistan, Lübnan, Yemen ve Filistin temsilcileri 1945’te
Kahire’de Arap Devletleri Birliği veya Arap Ligi’ni kurdu.
1948’de
İsrail kurulunca yaşanan savaşta Araplar yenilince, Mısır
kraliyet ailesine güven azaldı. 1950 seçimlerini kazanan
Vafd Partisi İngilizlerle bir uzlaşmaya varamayınca savunma
antlaşmasını bozdu. İngiliz karşıtı
gösterileri gerilla saldırıları izledi. İngilizlerin
Ocak 1952'de İsmailiye askeri harekâtı olayları tırmandırdı.
Art arda hükümet değişiklikleri Mısır'da iktidar boşluğu
yarattı. Temmuz 1952'de Kral Faruk'u darbeyle deviren Hür Subaylar
Hareketi yönetime el koydu. 30 yıl süren Mısır Krallığı son
buldu.
Hür
Subaylar Hareketi’nin gerçek lideri Arap milliyetçisi Albay Cemal
Abdül Nasır, 1954’te iktidarı ele aldı. Mısırlılardan
‘halk’, Araplardan ‘millet’ olarak söz etti. Batı karşıtı
yönetimlerin başını çekmeye başladı.
Mısır
İngiltere ile 1954'te Süveyş Kanalı
bölgesinin boşaltılması konusunda anlaşmaya vardı. Ancak
Mısır'ın 1955'te Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere
arasında Sovyet etkisini sınırlamak için ABD’nin kendisine
yakın ülkelere kurdurduğu Bağdat Paktı'na karşı çıkması ABD
ve İngiltere ile arasının açılmasına sebep oldu. ABD
Assuan Barajı’nın yapımı için Dünya Bankası kredisinin
dondurulması ile tehdit etti. Bu fırsatı kaçırmayan Sovyetler
Birliği, barajın finansmanını üstlendi ve bölgeye yerleşti.
Nasır,
Arap ülkelerinin İsrail'e karşı başlattığı
boykotta en önemli rolü üstlenerek İsrail gemilerinin
Süveyş Kanalı'ndan geçişine izin vermedi. 1956’da Süveyş
Kanalı’nı devletleştirdi. İsrail, İngiltere ve Fransa Mısır’a
karşı ortak harekâta geçtiler ve Sina Yarımadası’nı işgal
ettiler. Bombardıman sürerken Nasır, “Camilerimiz yıkılıyor,
ama bazı Müslüman ülkelerden ses seda yok. Yanımızda olmayan
Müslüman ve Arap ülkelere lanet! Nuri Said,
Menderes bir gün kendi halkı tarafından asılacak. Emperyalistlere
lânet!” diye bağırıyordu. ABD, İngiliz-Fransız harekâtını
desteklemedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi olayı
kınadı. İsrail, Fransa ve İngiltere bölgeyi bombaladı, Süveyş
Kanalı'na paraşütle asker indirdi. SSCB çok sert bir tutum
takındı, nükleer silahları ve füzeleri alarma geçirdi. Askeri
harekât, 7 Kasım'da durduruldu. İki ay sonra İngiliz Başbakanı
Eden istifa etti. 1957’de ABD ve SSCB’nin baskısıyla işgal
büyük ölçüde kaldırıldı. Mısır Sina Yarımadası’nın bir
kısmını geri alamadı ama Süveyş Kanalı’nın Mısır’ın
elinde kalması Nasır’ı Arap milliyetçiliğinin yıldızı
yapmaya yetti. Çoğunluğu yabancıların elinde olan birçok sektör
devletleştirildi.
Arap
milliyetçiliği ve Arap birliği yolunda, Mısır ve
Suriye 1958'de, Birleşik Arap Cumhuriyetini kurdu. Siyasi birleşme
referandumlarla onaylandı. Nasır yeni devletin başkanı
seçildi. 8 Martta Yemen ortaklığa katıldıysa da Kasım 1959'da
ayrıldı.
Nasır
Suriye’nin başına, yakın adamı Abdülkerim Amir’i
atadı. Mısırlı generaller, Suriye ordusunun önemli noktalarına
getirildi. Baas dâhil tüm siyasi partiler kapatıldı. Nasır’ın
Suriye’de büyük bir toprak reformuna girişmesi, Suriyeli ayan
sınıfını tedirgin ederken, işyerlerinin devletleştirilmesi
Suriyeli iş çevrelerini korkuttu. Buna Nasır’ın millici
politikalarına kızgın olan Batı ülkelerinin kışkırtmaları
eklenince Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin suyu ısındı. 1961’de
Baasçı subaylar birlik karşıtı bir ayaklanma başlattı. Nasır
müdahale etmedi, Araplar arası kavgayı önlemek için Suriye’nin
birlikten çekilmesine izin verdi. Mısır bundan sonra da Birleşik
Arap Cumhuriyeti adını 1971'e kadar kullanmaya devam etti. O
tarihte bugünkü resmi adı olan Mısır Arap Cumhuriyeti ismini
aldı.
Nasır,
1961’de, Hindistan ve Yugoslavya ile Bağlantısızlar hareketinin
kurucusu oldu. Ölünceye kadar hareketi destekledi. Arap birliğine
yöneldi. Filistin'in kurtuluşu ve Afrika'daki sömürge
ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmaları için çeşitli
girişimlerde bulundu. 1962 yılında Yemen'de Nasır yanlısı bir
grup subayın yaptığı darbenin ardından çıkan iç savaşta
devrimcilerin yanında yer alması, Mısır ve Suudi
Arabistan'ı karşı karşıya getirdi ve savaş sonunda Yemen
ikiye bölündü.
Nasır'ın
sosyalist sistem kurma çabaları 1960’ların başında
başladı. Devletleştirme hızlandı. Tarım topraklarındaki özel
mülkiyet sınırlandırıldı. Tek parti konumundaki Arap
Sosyalist Birliği'ne hâkim rol verilirken meclisin en az
yarısının işçi ve köylülerden oluşması hükmü getirildi.
Devlet başkanı meclis tarafından seçilmekle birlikte geniş
yetkilerle donatıldı, meclise de sadece başkanın tayin ettiği
hükümeti kontrol yetkisi tanındı.
Mısır
bağlantısız ülkelerden sayılmakla birlikte
1960’ların ortalarına doğru Sovyetler Birliği etkisi arttı.
Assuan Barajının 1964'teki açılışına Kruşçev'in de
katılmasının ardından Nasır defalarca Sovyetler Birliği'ni
ziyaret etti ve iki ülke arasında askerî ve ekonomik ilişkiler
ilerledi.
1966'da
Mısır ile Suriye arasında beş yıllık bir savunma
antlaşmasının imzalanmasından sonra 1967 baharında İsrail-Suriye
ilişkilerinin iyice gerginleşmesi Mısır'ın da meseleye
müdahale etmesini gerektirdi. Mısır, Ürdün ve Irak
arasında bir askerî ittifak antlaşması daha imzalandı. Beş
gün sonra, önleyici savaş iddiasıyla İsrail baskın
tarzında Mısır'a saldırdı ve Mısır hava kuvvetlerini
imha etti. Mısır, Suriye ve Ürdün büyük hezimete uğradı.
İsrail, Gazze Şeridini, Sina yarımadasını ve Süveyş Kanalı'nın
doğusunu işgal etti. Ortak hareket kararına rağmen, Suriye ordusu
Mısır ordusuyla eş zamanlı harekete geçmeyerek yenilgiye katkıda
bulundu.
Mısır
ile Yemen konusunda karşı karşıya gelen Suudi
Arabistan 1967 savaşına katılmamıştı. Mısır askerlerini
Yemen’den çekince gerilim bitti. Suudi Arabistan Mısır, Suriye
ve Ürdün’e ekonomik yardıma başladı.
Mısır'da
ve Arap ülkelerinde büyük itibar kaybına uğrayan Nasır
yenilginin sorumluluğunu üstlenerek istifa etti. Fakat halkın
lehindeki gösterileri üzerine görevde kalmaya devam etti. Ama
rejime karşı güvensizlik doğdu ve Nasır'ın politikaları çok
farklı kesimler tarafından eleştirilmeye başlandı. Arap
milliyetçiliğinin de yenilgisi yaşandı. Ekonomik iyileşme 1967
savaşı ile yerle bir oldu, milliyetçiler geriledi, İslamcılar
büyüdü. İslam dünyasında İslamcı tezler konuşulmaya
başlandı. Selefi, Vehhabi hareket sahneye çıktı. Geniş halk
kesimleri rejim karşıtı gösteriler düzenledi. Nasır
1968'de bir reform planını kabul etti, 1969'da kurulan İslâm
Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) üye
oldu.
İsrail’e
destek olan ABD, milliyetçi, laik, sosyalist ve Arap
Birliği’nin lideri Nasır’ı ve aynı zamanda Bağlantısızlar
Blokunu da cezalandırmıştı.
1970’de
kalp krizinden ölen Nasır’ın yerine yardımcısı
Enver Sedat geçti. İlk işi
Birleşik Arap Cumhuriyeti adını Mısır Arap Cumhuriyeti yapmak
oldu ve İslâm hukuku anayasanın asıl
kaynaklarından biri kabul edildi. Arap Sosyalist Birliği tek
parti konumunu koruyordu. Sedat, Nasır’ın
devlet sosyalizmini terk ederek, kapitalizme yaklaştı.
Sovyetler Birliği’ne uydu olmuş,
borç batağı içinde, harap bir ülke devralmıştı. ABD’nin
desteğinin Mısır için önemli
olduğunu düşünen Sedat, SSCB ile ilişkilerini
kesmeye yönelik politikalar izledi. İsrail’i pazarlığa
zorlamak için tasarladığı saldırısı öncesinde, ülkedeki
Sovyet danışmanları sınır dışı etti.
Savaşta İsrail’in bileğini biraz büktükten
sonra, ABD ile tam müttefik haline gelecekti.
Sedat 1973’te Yom Kippur Savaşı’nı
başattı, başlangıçta üstünlük sağlasa da, ABD’nin
İsrail’e askeri yardımıyla
durum dengelendi. Barış görüşmelerinde,
Sedat Süveyş Kanalı çevresini ABD ve SSCB’nin baskıları
sayesinde İsrail’den geri aldı.
Sedat,
içerde de Nasır’ın izlerini silmeye çalışıyordu. Nasır’ın
benimsediği sosyalizmin yerine Mısır’ı dış
yatırımlara açtı, liberalizm politikaları izledi. Ama bu
zenginleri daha zengin yaptı, orta sınıfı biraz rahatlattı, az
gelirliler daha zor duruma düştü. Mısır ekonomisi
ve toplumu için tam bir çözüm olmadı. İşkencenin yasaklanması,
Nasır döneminde suça bulaşan yetkililerin yargıya teslimi,
halkın siyasete katılımını artırdı, ama ülkedeki gerilim ve
hoşnutsuzluk azalmadı. Şiddet eylemleri çoğaldı, bu da baskıyı
getirdi.
1976’da
Sovyetlerle imzalanan Dostluk ve İşbirliği
Anlaşmasını feshetmesi, Mısır’ın ABD
yanlısı politikalar takip edeceğini gösteriyordu.
Savaş sonrasında Suudi Arabistan Kralı
Faysal’ın başlattığı petrol ambargosu, Sedat’ın planıyla
örtüşmüyordu. Faysal’ın 1975’te sahneden çekilmesi, Sedat’a
uygun bir zemin sağladı. 1977’de Kudüs’ü ziyaret etti ve
İsrail meclisinde yaptığı konuşmayla
Yahudileri barışa davet etti. Bunun üzerine,
ABD Başkanı Jimmy Carter Sedat’ı ve
Başbakanı Begin’i Camp David’de üçlü görüşmelere davet
etti. 1979’da Camp David’de attığı imza ile Mısır
İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi
oldu. Antlaşma önce mecliste, ardından halk
oylamasıyla kabul edildi. İsrail, askerlerini
Sina Yarımadasından çekecekti. ABD ile ilişkiler gelişti, Mısır
en fazla ABD dış yardımı alanlar arasına girdi.
Antlaşmaya
Araplar büyük tepki gösterdi. Ortak Arap davası sona ermişti. Bu
anlaşmanın ardından, Arap Ligi Mısır’ın üyeliğini askıya
alarak merkezini Tunus’a taşıdı. Mısır'da muhalifler
Sedat'ın iç ve dış politikalarını şiddetle eleştirmeye
başladı. Ekonomik açılma politikalarının da başarısızlığı
muhalefetin halktan büyük destek görmesine yol açtı. Bunun
üzerine Sedat 1980'de bir sansür yasası çıkardı. Öte
yandan dinî çevrelerin talepleri anayasanın 1980 yılında
değiştirilmesi sırasında dikkate alındı ve anayasa ana
kaynaklarından biri olan İslâm hukuku tek
kaynak haline geldi. Bunlar milliyetçiliğe son noktayı koydu.
Milliyetçiliğin boşalttığı alanı İslamcı ideoloji
almaya başladı. Buna karşı çıkan Hristiyan Kıptî
azınlık Sedat'ın politikalarını eleştirmeye başladı,
Müslümanlarla aralarında kanlı olaylar
meydana geldi. Bütün kesimleri karşısına alan Sedat, çareyi
Kıptîlerin önderi papanın da aralarında bulunduğu her
kesimden çok sayıda aydını tutuklatmakta buldu.
Yom
Kippur Savaşı’nda kazanılan zaferin yıldönümü olan 6 Ekim
1981’de düzenlenen geçit resmi sırasında Enver Sedat, Cihad
örgütü üyesi bir subay tarafından öldürüldü,
yerine Hüsnü Mübarek geçti.
Mübarek,
Sedat'ın siyasetini ana hatlarıyla sürdürdü.
İsrail'in 1982'de Lübnan'ı işgalinden
sonra Mısır İsrail büyükelçisini
geri çekti. Bu arada barış antlaşması gereği Sina
yarımadası Mısır'a geri verildi.
1980'lerdeki
İran-Irak savaşı Mısır'ın
yalnızlıktan kurtulması için bazı fırsatlar
ortaya çıkardı. 1987 Arap Birliği zirvesinde Mısır'la
diplomatik ilişkiler kurulması konusunda ülkeler
serbest bırakıldı. 1989 Arap Birliği zirvesinde Mısır
tekrar birliğe kabul edildi ve birkaç ay sonra
Birliğin Tunus'taki merkezi tekrar
Kahire'ye taşındı, genel sekreterliğine de Mısır
Dışişleri Bakanı getirildi. Böylece Mısır
tekrar Arap ülkeleri arasında liderlik rolünü
üstlendi.
1989'da
ABD’nin İsrail-Filistin meselesini
halletmek için Filistin Kurtuluş Örgütü'nün anlaşma
masasına oturması konusunda Mısır önemli
rol oynadı. 1991 Madrid barış görüşmelerine Mısır
da katıldı ve bütün ağırlığını koydu.
ABD ile stratejik ortaklığını
geliştiren Mısır, Irak'ın Kuveyt'i
işgali ile çıkan 1991 Körfez krizi sırasında
çok uluslu gücün yanında yer aldı, buna karşılık ABD’ye
borcunun 7 milyar dolarlık kısmı
silindi.
Mübarek,
dış politikada kısmen sağladığı başarıyı ülke içinde
gösteremedi. Demokrasi ve insan haklarıyla ilgili ciddi bir gelişme
sağlanamazken, güvenlik güçlerinin, başta İslamcı
gruplar olmak üzere, çok sayıda muhalif unsuru baskı
altında tutma uygulaması uzun yıllar devam etti.
2000
seçimlerinde meclisteki 454 sandalyenin 388’i yönetimdeki Milli
Demokrasi Partisi’ne (MDP) aitti. Müslüman Kardeşler
örgütü yasadışıydı, dini temel alan bir siyasi parti
yasaklıydı. Üyeleri meclise bağımsız adaylar olarak giriyordu.
1991’den
sonra Mübarek kamu sektörünü daraltan, özel sektörü
güçlendiren ekonomik reformlar yaptı. Ama zor dönemler geçirdi.
Arap ülkeleri boykotu, terörün turizm gelirlerini azaltması, işçi
dövizlerinde azalma, petrol fiyatlarındaki oynamalar, artan askerî
harcamalar bütçe açığını sürekli arttırdı. Bunun dış
borçlarla kapatılmaya çalışılması sonunda IMF ile
stand-by anlaşmaları yapıldı. Oğlu Ala’nın ihale ve
özelleştirmelerdeki yolsuzluk ve rüşvet söylentileri, Mübarek’in
ve ekonomik reformlarının desteğini ciddi olarak düşürdü.
Diğer oğlu Cemal’in kuşkulu finans girişimleri yolsuzluk
iddialarını artırdı.
2003
Irak krizinde, Mısır oldukça
zor durumda kaldı. Bir taraftan ABD’ye karşı
müttefik ülke sorumluluğunu, diğer taraftan iç
istikrar için ABD karşıtı tepkileri göz
önünde bulundurması gerekiyordu. ABD karşıtı
gösteriler zaman zaman rejim aleyhtarı hareketlere dönüştü.
2005'te
Mübarek, yapılan çok adaylı seçimde, yüzde 88 oyla yeniden
cumhurbaşkanı oldu. Seçimi kazandıktan sonra, görevini oğlu
Cemal'e bırakmaya hazırlandığı gerekçesiyle muhalifler
tarafından eleştirildi.
Mübarek
son döneminde, liberal ekonomi ile bazı sektörlerde
canlanma yaratmasına rağmen işsizlik, yoksulluk ve yolsuzlukla
mücadelede başarılı olamadı. Halkın büyük çoğunluğu
yoksulluk sınırının altında yaşamak durumunda kaldı. Mübarek,
Mısırlı gençlerin işsizlik sorununu çözmek için kalıcı
politikalar ortaya koyamadı.
Tunus’ta
başlayıp, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde
demokratik reform talebiyle gösteri ve çatışmalara neden olan
Arap Baharı hareketi, 2011 yılının Şubat ayında Mısır’a da
sıçradı. Mübarek, 18 gün süren protesto gösterilerinin
ardından istifa etti, yönetim orduya geçti. Mübarek, oğulları
Ala ve Cemal ile birlikte tutuklandı ve eski devlet yetkililerinin
yargılanmasına başlandı.
2012’de
Hüsnü Mübarek ömür boyu hapse mahkûm oldu. 30 Haziran’da
Müslüman Kardeşler'in (İhvanı Müslimin)
kurduğu, Özgürlük
ve Adalet Partisi'nin başkanı Muhammed
Mursi % 51 oyla cumhurbaşkanı oldu. Sonra, liberal, milliyetçi ve
devrimci genç gruplardan oluşan muhalif güçlerin karşı çıktığı,
şeriat düzeni getiren yeni anayasayı 15 Aralık 2012'de
referanduma sunulacağını duyurdu. Bunun üzerine Mursi karşıtı
protestolar şiddetlendi. Devlet binaları ve Müslüman Kardeşler
binası işgal edildi. Cumhurbaşkanlığı Sarayı
ateşe verildi. Mursi'nin istifasını isteyen halka yüksek yargı
da destek verdi. 51 milyon seçmenden yalnızca 10 milyonu yeni
anayasaya "evet" dedi. Seçmenlerin çoğu sandığa
gitmedi. Ancak Mursi, seçmenlerin sadece yüzde 25'inin desteğini
alan yeni anayasanın meşru olduğunu savundu.
Ocak
2013 Yüksek Mahkeme kararıyla, Mübarek’in yeniden yargılanması
Mayıs'ta başladı. Yeni Hükümete karşı eylemlerin dozu
artıyordu. 30 Haziran 2013’te, Tahrir Meydanı'nda 15 milyon kişi
Mursi'nin istifasını istedi. Mısır Genelkurmay Başkanı
Abdülfettah el Sisi, protestolar sırasında hükümet ve
eylemcilere verdiği 48 saatlik uzlaşma süresinin ardından devlet
yönetimine el koydu. Mısır'ın demokratik seçimlerle iktidara
gelen ilk cumhurbaşkanı Mursi, göreve başladıktan bir yıl
sonra, 3 Temmuz 2013'te darbe ile devrildi ve hapse atıldı.
Mursi'nin
yönetiminde ekonomi toparlanamamış ve radikal islami
örgütlenmeler güç kazanmıştı. Mursi darbeyi kabul
etmediğini açıkladı ve yandaşlarına direnmelerini söyledi.
Bunun üzerine protestolar başladı ve Müslüman Kardeşler
mensupları eylemlere girişti. Ordu, halka ateş açtı,
120 ölü, dört binin üzerinde de yaralı vardı. Türkiye
sınırdışı edilen Müslüman Kardeşler üyelerine
kucak açtı. Katar ve Türkiye, Mursi’nin Müslüman Kardeşler
iktidarına bir yıl içinde yaklaşık 10 milyar dolar yardım
yaptı. Bir tarafta Mursi’nin İslami yönetimini destekleyen
Türkiye ve Katar, karşı tarafta darbeyi destekleyen Suudi
Arabistan, BAE ve Kuveyt vardı. Suudi Arabistan, Mursi'ye yapılan
darbede büyük rol oynamıştı. Sisi komutasındaki orduya
milyarlarca dolarlık yardım yaptı. Müslüman Kardeşler, 1990’da
Kuveyt’i işgal eden Irak lideri Saddam Hüseyin’e karşı
yabancı kuvvetleri müdahaleye çağıran Suudi Arabistan’ı
kınayınca ilişkiler bozulmuştu. Müslüman Kardeşler’e
karşı duyulan şüpheler, 11 Eylül 2001’den sonra
düpedüz düşmanlığa dönüştü. Müslüman Kardeşler
Suudi gençliğini radikalleştirmekle suçlandı.
Katılımın
düşük olduğu 2014 seçiminde seçilen Abdülfettah el
Sisi, görevi geçici cumhurbaşkanından devraldı. Aynı yıl
Almanya ve ABD'nin desteklediği Sisi, İtalya ve Fransa'yı ziyaret
etti, Vatikan'da Papa Françesko ile görüştü. Devrilen Mursi
2015 yılında 'Hamas'a istihbarat sağlamak' ve
'hapisaneden firar etmek' suçlamasıyla yargılandığı davalarda
idam cezasına çarptırıldı. Müslüman Kardeşler
Teşkilatı'nın üst düzey 17 yöneticisine daha idam cezası
verildi. Başta ABD, Uluslararası kuruluşlar
cezayı kınadı.
2015'te,
Rusya Devlet Başkanı Putin, 10 yıl aradan sonra Kahire'ye
gelmesini, CIA Başkanı izledi. Sisi, Almanya, Macaristan ve
İngiltere'yi ziyaret etti. Mısır Türkiye ile Ro-Ro ve karayolu
transit taşımacılığı anlaşmasını tek taraflı iptal etti,
Cumhurbaşkanı
Sisi 2016'da Güney Kıbrıs’ta, Yunan ve Rum liderlerle, Doğu
Akdeniz’in üç ülke arasında paylaşılması zirvesine katıldı.
Süveyş Kanalı’nı genişletip uzattı. Mübarek’in düşmesinden
bu yana politik ve ekonomik krizle boğuşan ülke için hayati önem
taşıyordu. Başbakan Yıldırım, darbe olmasına rağmen Mısır'la
ekonomik, kültürel ilişkilerimizi geliştirmek istediğini
açıkladı.
2016
Ağustos ayında, Mısır Başbakanı Şerif İsmail, Fethullah
Gülen'in iltica talebini olumlu karşılayacaklarını söyledi. AKP
iktidarının Müslüman Kardeşleri desteklemesi
ve Mısır yönetimini darbecilikle suçlamasına karşılık
veriliyordu.
Mursi’ye
verilen, hapishaneler baskını davasından idam cezası 15 Kasım
2016'da yüksek mahkeme tarafından bozuldu. Ama büyük casusluk
davasından 25 yıl, İttihadiye Sarayı olayları davasından 20
yıl, Katar adında casusluk davasında 40 yıl olmak üzere toplamda
85 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yargıya hakaret davasının
duruşmaları ise devam ediyor.
Yeniden
yargılanan Mübarek 2015’te üç yıl hapse mahkûm edildi, ceza
2016’da onandı, protestocuların ölümünden sorumlu tutulduğu
davadan beraat edince, 24 Mart 2017'de serbest bırakıldı.
9
Nisan 2017'de Kıpti Hristiyanlara ait iki
kilisenin bombalanması, 43 kişinin ölümü 119 kişinin de
yaralandığı olaylar sonrası Mısır’da üç ay süreyle
olağanüstü hal ilan edildi. Cumhurbaşkanı Sisi, cihatçılara
karşı savaşın uzun ve acılı olacağını söyledi. Daha önce
de Kıptîleri hedef alan IŞİD, saldırılarının
devamının geleceğini açıklamıştı.
1922’de
Mısır tek taraflı olarak bağımsızlığını
ve krallığını ilan etti, ama İngiliz
askerleri ülkede kaldı. 1948’de İsrail
kurulduktan sonra, Mısır 1951'de İngilizlerle
savunma antlaşmasını bozdu.1952'de yönetime el koyan milliyetçi
subaylar Batı yanlısı 30 yıllık Krallığa son verdi. Batı
karşıtı, bağlantısız ve Sovyetler Birliği yanlısı
yönetim başladı. 1967 savaşı sonrası milliyetçiler geriledi,
İslamcı Selefi, Vehhabi
hareket sahneye çıktı. 1970’de ölen Nasır’ın yerine geçen
Enver Sedat 20 yıllık sosyalist sistemi başarısız bularak, ABD
ve Batı yanına geçti. 1979’da İsrail’i
tanıyan ilk Arap ülkesi oldu. Yerine geçen Hüsnü Mübarek bu
siyaseti sürdürdü. Başta İslamcılar
olmak üzere, muhalifleri baskı altında tuttu. Ama liberal ekonomi
ile işsizlik, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadelede başarılı
olamadı. Batı yanlısı 40 yıllık tek parti rejimi de başarısızdı
ve 2011 Arap Baharı ile devrildi. Seçimle işbaşına gelen İslamcı
hükümet şeriata geçiş yolunda çok hızlı gidince askeri
darbeyle devrildi.
95
milyon nüfuslu
Mısır,
dışarıda Batı tarafından desteklenirken, büyük güçler
arasında denge politikası izliyor. Hatta stratejik önemdeki
anlaşmaların büyük çoğunluğu Rusya ve Çin’le imzalandı.
Suriye'de Esad yanlısı bir tutum alması İran'la da ilişkileri
olumlu yönde etkiledi, fakat mali destekçileri olan Suudileri
endişelendirdi. İçerdeki durum ise ciddiliğini koruyor. Darbeden
sonraki en kötü senaryo olan ‘iç savaş’ henüz gerçekleşmedi
ama yönetimin hukuk ve insan hakları ihlalleri, nüfusun yarıya
yakınının günde 2 doların altında bir gelirle geçinmek zorunda
olması bu olasılığı güçlendirebilir.
Suudi
Arabistan:
Osmanlı
devleti, Mondros Mütarekesi'nden sonra Hicaz'dan çekilince,
Arabistan'da üstünlük kurmak üzere Vehhabi
Suud (Doğudaki Necd)-Haşimi (Batıdaki Hicaz) Savaşı
yaşandı. Yenilen Haşimilerin İngiliz müdahalesiyle çökmeleri
önlendi ve ateşkes imzalandı.
İngilizler
iki tarafa da aynı sözü vermiş ve onları
kullanmıştı.
Suudiler
Haşimi Şerif Hüseyin’i Hicaz'dan çıkardıktan
sonra, 1916’da kurulan Hicaz krallığının yerini Necd ve Hicaz
(Suudi Arabistan) krallığı aldı. Suudiler Hâil, Tâif, Mekke,
Medine ve Cidde’yi ele geçirdi. İngilizlerin yardımıyla 1924
yılında Mekke’yi, 1931 yılında Hz. Muhammed’in türbesini de
bombalayarak, Medine’yi ele geçirdiler. Bölgede kontrolü
sağlayınca, Osmanlı Devletinden sonra halifelik
makamına sahip olmak istedilerse de başaramadılar. 51
yaşındaki Abdülaziz bin Suud Necd ve Hicaz Kralı olarak 1927
tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması sonunda
bağımsızlığını ilân etti. 1932’de Vehhabi
şeriatına dayalı Suudi Arabistan Krallığı’nı
kurdu. Sonra bu unvanını “Arap Suudiyye Kralı” şeklinde
değiştirdi. Abdülaziz bunun karşılığında İngiliz egemenliği
altındaki Irak ve Ürdün'le çatışmaktan vazgeçti ve
İngilizlerle bir dostluk antlaşması imzalayarak Suudi Arabistan
ile Ürdün, Irak ve Kuveyt sınırları belirlendi.
Şubat
1945’te Kral Abdülaziz ve ABD Başkanı
Franklin D. Roosevelt Süveyş Kanalı’ndaki USS Quincy gemisinde
buluştu. ABD’ye petrol garantisi karşılığında
Suudi rejiminin koruma garantisi verildi. Anlaşma hala geçerlidir.
Ülkeyi
katı bir monarşiyle yöneten Abdülaziz’in 1953’te ölümüyle
yerine geçen 51 yaşındaki en büyük oğlu Suud bin
Abdülaziz, kısa zamanda müsrifliği ve İslam ahlakıyla
bağdaşmayan tavırlarıyla ülkede büyük tepki topladı. 1964’te
kardeşi 58 yaşındaki Veliaht Prens Faysal, ulemanın fetvası ve
Suudi ailesinin oluruyla Suud’u tahtından indirerek ülkenin
yönetimini eline aldı. Kral Faysal, İslami hassasiyetleri,
İslâm dünyasının meselelerine ciddiyetle
eğilmesi, kadın haklarına verdiği önem ve artan petrol
gelirlerinin vatandaşların yararına kullanılmasını sağlaması
gibi özellikleriyle, çok sevilen bir yönetici oldu. Zamanı büyüme
ve modernleşmeyle geçti, Suudi Arabistan’ın siyasal gücü
arttı. Suudi Vehhabi
İslamı Sovyet yanlısı rejimlerle
mücadele için güçlü bir araç oluyordu.
1962’de
Yemen’de kralcılar ve cumhuriyetçiler
arasında iç savaş çıktı. Mısır birlikleri
cumhuriyetçileri desteklemek için Yemen’e girdi.
Suudi Arabistan ise kralcıları destekliyordu. Mısır ile
Suudi Arabistan karşı karşıya geldi. Ama 1967’de İsrail’le
savaşa katılan Mısır askerlerini Yemen’den çekince
gerilim bitti. 1967 savaşına katılmayan Suudi Arabistan, savaştan
sonra Mısır, Suriye ve Ürdün’e ekonomik yardıma başladı.
1973’te
Mısır İsrail’e Yom Kippur savaşını
açtığında, en büyük destekçilerinden biri Suudi
Arabistan’dı. Savaşta Mısır ordularının
ilerleme sağlamasına rağmen, ABD ve Batılı
ülkelerin Arapları ateşkese zorlaması, siyonizm karşıtı
Kral Faysal’ı öfkelendirdi. Uluslararası toplum, müzakere
döneminde de Arapların İsrail’le ilgili
taleplerini ciddiye almayınca, Faysal Batılı ülkelere petrol
ambargosu başlattı. 1974’te
yaşanan derin ekonomik krizle kendisini gösteren ambargo, o tarihe
kadar hiçbir Körfez ülkesi liderinin cesaret edemediği bir
adımdı. ABD ve diğer Batılı ülkeleri ciddi
bir krize sürükleyen ambargodan bir yıl sonra, 25 Mart 1975 günü,
Kral Faysal, Riyad’daki sarayında yeğeni Faysal Bin Musaid
tarafından öldürüldü. Katil yeğen Amerika’dan yeni
gelmişti, akli dengesinin yerinde olmadığı söylense de,
muayenelerde aksi tespit edildi ve Riyad Meydanı’nda asıldı.
Kral
Faysal İslam Birliği düşüncesine sahipti.
Suudi Arabistan’ı İslam Dünyası’nın lideri
yapmak istiyordu. Irak, Suriye ve Mısır ile diplomatik
ilişkiler kurmaya çalıştı. İslam Konferansı Örgütü’nün
kurulmasını sağladı. Faysal batı karşıtı bir politika
izliyordu, Kissinger’a ABD’nin İsrail’e destek olmaktan
vazgeçerse ambargonun biteceğini söylemişti. Kissinger petrol
kuyularını bombalama tehdidinde bulununca,
hurma ve deve sütüyle yaşayabileceklerini, ancak Batı’nın
petrolsüz yaşayamayacağını söylemişti.
Yaptığı tam bir intihardı. ABD’ye ve İsrail’e karşı
açıktan tavır almanın cezası ölümdü. Petrolü silah
olarak kullanmaya kalkan bir Arap yöneticisi, kendi sarayında, en
yakını tarafından öldürülebilirdi. Petrol zengini
ülkelerin yöneticileri, hâlâ bu trajik mesajın ağırlığı
altında ezilmekte, bu travmadan çıkamamaktadır.
Tahta
Faysal’ın
üvey kardeşi 62 yaşındaki Halid geçti. ABD ile yakın ilişkiler
geliştirildi. Döneminde köktenci İslamcılar
güç
kazandı. 1970’lerin sonunda Suudi Arabistan Vehhabiliği
siyasi
köktenci akım Selefilik
ile
yan yana anılır oldu. Militanları giyimleriyle, uzun sakallarla,
sigara ve müzik karşıtı olmalarıyla boy göstermeye başlıyordu.
Kapitalizm, liberalizm, laiklik, sosyalizm ve faize karşı olan,
Pakistan'ı şeriat
hukuku
ile yönetilen bir İslam
devleti
yapmak isteyen Seyyid Abul Ala Mevdudi öğretileri esas alınmaya
başlıyordu. Hind asıllı Mısır’lı Seyit Kutup tekrar
gündemdeydi. Suudi Arabistan birçok dile çevrilen bu öğretileri
bedava kitap olarak tüm dünyaya yayıyordu.
1979
İran İslam Devrimi Suudi iç ve dış siyasetinde önemli etkiler
yaptı. Ülkede bazı hükümet karşıtı ayaklanmalar görüldü.
Kâbe aşırı İslamcılar tarafından işgal
edildi. Suudi rejimi çürümüştü ve İslam dışına
çıkmıştı. Suudiler İslam uygulamaları
konusunda daha dikkatli olmaya başladılar. İslamcılar
güçleniyordu.
12
Eylül 1980 döneminde, CIA destekli
Rabıta örgütünün finansörü de Suudilerdi.
Almanya’da Türkler arasında dinciliği besleyen sistem onların
eseriydi. Uğur Mumcu bunları araştırıp yazmıştı.
1982’de
Suudi Arabistan kralı Halid öldü, yerine kardeşi 61 yaşındaki
Fahd geçti. ABD ve İngiltere ile yakın işbirliğine devam etti,
gelişmiş askeri silah ve donanım alımını artırdı. Ülke
dünyanın önde gelen petrol üreticisi oldu.
Suudi
Arabistan Kralı Fahd 1991 Körfez Krizi’nde
Irak’tan bir saldırı bekliyordu. ABD ve müttefiklerini ülkeye
davet etti. Harekâtta onların yanında yer aldı. Ama bu İslamcı
muhaliflerin yurt içindeki gerilimini ve terörünü,
2000’lerin başında da, Suudi vatandaşlarının Batı
ülkelerindeki terör saldırılarını artırdı.
Fahd
1995’te geçirdiği kalp krizinden sonra güçten
düştü, günübirlik hükümet yönetimini 71 yaşındaki üvey
kardeşi veliaht prens Abdullah üstlendi.
El
Kaide’nin 11 Eylül 2001 saldırısı,
Suudi-Vehhabi ittifakını kuşku altına soktu.
Listeye IŞİD de eklenince Vehhabi Selefi Cihat
dönüşümünün zehirli etkileri gözler önüne
serildi. Abdullah 2002 yılında yalvarmalara kulak tıkayıp
Mekke’deki Osmanlı’nın 1781 tarihinde yaptırdığı Ecyad
Kalesi’ni yıkıp yedi yıldızlı otel yaptı, Kâbe’deki
Osmanlı revaklarını söktürdü. Osmanlı’dan en az
Cumhuriyet’ten olduğu kadar nefret ediyordu. Bu
koşullar altında, Suudi Arabistan Irak’ın 2003’te işgalini
desteklemeyi reddetti. Ama başkent Riyad’da bombalı eylemler ve
terör olayları yine arttı.
2005’te
ölen Fahd’ın yerine Abdullah kral oldu. Ülke kurumlarını
yumuşak reformlarla modernize etti. Az da olsa, siyasal katılımı
artırdı. 2011 başında Arap Baharı denen yaygın huzursuzluklar
ve protesto eylemleri Arap dünyasına yayıldı. Kral Abdullah
sosyal güvenlik harcamalarını artırdı. Suudi birliklerini
Bahreyn’deki olayları bastırmaya yolladı, Tunus devlet başkanı
Zeynel Abidin Bin Ali’yi ülkesine kabul etti. Mısır devlet
başkanı Hüsnü Mübarek’i de desteklediğini açıkladı.
Mısır
devlet başkanı Mursi’nin 2012’de İran’ı ziyaret etmesi,
Suudilerin bu yakınlaşmaya verdiği tepkinin yükselmesine yol
açtı. Mursi, Suriye’nin Şii Nusayri
Cumhurbaşkanı Beşar Esad’a karşı tavır alarak durumu
düzeltmeye çalıştı, ancak iş işten geçmişti. Suudi
Arabistan, Mursi yönetimi altında Mısır’ın bölgesel rakibi
İran’a doğru kaymasından kaygı duyuyordu.
2013’te
Suudi Arabistan istihbarat şefi Prens Bender bin Sultan’ın Mossad
Başkanı Tamir Bardo ile görüşmesi Suudi Kraliyet
ailesini öfkelendirdi. Hanedanı öfkelendiren, görüşmenin açıkta
olması idi. O dönem, IŞİD’in kurulduğu dönemdir. IŞİD,
Suriye'nin kuzeyinde hızla askerî güç kazanmaya başladı ve bu
bölgedeki en güçlü gruplardan biri oldu. İşin özünde
Suudilerin İran düşmanlığı ve İran’a en az onlar kadar
düşman olan İsrail ile ‘düşmanımın
düşmanı dostumdur’ yaklaşımı vardı.
Suudi
Arabistan hiçbir zaman İsrail ile yan yana görünmedi, ama İsrail
2013’te, Arabistan’da bir tür sanal elçilik açtı. Twitter
hesabından, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri,
Umman, Kuveyt ve Bahreyn halkları İsrailli yetkililerle her tür
siyasi konu ve görüşlerini paylaşabilecek, sorularına cevap
alabilecekti. Hesabın adı ‘İsrael in GCC' (Körfez ülkelerinde
İsrail) idi. İsrail maliyesi, Körfez ülkelerinden birinde açılmış
bir temsilcilik için bütçe ayırdığını açıklamış ama hangi
ülkede olduğunu söylemekten kaçınmıştı. MOSSAD ile Suudi
İstihbaratı ise hep dirsek temasındaydı. Filistin Davası başta,
Irak, İran, Suriye gibi Batılı ve Siyonist hedefindeki tüm işgal
ve savaşlarda Suudi Arabistan, ABD ve İsrail’in yanında oldu.
Suudi Arabistan için ABD’nin 53. Eyaleti deniyor. İsrail ile
ittifak halindeki Körfez Monarşileri, Irak’taki ABD işgaline
destek verdi, Suriye’deki iç savaşta İsrail lehine Esad’ı
devirmek için IŞİD ve EL Nusra’yı besledi, Filistin Kurtuluş
Hareketi’ne düşmanlıkta ön sıradaydı. İslam ülkelerindeki
İslamcı parti, örgüt, cemaat, dernek, grup ve terör örgütlerinin
hemen hemen tümünün arkasında CIA ile birlikte Suudi Arabistan
vardır.
2015 Ocak
ayında 91 yaşındaki Kral Abdullah öldü, yerine kardeşi 80
yaşındaki Selman bin Abdülaziz geçti.
Abdullah'ın
birinci önceliği Arap dünyasında Müslüman Kardeşler (İhvan)
yönetimlerini engellemekti. Suudi Selefiler, demokrasinin Batı
icadı olduğuna, ateistlerin, laiklerin ve
solcuların iktidara gelmesine yol açacağına inanır. Buna karşın
İhvan, seçimlere katılmış, parlamentolarda temsil edilmiş,
Mısır ve Tunus’ta da iktidara gelmişti. İslam ve demokrasi
bağdaşabilmişti. Bu, Suudi krallığı için başlı başına bir
tehditti. İhvan, Suudilerin kuşkulu meşruiyet iddiasını ifşa
etmekte ve inandırıcılıklarını zedelemekteydi. Suudi rejimi,
bir Müslümanın aynı zamanda demokrat olabileceği fikrinin
vatandaşlarına bulaşmasından korkmaktaydı. Kral Abdullah
Mısır'da Mursi'nin devrilmesini bu çerçevede destekledi.
Suriye'de İhvan'ın önünü aynı anlayışla kesti.
Ama yeni
kralla birlikte Suudilerin birinci tehdidi artık İran'dı. Körfez
ülkeleri de aynı görüşte birleşti. İran köprübaşlarını,
iki stratejik boğaz Hürmüz ve Bab'ül Mendep’i tutmuştu. Dört
Arap başkentinde, Bağdat, Şam, Beyrut, Sana’da artık İran
hâkimdi. Bahreyn, Körfez ülkeleri de her an düşebilirdi. Suud ve
Körfez için İsrail hiçbir zaman tehdit değildi.
Selman ve
30 yaşındaki oğlu, Yemen’e yapılan askeri müdahalenin yanı
sıra, Körfez ülkelerini kendi dış politikasına uymaya zorladı.
Sünni İslam’ın liderliğini tekeline almaya çalıştı. Ülke
içinde olası muhalefet unsurlarına karşı baskılar, Şii
azınlığın tedirginliğini daha da arttırdı.
Suudi
Arabistan, Türkiye ve Mısır arasındaki
ilişkilerin normalleştirilmesi ve Müslüman Kardeşler
(İhvan) yanında cihatçı selefiliğin zarar
verdiği Sünni birliğinin oluşturulması için
çalışmaktadır.
Suudi
Arabistan Türkiye ile işbirliği halinde
Suriye’de el-Kaide’nin Suriye kolu an-Nusra
ve Ahrar eş-Şam örgütleriyle
oluşturulan Fetih Ordusuna büyük mali ve askeri destek sağlıyor.
IŞİD’e karşı Sünni devletlerden oluşan bir cephe oluşturmaya
çalışırken, IŞİD’in hedefi olmaya devam ediyor. Etrafı,
Irak, Suriye ve Yemen, hatta Sina Yarımadası’nda yaşanan
savaşlarla çevrili.
Ortadoğu
petrollerinin önemi azalırken, enerji jeopolitiği değişmeye
başlıyor. Suudi Arabistan’ın ABD açısından değeri
sorgulanıyor. İran’ın Rusya ve Çin’in etkisinden
çıkarılmasının önemi artıyor. Suudi Krallığı bu gelişmeler
karşısında endişeleniyor. Tahtını, bölgede liderliğe
yükselerek korumak için askeri maceralara giriyor. Enerji üretimine
bağımlılıktan çıkarak sanayi üretimine, finansallaşmaya
dayalı yeni bir model kurmaya yöneliyor. Enerji fiyatlarını
düşürerek yeni teknolojilerle petrol üreten ABD şirketlerini
piyasadan silmeye çalışıyor. Suudi bütçesi ilk kez 87 milyar
dolar açık veriyor. Zenginler arasındaki mücadele keskinleşiyor,
Suudi saltanatının dayandığı ittifakın altı oyuluyor.
Hanedanın içinde, muhafazakâr-reformcu çekişmesi sertleşiyor.
Suudi rejiminin varlık koşulları ortadan kalkıyor. Suudi Krallığı
tüm diktatörlerin yaptığı gibi, kaos yaratarak halkı, nüfusun
yüzde 15’i olan ve ikinci sınıf vatandaş görülmek istemeyen
Şiiler üzerinden korkutmayı, sindirmeyi, etrafında toplamayı
planlıyor. Suudiler harcamaları kısmaya, su, elektrik, gaz
fiyatlarına desteği kaldırmayı, 8 milyon yabancı işçiye ve
vatandaşlarına yaptığı sosyal yardımları kısmayı planlıyor.
Suudi
Krallığının 11 Eylül 2001 terör saldırısıyla bağlantısını
sergileyen “28 Sayfanın” gizliliğinin kaldırması için ABD’de
yönetime yapılan baskılar artıyor. Krallığın “28 sayfa
açıklanırsa, elimizdeki 750 milyar dolarlık ABD kâğıtlarını
satarız” şantajı, kuşkuları artırıyor. Öte yandan ABD’nin
İran’ı destekler izlenimi veren açıklamaları, Suud rejiminin
yalnızlaşmakta olduğunu gösteriyor. Ama ABD ve Batı Suudi
rejiminin çökmesine yol açmayacak kadar baskıyı yeterli
görecektir. Kral Salman ve Prens Nayef ABD çizgisine
girmek zorunda kalacak gibi görünüyor. ABD'nin İran’ın
güçlenmesine karşı, Suudi Arabistan'a silah satışının 110
milyar dolara ulaşması bekleniyor. Bu rakamın on yıl içinde 350
milyar dolara çıkması dahi gündemdedir.
Suudi
Arabistan krallığı 1927'de bağımsızlığını ilân etti, ama
İngiltere ile sıkı ilişkileri sürdürdü. 1945’te ABD’ye
bağlandı. Petrol karşılığında koruma garantisi aldı. Suudi
Vehhabi İslamı Sovyet yanlısı rejimlerle mücadele edecekti. Ama
1970'lerde siyonizm ve Batı karşıtı olarak petrol ambargosu
başlattı. İslam Dünyası’nın lideri olmaya soyundu. Kral
Faysal yeğeni tarafından öldürülünce Suudiler tekrar ABD
yanlısı oluverdi. Ülkede Vehhabilik ve köktenci Selefilik
birleşti. 1979 İran İslam Devrimi ideolojik iç tehdidi artırdı.
Kuveyt'i işgal eden 1991 Saddam krizi askeri tehdidi artırdı.
ABD'ye daha fazla bağlılık gerekti. Ama bu İslamcı muhaliflerin
yurt içindeki gerilimini ve terörünü, 2000’lerin başında da,
Suudi vatandaşlarının Batı ülkelerindeki terör saldırılarını
artırdı. El Kaide’nin 11 Eylül 2001 saldırısı Suudileri kuşku
altına soktu. 2011 başında Arap Baharı eylemleri Arap dünyasına
yayılınca Suudiler çok telaşlandı. Müslüman Kardeşler (İhvan)
seçimlerle Mısır ve Tunus’ta da iktidara gelmişti. Suudi
krallığı için önemli bir tehditti. Bu fikir vatandaşlarına
bulaşmamalıydı. İran'a da yaklaşan Mısır'da Mursi'nin
devrilmesini destekledi, Suriye'de güçlenen İhvan'ın önünü
kesti. Suriye’deki iç savaşta İsrail lehine Esad’ı devirmek
için IŞİD ve El Nusra’yı besledi. Artık İsrail ve CIA ile
açıktan işbirliği yapıyordu. Zaten ABD’nin 53. Eyaleti
olmuştu.
33
milyon nüfuslu, 640
milyar dolarlık
Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GDP) olan, şeriat
kanunlarıyla yönetilen
Suudi
Arabistan Arap Baharı'nın şimdilik ulaşmadığı bir ülke olarak
Orta Doğu’nun dengesi ve geleceği bakımından çok önemlidir.
ABD'nin
defterini dürmesinden korkmaktadır, at kuyruğundan bir kıla
bağlayarak tahtın tam üzerine astığı Demokles'in kılıcı
altındadır.
Libya:
Kasım
1918’de Avrupa’daki savaş bitince, İtalya Trablus’a 80 bin
kişilik bir ordu çıkardı. İtalyanların bedevi direnişini
kırması ancak 1932’de, toplu katliamlardan ve vahşice
misillemelerden sonra mümkün oldu ve Libya’nın işgali
tamamlandı. Mussolini 1935’te başlattığı politika ile
Libya’nın beşte biri İtalyan olmuştu. İtalya 1940’ta II.
Dünya Savaşı’na girince, Libya savaş alanı oldu. İtalya ve
Almanya yenilince, 1943-1951 arasında İngilizlerin ve Fransızların
işgaline uğradı. 1942’de İngiliz-Fransız ortak yönetimine
giren Libya, 1947 yılında İtalyanların tüm haklarından
vazgeçmesiyle bağımsızlık sürecine girdi. BM Genel
Kurulu’nun 1949’da aldığı kararla, Libya, 24 Aralık 1951’de
bağımsızlığını ilân etti. İdris ülkenin kralı
oldu. 1953’te Arap Ligi’ne katılan Libya, Mısır’ın
Süveyş Kanalı’nı devletleştirme krizinde İngiliz
birliklerinin topraklarında konuşlanmasına izin vermedi. Ama
uluslararası ilişkilerde Batı yanlısı politikalar takip etti.
1953’te İngiltere’ye Tobruk ve El-Adem şehirlerinde, 1954’te
ABD'ye Trablusgarp yakınlarında kira karşılığı üs kurmalarına
izin verdi, karşılığında ekonomik destek aldı. Ertesi yıl,
Fransa, İtalya, Yunanistan, Türkiye ve Sovyetlerle diplomatik
ilişkiler kurdu. Ama Sovyet ekonomik yardımını reddetti.
1959
yılında petrol rezervlerinin bulunması fakir
ve dış yardımlara bağlı Libya'yı zengin bir monarşi haline
getirdi. Ama petrol gelirlerinden kaynaklanan
refahın yönetici seçkinlerde toplanması ve hayatın pahalılaşması
halk arasında huzursuzluklara yol açmaya başladı. 1963’te
federal yönetim yerine üniter krallık sistemi kabul edildi.
Sirenayka, Trablusgarp ve Fizan şeklindeki üçlü tarihi bölünmeye
son verildi. Ülke merkezden atanan valiler yönetiminde on vilayete
ayrıldı. Bu sırada, Mısır’da Nasır’ın başlattığı Arap
milliyetçiliği akımı Libya’ya da geldi. Özellikle gençleri
etkiledi. Ülkedeki İngiliz ve Amerikan üslerinin anlaşma sonunu
beklemeden boşaltılması istendi. 1966’da ingiliz birliklerinin
çoğu ülkeyi terk etti.
Libya'da
kralın 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda
İsrail’e açıkça karşı çıkmaması, halkı
Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır’ın Arap Birliği
söylemlerine yaklaştırdı. Trablusgarp ve Bingazi işçi ve
öğrencilerin şiddet eylemlerine sahne oldu. ABD ve İngiliz
temsilcilikleri ile petrol şirketleri hasar gördü. Az sayıdaki
Yahudi ülkeyi terke zorlandı. Hükümet hızla
düzeni sağladı ve hemen etkisiz gördüğü küçük ordusunu ve
bürokrasiyi tutucuların karşı çıkmasına rağmen modernize
etmeye başladı. Kral İdris Libya milliyetçiliğini güçlendirmeye
çalışsa da, Sirenayka’lı olduğundan başkent Trablusgarp’ta
rahat değildi. Asıl gücünün anayasadan değil, Sinusi lideri
olmasından kaynaklandığını da biliyordu.
1
Eylül 1969 günü Libya ordusundan bir grup subay 27 yaşındaki
Yüzbaşı Muammer Kaddafi liderliğinde Kral İdris’i devirerek
yönetimi ele geçirdi. Devrim Komuta Konseyi tarafından yönetilen
yeni rejim, Libya Arap Cumhuriyeti’ni ilân etti. ABD dâhil birçok
ülke yeni rejimi tanıdı. Mısır’a kaçan Kral İdris ve veliaht
da yeni rejimi tanıdılar. Çok geçmeden albaylığa yükseltilen
Kaddafi liderliği ele geçirdi. Üniversiteler, özel firmalar,
hükümet unsurları, medya içerisinde sayıları iki bine ulaşan
halk komiteleri kuruldu. Komite üyeleri halk tarafından doğrudan
seçildi. Doğrudan demokrasi gerçekleşiyordu. Devrim Komuta
Konseyi’nin yerini Genel Halk Kongresi aldı. 1977’de ülkenin
ismi “Libya Arap Halk Sosyalist Büyük Cemahiriyesi” olarak
değiştirildi. Cemahiriye sistemi İslami ve
sosyalist unsurlarla Arap milliyetçiliği içeren siyasal ve sosyal
bir düzeni öngörmüştü. Batı karşıtıydı.
1971’de
Mısır, Libya, Sudan ve Tunus’un birleştiği ilan edildi. Bu
başarılı olmayınca, 1974’te Libya ve Tunus birleşmeye çalıştı.
O da olmadı.
1977’de
yönetimi devirmek ve ülkedeki Fransız nüfuzuna son vermek için
çıkan ayaklanmada Çad kuzeyindeki isyancıları destekleyen Libya
Çad içlerine girdi ise de geri çekilmek zorunda kaldı. Aynı yıl
Libya Mısır birlikleri arasında dört gün süren sınır
çatışmaları oldu. Mısır, Tobruk yakınlarında bulunan Libya
hedeflerini bombardımanı sırasında bölgede bulunan çok sayıda
Sovyetler Birliği personeli hayatını kaybetti.
1970’lerin
sonuna kadar Libya’da karma ekonomi uygulandı. Petrol üretimi ve
dağıtımı, bankacılık ve sigorta dışındaki alanlar özel
sektöre bırakıldı. 1978 Yeşil Kitabına göre, perakende
ticaret, kira ve günlük ücret sömürü araçları olarak
kaldırıldı. Halk camilere dahi el koydu. Eğitimli ve zengin
kesimler ülkeyi terke başladı ve muhalif gruplar kurdu.
Avrupa’daki ileri gelen muhalifler öldürülmeye başlandı,
1982’de Libya’daki servetlerine el kondu. Yurt içinde orta
sınıf, İslamcı kesim, öğrenciler ve
aydınlar uygulamayı eleştirmeye başladı.
1977’den
sonra, dış borcu bulunmayan Libya’da kişi başına düşen gelir
11 bin doları geçti, insani gelişim endeksi
Afrika’da zirveye çıktı. Artan petrol gelirleri
silah alımlarına ve halk bürolarına dönüşen Libya
Büyükelçilikleri aracılığıyla, dünyadaki terör örgütlerini
desteklemeye ayrıldı. 1981’de başkan olan Ronald Reagan
zamanında ABD-Libya ilişkileri bozuldu. Filistin’in bağımsızlığı,
Irak’la savaşan İran’a verdiği destek ve uluslararası teröre
verdiği destek nedenleriyle Libya uluslararası oyuncu olarak kabul
edilemezdi. ABD vatandaşlarının Libya ile her türlü ilişkisi
yasaklandı.
1981’de
doğalgaz bulunan Sirte Körfezi’nin uluslararası sular olduğu
tartışması üzerine, iki Libya Su-22 savaş uçağı, körfezde
bulunan uçak gemisinden kalkan iki Amerikan F-14 savaş uçağı
tarafından düşürüldü. 1982’de ABD Libya’dan petrol alımını
ve Libya’ya ABD petrol sanayi ürünlerinin ihracını durdurdu.
Avrupa bu önlemlere katılmadı. ABD 1986’da
Sirte Körfezi’ndeki Libya devriye gemilerine tekrar saldırdı.
Almanya’da Amerikan askerlerinin devam ettiği gece kulübüne
saldırıyla ilişkilendirdiği Libya’yı cezalandırmak için,
Trablusgarp ve Bingazi’ye yapılan hava saldırılarında
Kaddafi’nin kızı dâhil, 60 sivil öldü. Sarayındaki Kaddafi
ölümden kurtuldu. Daha sonra, Almanya’daki saldırının İsrail
tarafından düzenlendiği ortaya çıktı.
1988
Lockerbie uçak düşürme faciası gerekçesiyle ABD ve Birleşmiş
Milletler 1990'lı yıllardan itibaren Libya’ya
ambargo uyguladı.
1992
yılında Kaddafi Libya’yı 1.500 mahalleye böldü. Mahallelerin
her biri kendi bütçesini, düzenleme ve uygulama yetkisini aldı.
Kaddafi Yeşil Kitap’ta hem siyasette hem de ekonomide İslam’ın
temellerine geri dönmek için kapitalizmi ve komünizmi
reddeden Üçüncü Evrensel Teoriyi savunuyordu.
1995
Mısır-Libya-Nijerya gezisinde Kaddafi Başbakan
Erbakan’ı çadırda azarladı. “Niye sen CIA'ya hizmet
eden bir kadınla işbirliği yapıyorsun?” diyerek…
Birleşmiş
Milletler yaptırımları sonunda maruz kaldığı
uluslararası izolasyonun olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için,
Kaddafi, ABD ve İngiltere’nin Lockerbie sorumlularının
yargılanması teklifini kabul ederek 1999’da şüphelileri
Hollanda’da kurulan İskoçya mahkemesine teslim etti. Libya’ya
yaptırımlar kaldırılmaya başladı. Libya 2003’te uçak
faciasında hayatlarını kaybeden 270 kurbanın ailelerine 2,7
milyar dolar tazminat ödedi. Kaddafi kitle imha
silahları geliştirme gayretlerini sonlandırdığını ve terörü
reddettiğini açıkladı, Batı ülkeleriyle ilişkileri düzeltmek
için önemli hamleler yaptı. ABD 2006’da
Libya’yı terörü destekleyen ülke listesinden çıkardı ve
2007’de BM Güvenlik Konseyi üyeliğine
seçildi.
2008
yılında Bingazi’de toplanan 200’den fazla Afrika kralı ve
yöneticisi, Kaddafi’ye “Afrika Krallarının Kralı” unvanını
verdi.
2011’de,
Tunus ve Mısır’da yönetim karşıtı protestoların ardından
Libya’da da muhalif güçler harekete geçti ve Kaddafi rejimine
başkaldırdı. Libya’da petrol
ve
doğalgaz
gelirinin
tabana yayılmaması ve hızla liberal ekonomiye geçişin sosyal
harcamaları kısıtlaması halkın sokaklara dökülmesinde
tetikleyici bir rol oynadı. Ayaklananlar Doğu Libya’da kontrolü
ele geçirdi. Fransa ayaklananların ilan ettiği Geçici Ulusal
Konsey’i tanıdığını açıkladı. BM Güvenlik Konseyi'nin
kararına
dayanarak ABD
önderliğindeki, İngiltere, Fransa, İtalya ve Kanada koalisyonu,
Libya’ya karşı havadan ve denizden büyük bir askeri operasyon
başlattı. Gerekçesi, halka baskı ve şiddet uygulanması ile
Libya'nın BM
kararlarına
riayet etmemesi idi. Muhalifler başkent Trablusgarp’a girdi, Libya
Geçici Ulusal Konseyi yönetime geldi. 42 yıldır ülkeyi dikta
rejimiyle yöneten Kaddafi, saklandığı bir geçitte isyancılar
tarafından yakalanarak linç edildi. Bu arada, Libya Merkez
Bankası’na ait ABD ve İngiliz bankalarında yatan 150 milyar
dolar
donduruldu.
Temmuz
2012’de ilk meclis seçimleri yapıldı, Geçici Ulusal Konsey’in
yerine milli meclis kuruldu. Seçimleri Mahmud Cibril liderliğindeki
Ulusal Güçler İttifakı kazandı. Liberal olarak nitelenen ittifak
200 sandalyeli mecliste, siyasî partilere ayrılan 80 sandalyelik
kontenjanın 39’unu kazandı. Müslüman Kardeşler hareketi
ise 17 sandalye ile ikinci sırada yer aldı. Geçici hükümet ve
anayasa çalışmaları başladı.
Cihatçı
Selefiler dinsiz saydığı Sufi
camilerine, mezarlarına ve tarihi eserlere saldırılara
başladı. Eylül 2012'de El Kaide bağlantılı
Cihatçı Selefiler ABD Libya Büyükelçisi
Christopher Stevens'ı makamında öldürdü. Stevens terör
organizasyonların çıkardığı petrolün dağıtımını,
silah trafiğini ve bölgedeki CIA faaliyetlerini
denetliyordu. Stevens’in, CIA'ya bağlı
cihatçılar tarafından öldürüldüğü iddia
edildi. Aslında ABD hem Stevens'ı susturmuş, hem de Libya'ya
saldırılar için gerekli 'savaş nedenini' sağlamıştı. Bir
başka iddiaya göre, Ortadoğu ve Afrika'nın tasarım merkezi
Bingazi'ydi. 20 yıllık planın tüm detayları Stevens'ın özel
gizli kasasındaydı. Bölgedeki tüm CIA ajanlarının
ve ABD'ye çalışan ajanların listesi o özel bölmedeydi. Baskına
gelenler Fransız istihbaratıydı. Stevens'ın öldürülmesinden
sonra bu belgeleri aldılar. Fransa'nın büyük istihbarat
operasyonuydu.
Ekim
2012’de başbakan seçilen, insan hakları avukatı Ali Zeydan,
yasadışı petrol kaçakçılığını önleyemediği için 2014’te
azledildi. Yerine gelen Abdullah al-Thani krallığın geri
getirilmesi için yoklamalar yaptı. Başarısız oldu. Aynı yıl
yapılan seçimler şiddet olaylarıyla gölgelendi. Laikler ve
liberaller, Müslüman Kardeşlerin şaşırmasına neden olan bir
başarı kazandılar. Cihatçı selefi İslamcılar
milli meclis yerine geçecek olan Temsilciler Konseyi'ni
tanımadıklarını açıkladılar, silahlı taraftarları başkent
Trablusgarp’ı işgal etti. Yeni seçilen Temsilciler Konseyi Mısır
sınırına yakın Tobruk’a kaçmak zorunda kaldı. Libya Anayasa
Mahkemesi son genel seçimleri geçersiz sayıp Tobruk'taki hükümeti
feshetti.
Cihatçı
selefi İslamcılar IŞİD adına
Derne’den sonra, 2015’te Sirte’yi ele geçirdiler.
Mısır, Tobruk hükümetini desteklemek için IŞİD üzerine hava
saldırıları düzenledi. Trablusgarp ve Tobruk’ta ortaya çıkan
iki meclisin arasını bulmak için düzenlenen barış görüşmelerine
İslamcılar katılmadı. BM devreye
girdi ve sorunların görüşme yoluyla çözümü için çalışmalara
başladı. Bu arada Libya’da terör tırmandı. Yabancı
temsilciliklerin çoğu Libya’dan ayrılınca ve yabancı hava
yolları Libya’ya seferlerini durdurunca petrol üretimi
yarı yarıya indi ve devlet organları felç oldu. Ülke iflasın
eşiğine geldi.
Libya’daki
çekişme dört cephede yaşanıyor. Doğu cephesi:
Libya Temsilciler Konseyi'nin ve emekli general Hafter güçlerinin
merkezi. Ülkenin doğusunun ayrılmasını ve federasyonu savunuyor.
Rusya Hafter'i desteklemek için özel kuvvetler askerleri ve
insansız hava araçlarından oluşan bir birliği burada
konuşlandırdı. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa da
destek veriyor.Batı Cephesi, meclisin, merkez bankasının ve devlet
bakanlıklarının bulunduğu başkent Trablusgarp merkezlidir. ABD,
Birleşmiş Milletler destekli, İslamcı Libya Şafağı Koalisyonu
kontrolündeki Ulusal Antaşma Hükümeti'ni destekliyor. Üçüncü
Kuvvet milisleri askeri gücü oluşturuyor. Derne Cephesi: Ensar
Şeria, Ensar IŞİD ve İslam Gençliği Şûra
Meclisi gibi şiddet yanlısı İslamcıların kalesi
sayılıyor. Libya’nın güneyinde sınır bölgelerindeki
kaçakçılık ve ticaret yolları etrafındaki nüfuz kapma yarışı
sebebiyle birçok kabile çekişme yaşıyor.
1951’de
bağımsız krallığını ilân eden Libya Batı yanlısı
politikalar izledi. 1959 yılında petrol rezervlerinin bulunmasıyla
zenginleşiverdi. Mısır’da başlayan Arap milliyetçiliği akımı
Libya’yı da etkiledi. 1966’da İngiliz birliklerinin çoğu
ülkeyi terk etti. 1969'da Kaddafi Kralı devirerek Libya Arap
Cumhuriyeti’ni ilân etti. İslam, sosyalizm ve Arap milliyetçiliği
öne çıktı. Petrol gelirlerini dünyadaki terör örgütlerini
desteklemeye ayrırınca, 1981’de ABD'nin hava saldırıları
başladı. ABD ve BM 1990'lı yıllardan itibaren Libya’ya ambargo
uyguladı. Kaddafi 1999’da suçunu kabul edince, aptırımlar
kaldırılmaya başladı. Ama 2011’de, Tunus ve Mısır’da dikta
yönetimi karşıtı protestolar Kaddafi rejimine de sıçradı. ABD
önderliğindeki koalisyon Libya’ya askeri müdahalede bulundu.
Kaddafi linç edildi. 2012 seçimlerini Liberal Ulusal Güçler
İttifakı kazandı. Müslüman Kardeşler ikinci sıradaydı. 2014
seçimlerinde de Laikler ve liberaller başarılıydı. Ama cihatçı
selefi İslamcılar seçilen Temsilciler Konseyi'ni tanımadı ve
başkent Trablusgarp’ı işgal etti. Temsilciler Konseyi Tobruk’a
kaçtı. Libya Anayasa Mahkemesi son genel seçimleri geçersiz sayıp
Tobruk'taki hükümeti feshetti.
6,4
milyon nüfuslu
petrol
zengini
Libya’da ekonomi çöktü. Çatışmalar ve iç kavgalarla ülkenin
bölünmesi yaklaşıyor.
Tunus:
Tunus’un
özerkliği için 1907’de Genç Tunus Partisi kuruldu. 1920’de
Destur adıyla kurulan daha saldırgan bir grup tam bağımsızlık
için çalışmalara başladı. Ama Fransızların baskısıyla sonuç
alamadılar. 1930’larda Habib Burgiba önderliğinde genç
milliyetçi Tunuslular bağımsızlık mücadelesini sürdürdü.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Tunus bir savaş alanı oldu ve
Burgiba Alman işgalindeki Fransa’da hapse atıldı, sonra Almanlar
tarafından Roma’ya getirildi. Tunus bağımsızlık mücadelesini
Almanya ve İtalya lehinde yürütmesi istendi. Bunu reddetti ve
1943’te ülkesine döndü. Müttefiklerin Kuzey Afrika’yı
işgallerinin ardından, bağımsızlık için Fransızlara karşı
mücadeleye başladı. 1952-1954 arasında hapse girdi. Takipçileri
de terörü artırdı. 1954’te Fransa Tunus ve Çin Hindi’ndeki
kolonilerden çekilme kararı aldı. 1955’te Tunus özerklik
kazandı. Burgiba Yeni Destur Partisini tekrar
kurarak mücadelesine devam etti ve 1956 yılında Tunus
bağımsızlığını kazandı. Tunus Cumhuriyetini ilan eden
Burgiba, ilk başbakan oldu. 1957’de yapılan anayasa ile monarşi
kaldırılarak Bey yönetimi son buldu. Burgiba, başbakanlık
görevine cumhurbaşkanlığını ilave etti.
Burgiba
bağımsızlık mücadelesinde öne çıkardığı
İslami unsurlarla yolunu ayırdı, tesettüre
savaş açtı, medreseleri kapattı ve Batı tipi eğitim veren yeni
Tunus Üniversitesine kattı. Fransızcayı birinci eğitim dili
yaptı, İslami eğitim kurumlarına son verdi. Laik eğilimli bir
rejim kurdu. 1960’larda yumuşak sosyalizm uygulamalarını devlet
kontrolü ve tarım kooperatifleri yoluyla sertleştirdi. Bu işe
yaramayınca ılımlı uygulamalara geri döndü.
Fransa
ile ilişkiler genelde iyi oldu. Ama 1961’de Bizerte
limanındaki Fransız garnizonunun kaldırılması yüzünden kısa
bir savaş oldu. 1964’te başlayan yabacıların ellerindeki
toprakların millileştirilmesi yüzünden Fransız yardımı
kesildi. Aynı yıl Tunus’ta petrol bulundu, Burgiba bağlantısız
olduğunu açıkladı, ama Batılı güçlerle ve Arap dünyasıyla
iyi ilişkiler kurdu. İsrail konusunda fazla
sert davranmaktan kaçındı.
Burgiba
reformları vaat ettiği refahı getiremedi. 1960’ların
sonlarında gelişme modelinin meşruluğu tartışılır hale geldi.
Ekonomik durum, eğitimli gençlere iş garantisi veremeyecek kadar
feci haldeydi. Burgiba devriminin başarısızlığını
Tunus’un İslami kimliğinden koparılmasına
bağlayan Müslüman kimlik siyasal nitelik
kazandı. ‘Nahda’nın öncülü olan “İslami
Yöneliş Hareketi” öne çıktı.
Burgiba
1975’te meclis tarafından ömür boyu devlet başkanı
seçildi. Ama yönetimine ilk ciddi tepki 1978 grevleriyle geldi.
Eylemler güçlükle bastırılabildi. Burgiba yönetimi 1980'lerin
başlarında ikinci kez sarsıldı ve 1983'te IMF ile
anlaşma imzaladı. Yapısal uyum planı bahanesiyle ekmek ve irmiğe
zam yapıldı. Binlerce diplomalı işsizin katılmasıyla
protestolar diğer şehirlere yayıldı. Burgiba yönetimi zamları
geri almak zorunda kaldı.
1979’da
Mısır’ın Arap Birliğinden çıkarılmasından sonra, Tunus eski
bakanlarından Chadli Kılibi genel sekreter, Tunus da, Arap
Birliğinin karargâhı oldu. 1982 yılında Lübnan’dan çıkarılan
Filistin Kurtuluş Örgütü mensupları ve Lideri Yaser Arafat
karargâhını Tunus’a taşıdı.
1984
yılında "Ekmek İsyanları" adıyla ülkeye yayılan
protestolarda İslami Yöneliş mensupları büyük
rol oynadı. Tepkiler Burgiba rejimini geri adım atmaya zorladı.
Raşid Gannuşi ve İslami Yöneliş'in mahkûm edilmiş liderleri
cezaevlerinden salıverildi.
1986'da
içişleri bakanlığına, askeri istihbarat eski şeflerinden ve
ulusal güvenlikten sorumlu Zeynel Abidin bin Ali getirildi. Bin Ali,
İslami Yöneliş üzerindeki baskıyı artırdı.
Burgiba hükümetin yetersiz kalması üzerine Bin Ali'yi
başbakanlığa atadı. Hükümete göre, İslami Yöneliş
hareketi İslam devleti kurmak için şiddet
kullanıyor ve İran'dan destek alıyordu. Fransa
da ülkesindeki İslami Yönelişçileri terörist
olmakla suçlayarak Burgiba'ya arka çıktı. Gannuşi ve arkadaşları
hakkında idam cezası isteyen yargılamalar üniversitelerde yeni
protestolara yol açtı. Protestocuların hedefindeki isim
Burgiba'ydı.
84
yaşındaki Burgiba, 1987 senesinde sağlık durumu gerekçe
gösterilerek devlet başkanlığı görevinden alındı, yerine
başbakan Bin Ali geçti. Çoğulcu reformlar vaadinde bulundu. Raşid
Gannuşi ve beş bin muhalif cezaevlerinden salıverildi. Silahlı
eylemlere bulaşmamış siyasi tutuklular affedildi. Sürgündeki
muhaliflerin de ülkelerine dönmelerine izin verildi. İslami
Yöneliş çizgisini daha da demokratikleştirdi.
Partinin adı En Nahda, yani "Diriliş Partisi" olarak
değiştirildi.
1989
seçimlerine altı muhalefet partisi katıldı. Ama Bin Ali oyların
yüzde 99’unu, partisi de meclisteki tüm sandalyeleri aldı. Tek
partili demokrasiyle yönetilen ülkede, insan hakları ihlalleri
eleştirilerine rağmen, belirli bir liberalleşme ve ekonomide köklü
yenilikler başladı. Tunus'un Batı yanlısı dış politikasında
değişiklik olmadı. 1991 Körfez Savaşı sırasında Irak'a
yönelik müttefik saldırılarına karşı çıkması ABD'nin askeri
yardımları kısmasına ve Kuveyt'in yatırımlarını durdurmasına
yol açtı. 1992'de, Cezayir'de İslamcı harekete
karşı düzenlenen ordu destekli darbe Tunus'ta hükümet
çevrelerince hoşnutlukla karşılandı.
1994
seçimlerinde sonuç değişmedi. Ama ortam sertleşti. Muhalefet
liderleri hapse atıldı. Yasadışı ilan edilen En
Nahda Partisi Bin Ali’nin boy hedefi oldu, radikal Müslümanlara
karşı sert tedbirler aldı. Ama Müslüman Kardeşlerle
irtibatlı En Nahda giderek güçlendi.
Bin
Ali 1999 ve 2004 seçimlerinde tekrar cumhurbaşkanlığına seçildi.
Belirgin özelliği demokrasi ve insan hakları olmadı, ama ülkede
istikrar sağladı. Tunus Bey’leri ve kralların yönetiminde
olduğu gibi, siyaset öncelikle kendisine bağlı seçkinlerin
işiydi. İktidarı kaybetmemek için yaptığı anayasa
değişiklikleri ve diğer girişimleri, babadan oğula geçen
saltanatı çağrıştırmaya başlamıştı. Yabancı siyasi
partilerle her türlü ilişkiyi suç sayması da kötü puanlarının
artmasına neden oldu. 1995’te, insan hakları, ifade özgürlüğü
ve kan bağına dayalı uygulamalardan vaz geçme hakkındaki AB
ile imzaladığı uyum anlaşmasını da gözardı
ediyordu.
2000’lerin
başında IMF baskısıyla devasa kamu
kurumlarının özelleştirilmesi başladı. Ancak, özelleştirilenler
Bin Ali ailesi ve yakınlarının kontrolüne geçti. Turizmin
yükselmesiyle birlikte Bin Ali yönetimi arsa piyasasında tek söz
sahibi oldu. Bin Ali’nin eşi Leyla Trabelsi eğitim sektöründen
sorumluydu. Onun eğitim vakfı devletten ücretsiz olarak arsa ve
binaları alıyor, devletin imkanlarıyla altyapı, toplu ulaşım
çalışmalarını yaptırıp özel okul olarak işletiyordu. Bin
Ali’nin en küçük kızıyla evli olan Mervan Mabruk ise finans
sektöründen sorumluydu. Tunus’ta yatırım yapan Fransız
telekomünikasyon şirketleri ve bankaların neredeyse tamamına
ortak olan Mabruk yabancı yatırımcılarla ailenin ilişkilerini
idare ediyordu. Dünya Bankası’nın 2010 tarihli bir raporuna
göre, özel sektör yıllık kârının yüzde 21’i Bin Ali
ailesinin kasasına giriyordu. 15 Milyar Euro’luk kişisel servet
edinmişti. Hiçbir yer altı zenginliği bulunmayan mütevazı Tunus
ekonomisi için olağanüstü bir rakamdı.
2002'de
iktidarını tamamen sağlama aldıktan sonra saray inşa etmeye
başladı. 11 bin metrekarelik alana yaptırdığı 332 odalı sarayı
500 milyon dolara mal olmuştu. Bin Ali ve karısı
ile ailesinden 112 kişinin yaşadığı sarayda hiçbir masraftan
kaçınılmamıştı. Leyla Trabelsi’nin odası altın kaplanmıştı.
7 yaşındaki oğlu Muhammed’in yatağı altından yapılmış,
oyun odası gümüş kaplamayla yapılmış devasa bir salondu. Leyla
Trabelsi’nin kardeşi Belhassen, bir havayolu şirketi, otomobil
fabrikaları, oteller zinciri ve medya kurumlarından oluşan dev bir
holdingin patronuydu. Merkez Bankası’nın yönetim kurulunda yer
alıyordu. Yazlık evi için birinci dereceden arkeolojik alan olan
Kartaca bahçelerini SİT alanı olmaktan çıkarmıştı.
Bin
Ali’nin damadı Şakir El Materi önce Assabah
ve Zitouna medya gruplarını satın almış, sonra bütün medya
sektörünü ele geçirmiş ve iktidarın emrine sokmuştu. Her medya
kurumunda Materi’ye bağlı bir yönetici bulunur ve Bin Ali
aleyhinde haber yayınlanmasını engellerdi.
Bin
Ali rejimi ilk kez 2008'de Gafsa isyanları ile
sarsıldı. Fosfat şirketinin işçi alımlarında ayrımcılık
yapılması nedeniyle başlayan isyanlar 6 ay sürdü. Maden
havzasındaki şehirlerde sıkıyönetim uygulandı, devlet terörü
estirildi. Yüzlerce öğrenci tutuklandı, iki protestocu öldü.
Ağustos
2010'da diplomalı işsizlerin yoğun olduğu Ben Gardane kentinde
sınır ticaretinin yasaklanması üzerine isyan çıktı. 18 Aralık
2010'da yüksek okul mezunu işportacı bir gencin mallarına el
konulmasından sonra kendini yakmasıyla, 60 yıl sonra ilk Arap
devrimi başladı. Otoriter bir yönetim, yolsuzluk, işsizlik,
zengin ile yoksul arasındaki uçurumun büyümesi ve kırsal
bölgelerin tam anlamıyla dışlanması olayları hızlandırdı.
Tunus'un birçok kentindeki gösterilere polis şiddetle karşılık
verdi, SMS mesajları engellendi. Bin Ali içişleri bakanını ve
sonra da hükümeti azletti. Ordunun müdahalesi de sonuç vermedi.
Arap Baharı Tunus’ta halk
hareketi ile diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’yi 23 yıl sonra
devirdi. Bin Ali 14 Ocak 2011'de ülkeyi terk etti. Fransa ve Malta
kabul etmeyince, Kaddafi'nin yardımıyla Suudi Arabistan'a sığındı.
Başbakan Muhammed Alannoshy kendini devlet başkanı ilan etti.
Ekim
2011 seçimlerinde İslamcı En Nahda
Partisi 90 milletvekili ile mecliste ilk sırayı aldı.
Diğer oylar laik 18 farklı partiye dağıldı. En Nahda
başkanlığında bir koalisyon kuruldu. Ama En Nahda
şeriat hükümlerini anayasaya aktarma kararı
aldığında büyük bir dirençle karşılaştı. Tepkiler,
suikastler En Nahda'nın iktidardan çekilmesine
neden oldu. Solcu liderlerden Şükrü Belayi'nin öldürülmesi
üzerine hükümet düştü ve Raşid Gannuşi liderliğindeki En
Nahda başbakanlığın kendisinde kalması
şartıyla bir teknokratlar hükümeti kurmayı kabul etti. Temmuz
2013'te muhalif lider Muhammed Brahmi'nin öldürülmesi üzerine bu
hükümet de düştü. Nahda'nın selefileri desteklediği
ve Ensarüşşeria adlı örgütün büyümesine
yardımcı olduğu iddiaları muhalefetin en önemli propaganda aracı
haline geldi. Cihatçı selefiler kadınlara, laiklere, medya
mensuplarına, dini azınlıklara, öğretmenlere ve sivil toplum
kuruluşu üyelerine taciz, gözdağı ve saldırılarda bulundu.
Ardarda
gelen siyasi krizleri çözmek amacıyla, Eylül 2013’te Ulusal
Diyalog Müzakereleri sonucunda, iktidarın seçilmişlerden
teknokratlara devredilmesi kararı çıktı ve En Nahda
iktidarı teknokrat hükümete devretti. 10 Ocak 2014’te
Cumhurbaşkanı Marzuki, Teknokrat Sanayi Bakanı Mehdi Cuma’yı
yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi. Anlaşma zeminin
bulunmasının bir nedeni de Mısır’daki Müslüman Kardeşler
iktidarına yapılan Temmuz 2013 darbesiydi.
24
Ekim 2014'te ilk demokratik seçimler yapıldı. 85 milletvekili
çıkaran Nida Tunus (Tunus’un Sesi) Partisi Milletvekili Muhammed
Nasır, meclis başkanı oldu. 69 milletvekili çıkaran İslamcı
En Nahda Hareketi kurucu
liderlerinden Abdülfettah Moro meclis başkan yardımcısı
oldu. Aralık ayında Nida Tunus Partisi'nin lideri 88 yaşındaki
El-Baci Kaid es-Sibsi cumhurbaşkanlığına seçildi.
Haziran
2015'te Susa kentinde bir otelin plajına saldırı düzenlendi, 30'u
İngiliz, 38 turist öldürüldü. IŞİD'in üstlendiği saldırının
ardından Tunus yönetimi, terörle mücadele kapsamında devletin
kontrolünde olmayan 80 caminin kapatılmasının yanı sıra
turistik yerlerin güvenliğinin sağlanması için yedek askerlerin
göreve çağrılmasını da içeren bir dizi karar aldı.
Cumhurbaşkanı 4 Temmuz'da bir ay süreli olağanüstü hal ilan
etti, sonra iki ay daha uzattı.
Tunus
Arap Baharı badiresini alnının
akıyla atlatan tek ülkeydi. 2014 seçiminden birinci güç çıkan
laiklerle, AKP’nin Tunus versiyonu En Nahda koalisyon
çatısında yan yana gelebildiler. Tunus’un şeriata
dayanmayan laik bir anayasası var, Cumhurbaşkanı da
laik. Cihatçı selefiler ve IŞİD böyle bir
ülkeyi hedef alarak demokrasi içinde hayata geçirilen bir
“İslamcı-laik ittifakına” geçit
vermeyeceği mesajını iletiyor.
11
Ekim 2015’te Tunus demokrasisine Nobel Barış Ödülü verildi.
Yasemin Devrimi’nin ardından çoğulcu demokrasinin tesisine
katkılarından ötürü Tunus’un sivil toplum platformuna büyük
ödül layık görüldü. Ulusal Diyalog Dörtlüsü diye bilinen ve
Tunus’un TÜSİAD’ını, DİSK’ini, insan hakları platformu,
barolar birliğini yan yana getiren bu çok katmanlı sivil toplum
örgütlenmesine; ülkeyi iç savaşın eşiğinden çevirdiği ve
alternatif, barışçıl bir siyasi süreç oluşturduğu,
özgürlükleri garantiye alan anayasal sisteme katkı sağladığı
için ödül tahsis edildi. Ama bir ay sonra, liberal ve laik
çizgideki iktidar partisi Nida yönetimindeki anlaşmazlık partinin
ikiye bölünmesine neden oldu. 32 milletvekili ayrıldı. Partinin
parlamentoda çoğunluğu yitirmesiyle hükümet sallantıya
girerken, En Nahda Hareketi’ne
iktidar yolu yeniden açıldı.
Tunus,
Libya’da siyasi çözümü destekliyor, zira güvenlik, ekonomik ve
sosyal açıdan Libya’da askeri çözümün sonuçlarını
kaldıramaz. Tunus ayrıca Libya ile 500 km uzunluğunda ortak sınıra
sahip ve ülkesinde bir milyondan fazla Libyalı sığınmacı
barındırıyor; bu nedenle Libya’daki karışıklıkların yükünü
güvenlik açısından kaldırması mümkün değil.
Bin
Ali’nin ülkeyi terk etmesinin ardından Tunus
yargısı özel bir heyet kurarak ailenin mülk ve hesaplarına el
koymaya başladı. Devrim olduktan sonra Bin Ali’nin sarayından
nakit 20 milyon dolar çıkmıştı. Ancak, bu
rakam Bin Ali’nin servetinin ‘sıfırlanamayan’ kısmıydı.
Zira aile 15 milyar Euro’luk servetinin büyük
bir çoğunluğunu yurtdışına kaçırdı. Leyla Bin Ali’nin
Tunus’tan kaçarken 1,5 ton altın kaçırdığı
biliniyor.
Kayınbiraderi
Belhassen, kendisini öldürmek isteyen askerlerin elinden özel
teknesine binerek kaçtı. O günden bu yana Kanada’nın Montreal
şehrine yerleşen Belhassen lüks hayatına gözlerden uzak devam
ediyor. Hakkında 20 yıl hapis kararı olan damat Materi servetinin
büyük kısmını kurtardı ve bugün Seyşel adasında büyük bir
villada ailesiyle yaşıyor. Bin Ali ailesinin servetinin büyük
kısmı sayısız offshore hesaplara dağıtılmıştı ve Tunus
yargısı paranın büyük kısmına ulaşamadı. Bu servetinin ancak
yüzde 10'unun Tunus halkına geri döndüğü tahmin ediliyor.
İngiliz
gizli servisinin de, Hüsnü Mübarek, Zeynel Abidin Bin
Ali ve Beşar Esad'ın para transferlerini organize etmekle görevli
olduğu iddia ediliyor. İsrail kaynaklarına
göre Bin Ali, Avrupa bankalarında bulunan servetini, ülkeden
kaçmadan önce, üçüncü bir tarafın bu servete dokunamayacağı
kendisine garanti veren Suudi Arabistan ve BAE’ye transfer etmişti.
1956
yılında bağımsızlığını kazanıp cumhuriyeti ilan eden
Burgiba laik bir rejim kurdu. Bağlantısızdı ama Batı ve Arap
dünyasıyla iyi ilişkileri vardı. İsrail konusunda fazla sert
olmadı. 1964’te bulunan petrol refahı getiremedi. Kötü ekonomi
İslami Yöneliş Hareketi'ni öne çıkarınca baskılar arttı.
1984 yılında ülkeye yayılan protestolar sonunda, İslami
Yöneliş'in liderleri cezaevlerinden salıverildi. 1987'de yeni
lider olan Bin Ali, İslami Yöneliş üzerindeki baskıyı tekrar
artırdı. En Nahda adını alan Müslüman Kardeşler hareketi,
izleyen bütün seçimlerde Bin Ali'ye karşı yenik çıktı.
2000’lerin başında IMF baskısıyla devasa kamu kurumlarının
özelleştirilmesi sadece Bin Ali ve yakınlarının servetlerini
artırmaya yaradı. 2008 isyanlarını 2010 Arap Baharı ayaklanması
izledi. Bin Ali ülkeyi terk etti. 2011 seçimlerinde En Nahda
Partisi ilk sırayı aldı. Ama şeriat hükümlerini anayasaya
aktarma kararı aldığında büyük bir dirençle karşılaştı,
iktidardan çekilmek zorunda kaldı. Cihatçı selefiler ortaya
çıktı. 2014 seçiminden birinci güç çıkan laiklerle, En Nahda
koalisyon çatısında yan yana gelebildi. Ülke rahatladı. Nisan
2017’de, İslamcı olmayan 10 parti En Nahda’ya karşı ortak
siyasi cephe kurdu.
11,5
milyon nüfuslu
Tunus
kilit
öneme sahip. Akdeniz’de Doğu ve Batı uygarlığının dikiş
attığı bir yer olarak, Avrupa’yı, Afrika’yı ve Orta Doğu’yu
etkiliyor. İslamcı
olmayanlar
hala cihatçı selefilerin
teröründen
ve Müslüman Kardeşler’in
uzantısı
En Nahda
Partisi’nin
bürokrasiyi ele geçirmesinden korkuyor.
Cezayir:
Birinci
Dünya Savaşı döneminde Cezayir’de Fransız
yönetimine karşı yeni bir İslami önderler
nesli ortaya çıktı ve 1930’lara kadar erginliğe ulaştı.
Ulusal Özgürlük Cephesi (FLN) ve Cezayir Ulusal Hareketi ortaya
çıktı. 1933-1936 arası artan sosyal, siyasal ve ekonomik krizler
protestolara yol açtı. Hükümet daha fazla baskı yaptı. İkinci
Dünya Savaşı sırasında Cezayirli Müslümanlar Ferhat
Abbas önderliğinde Fransız yönetimine karşı eylemlere başladı.
1945 yılındaki protesto yürüyüşünü kontrol etmek isteyen
Fransız ordusu 45 bine yakın Cezayirliyi öldürdü. Artık barışçı
yöntemlerle bağımsızlığın kazanılamayacağı anlaşılmıştı.
Cezayir'
de bağımsızlık için silahlı mücadele 1954’te
başlatıldı. Cezayir halkı Fransızlara karşı silahlı
ayaklanmaya çağrıldı. Ahmet Bin Bella’nın kurduğu özel örgüt
silahlı mücadeleyi tüm ülkeye yaydı. Sömürge yönetimi 1955'
de olağanüstü hal ilan etti. 19 Eylül 1958’de Kahire’de
toplanan Cezayir ileri gelenleri bağımsız Cezayir Cumhuriyetini
ilan ederek Ferhat Abbas’ın başkanlığında bir hükumet kurdu.
Sekiz yıllık silahlı mücadele sonunda ateşkes ilan edildi. 1
Temmuz 1962 tarihinde yapılan referandumda % 91 bağımsızlık
lehinde oy kullandı. Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti adıyla
bağımsızlık ilan edildi, Fransa çekildi. 132 yıl süren Fransız
sömürgeciliği sona erdi.
1963
referandumuyla yeni Cezayir anayasası kabul edilidi, sosyalist
eğilimli asker ve devrimci Ahmed bin Bella beş
yıllığına devlet başkanlığına seçildi. Anayasaya göre,
savunma bakanı ve istihbarat başkanı olarak ta görev yapacaktı.
Bin Bella bütçenin çeyreğini eğitime ayırdı. Kalkınma için
nitelikli insana ihtiyaç olduğunu biliyordu. Tarım reformu ile
Fransız yerleşimcilerin büyük topraklarını kamulaştırıp
halka dağıttı. Özyönetimi geliştirmek ve yerel yönetimlerin
etkinliğini arttırmaya çalıştı.
Bin
Bella İsrail devletini hiçbir zaman meşru kabul etmedi.
Filistin’den de Yahudilerin çıkarılabilmesi için gayret
gösterdi. Fransa ile ilişkileri belli düzeyde sürdürdü. Afrika
ve Asya antiemperyalist birliği için çalıştı. Fas ile demir
cevheri yatakları yüzünden çıkan sınır savaşı Afrika Birliği
Örgütü’nün müdahalesiyle kısa sürede son buldu. Zamanla
artan diktatörlük eğilimi nedeniyle, yönetimine karşı muhalefet
başladı. Muhalefet lideri, eski gerilla, Hocine Eyt Ahmed meclisi
terk etti. Bin Bella rejimini zorla devirmek için, Sosyalist Güçler
Cephesi (FFS) adında gizli bir direniş hareketi kurdu. Çıkan
çatışmaları ordu bastırdı ve Eyt-Ahmed ölüm cezasına
çarptırıldı, sonra cezası ömür boyu hapse çevrildi. 1964’de
Albay Şâbanî’nin başını çektiği isyanı bastırdı.
Ekonomik başarısızlık gerekçesiyle, Bin Bella, Savunma Bakanı
33 yaşındaki Hüvari Bumedyen'in 1965 askeri darbesiyle görevden
uzaklaştırıldı ve yargılanmaksızın hapsedildi.
Bumedyen
anayasayı yürürlükten kaldırarak meclisin çalışmalarını
askıya aldı. Siyasal güç askerlerin ağırlıkta olduğu Devrim
Konseyi’ne geçti. FLN’yi tek parti rejiminin devlet
partisi haline dönüştürdü. Eyt Ahmed 1966’da
cezaevinden kaçtı ve İsviçre’ye yerleşti. FFS yeraltı
çalışmalarını sürdürdü. 1967’de karşı darbe ve 1968’de
suikast girişimi sonrası, Bumedyen gücü kendinde topladı ve
otoriter yönetime başladı. Bin Bella Nasır’a yakın bir siyaset
izliyordu. Çevresinde çok sayıda Mısırlı danışman vardı.
Küba ve Çin'in saygınlığı da çok yüksekti. Bumedyen başa
geçtikten sonra bu duruma son verdi. Arapların Filistin
politikasını destekledi. Devleti yeniden örgütlemek, siyasi
bağımsızlığı ulusal kaynaklar üzerinde egemenlik kurarak
pekiştirmek, ülke ekonomisini güçlendirmek ve kültürel
bağımsızlığı sağlamak için 1970’li yıllarda sanayi
devrimi, tarım devrimi, kültür devrimine ağırlık verdi. Petrol
sanayiini, temel sanayi işletmelerini kamulaştırdı ve ağır
sanayii kurmayı amaçladı. Köklü bir toprak reformuna girişti.
Fransız kültürüne karşı Araplaşma ve özüne dönme
kampanyaları yürüttü. Üçüncü Dünyanın zengin ülkeler
karşısında ortak hareketini savundu. 1975’te Fas’ın Batı
Sahra’yı ilhak etme girişimiyle ilişkiler yeniden bozuldu.
Cezayir ilhaka karşı direnen Polisario gerillalarına verdiği
desteği sürdürdü. Yıllarca süren tartışmalar sonunda 1976
anayasası ilan edildi ve yapılan seçimde yüzde 95 oy alan
Bumedyen devlet başkanı seçildi. Ancak iki yıl sonra 46 yaşında
ölünce, FLN yeni lider olarak 49 yaşındaki Albay Şadli
Bencedid’i seçti.
Bencedid
FLN içinde uzlaşma yerine iktidara tek başına egemen oldu. FLN’de
ordu egemenliğini kurdu. İç politikada serbestlik getirdi,
ekonomide katı devletçilik ve kooperatifçilik politikalarını
bıraktı. Dış iktisadi ilişkilerde Batı’ya yaklaştı. Fas
Kralı II. Hasan ve Tunus Cumhurbaşkanı Burgiba ile Büyük Magrip
Federasyonu için çaba gösterdi. 1984’te ikinci kez cumhurbaşkanı
seçildi. Araplaştırma politikasına karşı Berberilerden
kaynaklanan tepkilerin yanı sıra, ülkede bir İslami
düzenin kurulmasını isteyen dinsel muhalefet ciddi
boyutlara ulaştı. 1985’te Londra’da,
FFS’nin yurtdışına kaçan lideri Ait-Ahmed ve Bin Bella FLN’ye
karşı birleşik cephe kurduklarını ilan ettiler. Aynı yıl,
Başbakan Turgut Özal 1958 yılında Cezayir’in bağımsızlığı
konusunda Birleşmiş Milletler’de yapılan
oylamada Türkiye’nin çekimser oy kullanması nedeniyle, özrünü
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına” dile getirdi. 1950-1960
arasındaki Adnan Menderes Hükûmeti, Fransa’nın Cezayir’de
yürüttüğü ve yüzbinlerce hayata mal olan kanlı savaşları
konusunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu‘nda yapılan her
oylamada Fransa’nın yanında yer almıştı.
Bencedid
1988 seçimlerini de kazandı. Cezayir’de 1980’lerin
başından itibaren güçlenen İslamcı akımlar
dikkat çekmeye başlıyordu. 1988’de yoksulluk ve zamlar yüzünden
başlayan, söylentilerle büyük şehirlere yayılan halk
ayaklanmaları sırasında yüzlerce kişi hayatını kaybetti.
Bundan sonra yeni anayasa kabul edildi. 1989’da FLN dışındaki
siyasi kuruluşlara izin verildi. Ordu siyasetten uzaklaştırıldı.
Sosyalist ekonomiye son verildi, grev hakkı tanındı. FFS’nin
lideri Eyt Ahmed Cezayir’e geldi.
1990
belediye seçimlerinde ve 1991 genel seçimlerin ilk turunda, İran
tarzı bir İslami yönetimi savunan
İslami Selamet Cephesi (FIS)
oyların % 56'sını alarak birinci çıktı. FFS ikinci parti oldu.
İktidardaki FLN üçüncü sıraya düştü. Bunun üzerine ülkedeki
laik güçler demokrasinin korunması için harekete geçti. Cezayir
şehrindeki gösterilere 1,3 milyon kişi katıldı. Bu gelişmeye
karşın demokratikleşmeyi sürdürmekten yana
olan Bencedid Ocak 1992’de ikinci turdan birkaç gün önce devlet
başkanlığından istifa etti. Ardından Yüksek Devlet Konseyi
seçimleri iptal ederek yönetime el koydu. Bütün yetkiler Yüksek
Devlet Konseyi’nin elinde toplandı. FIS kapatıldı
ve taraftarları tutuklandı. Devlet başkanlığını üstlenen
Muhammed Budiaf’ın Haziran 1992’de koruma subaylarından biri
tarafından suikast sonucunda ölmesi siyasal bunalımı daha da
artırdı. Seçimler iptal edildi, FIS yasaklandı ve pek çok üyesi
tutuklandı. Bunun üzerine, ordu destekli hükümet ile yeraltına
çekilerek silahlanan pek çok İslamcı grup
arasında kanlı bir iç savaş başladı. 1992-1999 yılları
arasında 150 bin kişinin öldüğü tahmin edilen iç savaşın
ardından, 1999 yılında, FLN yönetiminde 16 yıl dışişleri
bakanlığı yapan 62 yaşındaki Abdülaziz Buteflika ordunun
desteğiyle Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı. Tekrar tek parti
yönetimi başladı.
Cezayir’de
İslamcı gruplarla hükümet
arasında yaşanan iç savaş 2002 yılında hükümet güçlerinin
Cezayir’e hâkim olmasıyla bitirildi. Buteflika ülkede
huzuru geri getirmek ve uluslararası saygınlığı kazanabilmek
için, cinayet, ırza geçmek ve bombalama eylemlerine katılmayanlara
af getirilmesiyle uzlaşma zemini aradı. Ekonomik ve altyapı
projelerini hızlandırdı. Mağrip ve Akdeniz’de birlik
kurulmasına öncülük etti. Cezayir’in Afrika lideri olmasına
çalıştı. Fransa ile bozulan ilişkileri düzeltti. Terörizme
savaş açtı. Bu çabaları sonucu, 2004’te, ordunun karışmadığı,
altı adaylı seçimi kazandı.
Buteflika
2009 yılında üçüncü dönem devlet başkanlığı
yapmasına olanak tanıması için anayasayı değiştirdi. Bununla
birlikte iyileştirme programı tüm İslamcıların
desteğini alamadı. FIS silahlı
kanadı önerileri kabul etti, fakat Cihatçı Selefi Grubu
GSPC uzlaşıyı reddetti ve bölgedeki aktif El Kaide
saflarına katıldı.
Bunlar,
2011 başındaki çatışmaları önleyemedi. 19 yıldır süren
olağanüstü hal döneminde, halkla hükümet arasında büyük bir
uçurum oluşmuştu ve ülkedeki aşırı kanatlar güçleniyordu.
Protestolar Tunus’un ardından Cezayir’de de hızla yayılıyordu.
Ama Buteflika vatandaşlarına reform sözü verdi ve ülkedeki
düzeni korumayı başardı. Cezayir’de istikrar isteyenlerin
gözüne bir kez daha girdi. Mayıs 2012 seçimlerini 50 yıldır
iktidarda bulunan FLN kazandı. Koalisyon ortağı Ulusal Demokratik
Toplum Partisi ikinci parti oldu. İslami eğilimli
partiler 47 koltukla üçüncü oldu. Seçim sonuçları bölgede
esen reform rüzgârlarına rağmen mevcut durumu koruyordu.
15
yıldır ülkeyi yöneten, kısmi felç geçiren 77 yaşındaki
Buteflika enflasyondan kaynaklanan toplumsal gerilimin arttığı
2014 seçimlerini tekrar kazandı. 1990’lardaki yıkıcı iç
savaşı sona erdirmede ve 2011’deki Arap Baharını atlatmaktaki
gösterdiği başarı arkasındaydı. Ordunun baskısı altında
yürüyen sisteme itiraz eden İslamcılar seçimi
boykot ettiler. DEAŞ'a bağlı El-Guraba Tugayları ve Hilafetin
Askerleri örgütleri ülkede teröre devam ediyor. 2016'da 125
terörist öldürüldü, 225 terörist yakalandı.
2016’da
basına, azınlıklara, muhalefete, gençlere ve kadınlara
özgürlükleri artıran anayasa değişiklikleri kabul edildi.
Yolsuzluk ve enerji kaynaklı ekonomik güçlükler nedeniyle
seçmenlerin sadece yüzde 43’ünün oy kullandığı 2017
seçimlerinde, 20 yıldır cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan 80
yaşındaki Buteflika liderliğindeki FLN 462 sandalyeli mecliste 220
sandalyeden 164 sandalyeye geriledi. Buteflika yanlısı partilerden
Ulusal Demokratik Birlik 97 sandalye ile seçimi ikinci sırada
tamamladı. 34 sandalye kazanan İslamcılar ise yeni hükümete
ortak olmayı reddetti.
Yüzde
15’ini Berberilerin oluşturduğu, 41 milyon nüfuslu
Cezayir
Petrol İhraç Eden Ülkeler, OPEC üyesidir ve gaz rezervleri
açısından 2010 verilerine göre Afrika’da ikinci, Ortadoğu’da
dördüncü, dünyada onuncu sıradadır. Ülke petrol ekonomisinden
üretim ekonomisine ve aşamalı olarak demokratik bir yönetim
biçimine geçişin sancılarını çekiyor.
1930’larda
Fransız yönetimine karşı mücadeleye başlayan Ulusal Özgürlük
Cephesi (FLN) 30 yıl sonra ülkenin bağımsızlığını kazandı.
İzleyen 60 yılda da, subayların önderliğinde, sosyokültürel
açıdan Fransız etkisi devam eden Cezayir'in yönetiminde kalmayı
başardı. 1970'lerdeki sosyalist eğilimli yaklaşım, sanayi, tarım
ve kültür devrimleri başarılı olamadı. Sonra, katı devletçilik
ve kooperatifçilik terk edildi, Batı’ya yaklaşıldı. 1980’lerin
başından itibaren İslamcı akımlar güçlendi ve 1991
seçimlerinde oyların % 56'sını alarak birinci oldu. Ardından bir
darbeyle sistem dışına itildiler ve 2002'ye kadar süren iç savaş
başladı. Günümüze kadar gelen Buteflika yönetimi kısmen huzuru
sağladı. Cihatçı Selefiler ise terörü devam ettiriyor.
Osmanlı
sonrasını özetlediğim, Batı'nın Orta Doğu'sunun yüz yılına
bakıyorum. İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar başrolde
İngilizler var. Fransızlar ikinci sırada yer alıyor. Onlar iki
büyük savaş sonrasında güçlerini yitirince, Arap ülkeleri
manda yönetimlerinden kurtulup bağımsız oluyor. Bundan sonra
İngilizlerin ve Fransızların yerlerini ABD alıyor. Bağımsız
Arap ülkeleri askerlerin yönetiminde milliyetçi, sosyalist, Batı
karşıtı hatta Sovyet yanlısı tek partili düzene geçiyorlar.
1948'de
İsrail'in kurulmasından sonra, 1967'de ve 1973'teki savaşlarda
başarısız olan Araplar, Filistin konusunda da yetersiz kalıyorlar.
Petrol zengini olanlar dahil, yeterli ekonomik, askeri, sosyal ve
kültürel gelişmeyi sağlayamıyorlar. 1979 İran İslam Devrimi
sonrasında, Arap milliyetçiliğinin inişe geçtiği Orta Doğu'da
İslamcılık öne çıkıyor. Aynı dönemde çökmeye başlayan
Sovyet sistemi, ABD'yi bölgenin tek patronu yapıyor. Orta Doğu’da
İsrail lehine bir sistem kurulması için engel kalmıyor. Irak üçe
bölünme tehdidi altında. Hatay'da ve Lübnan’da gözü olan
Suriye fiilen dört parçaya bölünmüş durumda. Kürtler
devletleşme yolunda hızlanıyor. Lübnan azınlığa düşen eski
patron Katolik Marunîlerin güvenliği için bölünebilir.
Krallığını kurtarmaya çalışan Ürdün Irak ve Suriye’deki iç
savaşın ateşinin üzerine sıçraması kabusuyla yaşıyor.
Silahlı mücadeleden yorularak ABD ve İsrail'e yanaşmaya başlayan
Filistinliler hala devletsiz. İslamcıların etkisinin arttığı
Mısır, Batı'nın desteği ve askeri güç ile ayakta durmaya
çalışıyor. Saltanatını korumayı herşeyin önüne çıkaran
Suudi Arabistan, İran tehdidi kadar ABD'nin desteğini kaybetmekten
korkmaktadır. Petrol ekonomisi çöken Libya’nın üçe bölünmesi
yaklaşıyor. Tunus Arap baharı'nı atlattı ama İslamcıların
devleti ele geçirmesinden korkuyor. Cezayir İslamcılar ve hükümet
arasında 10 yıl süren iç savaştan sonra kısmen huzuru sağladı.
ABD'ye
ilave olarak bölgeye geri gelen İngiltere, Fransa, Almanya ile
Şiileri destekleyen Rusya İran ekseni, da "Yeni Büyük Oyun"
ya da "Yeni Doğu Sorunu" denklemine dahil oluyor.
Bölgeden
yüzyıllarca önce kovulan Hristiyanlık Protestan ağırlıklı
yeni haçlı seferleriyle geri geldi. Dört yüzyıllık Osmanlı
barışını cehennemle değiştirdi. Öne çıkardığı Yahudilere
kalkan oldu. Kürtleri de koç başı yaptı. Sünni-Şii savaşını
körüklüyor. Perde arkasında yarattıkları ve destekledikleri
cihatçı selefiler ile tüm bölgede ve Avrupa'da estirdikleri terör
rüzgarıyla zavallı İslam dünyasını katillerle aynı kefeye
dolduruyor.
Getirilmesi
beklenen barış, kardeşlik, eşitlik, demokrasi, insan hakları
yerlerde sürünüyor.
Avrupa
Birliği sınıfta kaldı. Büyük Orta Doğu Projesi de çok kötü
notlara sahip.