Altın
Çağ’dan Orta Doğu Kaosuna (II)
Mayıs 2017
Şaban
Recai Öztürk
Türklerin
Orta Doğu’su:
1037-1194
arasında 150 yıldan fazla hüküm süren Türk sultanlarının
yönetimindeki Büyük Selçuklu İmparatorluğu Orta Doğu’nun
büyük kısmına egemen oldu ve İslam
dünyasının
yeni efendileri oldu. Bizans Anadolu’su Müslümanlaştırıldı.
Onun ardılları olan Anadolu Selçuklu Devleti (1077-1308), Irak'ın
tamamı ve Suriye'nin
bazı kısımları üzerinde kurulan Irak Selçuklu Devleti
(1118-1194), Hürmüz
ve Umman'ı
da ele geçiren Güney İran’daki Kirman Selçuklu Devleti
(1092-1187),
İran ve Orta Asya’da kurulan Harezmşahlar Devleti (1077-1231)
Türklerin İslam
dünyasındaki
egemenliğini sürdürdü. Bu devletlerin tamamı Sünni
idiler.
İran
1220‘de Cengiz Han, 1370-1507 arasında Akkoyunlular,
Karakoyunlular ve Timur İmparatorluğu yönetimine girdi.
Akkoyunlular İslam tarihinde Şiiliği
mezhep olarak resmen tanıyan ilk devletti. İran’da
daha sonra Azeri Türkü Safeviler iktidar oldu. İran Safevilerin
1501-1736 arasındaki 225 yıllık döneminde tekrar Şiiliğe
geçti.
Orta
Doğu 15. yüzyıl ortalarında ve 16. yüzyıl
başlarında Anadolu ve İran’daki Türklerin mücadelesine sahne
oldu. Sünni Osmanlılar, 1453’te İstanbul’u
ele geçirip, Bizans’ı tarihe gömdükten 20 yıl sonra, Şii
Türkmen Akkoyunluları Anadolu’dan uzaklaştırdılar.
Kısmen boşalan Doğu ve Güneydoğu yaylalarına Elcezire (Musul)
bölgesindeki Kürtler gelip yerleşti ve Türk
sultanlarının himayesi altına girdi.
Yavuz
Sultan Selim’in en büyük amacı Orta
Doğu’daki Türk devletlerini tek bir çatı altında
birleştirmekti. İslam ya da Sünni
birliği gibi bir düşüncesi yoktu. Anadolu’da
karışıklıklara neden olan Safevileri ezmek maksadıyla, Doğu
Anadolu ve Azerbaycan üzerine yürüdü. Top ve tüfeklerle donanmış
piyade ağırlıklı Osmanlı, 1514’te, Çaldıran’da, daha ilkel
silahlarla savaşan süvari ağırlıklı Safevileri yendi. Şah
İsmail kaçtı ve eski gücünü kaybetti. Yavuz Tebriz’e girdi,
şehirdeki birçok sanatçı ve ilim adamını İstanbul’a
gönderdi. Fakat İran’ın tamamını işgal etmedi. Şah İsmail'e
karşı yanında yer alan Kürt aşiret ağalarına
özerklik verdi, Doğu Anadolu miri toprak olmaktan çıkarıldı.
Bölgeye egemen olan Kürt aşiretleri, Osmanlıya
dayanarak Alevi Türkmen aşiretleri ezdi.
Aleviler bunu İKİNCİ KERBELA olarak
nitelendirir. Sünni Akkoyunlu Türkmen boyları
da Tebriz'den alınarak Erzurum, Gümüşhane, Bayburt ve Trabzon'a
yerleştirildi.
Şiilik
İran’a sıkışmıştı. Ama Arapça konuşulan Orta
Doğu’nun yöneticileri olan Sünni Türkler arasındaki çekişmeler
su yüzüne çıkmaya başladı…
1382
yılında Mısır’daki Çerkesler, Türk asıllı Memluk sultanını
öldürerek iktidarı ele geçirmişti. Osmanlılar ve üç kutsal
şehir olan Mekke, Medine ve Kudüs´ü elinde bulunduran Memluklüler
iki Sünni
devlet
olarak iyi ilişkiler içindeydi. Fakat Osmanlı’nın Güney Doğu
Anadoluya genişlemesiyle iki devletin çıkarları çatışmaya
başladı. Yavuz Sultan Selim zamanında Elbistan
merkezli Dulkadiroğulları Beyliği Osmanlı-Memluk savaşlarında
ve Çaldıran savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı mücadele
ettiğinden, ortadan kaldırıldı. Memluklerin
yurtlarına
sığınan Osmanlı şehzadelerini kabul etmeleri ve İran’a
gidecek Osmanlı ordusuna yol vermemeleri ipleri kopardı. 1516´da
100 parça gemiden oluşan donanması desteğindeki Osmanlı ordusu
ve Memluk ordusu Mercidabık çayırlığında karşılaştı.
Osmanlıların tüfekli piyadeleri ve topçusu karşısına mızraklı
süvarileriyle çıkan Mısırlılar darmadağın oldu. Halep, Hama,
Humus ve Şam, Yavuz´un eline geçti. Osmanlı ordusu Filistin´i
fethetti. Lübnan kendiliğinden boyun eğdi. Memluk ordusunda
bulunan Abbasi soyundan Halife III. Mütevekkil tutsak edildi.
Yavuz,
Suriye bozgunundan sonra yeni Memluk hükümdarı
Tomambay’a Osmanlı devletine bağlanırsa, kendisine Mısır
valiliğini vereceğini bildirdi. Tomambay kabul etmedi, Suriye’nin
işgalinin geçici olduğunu ve Yavuz’un Mısır’a
giremeyeceğini, 1260'ta Moğolların ve 1401'de Timur'un yaptığı
gibi geri döneceğini sanıyordu.
Ama
Yavuz farklıydı, çölü yağmur altında selametle geçti. Mısır
ordusunun tahkimatının çok sağlam olduğu Ridaniye'de, süvari
birlikleriyle geceleyin Memlük ordusunun arkasına düştü. Memlük
ordusu dağıldı, yakalanan Tomambay öldürüldü. Yavuz 2 Haziran
1517'de İskenderiye’de donanma tarafından törenle ve top atışı
ile karşılandı. Donanma komutanları arasında bulunan Piri Reis,
yapmış olduğu birinci dünya haritasını padişaha sundu.
Tunus’ta bulunan Barbaros kardeşlerin gönderdikleri bir gemi
dolusu armağan da padişaha takdim edildi.
Mekke
Şerifi de kutsal emanetler ile Mekke’nin ve Peygamber’in
türbesinin anahtarlarını Yavuz’a gönderdi. Hicaz da Osmanlı’ya
bağlanmış oldu. Yemen Osmanlı egemenliğini tanıdı. Venedik
Cumhuriyeti, Kıbrıs adası için, Memluk devletine ödediği yıllık
8.000 duka altını Mısır’ın yeni sahibine göndereceğini
bildirdi.
Suriye,
Filistin ve Mısır, Kızıldeniz ve ticaret yollarına Osmanlılar
egemen oldu. Mısır’dan birçok sanatçı ve sanat eseri
İstanbul’a yollandı. Son Halife III. Mütevekkil de deniz yolu
ile İstanbul’a gönderildi, daha sonra Ayasofya ve Eyüp
Camilerinde ya pılan törenlerle Yavuz’a kılıç kuşattı, hilat
denen süslü elbiseyi giydirdi ve halifeliği devretti.
Yavuz,
halifeliği ele geçirince Osmanlı’da İslam ve Sünnilik
oldukça öne çıktı. Osmanlı sarayı Türklüğü
ikinci plana atarak, İslam ve Osmanlılık
kimliğini öne çıkardı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, Alevi
Türkmenlerden 40 bini katledildi. Kıyımlardan
kaçanlar Şii İran’a, Safevi Devletine
sığındı. Bazı Alevi Türkmenler dağlara
kaçtı, dillerini yitirerek Kürtçe konuşmaya başladı.
Kanuni
Sultan Süleyman da İran’a üç sefer
düzenledi, fakat o da İran’ın tamamına egemen olmayı
düşünmedi. Asıl hedefi Avrupa idi, ama 1529’da Viyana’da
durduruldu. Doğu’ya döndü ve 1534’te Irak’ı Osmanlı
topraklarına kattı. Tebriz'e ikinci defa girdi ve yine geri döndü.
Barbaros
Hayreddin 1534’te Osmanlı hizmetine girdikten sonra,
Kuzey Afrika’da da egemenlik Türklere geçti. Barbaros Cezayir
Beylerbeyliğine atandı, 1538’de, Preveze’de İspanya, Venedik
ve Papalık müttefik donanmasını yok etti. 1557’de Fas’ı,1558’de
Tunus’un doğu ve güney sahillerini ele geçirdiler. 1574’te
bütün Tunus Osmanlı Devletinin bir eyaleti oldu. Tunus, önceleri
yeniçerilerin desteklediği bir “dayı” vasıtasıyla, daha
sonra da bir “bey” vasıtasıyla yönetildi. 1551 yılında
Libya da Osmanlı egemenliğine alındı. Trablusgarp eyaleti adıyla
yönetilmeye başlandı.
1571’de
İnebahtı deniz savaşı yenilgisiyle donanmanın ilk felaketi
yaşandı ve Batı Akdeniz’de Osmanlı’nın ilerleyişi durdu.
1291’de
Orta Doğu’dan kovalanan Hristiyan Avrupa,
izleyen yıllarda karşı taarruza geçen Müslümanlar
tarafından hem batısından, hem de doğusundan
kuşatılmaya başlamıştı. Bin yıl önce, Roma İmparatorluğunun
kuzey eyaletlerini altüst eden, İspanya’ya kadar uzanarak,
Avrupa'nın etnik çehresini değiştiren ve kavimler göçünü
başlatan Hunlar, bin yıl sonra Müslüman Türkler
olarak geri gelmişti. 2Ama
Rönesans, keşiflerle gelen zenginlik ve Hristiyanlıkta
yapılan Reform ile güçlenen Avrupa 1492’de
İspanya’dan Müslümanları kovmuştu. 1529’da
Osmanlı Türklerini Viyana’da durdurmuş, 42 yıl sonra da
Akdeniz’de yenmeyi başarmıştı.
Aynı
durum Rusya’da da gerçekleşmişti. Türk ve Müslüman
Hanlıklar 1500’lerde Ruslar
tarafından ortadan kaldırılmıştı. Korkunç İvan
(Dördüncü İvan) ilk çar olarak, 1552’de, bölgedeki en güçlü
devlet Kazan Hanlığını (Tataristan) yenmiş ve Volga bölgesi ile
Hazar Denizi’nin yolları Ruslara açılmıştı. Daha sonra da
İstanbul ve Orta Doğu ile ilgileneceklerdi.
1600’lere
geliyoruz…
Osmanlı
donanması yeniden inşa edildi, Orta Doğu ve
Kuzey Afrika’daki üsleriyle Akdeniz’e
egemen olmaya ve hatta Atlantik Okyanusu’na
açılmaya devam etti. İslam dünyasının
Hristiyan Avrupa’ya karşı
gücü önemli oranda azalmıştı. Ama bu gerileme Osmanlının
askeri gücü sayesinde gözlerden bir süre daha saklanacaktı.
İngilizlerin
başını çektiği Avrupa da, Orta Doğu’nun
etrafından dolaşarak Basra Körfezi ve Hindistan’a şirketleri,
donanmaları ve askerleriyle ulaşmıştı. İspanyollar tarafından
yağmalanan Orta ve Güney Amerika altınları, yağmacıları
yağmalayan İngiliz gemileri Avrupa'ya tonlarca altın taşımıştı.
Sanayi devrimine hazırlık yapılıyordu. Akdeniz’deki deniz
ticareti İtalyan şehir devletlerinin eline geçiyordu. Osmanlı
yönetimindeki Sünni İslam ülkeleri ise
tükenen veya yabancılara kaptırılmaya başlanan doğal
kaynakların sıkıntısını çekmeye başlamıştı…
Cezayir,
Tunus ve Libya 17. yüzyılın başlamasıyla
birlikte, Babıali’den bağımsızlıklarını kazanmış gibiydi.
Mısır’da, başını Memluk beylerinin çektiği 1609 ayaklanması
engellenememişti.
17.
yüzyılın ortalarında Osmanlı, Yemen’deki gücünü yitirmişti.
Türk valilerinin yönetimindeki Suriye, Filistin ve Irak’ta
Osmanlı egemenliği göstermelikti. Sultana karşı komplolar kuran
paşalar, paşalara başkaldıran Arap feodal beyleri ve zaman zaman
görülen şiddetli ayaklanmalar Osmanlı İmparatorluğu’nu ve
Orta Doğu’yu sarsıyordu.
Ama
İran’da işler iyi gidiyordu. Şah I. Abbas 1602'de Portekizlileri
Bahreyn'den, 1622'de İngiliz donanmasını Hürmüz Boğazı'ndan
çıkardı. Osmanlılardan Doğu Irak ve Kafkas ülkelerini geri
aldı. Uzun hükümdarlığı sonunda (1587-1629), Safevi sınırları
bugünkü İran, Irak, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan,
Türkmenistan, Özbekistan, Afganistan ve Pakistan'a ulaştı.
1683
yılı hem Avrupa hem de Orta Doğu tarihi için dönüm noktası
oldu. Osmanlı ordusunun Viyana’da yaşadığı bozgun, çöküşün
başladığını işaret ediyordu. Osmanlı topraklarının
paylaşılmasını amaçlayan “Doğu Sorunu” gündeme giriyordu.
Hristiyan Avrupa Müslüman Dünyası’na
karşı taarruza hazırlanacaktı…
1700’ler…
Feodal
ayrılıkçılık ve savaşlar, iktisadi gelişmeden yoksun Osmanlı
İmparatorluğu’nu çöküşe sürüklüyordu. İmparatorluğu
ayakta tutan tımar yerine iltizam düzenine geçilmek zorunda
kalınmıştı. Taşradaki toprak sahipleri olan ayanlar devletin
aleyhine güçleniyordu. Ekonomik ve sosyal güç zayıflarken,
askeri gücün temeli olan seferde görev alan tımarlı sipahiler ve
devamlı ordu olan yeniçeri sistemi de bozuluyordu. Devşirme
yöntemi terk edilince, bürokrasiye eleman yetiştiren enderun da
yozlaşıyordu.
Önce
Kuzey Afrika’ya bakıyoruz…
Yerel
feodal beylerin ve şeyhlerin de yardımıyla yeniçeri komutanları
bedevileri ve köylüleri haraca bağlayıp büyük miktarlarda vergi
toplamışlar ve topraklara el koymuşlardı. Yeniçeri
komutanlarından oluşan bir konsey, ömür boyu süren ama unvanı
babadan oğula aktarılamayacak bir vali (dayı) seçmişti. Bu
dönemde Cezayir, Tunus ve Trablusgarp "Garp Ocakları"
şeklinde adlandırılmış ve Beylerbeyleri Devri (1518-1587),
Paşalar Devri (1587-1659), Ağalar Devri (1659- 1671) ve Dayılar
Devri (1671-1830) olmak üzere dört farklı dönem yaşanmıştı.
Hüseyni Hanedanı yönetimi 1705’te Tunus’taki Türk
egemenliğini bitirdi. Cezayir bağımsız bir feodal devlete
dönüştü.
Arabistan...
Daha
iyi anlayabilmek için iki farklı coğrafyada ele almak gerekir.
Yarımada batısındaki Hicaz bölgesi ile ortasında ve doğusunda
yer alan Necd veya Necid bölgesi.
Arabistan’da
yüzlerce yıl süren sükunet 1737 yılında Abdülvehhab oğlu
Muhammed´in (1703-1792) yaymaya başladığı Vehhabilik ile
bozuldu. Necd bölgesinde ortaya çıkan Vehhabilik
hakkında bir parantez açalım.
Vehhabilik
bugün Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi durumundadır,
Hariciliğin bir yansıması olarak
değerlendirilmektedir. Vehhabiler kendilerine
“Muvahhidûn” veya “selefiye” diyor, itikatta Selef, amelde
Hanbelî mezhebinden Sünnîler olarak
bakıyor. 2017’de ise Sünniliğin dört
mezhebine beşinci mezhep olarak ilave edilmeye çalışıyorlar.
Öğretiyi
kısaca özetleyelim.
Kur'an
ve
Sünnetin
dışında emir ve yasak tanımamak, İslâm
Peygamberi’nin
döneminde bulunmayan şeyleri ve tevessülü
terk ederek Allah’ı
birlemek
gerekir. Şeyhlerin,
velilerin
arkasından gidilmez. Mezarlar, türbeler
ve bunların ziyaretleri yasaktır. Ölülere niyaz, falcılara,
müneccimlere inanmak, Peygamber'in
anısını yüceltmek, Hırka-ı
Şerif
ve Sakal-ı
Şerif
ziyaretleri yapmak, Allah'tan
başkasına
ibadet etmek, şirk
koşmaktır. Mevlit
toplantıları düzenlemek, sünnet ya da nafile namazlar kılmak
yasaklanmalıdır. Nazar boncuğu, muska takınmak, ağaç, taş vb.
şeyleri kutsal saymak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere
inanmak, iyi kişilere, velilere
tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardım dilemek gibi
şeyler de tamamıyla yasaktır. Riya
için namaz kılmak, iyi insan gibi görünerek çıkar sağlamak da
şirktir.
Cami ve mescitlerin süslenmesi, minare
yapılması da terk edilmelidir.
“The
British Spy To The Middle East- Orta Doğu’da bir İngiliz ajanı"
kitabına göre, İngiliz casusu Hempher, 1713'te Basra’da
tanıştığı Abdülvehhab oğlu Muhammed’in dinde devrim yapmak
arzusunda olduğunu anlayınca onunla uzun zaman arkadaşlık yapmış
ve onun yeni bir din kurmasını telkin etmişti. Abdülvehhab oğlu
Muhammed, İngilizler tarafından Müslümanların zayıf
noktaları, alt gruplara nasıl bölünebilecekleri, cahillikleri,
kibirleri, alt yapı problemleri, sağlıksız yaşam koşulları
hakkında bilgilendirilmişti.
Bütün
amaç Osmanlı’yı yıkmaktı...
Bu
hareketin Muhammed İbn Suud tarafından başlatılan siyasi cephesi,
daha ağırlıklıdır. İngilizler de Osmanlı valisi İbn Reşit’e
karşı ayaklanma için bu hareketi desteklemişti.
1970
yıllarında Arabistanlı yazar Nasır el-Said tarafından kaleme
alınan “Tarih-i Âl-i Suud” (Suud Hanedanının Tarihi) adlı
eser de, Suud Hanedanının Hicaz ve Medine Yahudilerine
dayandığını iddia etmişti.
Vehhabiliği
“İngiliz İslamı” olarak yorumlayan
uzmanlar da var. Fethullah Gülen’in önderi olduğu, bugünkü
Amerikan İslamının ilk örneği de
denilebilir. Mısır’da ortaya çıkan “Müslüman Kardeşler,
İhvan”, Türkistan, Kafkasya ve Orta Doğu’da
güçlü olan Taliban, El Kaide ve
türevleri olan örgütlerin Vehhabilik’ten etkilendikleri
kabul ediliyor. Suriye, Pakistan ve Cezayir’de de daha düşük
profilde oldukları biliniyor. Katar Suudilerle tam olarak anlaşamasa
da, ikinci Vehhabi devletidir.
İlk
Suudi Devleti 1744 yılında kuruldu. Şeyh Abdülvehhab ve Diriyah
Prensi Muhammed İbn-i Suud Arabistan'da
egemen devlet olmak için ayaklandı. 1786’ya kadar bugünkü
Riyad’da, Diriyah şehir devleti olarak kaldı. Sonra Necid'i,
Kuveyt'in
doğu kıyısını Umman
sınırına kadar aldı. Daha sonra Irak
ve Suriye’ye
yürüdü. 1801'de Şiilerin
kutsal
mekânı
Kerbela'yı
yağmaladı. Vehhabiler
1802
yılında Mekke
ve Medine'yi
de alarak Hicaz
bölgesinin kontrolünü ele geçirdi. Kerbela yağmasından sonra
İran Şahı “Bağdat’a yürüyeceğim” deyince Osmanlı
harekete geçmeye mecbur kaldı. II. Mahmut Mısır Valisi Kavalalı
Mehmet Ali Paşa'yı
Vehhabilerin
üzerine
gönderdi. 1813'te Mekke,
Medine,
Cidde
ve Arabistan'ın
kalbi olan Necid
alındı. 1817 sonunda Suudi başkenti Diriyah
teslim oldu ve yerle bir edildi, pek çok Suud ve Abdülvehhab kabile
üyesi gemilerle Mısır'a
ve İstanbul'a
gönderildi. Abdullah Bin Suud, İstanbul'da
idam
edildi. Kesik başı Boğaz'ın sularına atıldı. Böylece İlk
Suudi Devleti tarihe karıştı. Bu yüzden Suudi ailesi, Türk
düşmanlığını miras olarak aldı, hep yaşattı.
Daha
kuzeye bakalım…
1769
yılında, Mısır yöneticisi Abhazya’lı bir Memluklu Kebir Ali
Bey Çeşme’de Osmanlı donanmasının yakıldığı, Osmanlı-Rus
savaşının yarattığı fırsattan yararlanarak bağımsızlığını
ilan etti. 1770 yılında Hicaz bölgesi de onun nüfuzu altına
girdi. Ertesi yıl ayaklanan Akka Valisi Şeyh Zahir’in
birliklerinin de desteğiyle Mısırlılar Şam ve Sayda’yı ele
geçirdi. Fakat Lübnan Emiri Osmanlıya katılınca isyan
bastırılmak üzereyken, Rus filosu Suriye’ye gelerek isyancılara
yardımcı oldu ve Beyrut’u ele geçirdi. 1774’te imzalanan Küçük
Kaynarca Antlaşması’ndan sonra, Rus filosu Suriye’den ayrıldı.
1775’te ayaklanma bastırıldı ve Şeyh Zahir öldürüldü.
Suriye’de Türk valisi Cezzar (Kasap) Ahmet Paşa dönemi başladı.
Sıcak denizlere ulaşmayı stratejik hedef yapan Rusların Suriye
ile ilgisi bu yıllara dayanmaktadır.
Ağır
vergiler nedeniyle, 1780’de, 1789’da, 1797’de Lübnan’da,
Filistin’de ve Sayda’da bedevilerin ve fellahların isyanları
tekrar başladı. 1798’de Şam da isyanlara katıldı. Irak’ta da
isyanlar baş gösteriyordu. Bedevi ve köylü isyancılar vergi
ödemeyi reddettiler. Kürt ve Arap feodal
beyleri bazen Osmanlı valisine yardım ettiler, bazen de isyanlara
başkanlık ettiler. Bu tabloya ezeli düşmanları olan Türkiye’ye
karşı savaşan İran şahları da eklendi.
Ruslardan
sonra Fransızlar ve İngilizler de bölgeyle
ilgileniyordu…
İtalya’yı
zapt eden Napolyon, Kuzey Afrika ve Anadolu’yu da fethederek
Akdeniz’i Fransız iç
denizi yapacak, İngiltere’ye kaybedilen Amerikan sömürgelerinin
yerine güçlü bir sömürge imparatorluğu kuracaktı. İngiltere’yi
Hindistan’a bağlayan en kestirme yol Mısır üzerinden geçiyordu.
Süveyş Kanalı henüz açılmamıştı, ama İskenderiye ile Süveyş
arasında kurulan gemi aktarma istasyonları da işe yarıyordu.
1798’de
Fransız ordusu İskenderiye’ye çıktı, Kahire’ye ilerledi.
Napolyon kendisini dini bütün bir Müslüman ve
İslam’ın dostu ve hamisi olarak sundu.
Kendisini Türk padişahının dostu ilan etti. Mısırlıların ve
Fransa’nın düşmanı olan Memlukleri cezalandıracaktı. Ama
İngilizler de bölgedeydi. İskenderiye’deki Fransız donanması
İngilizlerce yok edildi. Osmanlı sultanı III. Selim Fransa’ya
savaş ilan etti. Ama halkın dinî önyargılarına oynayan
Napolyon, Müslüman hükümdar Ali Bonabarda
Paşa rolüne soyundu. Doğulu giysileri, sarık ve kaftanla dolaştı.
Cumaları düzenli olarak camileri ziyaret etti, geleneksel
törenlerde yer aldı, generallerinden Jacques Menou’yu Abdullah
adıyla Müslüman yaptı. Danışma kurulu
olarak yerel şeyh ve ulemadan müteşekkil bir divan oluşturdu.
Halkın Memluklere nefretini istismar etti. Fakat Fransız
yönetiminin Memluk yönetiminde bile rastlanmayan ağır vergileri,
aşırı haraç ve tazminatları, gıda ve yem stoklarına el
koymaları isyana yol açtıysa da acımasızca bastırıldı.
1799’da Suriye seferi başladı. Hedef Anadolu idi. Fakat
Fransızlar Cezzar Ahmet Paşa’nın Akka kalesini alamadan geri
döndüler. Yeni kurulan Nizamı Cedit ordusu, ilk başarısını
Napolyon ordularını durdurarak kazanmıştı. Napolyon Fransa’ya
kaçtı. 1801’de İngilizler Mısır’a 26 bin
kişilik bir kuvvet çıkardılar ve üç yıl süren Fransız
işgaline son verdiler.
1800’lere
geçiyoruz…
1808
reformlarının başarısızlığı, III. Selim ve Alemdar Mustafa
Paşa’nın ölümü Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezkaç
eğilimleri güçlendirdi. Arap eyaletlerini yöneten paşaların
ayrılıkçılığı görülmemiş boyutlara varmıştı. Asi
derebeylerle savaşmaya gücü olmayan merkezi hükümet bir grup
paşayı diğerinin karşısına çıkararak bu zor durumdan
kurtulmanın yollarını arıyordu. Fakat bu yalnızca kargaşayı
arttırıyordu. Avrupalı güçler ve onları takip eden İran ve
Mısır, fırsat gördüklerinde, bu yıkıcı çekişmelere
müdahalede bulunuyordu.
1820’lerde,
sanayileşmeye başlayan İngiltere
Basra Körfezi’ni İngiliz
gölüne çevirdi. Dikkatini Osmanlı’nın egemenliğindeki Irak’a
ve İran’a çevirdi.
Avrupalı ve Rus
rakiplerine karşı korumak için, Hindistan’a
yerleşti. 1800'de Doğu Gürcistan’ı
ilhak eden ve İran’la
savaşmaya başlayan Rusya
da bölgede ağırlığını hissettiriyordu.
Mısır
Osmanlı'nın kabusu olmaya başlıyordu...
İngilizlerin
ayrılması üzerine, 1802’de Mısır’daki Türk Valisi
Memluklere karşı savaşa başladı, ama bozguna uğradı. Türk
ordusundan Arnavut lejyonu Memluklere sığındı. 1803’te Kahire
Memluk ve Arnavut güçlerince zapt edildi. Yönetim 34 yaşındaki
Kavalalı Mehmet Ali ve iki Memluk beyinden oluşan üç kişilik bir
ekibin eline geçti. Memlukler Türkleri kovmuş, ama halkı yeniden
soymaya koyulmuşlardı. Kahire İsyanı sonunda Memlukler yenilince,
Arnavut lejyonunun komutanı Albay Kavalalı saf değiştirdi ve
halkın gönlünü kazandı. Padişah Kavalalı’yı geri çağırdıysa
da Mısır halkı buna karşı çıkınca vaz geçti. Ama Osmanlı
Valisi de halka ağır vergiler yükleyince 1805’te Kahire halkı
bir kere daha isyan etti. Yeniçeriler alaşağı edildi ve şeyhler
Mehmet Ali’yi Mısır’ın hükümdarı ilan etti. Padişah III.
Selim Mehmet Ali’yi Mısır Valisi olarak tanımak zorunda kaldı.
1807’de İngilizler Mısır’a askeri müdahalede bulunduysa da
Mısır’ın kahraman koruyucusu Kavalalı tarafından
püskürtüldüler.
İngilizlere
karşı zaferinden sonra Mehmet Ali kendisini mültezim
şirketlerine ve Memluklerde soğuk bir rüzgâr gibi esen toprak
reformuna adadı. 1813’ten itibaren fellahların koşulları
iyileşiyordu. 1814 yılında iltizam sistemi tasfiye edildi.
Napolyon ordusu örnek alınarak düzenli ordu ve donanma kuruldu.
Sanayi ve tarımda kalkınma sağlandı. Tekeller kuruldu. Kültürel
Reformlar yapıldı. Mehmet Ali padişaha bütçesinin yüzde üçünü
haraç ödüyor, padişah tarafından tanınıyor ve padişahın adı
hutbelerde geçiyordu. Mısır’ın Babıali’ye bağımlılığı
bunlarla sınırlıydı.
Kavalalı
Mehmet Ali Yunan isyanıyla da uğraştı. Ama
1828’de Mısır kuvvetleri 30 bin asker ve donanmasını yitirdiği
Yunanistan’dan çekildi. Kavalalı
pes etmiyordu. Akdeniz'de İngiliz emellerini sınırlandırmak
bakımından Fransa'nın değerli bir dostu idi. Fransa desteğiyle,
1829-30 yıllarında, Trablus, Tunus ve Cezayir ’i ele geçirmek
için Afrika seferini planladı. Fransa 1830’da bir plan ortaya
koydu. Kavalalı Trablus ve Tunus’u alırken, Fransızlar da
Cezayir ’i işgal edecekti. Fakat Kavalalı bu planı da reddetti.
Fransızların tek başına girişeceği Cezayir seferine katılmaktan
vazgeçip, Suriye’ye döndü.
Mehmet
Ali Paşa Mora kayıplarını tazmin için Sultan
Mahmut’tan Suriye valiliğini istedi. Bunun yerine önerilen Girit
valiliğini reddederek, 1831’de Suriye’ye karadan ve denizden
sefere başladı. Mısır birlikleri Suriye ve Filistin’i ilhak
ettiğinde halk Kavalalı Mehmet Ali’yi, kâfir Sultan’ın
zorbalığından kurtaracak kişi olarak memnuniyetle karşıladı.
Oğlu İbrahim Paşa Toroslar'ı aştı. Anadolu'da yerel nüfustan
heyecanlı bir karşılama gördü. Türkler kalan 60 bin askerini
sadrazam komutasında olarak 30 bin Mısırlının üstüne yolladı.
Osmanlı ordusu Konya'da yenildi ve sadrazam esir düştü. 1833 Ocak
ayında İbrahim Paşa Kütahya’ya vardı. İstanbul’da açlık
tehlikesi baş göstermişti. İngiltere ve Fransa’dan yardım
alamayan Sultan II. Mahmut Rus Çarı Nikola’ya başvurmak zorunda
kaldı. Şubat ayında dokuz harp gemisinden oluşan bir Rus filosu
İstanbul boğazına girerek Büyükdere önlerinde demirledi. Bu
sıralarda Anadolu’da padişaha karşı yer yer isyanlar çıkmıştı.
Nihayet 14 Mayıs 1833’te Kütahya Barış Anlaşması imzalandı.
Mehmet Ali Paşa’ya Mısır ve Girit valiliklerine ek olarak, Şam,
İbrahim Paşa’ya ise Cidde valiliğine ek olarak Adana valiliği
verildi. İbrahim Paşa kuvvetleri Anadolu’yu boşalttı.
Suriye’nin
fethinden sonra, 1838’de Kavalalı Arabistan’da
Necid’i istila etti. Bahreyn’i işgal girişiminde bile bulundu.
Kavalalı’nın Arabistan’ı kendi yönetimi altında birleştirme
planları, İngiltere’nin şiddetli direnciyle karşılaştı.
1839’da
Kavalalı bağımsızlığını ilan etti. Nizip'te karşılaşan
Osmanlı ordusu Mısır ordusuna yine yenildi. Bu arada II. Mahmut
öldü, yerine 16 yaşındaki Abdülmecit padişah oldu. Birkaç gün
sonra Çanakkale'deki Osmanlı donanması, Mısır'a götürülerek
Kavalalı'ya teslim edildi. Avrupa devletleri, araya girdi. Osmanlı,
İngiliz, Avusturya ortak donanması Suriye kıyılarını kuşattı
ve Lübnan'a asker çıkarttı. Kuzeyden ilerleyen Osmanlı Ordusu,
İbrahim Paşa kuvvetlerini yendi. 1840'da bir İngiliz filosu
İskenderiye önlerine geldi. Kavalalı daha fazla direnemedi ve
Mısır valiliğinin babadan oğula geçmesi karşılığında
Osmanlı donanmasını geri vermeyi kabul etti. Mısır, Osmanlı
Devleti'ne bağlı özel statülü bir eyalet oldu. Kavalalı’nın
isyanı önemli bir Avrupa sorunu haline geldi. İngiltere,
Kavalalı’nın güçlenmesini önleyerek Hindistan ve Doğu
Akdeniz'deki çıkarlarını korudu.
Artık
Mısır İngiltere ve Fransa’nın ortak
koruması altındaydı. Muhafazakâr toprak beyleri umudunu İstanbul
üzerinde etkisi olan İngiltere’ye bağlamıştı. Diğer grup,
tüccarlar ve liberal toprak beyleri Fransa’ya güveniyordu. 1848
yılında İbrahim Paşa, bir yıl sonra da Kavalalı Mehmet Ali Paşa
öldü. Torunu Abbas Paşa (1849-1854) dönemi başladı. Kavalalı
ve İbrahim tam bağımsız bir Mısır düşü kurmuştu. Fakat
Abbas Osmanlı Sultanına bağlıydı. Batı kültürünü küçümsüyor
ve Avrupalıları hor görüyordu, bu arada İngiltere’nin
direktiflerine de uyuyordu. 1851’de Hindistan’ı İngiltere’ye
bağlayacak, İskenderiye’den, Kahire ve Süveyş’e demiryolu
inşası imtiyazını İngilizlere verdi. Arka plana itilen Fransız
kapitalistleri de İngilizlerin demiryolu planlarına misilleme
olarak Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayacak bir kanal projesi
geliştirdiler. İngiltere ve Abbas Paşa bu projeye karşıydı.
Fransa’nın çıkarları Abbas Paşa’nın devrilmesini gerekli
kılıyordu. Abbas Paşa 1854’te vurularak öldürüldü. Said Paşa
(1854-63) Mısır valisi oldu. Liberal görüşlü ve batılıydı,
Fransızların Süveyş Kanalı projesini onayladı. Mısır araziyi,
madenleri, içme suyunu ve gümrük vergileri muaflığını, emeğin
beşte dördünü bedava sağladı. İmtiyaz kanalın açılışından
99 yıl sonra sona erecekti. Said Paşa’nın vefatından sonra
yerine gelen İsmail Paşa (1863-79) da Fransa’da eğitim görmüştü.
Mısır’ı Avrupa’nın bir parçası yapmak istiyordu. Süveyş
Kanalı inşa projesine karşı değildi, fakat Fransızların aşırı
imtiyazlarını kabul etmedi. Anlaşmazlığın çözümü Fransa
İmparatoru, III. Napolyon’un tarafsız hakem olduğu tahkim
mahkemesinde görüşüldü. 1864’te, İsmail’in Süveyş Kanalı
Genel Şirketi’ne 128 milyon frank ödemesi
gerekiyordu. Bu çılgın talepleri karşılamak için, Said Paşa
gibi İsmail de, Avrupa bankalarına başvurmak zorunda kaldı.
Krediler en acımasız koşullarda onaylandı ve Mısır borç
batağına saplandı.
1854’te
Avrupa’dan ilk borçlanmayı yapan Babıali de bunları onayladı.
1860 yılında Fransız mühendis Couvreux'nün icat ettiği çok
kollu bir kürek sayesinde kanal inşaatı ilerledi. Kanal’ın
resmî açılışı 1869’da kutlandı. İsmail’in isteği üzerine
besteci Verdi, bu olay için özel olarak Aida operasını yazdı.
Konuklar için lüks saraylar ve yatlar yaptırıldı. Kutlamalar
haftalarca sürdü ve her şey Mısır hazinesinden karşılandı.
Coğrafi keşiflerle önemini yitiren Mısır ve Akdeniz ticareti
yeniden canlandı, ama Avrupalı devletlerin Mısır’a sahip olma
arzuları da arttı.
Mısır
Hıdivi İsmail 1866’da ilk kez seçimle gelen meclisi
kurdu. 1869, 1876 ve 1881’de seçimler tekrarlandı. Ayrıca birçok
sosyal ve ekonomik reforma imzasını attı. Ama 1875’te Mısır
maliyesinin iflası ile Mısır yönetimi emperyalizme teslim
oldu. Yahudi Rothschild hanedanı
İngiltere'ye Süveyş Kanalı hisselerini alması için altınla
borç verdi.
1862-1873
arasında, İngiliz bankaları, 68 milyon Pound civarında
bir borçla Mısır’ın üzerine çökmüştü. 1876'da Mısır’ın
toplam borcu 94 milyon Pound'a varmıştı.
Mısır, gerçek değeri 75 milyon olan
demiryollarına, 325 milyon ödemişti.
İskenderiye Limanı için gerçek değeri 1,5 milyon poundken, 2,5
milyon Pound ödeme yapıldı. Diğer inşaat
işleri de Mısır’a gerçek değerlerinin üç katına mal oldu.
Yapımı için 16 milyon Pound gereken ve yapım
sırasında 100 milyon Pound borç yaratan ve
yabancı bankerlere ödenen faizleriyle birlikte Mısırlılara 300
milyon Pound maliyeti olan Süveyş Kanal
hisseleri 1875’te yalnızca 4 milyon Pound’a satıldı.
Bilahare, Süveyş Kanalı, sahiplerine olağanüstü derecede yüksek
kârlar sağladı; hisseler, 1910’da 35 milyon Pound
değerindeydi.
Disraeli,
Mısır’ın Süveyş Kanalı hisselerini İngiliz Hükümeti adına
alınca, Fransızlara güçlü bir darbe indirmiş oldu. İngilizlerin
Mısır’ı ele geçirmesinin yolunu açtı. 1875 sonbaharında,
dünya döviz piyasası, Osmanlı'nın iflasına, tüm Mısır menkul
değerlerindeki kur oranlarının sert düşüşüyle tepki verdi.
Avrupa bankerleri, Babıali’nin iflasının kaçınılmaz olarak
Mısır’ınkini de gerektireceğini tahmin ediyorlardı. 1876’da
Hidiv, Hazine bonolarının ödemelerini askıya aldı, kendini
müflis ilan etti ve alacaklılar bunu bir avantaj olarak
değerlendirdi. Batılı güçler Mısır’ın borçları için bir
Kontrol Komisyonu kurdu. Bu küçük grup ülkenin gerçek
sahibiymişçesine Mısır halkına emretmeye başladı. Buna karşı
durmaya çalışan Maliye Bakanı İsmail Sadık gizemli bir şekilde
Nil’de boğuldu. Ama asıl çilenin büyüğü Mısır halkınındı.
Hidiv,
1878’de esas olarak Avrupalı yetkililerden oluşan bir kabine
atadı. Kabineye yerel bir komprador olan, Londra ve Paris
bankalarıyla kurduğu iyi ilişkilerle de bilinen Ermeni Nubar Paşa
başkanlık ediyordu. Mısırlılar tarafından “Avrupalı kabine”
olarak adlandırılan bu hükümetten herkes nefret ediyordu.
Avrupalılar artık Mısır’ın tamamını yönetiyordu. Buna tepki
olarak, ulusal bir bağımsızlık hareketi olgunlaşmaya başladı.
Mısırlı
subaylar tarafından oluşturulan ilk gizli topluluk
1876’da Yarbay Ahmed Arabi tarafından kuruldu. Kendilerini
vatanseverler olarak adlandırdılar. Mısırlıları, bağımsız
bir devlet varlığını hak eden bir ulus olarak tanımladılar.
Avrupalı Kabineye karşı subayların eylemleri Mısır genelinde
askerler ve köylülerden destek gördü. Avrupalı bakanlara ve
finansal politikalarına karşı protesto yürüyüşleri Mısır ’a
yayıldı. Meclis üyeleri, ulema, önemli görevliler ve subaylar
Avrupalı Kabine’nin kovulmasını, ulusal bir hükümetin
oluşturulmasını, bir anayasal düzenin getirilmesini istiyorlardı.
Hıdiv de buna katıldı. 1879’da Hıdiv İsmail, Nubar Paşa’yı
görevden aldı ve İsmail’in büyük oğlu Tevfik hükümetin
başına geçti. Ama bu önlem de huzursuzlukları gideremedi. Ulusal
Hükümet, birçok Avrupalı yetkiliyi kovdu, ordunun gücünü 60
bin kişiye çıkarma kararı aldı ve ilk Mısır Anayasası’nı
hazırlamaya başladı. Hıdiv İsmail, bunu onaylamadan önce,
İngiltere ve Fransa, tahttan çekilmesi için bir ultimatom verdi.
Almanya, Avusturya, Rusya ve İtalya konsoloslukları da benzer
tavsiyelerde bulundu. İsmail durumu Sultan II. Abdülhamid’e
aktardı. Batılı güçlerle ihtilafa düşmekten korkan II.
Abdülhamid, 26 Haziran 1879’da İsmail’e, azledildiğini ve
yerine oğlu Tevfik’in atandığını belirten bir telgraf çekti.
İsmail
Paşa’nın oğlu Tevfik İngilizlerin elinde bir kukla
olarak anayasa taslağını imzalamadı. İkili mali denetimi eski
haline getirdi ve ulusal hükümeti feshetti. İngilizlerin
himayesindeki Riaz Paşa başbakan oldu. Avrupalı güçlerin baskısı
altındaki II. Abdülhamid Mısır hükümetinin haklarını
sınırlandırdı. Mısır Babıali’nin onayı olmaksızın yabancı
kredi anlaşması yapma hakkından mahrum kalacaktı. Ordu 18 bin
kişiyle sınırlandırıldı.
Vatanseverlerin
direnişi tekrar başladı. Arabi ve takipçileri Hıdivliğin ve
Türk-Çerkez soyluların egemenliğinin ortadan kaldırılmasını
ve demokratik bir hükümet kurulmasını savunuyordu. Mısır
köylülerinin taleplerini ve protestoları destekliyordu.
İngilizlere karşı bağımsızlık için savaşacaklardı. Ordu ön
plana çıkıyordu. Vatanseverler Riaz Paşa kabinesine karşı
1881’de ayaklandı. 1882’de yönetime geldiler, Avrupalıları ve
işbirlikçilerini yönetimden uzaklaştırdılar. İngiltere ve
Fransa’nın baskısıyla hükümet düşürülünce, Kahire’de
isyan çıktı. Hıdiv ve destekçileri İskenderiye’ye kaçtı.
Mısır'da
Başbakan Albay Arabî Bey önderliğindeki milli
hareket yabancıların baskılarına karşı silahlı direnişi
Mısır'ın birçok bölgesine yaymış, saldırılarda çok sayıda
Avrupalı öldürülmüştü. İngiliz, İtalyan, Rus ve Yunan
konsolosluklarına saldırılar düzenlenmişti. Bu olaylara karşı
İngiltere donanması İskenderiye'yi bombalayarak işgal etti.
Süveyş'i ele geçiren İngiliz-Hint süvarileri Kahire’ye
yaklaştı ve Albay Arabi birlikleri bozguna uğratıldı. Arabi
İngilizlere teslim oldu. İngiliz kuvvetleri Kahire'yi işgal etti.
Hıdiv Tevfik ve bakanları Kahire'ye geldi. Tutuklular serbest
bırakıldı. İsyancılar cezalandırıldı. Mısır resmen işgal
edilmiş, resmi olarak Osmanlı Devleti'ne bağlı ama fiilen
İngilizlerin eline geçmişti. Arabi İngilizler tarafından
Seylan'a sürüldü.
Mısır’da
1805’te başlayan Mehmet Ali Paşa Hanedanı, 1882’de
İngiltere’nin Mısır’ı işgaliyle son buldu. Bundan sonra
İngiltere “geçici bir işgal gücü” idi. 1878’de İngilizler
Kıbrıs’ın yönetimini de ele geçirmişti. Rusya Balkanları
işgal etmiş, Kars ve Ardahan’ı ele geçirmiş ve Hindistan’a
ilerlemişti. Rusya’nın Akdeniz’e inerek Türkiye’yi işgali
İngiltere’nin kâbusu idi ve önlenmeliydi. Disraeli Kıbrıs ile
İskenderiye’nin işgaliyle durumu kurtardı.
Suriye
ve Filistin...
1840’larda
Suriye ve Filistin’de Hristiyanlığı
ve temsil ettikleri ülkelerin etkilerini yayan misyoner
okulları ve hayır kurumları açıldı. Lazarethler ve Cizvitler
Vatikan tarafından yönlendiriliyor, Fransa
tarafından destekleniyor, kontrolleri altında geniş bir okul ve
papaz okulu ağları bulunuyordu. Papa, Haçlı Seferleri sırasında
ortaya çıkmış olan Kudüs Latin Patrikhanesi’ni 1846’da
yeniden kurdu. 1849’da Rusya Kudüs’te bir Rus Ortodoks
elçiliği kurdu. İlk Amerikalılar, Presbiteryenler,
1820 yılında Beyrut’ta görünmeye başladılar. 1860’a
gelindiğinde, 30’dan fazla okula ve basımevine sahiptiler ve
1866’da, sonrasında Amerikan Üniversitesine dönüşecek olan
Suriye Protestan Kolejini kurdular.
19.
yüzyılın ortalarında Filistin’deki Yahudi nüfus
11 bin civarındaydı. Çoğu bölgeye gelmiş hacılardı. 1839-41
krizleri esnasında İngiltere, Napolyon’un Kudüs’te bir Yahudi
devleti kurma planlarını gündeme getirdi. Yahudilerin
Filistin’e taşınması ve İngiltere korumasında bir
Yahudi devleti kurmak için bir dizi proje öne
sürüldü. Rothschild ailesiyle bağlantılı
İngiliz bankeri Sir Moses Montefiore de bu planları destekledi.
1860’ta Kudüs’ün duvarları dışında ilk Yahudi
yerleşimi başladı.
1839
Tanzimat ve 1856 Islahat dönemleri, milliyetçilik rüzgârlarına
bir önlemden çok, Anadolu ve Arap bölgelerinin çoğu Yahudi
kökenli Avrupalı bankerler tarafından yağmalanmasının
ve sömürülmesinin habercisiydi.
İngiltere’nin
gönlünden 1852 yılında Benjamin Disraeli’nin
hazırladığı dörtlü konfederasyon formülü geçiyordu.
Osmanlıdan arta kalan bölgelerde Balkan, Anadolu, Kafkas ve Orta
Doğu Federasyonları kurulacak ve daha sonra dörtlü
konfederasyonla bir araya gelecek ve İngiltere bölgeyi Rusya ile
Almanya’ya kaptırmadan yönetebilecekti. Abbasi ya da Emevi
Devletleri gibi büyük bir İslam imparatorluğu
da önlenecekti.
Sanki
birileri bu gün tartışılan Tek Dünya Devleti’nin temellerini
atıyordu…
Almanya,
Osmanlıların öncülüğünde Avrasya bölgesinde büyük bir İslam
imparatorluğunu kendine bağlı kurarak, bu bölgeye
egemen olmak, Rusya’yı ve İngiltere’yi bölgeden çıkartmak ve
doğuya giden yolları denetimine almak istiyordu.
Araplar
arasındaki ilk milli uyanış Lübnan’da oldu. Osmanlıların 11.
yüzyıldan beri Şii İsmailiye kolundan
Dürzîlere dayanarak, Hristiyan Katolik
mezhebi Marunîlere karşı baskı kurma politikaları
ciddi bir gerginlik kaynağı idi. Marunîler ilk Haçlıları
destekleyenlerdi. Ortodokslar ise
Müslümanlarla birlik olmuştu. Bölge
barındırdığı Hristiyan nüfus yüzünden 17.
yüzyılda Fransızların ilgi alanına girmişti. Fransızlar
Marunîleri, İngilizler Şii Dürzîleri
destekledi.
Beyrut’taki
Fransız konsolosu ve Fransız ajanlarınca tetiklenen 1860 Lübnan
isyanı Dürzi-Marunî kıyımına evrildi.
Şam’da Müslüman fanatikler, Hristiyanları
öldürdü, kiliseleri ve misyoner okullarını yaktı.
20 binden fazla Hristiyan öldürüldü, 380 köy,
560 kilise ve 40 manastır tahrip edildi. Şii Dürziler
ve Sünni Müslümanlar da
ağır kayıplar verdi. Bu, Fransız İmparatoru III. Napolyon’a
beklediği müdahale bahanesini yarattı. Suriye Hristiyanlarının
savunulması ve Suriye’ye askerî birlik yollama
niyetini açıklayınca, güçlü devletler ve Osmanlılar teyakkuza
geçti. Sultan Abdülmecid Fuad Paşa’yı Şam’a göndererek
Fransız seferine engel olmaya çalıştı. 168 kişi idam edildi,
325 kişi ağır hapis cezasına çarptırıldı, 145 kişi sürgün
edildi. Yalnızca Müslümanlar cezalandırılarak
Fransızların takdiri bekleniyordu. Fakat Fransız baskısı devam
etti. Suriye’nin Fransızlar tarafından ele geçirilmesine rıza
göstermeyen İngiltere ve Rusya ise uluslararası bir konferans
topladı. İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya, Prusya ve Osmanlı
tarafından imzalanan antlaşma Fransız işgal birliklerini 12 bin
kişiyle ve altı ayla sınırladı. III. Napolyon vaziyetin hâlâ
“güvensiz” olduğunu bahane ederek birliklerini Suriye’de
tuttu. Fakat İngiltere ve Avusturya savaş tehdidinde bulunarak
Fransız güçlerini 1861'de evine gönderdi. Fransa’nın Suriye’yi
ele geçirme planları suya düştü. Lübnan’ın dağlık
bölgesi (sahil boyu hariç), başında başkentten tayin edilecek
Hristiyan yönetici bulunan özerk bir yer haline
geldi. Bu yönetici Beyrut ve Şam valilerinden bağımsızdı,
doğrudan Babıali’ye bağlıydı. Onun başkanlığında
Lübnan’daki etnik kesimlerin temsilcilerinden oluşan bir meclis
görev yapacaktı.
1800’lerdeki
Irak…
Osmanlı
Sultanı’nın Mezopotamya’daki saygınlığı çok kötüydü.
Yerel yöneticileri ortadan kaldırıp devletin merkeziyetçi
yapısını güçlendirmek isteyen II. Mahmud, 1813’te vali olarak
atadığı paşayı devirerek yeniden Kölemenlerin yönetimini
başlatan Said’i kabullenmek zorunda kaldı. Daha sonra Bağdat
valisi olan Kölemen
Davud Paşa 1817-1831
arasında Irak’ı bir despot gibi yönetti. Mısır Valisi Mehmet
Ali’yi taklit ediyordu. İlkin, kapitülasyonları kaldırdı ve
Doğu Hindistan Şirketi’ni ve İranlıları ayrıcalıklı
konumlara getirdi, aşiret isyanlarını bastırdı, şeyhleri kovdu
ve aşiretlerin başına kendi adamlarını yerleştirdi. Bağdat
Valilerinin Irak Kürdistan’ında iktidarı
geri almak için tüm girişimleri, İran birliklerinin mukavemetiyle
karşılaşıyordu. 1821 yılında, Davud, Irak’taki İranlıların
mülklerine el koydu ve onları hapse attı. Kerbela ve Necef’te
bulunan Şii din adamlarının varlıklarına el
koydu. Şii camilerine sığınmaya çalışan
birçok İranlı öldürüldü. Bu olaylar Kürdistan
üzerindeki Türk-İran anlaşmazlığını sivriltti ve
1821-23 savaşına neden oldu. İranlılar ancak bir kolera salgını
ile durdurulabildi, sonunda Irak Kürdistanı Osmanlının elinde
kaldı.
İran’la
yapılan savaş Davud Paşa’yı düzenli bir ordu için ikna
etmişti. İngiliz-Hint tarzında düzenli birlikler oluşturdu.
Bunun finansmanı için buğday, arpa, hurma ve tuzun tamamını
satın alıp, ihraç etti. Bu ürünlerin nakliyesi için denizde de
gidebilen nehir gemileri getirtti. Pamuk ve şeker kamışı
yetiştirmeye çalıştı. II. Mahmut’un Irak’a vergileri
toplamak için gönderdiği özel bir memuru, Davud Paşa’nın
talimatıyla öldürüldü. Babıali, isyancı ilan ettiği Davud
Paşa üzerine Halep Valisi Ali Rıza’nın birliklerini
yönlendirdi. 1831 vebası, bir sel baskını, mahsul kıtlığı
Davud’un ordusunu hemen hemen yok etmişti. Ekonomik krizler
Irak’ta şiddetli zararlara neden olmuştu. Bağdat’ta yaşayan
150 bin kişiden geriye 20 bin kişi, Basra’da 80 bin kişiden 6
bin kişi kalmıştı. Feodal anarşi güçlenmiş olarak geri
dönüyor ve krizi derinleştiriyordu. Arap kabileleri hem kendi
aralarında hem de Bağdat valilerine karşı savaşıyorlardı.Salgın
sona erdiğinde Ali Rıza’nın birlikleri hiçbir dirençle
karşılaşmadan Irak’a girdi. Davud Paşa azledildi ve İstanbul’a
gönderildi. Bağdat valilerinin ve kölemenlerin ayrılıkçılığı
sona erdi. Bağdat’ta Babıali emir ve politikaları uygulanır
oldu.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun en geri kalmış bölgelerinden biri olan Irak,
Doğu Hint Şirketi’nin sömürgesi olmuştu. Türk vali, Babıali
otoritesini sağlamlaştırmak için emirlere harfiyen uyuyordu. 1833
yılında Şammar kabilesi Bağdat’ı üç ay kuşatma altında
tuttu. Kürt feodal beylerinin isyanları da
Kuzey Irak’ı etkisi altına aldı. İran Şahı ve Mısır Valisi
Kavalalı Mehmet Ali tarafından destekleniyorlardı. Arap
İmparatorluğu’nu tamamen birleştirmek ve Akdeniz’den Basra
Körfezi’ne uzanan stratejik ticaret hattı üzerinde egemenlik
için çabalayan Mehmet Ali, Irak’ı topraklarına katmak için
çalışıyordu. Osmanlı Devleti’nin seferler düzenlediği Kuzey
Irak’ta, 1831 ve 1842 arasında birçok Kürt beyliği
tasfiye edildi. Fakat Türklerin 1839 Nizip yenilgisiyle, Kürtler
yeniden kazan kaldırdı. 1841 yılında Süleymaniye’ye
girdiler. Bu durum bir Türk-İran savaşına neden olacaktı.
Rus-İngiliz arabuluculuğuyla 1847 Erzurum Antlaşması’na göre,
İran, Süleymaniye ve diğer bölgeler üzerindeki iddiasından
vazgeçti. Babıali de İran’ın Hürremşehr bölgesini almasına
ve Şattülarap bölgesini terk etmesine müsaade etti. Kürtler
1843, 1846 ve 1849’da da isyan etti. 1869 yılında, Irak’ta
otoriteyi sağlamak üzere Mithat Paşa görevlendirildi. Mithat Paşa
Dicle'de buharlı gemiciliği genişletti ve devlete ait bir buharlı
gemi şirketi kurdu. 1869'da Süveyş Kanalı’nın açılışından
sonra Basra’yı İstanbul ve Londra’ya bağlayan gemi hatları
oluşturdu. Basra’da bir tersane inşa ettirdi. Musul petrollerini
çıkarma ve Irak boyunca demiryolları yapma
niyetindeydi. Mithat Paşa 1871'de Kuveyt ve El Ahsa’yı ele
geçirdi ve asi bedevilere karşı çok sert davrandı. Tanzimat’ın
ilk döneminde olduğu gibi Mithat Paşa’nın reformları Irak’ta
Türk egemenliğini güçlendirdi. Araplar yönetimden
uzaklaştırıldı, tüm önemli kadrolara Türkler yerleştirildi.
Paşa’nın reformları, Irak yönetimini yeniden düzenlemişti.
1871 yılında Edirne’ye gönderilen Mithat Paşa’nın halefleri,
onun izinden yürüdü, fakat reformlarının çoğu uygulanamadı.
Arabistan...
1821
yılında Arabistan
da karıştı, Vehhabiler
ve Suud kabilesi yeniden isyan etti. 1824'te İkinci Suudi Vehhabi
devleti kuruldu. 1827’de Mekke şerifi de isyan etti. Osmanlı
temsilcisi Mısırlıların
yirmi yıllık Arabistan
yönetiminden sonra, 1843’te Emir Faysal Vehhabi
devletini Necid’de yeniden
kurdu. Batıda Hicaz'da Mekke Şerifi ve doğuda Basra Körfezi'nde
İngilizler ile mücadele etti. Faysal’ın 1865’te ölümünden
sonra Necid üç büyük oğlu arasında bölüştürüldü ve
Vehhabi devleti
zayıfladı. Arabistan’ın kuzeyinde rekabet halinde olan Şammar
emirleri bu durumdan faydalandı. Şammar da bir Vehhabi
devletiydi. Fakat onun aksine,
dini hoşgörüye sahip bir politika izliyordu. Şammar emirleri,
Abdullah (1834-47) ve oğlu Talal (1847-68) ticareti ve zanaatı
geliştirdiler. Dinsel hoşgörü tüccarların ve hacıların
ilgisini çekti. Irak kervanları Necid fanatizminden kaçınıp,
Mekke’ye Hail üzerinden gitmeye başladı. Güvenliği Talal temin
ediyordu. Şammar merkezileşti ve güçlendi. Talal’ın 1868’de
öldürülmesinden sonra devleti yaşamaya devam etti ve Türklerin
de yardımıyla İç Arabistan’da Vehhabi
Suudilere karşı mücadele
etti.
İngilizler
Basra Körfezi’nin ve Aden kıyılarının mutlak
hâkimi haline geldi. Umman’ın yedi şeyhliği ve Bahreyn 1820’den
itibaren İngiltere egemenliğine geçti. 1861 yılında İngiltere,
buraya asker gönderme yetkisi aldı.
Emperyalist
rüzgârlar Kuzey Afrika’yı da etkiliyordu…
Fransa
bir bahaneyle göz koyduğu Cezayir kıyılarını
ablukaya aldı. 1829’da Mısırlılarla birlikte Cezayir’e
saldırma planı, Kavalalı Mehmet Ali tarafından kabul edilmeyince,
ertesi yıl 37 bin kişilik Fransız kuvveti Cezayir’e girdi.
Yetersiz Osmanlı askerleri Anadolu’ya döndü, Cezayir hazinesi
yağmalandı. 1834’te Fransa resmen Cezayir’i ilhak etti. Ancak,
ülkenin tamamı Fransız otoritesine boyun eğmedi. Batı Cezayir
Abdülkadir’in önderliğinde, Doğu Cezayir Osmanlı'ya bağlı
Ahmet Bey’in önderliğinde Fransızlarla savaşa başladı. Fakat,
Ahmet Bey yenildi, dağlara sığındı. Abdülkadir 1844’te
kendisine yıllarca yardımda bulunmuş Fas’a sığındı. Daha
sonra Fas'ı işgal eden Fransızların baskısıyla tekrar Cezayir'e
döndü.
1845
yılında Cezayir ’in batısı Fransızlara karşı tekrar
ayaklandı. Abdülkadir mücadelenin başına geçti. Fransızlar
işgal güçlerini 108 bin kişiye çıkardı. Halkı kılıçtan
geçirdi ve köyleri ortadan kaldırdı. Kadın ve çocuklar dâhil
binlerce insanı mağaralara doldurup dumanla boğdu. İsyan sönmeye
başladı. Fransızlar 1847 sonlarında, Sahra Çölü vahalarında
gerilla savaşını sürdüren Abdülkadir’i Fas sultanının
ihanetiyle yakaladı ve Fransa’ya gönderdi. 1848’de Ahmet Bey de
yakalandı. Abdülkadir Fransa’da beş yıl kaldıktan sonra, beş
yıl da Bursa’da yaşadı, sonra hayatının geri kalanını
geçireceği Şam’a yerleşti ve 1883’te 75 yaşında öldü.
Toprakların
Fransız sömürgeciler tarafından ele geçirilmesi, Cezayir
köylülerinin hakkının gasp edilmesi yeni halk isyanlarına hız
kazandırdı. 1859’da Batı Cezayir’de başlayan isyan 1864’te
diğer kabilelere de yayıldı. 1871’de Mukrani önderliğinde
büyük bir ulusal ayaklanma başladı.
Cezayir’in
1830’da Fransızlar tarafından işgali, Tunus’un da
kaderini çizmişti. Tunus feodal beyleriyle Cezayirliler arasındaki
hasımlıktan faydalanan Fransa, Cezayir’deki orduları için Tunus
beylerinden gıda temin edebilmişti. Tunus’un işgalini
kolaylaştırmak için Fransa, Tunus’un, Osmanlı'dan bağımsız
bir devlet olduğunu açıkladı. II. Mahmut Osmanlı İmparatorluğunu
merkezileştirme politikası güdüyordu ve uzak bölgeler üzerinde
etkili bir merkezi kontrol kurmaya çabalıyordu. Babıali’nin
otoritesini Kuzey Afrika bölgelerinde güçlendirme niyetindeydi.
1835’te Türkler, yönetici hanedanını devirerek Trablus’u ele
geçirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun normal bir eyaleti
haline getirmişti. 1836’da sıra Tunus’a gelmişti, ama Türk
donanması Fransa donanmasının savaş tehdidiyle karşılaşınca
geri çekildi. Tunus’taki durum değişmemişti. Ertesi yıl Fransa
Tunus'a girdi, birçok köyü talan etti ve ekinleri yaktı. Fakat
İngiltere’nin baskısı ile Fransızlar geri çekilmek zorunda
kaldı.
İngilizler
de bölgedeki konumlarını güçlendiriyordu, Malta’yı
ele geçirmişlerdi. 1837 anlaşmazlığı Tunus üzerinde kırk
yıldan fazla sürecek olan İngiliz-Fransız düşmanlığını
artırdı.
Türklerin
ve Fransızların ülkeyi ele geçirme tehlikesi Tunus beylerini
ülkelerini ve ordularını modernize etme hususunda teşvik etti.
1861’de Tunus Beyi İngiltere ve Fransa'nın baskısıyla ilk İslam
yazılı anayasasını ilan etti. Avrupa bankaları
Tunus’a, finansal bağımlılığa yol açacak insafsız krediler
yükledi. 1862 itibariyle Tunus Beyi’nin borcu 28 milyon Frank'a
ulaştı. Bu, Tunus'u iflasın eşiğine getirdi.
Fransız bankalar birliği Bey’e 35 milyon Frank kredi
önerdi. 1863’te bir anlaşma imzalandı. Ama Bey’in eline geçen
yalnızca 5,6 milyon Frank'tı. Tunus, on beş yıl içinde 63 milyon
Frank ve ayrıca 13 milyon Frank
komisyon ödemeyi taahhüt ediyordu. Her şeye Bey ve
Fransızların rüşvetle bağladığı bakanlar karar vermişti.
1869’da Tunus maliyesi Osmanlı’dan yedi yıl önce iflas etti,
İngiltere, Fransa ve İtalya ülkenin finans yönetimine el koydu.
1871'de
Prusya yenilgisi sonrası, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyetin
kurulması, Fransız genel valisi tarafından yönetilen Cezayir
Araplarına ve Berberilerine, Fransız devletinin yozlaşmış ve
zayıf olduğunu göstermişti. Nefret edilen yönetimden kurtulmak
için Berberi ve Arap kabileleri isyanı Mart 1871’de başladı,
ama Ocak 1872’de bastırıldı. Binlerce kişi idam edildi, hapse
atıldı ya da ağır cezalara çarptırıldıkları Yeni
Kaledonya’ya sürgüne gönderildi. İsyancı kabileler 63 milyon
Frank tazminat ödedi ve arazilerinin en iyi 500
bin hektarı müsadere edildi. Cezayir’de 1879 ve 1881 isyanları,
bağımsızlık mücadelesinde halkın son silahlı kalkışmasıydı.
Cezayir’de nüfus 1866’da 2.652.000 iken 1872’de 2.125.000’e
düştü. 500 binden fazla insan açlıktan, hastalıktan ve Fransız
askerlerinin vahşetinden telef oldu.
1878’de
Kıbrıs’ı elde eden İngiltere, Fransa’nın Tunus’taki özel
imtiyazlarını tanıdı. Fransa, bazı Tunuslu aşiretlerin Cezayir
topraklarına yaptıkları akınları ve bazı toprak taleplerini
bahane ederek 1881 yılında Tunus’a asker çıkardı. Tunus
1881'de Bardo antlaşması ile Fransa himayesine girdi. Osmanlı
İmparatorluğu protesto ederek kabul etmediğini bildirdi ve padişah
fermanlarında Tunus Osmanlı eyaleti olarak zikredilmeye devam etti.
En önemli rakip İngiltere’ye eklenen İtalya da Fransa himayesini
kabul etmedi. 1884’te Uluslararası Finans Komisyonu feshedildi ve
Tunus’un mali meseleleri Fransız genel valinin kontrolüne geçti.
Bu daha sonra siyasi alanı da kapsadı. Yerli halkın fazla direnişi
olmadı. 1909 yılında, Cumhuriyetçi Parti Tunusluların asimile
edilmesi lehindeydi, taleplerini eşitlik ile sınırlandırıyordu.
Tunus Partisi ise geniş ölçekli anayasal reformların ve
bağımsızlığın savunuculuğunu yapıyordu. Sloganı
“Cezayir-Tunus Ulusuydu” ve bu ulus için bir devlet oluşturma
çabasındaydı. Fransa işgaline karşı halk hareketleri,
İtalyanların 1911’de Libya’ya saldırmasına paralel olarak
hızlandı.
Günümüzün
Orta Doğu’daki iki büyük sorunu da bu günlerde temel buluyordu:
Yahudiler ve petrol…
Yahudi
düşmanlığı ve Yahudilere saldırıların
artmasıyla, Rusya’dan 1881- 1991 arasında 5.000 Yahudi
Filistin’e göç etti. William Blackstone “İsa
Geliyor” çoksatar kitabı ile 1891’de Orta
Doğu’da bir Yahudi devletini destekleyen ilk
kampanyayı organize etti. Avusturyalı Yahudi Theodor
Herzl 1896’da Yahudi Devleti kitabını
yayımlandıktan sonra, Siyonizm uluslararası
siyasi bir hareket oldu. Romanya’daki baskılar sonucu 1899 ile
1904 yılları arasında 60 bin Yahudi göç
etti. Osmanlı Filistin’inde Yahudi
yerleşimi başladı.
Petrolü
geleceğin yakıtı olarak kavrayan ilk ülke İngiltere
idi. Onu Rusya izledi. 1897’de Osmanlı topraklarında ilk petrol
arama çalışmaları başlatıldı. Osmanlı henüz
petrolün stratejik önemini kavramış değildi.
İngiltere 1899’da Osmanlı toprağı olan Kuveyt’e yerleşmiş
petrol arıyordu. Osmanlı toprağında ilk
petrol kuyusu 1900’de Europeen Petroleum
Company tarafından açıldı. APOC (Anglo-Persian Oil Company)
1908’de İran’da Orta Doğu’nun ilk petrolünü
buldu ve Doğu Sorunu ve Büyük Oyun enerji
boyutuna sıçradı. Orta Doğu’nun
tarihi bundan sonra dünya tarihi için çok önemli olacaktı. Bir
dönüm noktasıydı.
1900'lere
geçiyoruz...
Avrupa
devletleri servet ve güçlerini hızla artırıken,
Osmanlı padişahları uzun süredir, gücünü başkentte
saray erkanına ve vezirlerine, taşrada ise özerk ve babadan oğula
geçen konumdaki yerel yöneticilere kaptırmıştı.
Osmanlı
İmparatorluğu'nun Fransız Devrimi sonrası gelişen düşünce ve
siyasal ortamdan etkilenen, 1839 Tanzimat, 1856 Islahat, 1876 Birinci
Meşrutiyet deneyimleri dünyanın hızlı değişimine ayak
uyduramamıştı. Bilimsel, teknolojik, sosyal, ekonomik, askeri,
siyasal, kültürel olarak Avrupa ile Osmanlı’nın arası
kapanacağına, açılıyordu. Balkanlardaki ve Ortadoğu’daki
çıkarları için birbirleriyle yarışan İngiltere, Fransa,
Almanya ve Rusya Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasının
durdurulamayacağını anladıklarında, ganimetten daha fazla mal
almaya çalışıyorlardı. Abdülhamid, Cemaleddin Afgani’nin tüm
Müslüman halkların birliği öğretisini benimsemişti. İktidarını
Mısır, Kuzey Afrika, Kafkasya, Orta Asya, Volga Müslümanlarına
ve İngiliz Hindistan’ına yayma niyetindeydi. Bu, İtilaf
Güçleri’ne karşı mücadelesinde Türkiye’yi de kullanmak
isteyen Almanya İmparatoru Wilhelm tarafından da destekleniyordu.
Bu
dönem boyunca Türkiye ve Arap vilayetleri bir pazar ve ham madde
kaynağı olarak kullanılıyor, külfetli krediler ve kilometre
garantili demiryolu inşaatları vasıtasıyla yağmalanıyordu. Türk
dış ticareti I. Dünya Savaşı’ndan önceki otuz yıl içinde
iki kattan fazla artmıştı. Suriye, Irak ve Filistin imparatorluğun
ithalatının çeyreğini ve ihracatının beşte birini
gerçekleştiriyordu. 1890'larda İngilizler baskınlığını
sürdürse de, Türkiye’ye ihracatını ciddi şekilde arttırmış
olan Almanya tarafından zorlanmaya başlamıştı. Yabancı sermaye
yatırımları sanayide değil devlet tahvillerinde ve demiryolu
inşasında kullanılıyordu. 1890-1908 arasında, Türkiye 45 milyon
lira değerinde krediler aldı. I. Dünya Savaşı
öncesinde toplam dış borç 152 milyon liraya ulaştı.
Sanayi yatırımları yabancı yatırımların yalnızca yüzde
sekizi civarındaydı. Avrupalıların kurduğu Duyunu Umumiye
İdaresi imparatorluğun ikinci maliye bakanlığı haline gelmişti.
İmparatorluğun en önemli gelirleri bu İdare’nin kontrolü
altına girmişti.
Almanya’nın
1871'de birleşmesinden sonra Alman Asilzadeler ve kapitalistler
yayılmacı planları uygulamaya koymaya başladılar. 1882’de
Baron von der Goltz’un askerî heyeti Türkiye’ye davet edilmiş
ve burada on dört yıl geçirmişti. Türk paşası yapılmış
Goltz orduyu yeniden düzenlemişti. Moltke’nin demiryolu planları
uygulamaya konmuş, uluslararası ilişkiler tarihinde önemli bir
role sahip Bağdat Demiryollarının temelleri atılmıştı.
İngilizler Mısır ve Kıbrıs’ı zapt etmiş, Fransızlar Cezayir
ve Tunus’a zorla el koymuş ve Rusya Kars ve Ardahan’a girip
Balkanların bağımsızlığını kazandırmıştı. Alman
diplomatlar Türkiye’nin topraklarına el koymak ya da onu
zayıflatmak gibi bir niyetinin olmadığını iddia ediyor ve Sultan
Abdülhamit'i diğer güçlerin gerçek ya da hayalî saldırı
planları ile korkutuyorlardı. 1890'da İngilizlerin lehine olan
eski yönelim Almanya tarafına kayıyordu. Almanya, Babıali’nin
“dostu ve müttefiki” olmuştu.
Cezayir,
Tunus, Suriye ve Lübnan Fransa’nın, Mısır,
Irak ve Filistin İngilizlerin etki alanındaydı. Fransızlar
Beyrut’ta büyük bir liman kurmuş ve Yafa’dan Kudüs’e ve
Beyrut’tan Şam’a demiryolu hattı döşemişti. Fransız
bankalarının şubeleri Suriye ve Filistin’de birbiri ardına
açılıyordu. Irak’ta ise İngiliz sermayesinin ağırlığı söz
konusuydu. İngiliz ve Fransız kapitalistleri Arap
bölgelerinde Belçika, Avusturya-Macaristan ve İtalya
kapitalistleri ile rekabet zorundaydılar ama esas rakipleri
Almanya’ydı.
Arap
halkı sorunların esas nedeni olarak Abdülhamit rejimini ve baskıcı
feodal, bürokratik ve vergi ödeme sistemini görüyordu. Yabancı
esaretinin başlıca kaynağı da bu rejimdi. 1886, 1896, 1899, 1906
yıllarında Şii
Dürzi kabileleri ayaklandı. 1895 Halep ve 1903 Beyrut ayaklanmaları
büyük bir tehdit oluşturamadı. 1875’te Arap aydınları
Beyrut’ta gizli bir topluluk kurmuştu. Suriye ve Lübnan’ın
bağımsızlığı, Arapçanın resmî dil olarak tanınması,
baskının ve ifade özgürlüğünün önündeki diğer engellerin
kaldırılması ve Suriye ve Lübnan sınırlarındaki yerel askerî
birliklerin kullanılmasının yasaklanması çağrısında
bulunuyorlardı. Fakat topluluğun faaliyetleri 1885 dolayında son
bulmuş, temsilcileri Mısır, Avrupa ve Kuzey Amerika’ya kaçmıştı.
1908
İkinci Meşrutiyet Devrimi Arap bölgelerinde coşkuyla karşılandı.
Devrimin ilk günlerinde Arap burjuvazisinin ve milliyetçilerinin
büyük kısmı Osmanlı sınırları içinde ulusal özgürleşme
istiyordu. İttihatçıların işbirliğine bel bağlanmıştı. Bu
hareketin merkezi İstanbul’a kaymıştı. İha-El Arabi-El-Osmani
(Osmanlı Arap Kardeşliği Cemiyeti) kuruldu. Arap bölgelerinde
şubeler açıldı. Cemiyet’in kurucu meclisine İttihat Terakki
Partisi üyeleri de katıldı. Cemiyet liderleri Osmanlı milletinin
varlığını kabul ediyorlardı. Osmanlı birçok millete bölünmüştü
ve Araplar da bu milletlerden biriydi. Programlarında ayrı bir Arap
ulusuna ilişkin tek kelime yoktu. Arapların self determinasyon ve
özerk kurumlar oluşturma hakkından dem vurulmamıştı. Aksine
Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyeti İttihat ve Terakki Partisi’ne
yardımcı olacaktı. Programlarındaki tek ulusal vurgu, ulusal
eşitlik talebi, Arapça eğitim dili ve Arap geleneklerinin icrası
üzerineydi.
İki
aşamada gerçekleştirilen parlamento seçimleri, adayları
belirleyen ve parlamentoya girmelerini sağlayan İttihat ve Terakki
Partisi komitelerinin gölgesinde gerçekleşti. Sonuç Araplar için
tam bir hayal kırıklığıydı. 260 vekilin, 127’si Türk, 60’ı
Arap’tı, oysa Araplara göre, 22 milyon nüfuslu Osmanlı
İmparatorluğu’nda 10 milyon Arap ve 7,5 milyon Türk bulunuyordu.
Arap nüfusun büyük çoğunluğu memnuniyetsizdi. Ardından,
Müslüman din adamlarının, medrese öğrencilerinin ve
muhafızlarının yardımıyla, Sultan II. Abdülhamid bir darbe
yaptı. 13 Nisan (31 Mart) 1909’da isyancılar birçok devlet
binasını ele geçirdi ve İttihatçıları baskı altına aldı.
Arap hareketinin öne çıkan isimlerinden Muhammed Arslan
öldürülenlerin arasındaydı. Ama Hareket Ordusu şiddetli
çarpışmalardan sonra isyancıları bastırdı. II. Abdülhamid
tahttan indirildi. İttihatçılar kardeşi 64 yaşındaki Mehmet
Reşat’ı tahta çıkardı.
Ayaklanma
sonrası, diğerleri gibi Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyeti de
yasaklandı. Osmanlı Birliği, Türk olmayan ulusların zorla
Türkleştirilmesine dönüşmeye başladı. Ulusal okullar kapatıldı
ve Türkçe imparatorluğun yegâne resmî dili yapıldı.
Arap-Osmanlı balayı sona erdi. Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyetinin
yerine İstanbul’da, Edebiyatçılar Kulübü (El-Muntada El-Arabi)
kuruldu. Türk boyunduruğuna karşı savaşacaklardı. Arap Osmanlı
Kardeşlik Cemiyetinin Pan-Osmanlıcı esasları reddediliyor ve
Araplar ayrı bir ulus olarak kabul ediliyordu. Amaçları Osmanlı
İmparatorluğu’nu yeniden düzenlemek ve bir Arap-Türk Devleti
kurmaktı. Türk Padişahı Arapların da Kralı olacaktı. Arap
bölgeleri bu imparatorluk içinde ayrı bir krallık oluşturacak ve
kendi parlamentosu, yerel hükümeti ve resmî dili Arapça olacaktı.
Fakat içlerinden hainler çıktı ve polis müdahalesinden evvel
dağıtılma kararı aldılar.
1911’de,
Paris’te Arap ulusal bağımsızlık hareketinde önemli rol
oynayacak gizli Genç Araplar Derneği (El Camiya El-Arabiya
El-Fatat) kuruldu. Jön Türkler gibi olmak istiyorlardı. Arapların
bağımsızlığı için Türklerle ve diğer tüm yabancı
otoritelerle mücadele edeceklerdi. Genç Araplar anavatanlarına
döndüklerinde politik mücadelede aktif bir rol üstlendi. 1913
yılında tüm Arap partilerini ve örgütlerini birleştirme
eylemine girişti.
Fransa
ve İngiltere Arap bölgelerindeki ayrılıkçı
eğilimleri destekliyordu. Şam ve Beyrut’taki Fransız konsolosu
birçok Arap milliyetçisiyle bağlar kurmuş ve Lübnan’da çeşitli
gazetelerin basımını finanse etmişti. Fransız Hükümeti, Suriye
ve Lübnan’da 25 bin öğrencisi bulunan Fransız okullarının ve
her türlü bilimsel, kültürel, eğitimsel ve hayır kurumunun
masrafları için kayda değer tutarlar ayırmıştı. 1912 savaşı
sırasında İtalyan savaş gemileri Beyrut limanında bulunan Türk
gemilerini bombalamıştı. Bu bombalama, Suriye ve Lübnan’da
büyük heyecan yarattı ve Fransızlara talepleriyle birlikte ortaya
çıkma bahanesi sundu. Başbakan Poincare Fransa’nın, Suriye ve
Lübnan’da özel çıkarlarının olduğunu ve bu hakları
savunmaktan asla feragat etmeyeceğini açıkladı. Eş zamanlı
olarak Fransa, önceki özerkliği önemli ölçüde genişletti.
Beyrut
ve Bekaa Vadisi’ni özerk Lübnan topraklarına katmak için
kitlesel bir hareket başladı. Fakat 1909’da, Lübnan demokratik
hareketi yenilgiye uğradı. Aynı yıl Şii Dürzi köylüler bir
kez daha ayaklandı. Savaş hali iki yıl boyunca gerilla mücadelesi
şeklinde sürdü ve 6 bin Dürzi öldürüldü. Irak’taki köylü
hareketi daha geç başladı. Hareket, 1913-14 arasında, Türk
otoritelerinin devlet topraklarını yabancılara satması ile önemli
bir boyut kazandı.
Türklerin
yenilgisi, Balkan halklarının özgürlüğü, imparatorluk
bağlılarına özerklik yanlısı Hürriyet ve İtilaf Partisinin
iktidara çıkışı ve Batılı güçlerin baskıları gibi olaylar
1912-14 yılları arasında Arap ülkelerinde ulusal harekette bir
yükselişe neden oldu. 1912 yılında, Kahire’de Osmanlı İdari
Ademi merkeziyetçi Partisi (Hizbul Lamarkaziya El-İdariya
el-Osmanî) kuruldu. Suriye ve Lübnan’da Fransız kontrolü, Irak
ve Filistin’in büyük bölümünde de İngiltere kontrolü
kurulması hususunda coşkulu bir seferberlik başladı. Beyrut
Reform Komitesi de devreye girdi.
İtilafçıların
hakkından gelen İttihat ve Terakki, Arap milliyetçilerine karşı
tamamen farklı bir tutum sergiledi. Beyrut Reform Komitesi
reformcularının taleplerini kesinlikle reddetti. Nisan 1913’te
Reform Komitesi’ni yasaklamış ve liderlerini tutuklamışlardı.
Beyrut halkı pazarları, dükkânları ve tezgâhlarını kapattı
ve Arapça gazeteler siyah çerçevelerle basıldı. Karışıklıklar
Suriye’nin diğer kentlerine de sıçrayınca, ittihatçılar ödün
vermek zorunda kaldı. Tutuklanan liderler serbest bırakıldı ve
reformcuların ve Ademi merkeziyetçi partinin taleplerini
karşılamakta yetersiz kalacak olan Yeni Vilayetler Kanunu’nu
resmî olarak duyurdu. Birçok Suriye ve Irak kentinde gösteri ve
protesto mitingleri devam etti.
Fransız
Devleti Suriye ve Lübnan’a daha kolay müdahale
edebilme şansı yaratacağı için Arap milliyetçilerine yardım
ediyordu. Arap Kongresi 1913 Haziranında gerçekleştirildi.
Kongrede yirmi dört delege (Lübnan ve Suriye’den on dokuz,
Irak’tan iki ve ABD Arap topluluklarından üç) ve 200’den fazla
konuk yer almıştı. Kongre Arap ulusal haklarının tanınması
çağrısında bulundu. Osmanlı merkezi hükümetinde daha çok yer
almak ve Arap bölgelerine özerklik sağlamak isteniyordu. Bir kredi
üzerine Türklerle görüşmeler yürüten Fransa’nın güçlü
baskısıyla, İttihat ve Terakki, Arap Kongresi ile bir anlaşma
yaptıysa da uygulanmadı.
Türklere
karşı silahlı bir mücadele örgütlemek için birçok dernek
kuruldu. Arap ülkelerinin tam bağımsızlığı ve Türk karşıtı
silahlı bir isyanın savunuculuğunu yapıyorlardı. İttihatçılar
Ocak 1914’te, tüm politik Arap örgütlerini kapattı ve Arap
subaylarını farklı garnizon ve askerî birliklere dağıttı.
I.
Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden kısa bir süre önce,
Ademi merkeziyetçi Parti, Fransa ile 20 bin tüfek ve eğitmenlerin
tedariki için bir anlaşma imzaladı. İngilizlerden makineli
tüfekler ve Hicaz’daki isyan sırasında destek istendi. Arap
milliyetçilerinin çoğu Türk karşıtı bir ayaklanmadan yana
tavır almış ve bu, onları İtilaf Devletleri’yle birleşmeye
kadar götürmüştü. Diğerleri ise hâlâ Türklerle bir uzlaşı
arayışı içindeydiler. Başlatılacak bir isyanın, Arap
ülkelerinin İngiltere ve Fransa tarafından işgalinin yolunu
açacağı için daha tehlikeli olduğunu düşünüyorlardı.
Mısır...
Süveyş
Kanalı ile önemi çok fazla artan Mısır’da dizginler 1892
yılına kadar Hidiv Tevfik’in elindeydi. Ölümünden sonra,
yerine geçen 18 yaşındaki oğlu II. Abbas Hilmi altı bakanlı bir
kabine kurdu, 1893’te anayasayı ilan etti. Aslında iktidar, işgal
ordusu tarafından desteklenen İngiliz temsilcisinin elindeydi. Bu
kişi 1883’ten 1907’ye kadar Başkonsolos Lord Cromer olarak
anılan Binbaşı Baring idi. Cromer rejimi ve koloni yasaları,
Mısır Devleti adına zayıflık ve Mısırlılar için hukuksuzluk
anlamına gelmekteydi. Cromer Mısır’da, İngiliz finans kapitali
diktatörlüğünü kurmuş ve Mısır ulusal
bağımsızlık hareketini acımasızca bastırmıştı. Arap
milliyetçiliği İslam
reform hareketiyle birlikte yükseliyordu. Hareketin
politik temelleri, gazeteci Mustafa Kamil tarafından atıldı.
1904’te, II. Abbas Hilmi onun faaliyetlerini desteklemeye başladı.
Aynı yıl Cromer, Mustafa Kamil ile ilişkili yasadışı belge ve
malzeme bulabilme umuduyla Hıdiv’in sarayında bir arama dahi
yaptırdı. Kamil’in Osmanlı Sultanı Abdülhamid ile olan
arkadaşlığından da umudu vardı. Dış desteğin Türkiye,
Avusturya-Macaristan ve Almanya’ya bağlı olabileceğini
düşünüyordu. Kamil Mısır’ın tam bağımsızlığını
istemiyordu, Panislamizm ışığında Osmanlı
İmparatorluğu ile yeniden birleşme taraftarıydı. 1904’te
Sultan ona paşa unvanı verdi. 1907’de Cromer istifa edince, yeni
İngiliz başkan Sir Eldon Gorst oldu. Onun öncülüğündeki bir
grup Mısırlı İngiliz hayranı 1907 yılında, ileri gelenlerden,
bürokratlardan ve entelektüellerden oluşan Hizbul Islah’ı
(Reform Partisi) kurdu. Mustafa Kamil de, Hizbul Vatan Parti'sini
kurdu, ama bir yıl sonra, otuz dört yaşındayken öldü.
Ertesi
yıl, 1908 Türk Devrimi İkinci Meşrutiyet’in Mısır’daki
olumlu etkisiyle, İngiliz emperyalizmine karşı gösteriler tekrar
başladı. İttihatçılarla bağlantısı olan Hizbul Vatan Partisi
hareketin öncülüğünü yapıyordu. 1909 olağanüstü hal
yasaları nedeniyle milliyetçilerin bir kısmı yurt dışına
kaçmak zorunda kaldı. Hizbul Vatan Partisinin iki kongresi, Cenova
ve Brüksel'de yapıldı. Ülkede kalan milliyetçiler yer altına
indi ve bireysel teröre geçiş yaptı. 1910’da Hristiyan
Kıpti Başbakan Butros Gali’ye suikast düzenledi. Bu
suikastı Kıptiler ve Müslümanlar arasındaki
düşmanlığı tahrik için kullanan Eldon Gorst 1911’de öldü.
Yerine General Kitchener geçti ve Mısır politikalarını aynen
izledi.
Birinci
Dünya Savaşı başladığında, Mısır’da İngiltere
baskısı arttı. Süveyş Kanalı Bölgesi işgal
edildi. Parlamento savaş süresince bir kez dahi toplanamadı.
Yetkililerin izni olmadan dörtten fazla Mısırlının bir araya
gelmesi yasaklandı. Sıkıyönetim ilan edildi. Ülkedeki en üst
otorite İngiliz kuvvetlerinin başkomutanı General Maxwell’in
eline geçti. Askeri diktatörlükçe ulusal harekete katılan
binlerce aydın, doktor, avukat, öğretmen, subay ve öğrenci hapse
ya da toplama kamplarına atılmış, uzak vahalara ve Malta’ya
sürgüne gönderilmişti. Hizbul Vatan Partisi’nin lideri
tutuklanmış ve milliyetçi gazeteler kapatılarak diğer gazeteler
de sıkı bir sansüre uğramıştı.
Aralık
1914’te İngiltere, Mısır’ın Osmanlı’dan ayrıldığını
ve İngiltere hamiliğini ilan etti. Başkonsolosluk yerine Yüksek
Komiserlik kuruldu. Sıkıyönetim sırasında bu komiserler
başkomutanın astı olarak kaldı. İstanbul’da bulunan ve
İngilizlerle ters düşen Hidiv II. Abbas görevden alındı. Yerine
Hüseyin Kamil Paşa getirilerek sultan unvanı ile ödüllendirildi.
Bağımsızlık mücadelesini sürdüren küçük esnaf ve
milliyetçiler 1915’te Sultan Hüseyin Kamil’e, Başbakan Hüseyin
Rüştü Paşa’ya ve vakıflar bakanına başarısız suikast
girişiminde bulundular. Hüseyin Kamil 1917’de öldüğünde
oğlu Kemaleddin bir İngiliz kuklası olmayı reddetti. Taht için,
İtalya’da yetişmiş ve İtalyan ordusunda hizmet etmiş olan
Prens Ahmet Fuat bulundu. Üstelik İtalya, Ahmet Fuat’ı
Arnavutluk kralı olarak ilan etmişti. Mısır bağımsızlık
hareketi krizdeydi. Zenginler ve feodaller savaş sebebiyle
zenginleşiyor ve İngilizlerin yanında yer alıyordu. Gazeteler ve
siyasi partiler İngiliz hâkimiyetine girmişti.
İngiliz
istihbarat servisi Kahire’deki ulusal hareketle
mücadele edebileceği bir Arap Bürosu kurdu. Arap Bürosu,
arkeolog, yedek subay Lawrence, İstanbul’daki eski Times muhabiri
Philip Graves, Lord Lloyd, Arap uzmanı Hogarth ve Binbaşı Newcombe
gibi istihbarat subaylarından oluşuyordu. Başında Albay Clayton
vardı. Arap Bürosu Mısırlı milliyetçilere eziyet çektirirken,
Suriye ve Filistin milliyetçileri ile Türklere karşı yıkıcı
eylemler düzenliyordu. Mekke Şerifi Hüseyin el-Haşimi ile
birlikte, Hicaz Arapları arasında Türk karşıtı bir isyan
tertiplemişlerdi.
Suriye...
Suriyeli
milliyetçilerle, İngiliz-Arap işbirliği 1915 Şam
Protokolü’ne göre düzenlendi. İngiltere
Arap devletini “doğal sınırları” içinde tanıyacak ve
bağımsızlığını garanti edecekti. Bu bölge Suriye, Filistin,
Irak ile Aden haricindeki bütün Arap Yarımadası’nı kapsıyordu.
İngiltere kapitülasyonları da kaldıracaktı. Bunun karşılığında,
milliyetçiler, İngilizlerle müstakbel bağımsız Arap devleti
arasında bir savunma ittifakı imzalamayı ve İngiltere’ye 15 yıl
süreli ekonomik ayrıcalıklar tanımayı kabul edeceklerdi. Şam
Protokolü, Arap ulusal özgürlük hareketinin tarihinde önemli bir
dönüm noktasıydı. Arap feodalleri ile Suriye, Irak ve Filistin
burjuvazisi arasında bir ittifakı simgeliyordu. Bağımsız Haşimi
Arap devleti tanınıyordu. Arap Yarımadası’ndaki İngiliz bağlı
devletleri dışarda kalacaktı. Halep-Hama-Humus-Şam hattının
batısındaki bölge, yani Fransa’nın üzerinde hak iddia ettiği
Batı Suriye, Lübnan ve Kilikya da hariçti. Basra ve Bağdat
İngiliz denetimine girecekti. Bu sırada, Babıali, Hüseyin’i
Hicaz’ın bağımsız ve verasete dayalı hâkimi olarak tanımayı
reddetti, Arap milliyetçilerinin affedilmesi için yaptığı ricayı
da geri çevirdi. Türkler ayrıca Hicaz’a geniş takviye
birlikleri sevk etmeye hazırlanıyor ve yeni bir Mekke emiri
yolluyorlardı.
İngiltere
ve Fransa, Çarlık Rusya ile de anlaşarak, 1916’da Orta Doğu’yu
küçük manda devletlerine bölen gizli Sykes-Picot Anlaşması’nı
imzaladı. Fransa Batı Suriye, Lübnan ve Kilikya ile birlikte Güney
Doğu Anadolu’nun bir bölümünü; İngiltere ise Orta ve Güney
Irak’a ek olarak Filistin limanları Hayfa ve Akka’yı ilhak
edecekti. Filistin Rusya ve diğer ülkelerle de anlaşılarak, özel
bir uluslararası yönetimin kontrolüne bırakılıyordu. Doğu
Suriye ile Musul vilayetinin Fransız nüfuz alanı; Ürdün ile
Bağdat vilayetinin kuzey kısmınınsa İngiliz nüfuz alanı olması
kararlaştırıldı. Rusya’ya, Türkiye’nin Ermeni vilayetleri,
Kuzey Kürdistan, İstanbul üzerindeki hakları ve Filistin’deki
Ortodoksların çıkarlarını koruma hakkı teyit edildi. Bir süre
sonra İtalya antlaşmadan haberdar olmuş ve Güneybatı, Batı ve
Orta Anadolu’nun bir kısmına sahip çıkmıştı.
Libya…
1911’de
Libya'da yedi bin askerlik Osmanlı gücü vardı. Çok geçmeden
açlık da baş gösterdi. İtalyan donanması denizden kuşatmış
ve Osmanlı'nın gıda maddesi ve takviye göndermesini engellemişti.
İngilizler de Osmanlı birliklerinin Mısır’dan geçmesini
engelliyordu. 34 bin askerden oluşan İtalyan birlikleri 1912
yılında 55 bine çıkarıldı. Bu birlikler topçu, telsiz ve savaş
alanında ilk kez kullanılan uçaklarla donatılmıştı. Bu arada
İtalyan donanması Türk kıyılarını bombalayıp birliklerini
Ege'deki On iki Ada’ya çıkardı. İtalyan birlikleri Trablus
kentini, Derne’yi, Bingazi’yi ve Horns’u zapt etti. İtalyan
Devleti Libya'nın ilhakını ve mutlak egemenliğini duyurdu.
Aralarında Mustafa Kemal ve Enver’in olduğu Türk subaylarının
Libyalı Sinusi kabileleri ile verdiği mücadele, başlayan Balkan
Savaşı nedeniyle yarım kaldı. 1912 Uşi Barış Antlaşması ile
Trablusgarp ve Bingazi İtalya' ya verildi, Osmanlı Kuzey
Afrika'daki son toprağını kaybetti. Libya’da barış sağlanmış
olsa da Sirenayka Emiri İdris liderliğinde çatışmalar devam
etti. İtalyanlar 1913’te kıyıdaki dağları ellerine geçirseler
de Sinusiler İtalyanları kıyı şeridine püskürttü. 1914
yılında İtalyanlar Fizan’ı ele geçirmek üzereydiler. Fakat I.
Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle geri çekilmek zorunda
kaldılar ve 1916 itibariyle yalnızca Trablus ve Horns kasabalarını
koruyabildiler, Libya’nın doğusu Sinusilerin kontrolüne geçti.
Alman-Türk güçleri, Mısır’daki İngiliz köprübaşına
saldırmak için Sinusileri kullandı, fakat 1916’da saldırıların
önü kesildi. İtalyanlar 1917 sonunda sadece Trablusgarp ve Zaura
arasındaki kıyı şeridini ele geçirebildiler.
Basra
Körfezi...
İngiltere,
Basra Körfezi’ndeki konumunu güçlendirmek ve genişletmek için
donanmasının da yardımıyla, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri
ile dostane ilişkiler geliştirmişti. 1880’de, hamilik anlamına
gelen Birinci İmtiyaz Anlaşması’nı Bahreyn’e dayattı. 1882
yılında Katar Yarımadası’nı ele geçirdi. 1895'te Almanya ve
Rusya’nın, Basra Körfezi’ne inme planlarından korkan İngiltere
dikkatini Babıali’nin egemenliğindeki Kuveyt üzerinde
yoğunlaştırdı. Fakat Şeyh Muhammed Osmanlıya bağlı kalınca
katledildi ve yerine kardeşi Şeyh Mübarek ibn Sabah geçti.
Mübarek Ocak 1899’da da İngiltere ile gizli bir anlaşma
imzaladı. Bölgesini İngiltere dışında hiç kimseye açmayacaktı.
Bu, Basra Körfezi’ni bir “İngiliz Gölüne” çevirecek son
halkaydı.
Kuveyt’in
tamamen İngiltere kontrolüne geçmesi uluslararası
anlaşmazlığa yol açtı. 1899’da Almanlar, Bağdat demiryolu
için Irak’a araştırma ekibi göndermişti. Kuveyt’in son durak
olması planlanıyordu. İstanbul’daki İngiltere
Büyükelçisi, Osmanlı Devleti’ni demiryolu hattının Kuveyt’e
kadar ulaşması durumunda “yerel zorluklara” neden olacağı ve
hatta “uluslararası güçlerin müdahalesine” yol açacağı
hususunda uyarmıştı. Bu arada, Hindistan Genel Valisi Lord Curzon
İngiliz Hindistan’ının batı sınırının Fırat Nehri olduğunu
açıkladı. 1901’de İngiltere ve Osmanlı Devleti Kuveyt üzerine
bir anlaşmaya vardılar. İngiltere, Türklerin Kuveyt üzerindeki
egemenliğini, askerî birlikler göndermediği durumda kabul
edecekti. Osmanlı Devleti İngiltere’nin Kuveyt’teki özel
çıkarlarını ve 1899 İngiliz-Kuveyt anlaşmasını tanıyacaktı.
1913’te Türkiye, Kuveyt’in içişlerine müdahalede bulunmama ve
İngiliz-Kuveyt anlaşmasını tanıma taahhüdünde bulundu. Katar
ve Bahreyn’deki haklarından da feragat ediyordu. İngiltere de
Vehhabilerin elinde bulunan El-Ahsa’da
Türklerin haklarını meşru kabul edecekti. I. Dünya Savaşı’nın
patlak vermesinden kısa bir süre sonra, İngiltere, Kuveyt’i
kendi hamiliğinde bulunan bağımsız bir prenslik olarak ilan etti.
Arabistan...
Arabistan’da
Vehhabilik
daha
zayıf olan ikinci
Devleti'ni
kurduysa da bu devlet Osmanlıların müttefiki El
Reşid Devleti
tarafından 1891 yılında ortadan kaldırılmıştı. 1902’de
Vehhabilik
Abdülaziz
İbn
Suud
önderliğinde
yeniden ortaya çıktı. İngiliz hükümetinin sağlam desteğini de
sağlayan İbn Suud, 1904 yazında Vehhabi
Suudi
devletini
eski sınırlarına kavuşturdu. 1904 yılında Necid’e gönderilen
Osmanlı askerlerinin büyük çoğunluğu açlıktan, susuzluktan ve
hastalıklardan öldü. Askerlerin sağ kalanları Yemen’e sevk
edildi. Tek başına kalan Şammariler bir müddet daha mücadele
etti, ancak 1906’da ağır bir yenilgi aldı. Reşid Emiri
Abdülaziz öldürüldü. Halefi Mitab Suudilerin Necid ve Kasım’daki
haklarını tanıdı. Osmanlı Sultanı Abdülhamid de bu anlaşmayı
tanıdı ve Vehhabi
Suudi
devleti
yeniden kuruldu.
Ama
Vehhabi devletinin bu denli hızlı büyümesi
İngiltere'yi kaygılandırdı. Arabistan Yarımadası’nın birliği
uygun değildi ve “böl ve yönet” politikasına dönüş yaptı.
Her yerde küçük prensleri destekliyor ve feodal ayrılıkçılığı
kışkırtıyordu. İbn Suud ile birlikte yürüyen feodal şeyh ve
emirler artık ona karşıydı. İki tarafta da İngiliz ajanları
vardı. İngiliz istihbarat yetkilisi Yüzbaşı Lichman, İbn Suud’u
destekledi. 1920 yılında albay rütbesine yükseltilen istihbarat
elemanı Gertrude Bell ise Şammar Emiri’ni destekliyordu.
İbn
Suud, İngiltere'nin de onayını alarak, 1913 yılında sınırlarını
Basra Körfezi kıyılarına kadar genişletti. Türklerin
kontrolünde olan El-Ahsa, Suudi devletine dâhil edildi. Bir
dünya savaşı kapıdaydı ve Basra Körfezi’ndeki Alman-Türk
nüfuzu yok edilmeliydi. Ayrıca, İbn Suud, savaşta İngiltere'yi
destekleyecekti. Aralık 1915’te, İbn Suud’un İngiltere karşıtı
tüm eylemlerden kaçınacağına, dış politikasını onunla
birlikte hazırlayacağına, topraklarını diğer Batılı güçlere
açmayacağına ve İngiltere’nin Arap Yarımadası’ndaki
konumuna saygı duyacağına dair bir anlaşma imzalandı.
Vehhabilerin Necid’i anlaşma süresinin sona
erdiği 1924 yılına değin İngiltere’nin koruması altında
kaldı.
1900
yılında Osmanlı İmparatorluğu Hicaz’daki iktidarını
güçlendirmek için demiryolları inşasına başlamıştı. Hat
Şam’dan başlayıp, Ürdün boyunca Mekke’ye varıyordu. Hicaz
demiryolları hacıların rahatı için düşünülerek kutsal bir
eylem olarak sunulmuş ve bu sebeple tüm Müslüman
ülkelerden bağışlar toplanmıştı. Demiryolu Alman
mühendisler tarafından inşa ediliyordu ve stratejik amaçlar
peşindeydi. Hicaz, Yemen ve Kızıl Deniz’de Alman nüfuzu
güçleniyordu. İngiltere bu inşaatı engellemek için elinden
gelen her şeyi yapmıştı. Bedeviler ve Mekke Şerifi 1904 yılında
başlayan inşa çalışmalarına şiddetle karşı çıkmıştı.
İngiltere da bedevi isyanlarını destekliyordu. 1905 yılında
Şerif öldü. Halefi Şerif Ali engelleyici politikaları devam
ettirdi ve bu yüzden Türkler tarafından Kahire’ye sürüldü.
1908 yılında Osmanlı İmparatorluğu demiryollarını Hicaz’dan
Medine’ye kadar uzattı. Fakat Mekke’ye kadar götüremedi. Yeni
Mekke Şerifi II. Hüseyin el-Haşimi inşa faaliyetlerini durdurmak
için her şeyi yapmıştı. Hüseyin 1908 yılında altmış
yaşındayken Şerif olmuştu. Ömrünü daha çok sultanın esiri
olarak İstanbul’da geçirmişti, Hicaz’ın bağımsız idarecisi
olma ve otoritesini Arap Yarımadası’nın diğer bölgelerine
yayma düşleri kuruyordu. Arap milliyetçilerinin ve İngiltere‘nin
desteğine güveniyordu. 1914’te Hüseyin’in oğullarından
Faysal, Genç Araplarla ve Şam’lı reformcularla bağlantı
kurmuştu. Ademi merkeziyetçi Parti temsilcileri Hüseyin’i ve
diğer Arap idarecileri ziyaret etti. Türk karşıtı bir isyan
hazırlamak üzere birleşik Arap cephesi oluşturma girişimlerinin
yapıldığı esnada, Şammar emirliğinin başkenti Hail’de Arap
milliyetçilerinin temsilcileri ve Arap yöneticilerden müteşekkil
bir toplantı daha düzenlendi. Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah,
Mısır’daki İngiltere başkonsolosu Kitchener ile görüşmelere
başladı.
I.
Dünya Savaşı’ndaki büyük Arap isyanı esnasında hayati rol
oynayacak İngiliz-Haşimi yakınlaşmasının temelleri atılıyordu…
Kasım
1914’te başlayan savaş, zaten varolan ekonomik zorlukları
artırdı.Araplarda hoşnutsuzluk artıyor, Osmanlı Hükümeti de
Arap nüfusa güvenmiyordu.
20.
yüzyıla girildiğinde Irak,
kabile savaşları ile Batı tipi ulus-devlet kurmayı amaçlayan
aydınların mücadelesi arasında sıkışmıştı. Şehirler Sünni
ve Şii olarak ikiye ayrılmıştı. Musul eyaleti Osmanlı'ya ve
Suriye'ye yakın dururken, Bağdat, Necef ve Kerbela batı ve
güneybatıdaki Şii çöl halkları İran'la sıkı bağlar
içindeydi. Basra eyaleti ise İngilizlerin etkisinde gibiydi. Ama
onlar da güçlenen Almanların bölgede yer almalarından
korkmuşlardı. Irak, zengin petrol yataklarının sahibi İran'ın
komşusu, buradan Afganistan'a ve Hindistan'a uzanan çıkar
alanlarının başlangıç noktasıydı. Osmanlılar Almanların
yanında savaşa girince İngiliz kuvvetleri ilk olarak El Fao'ya
çıkarma yaptı ve Basra'ya yöneldi. Hedef Bağdat'tı ancak bu
kolay olmadı. 1915 sonbaharına Kutül Amare'deki İngiliz garnizonu
140 gün süren kuşatma sonunda Osmanlılara teslim oldu.
Suriye
ve Filistin cephesinde, Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal
Paşa'nın, Ocak 1915'te Süveyş Kanalı'na yaptığı harekat
başarılı olamadı. Birüsseba-Gazze'ye geri dönüldü.
Cemal
Paşa Arap illerinde sıkıyönetim ilan etti, vilayet konseylerini
ve sivil mahkemeleri kaldırdı, anlaşmalarla çeşitli dinsel
gruplara verilen her türlü hak ve ayrıcalığı tasfiye etti.
Cemal Paşa, Arap ulusal bağımsızlık hareketine rahat vermedi ve
Türkleştirme politikası uygulayarak, Arap kültürünü baskı
altına aldı. Arap halklarının büyük çoğunluğu düşmanca bir
tavır aldı, Türklerden nefret ediyorlardı ve Sultan’ın cihat
ilan eden bildirilerine kayıtsız kaldılar. Alman-Türk ordularının
yenilmesi için sabotajlara başladılar. Cemal Paşa ordusunun
yarıya yakınını bir isyan durumunda kullanmak üzere geride
tutuyordu. Bu birlikler de güvenilir değildii askerin çoğu
Kürtlerden ve Araplardan oluşuyordu. Arap
askerler arasında savaş karşıtı düşünceler hızla
yayılıyordu. Kitlesel firar, gönüllü teslim olma ve
çarpışmalarda yer almayı reddetme vakaları da yaygındı. 1916
yılında ayaklanmalar, kazan kaldırmalar, ekmek ve barış için
gösteriler, karışıklıklar her yanı kaplıyordu. Cebel-Dürzi’de,
Kuzey Lübnan’da ve Şam’da Türklere karşı silahlı gerilla
mücadelesi başlatıldı.
Arap
milliyetçileri iki kampa ayrılmıştı. Ya İtilaf Devletleri’nin
desteği ve İngiliz-Fransız işgali kabul edilecek ya da Osmanlı
desteklenerek ulusal talepler tatmin edilecekti. 1915 Sarıkamış ve
Süveyş Kanalı yenilgileri, Türklerin sert politikaları, açlık
ve savaş karşıtı hislerin yayılması, Osmanlının çaresizliği
ve bir Alman sömürgesine dönüşmesi ilk seçeneği öne çıkardı.
İslam
halifesi Osmanlı sultanının Cihat çağrısı başarısızlığa
uğramıştı. 1916 ortalarında savaş mahkemesi 800 Arap ulusal
eylemcisini ölüm cezasına çarptırdı. On binlerce insan,
özellikle de Arap aydınları, Hristiyan ve Şii
dinî önderler ve seçkin milliyetçilerin aileleri
çöllerdeki toplama kamplarına gönderildi. Bu sürgünlere
soygunlar, katliamlar ve diğer şiddet eylemleri bulaştı. Sürgün
edilen insanlar açlıktan ve hastalıktan telef oldu.
Hicaz
Arapları Temmuz 1916’da Osmanlı Devleti'ne karşı bir isyan
başlattı. Mekke Şerifi Hüseyin’in
oğulları Abdullah, Faysal ve Zahit’in komutasındaki aşiret
birlikleri Cidde ile Kızıldeniz limanlarını ele geçirerek,
Mekke’de Türkleri kaleye sıkıştırdı. Taif’teki Türk
garnizonu Eylül 1916’da düştü. Medine’deki Türk güçlerinin
bir kısmı ablukaya alınmış, geri kalanlarsa Hicaz demiryolunun
güvenliğiyle uğraşmak zorunda bırakılmıştı. Asir ve
Yemen’deki Türk birlikleriyse bütünüyle bağlantısız hale
getirilmişti.
Şerif
Hüseyin İngilizlerden yardım istedi, ama İngilizler acele
etmediler, isyanın amacı İngiliz birliklerini değil, Osmanlı
birliklerini Hicaz’a yöneltmekti. İsyancıların fazla güçlenmesi
de uygun değildi. Sonra Arapların ulusal taleplerini kabul etmek
zorunda kalabilirlerdi. 1916 sonunda Faysal ve Zahit’e bağlı
güçler içinde beş adama bir tüfek düşüyordu. Yardıma gelen
İngiliz ve Fransız subayları, Arapların gerilla savaşından
başka bir tarza uygun olmadıkları sonucuna ulaştı. Araplar Hicaz
demiryoluna sabotaj amaçlı gerilla baskınlarına yönlendirildi.
Medine’yi ele geçirme planından vazgeçildi. Türkler bunu fark
ederek birliklerini Hicaz’dan Filistin’e çekti. Ama Medine’deki
Türk garnizonunun komutanı Fahri Paşa bu emre uymadı.
Kasım
1916’da, Şerif Hüseyin Mekke merkezli bağımsız bir Arap
krallığı yanında, kendini halife ilan etti. Bu İngilizleri zor
duruma soktu. İngiliz ve Fransız hükümetleri bunu tanımadı.
Hüseyin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bütün Arapların
temsilcisi olamazdı. Sonunda İngiltere ve Fransa Hüseyin’i Hicaz
kralı olarak tanıdı. 600 bin nüfuslu, geri kalmış Hicaz önemsiz
bir tavizdi. Babıali’ye bağlı Arap
tebaasının sadece yüzde beşini kapsıyordu. Şerif Hüseyin,
İngilizlerin Arabistan yarımadasını Şerif’in karşıtlarından
Vehhabi lider İbn Suud’a vadettiğini
bilmiyordu.
Süveyş
Kanalı'nı almak için İngilizlere karşı ikinci kanal harekâtı
başarılamadı, Hicaz elden çıktı. Artık
üstünlük İngilizlere geçmişti. Almanların komuta
ettiği ve gücünü yitiren Osmanlı ordusu, taarruzdan vaz geçmiş
ve 1917’de Gazze ile Berşeba arasında güçlü bir savunma hattı
kurmuştu. İngilizler bu hattı iki kez yarmaya çalışsalar da
sonuç alamadı ve Arap gerilla savaşını Hicaz’dan kuzeydeki
Filistin ve Ürdün’e kaydırdı. Faysal’ın güvenini kazanarak
askerî şefi ve siyasi danışmanı olan Lawrence, Hicaz
birliklerinin kuzey bölümüne komuta ediyordu. Kızıldeniz
kuzeyindeki Akabe’yi Temmuz 1917’de ele geçirmeyi başardı.
Binbaşı rütbesiyle ödüllendirildi. 1917
yazında Suriye’nin ve
Ürdün’ün neredeyse
bütün aşiretleri Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmıştı. Arap
askerleri Türk ordusundan firar edip topluluklar halinde gerillalara
katılıyorlardı.
Mezopotamya’nın
durumu da benzerdi. İngiliz ordusu 1917 sonunda
güney ve orta bölgelerini işgal etti. Türk memurlarının yerini,
İngiliz-Hint kamu görevlileri aldı. Türk lirası
tedavülden kaldırılarak, İngiliz-Hint para birimiyle
değiştirildi. Yönetim sistemi ve gemi yapım sanayii de Hint
usullerine göre düzenlendi. Irak adeta İngiliz Hindistan’ının
bir eyaletine dönüştürüldü. Iraklı feodaller ve zenginler
İngilizlerin safına geçerek onlarla işbirliğine girişti ve tüm
politikalarını aktif olarak destekledi. İngilizler, feodaller ve
aşiretler bünyesindeki soylu sınıfına ek olarak, Müslüman
dini önderleri (özellikle de Şiileri) ödenek, hediye
ve arpalıklarla ayartarak yönetime katmıştı. Yalnızca bir avuç
üst düzey Sünni din adamı ile birkaç feodal
lider muhalefette kaldı. İngilizler, aşiret politikasına özel
bir ihtimam gösteriyordu. Bedeviler ise birlikten yoksundu. Bazıları
İngiliz, bazıları ise Türk yanlısıydı. Şeyhler de
politikalarını sıklıkla değiştiriyorlardı. İngilizler, asi
aşiretlere karşı caydırıcı harekâtlar düzenliyor ve
bedevilerle ciddi çatışmalara giriyordu.
Arap
bölgelerinin İngiliz denetimine girmesi
Fransa’da alarma yol açtı. Fransız
birliklerinin Filistin’e sevk
edilmesi planlandı. Suriyeli ve Lübnanlı
göçmenlere yoğun bir siyasi kampanya başladı.
Fransa’nın Lübnan’da kurma
niyetinde olduğu manda idaresi hakkında bilgi verildi.
İngiltere
Kasım 1917’de Balfour Bildirisi’ni yayınladı.
Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour ve Başbakan David Lloyd
George resmi olarak ilk Yahudi vatanı sözünü
verdi. Kudüs’ün ve Filistin topraklarının
Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmasının ardından harekete
geçen Lord Rothschild, İngiliz hükümetine
baskı uygulayarak İsrail’in kurulmasını
başlatan Balfour Bildirisi’nin yayınlanmasını ve 1918’de ABD,
Fransa ve İtalya desteğinin
alınmasını sağlamıştı.
Yüzyılın
başında, Almanya’nın Yahudi devletine
sıcak bakmaması üzerine, Theodor Herzl Osmanlı’ya yönelmişti.
1902’de II. Abdülhamid ile görüşmüş ve Yahudilere
Filistin’de
yurt verilmesi karşılığında Osmanlı borçlarının Yahudi
bankerler tarafından ödenebileceğini söylemişti. Bu
da reddedilince, Herzl çabalarını İngiltere üzerinde
yoğunlaştırmıştı. Yahudilere önce El-Ariş
teklif edilmiş, Mısır ve Osmanlı’nın
tepkisiyle vazgeçilmişti. Uganda’da bir
Yahudi yurdunun kurulması da 1904’te toplanan
7. Dünya Yahudi Kongresinde reddedilmiş ve
Filistin’den başka toprağın, Yahudi
yurdu olarak kabul edilemeyeceği kararlaştırılmıştı.
Balfour
Bildirisi Araplarda büyük bir öfke uyandırdı. Ülkelerinin
paylaşımına ilişkin tüm gerçekleri öğrenmeleri ise, bu öfkeyi
çok ileri boyutlara taşıdı. Kasım 1917’de, Bolşeviklerin
yönetimindeki Sovyet Rusya hükümeti, Osmanlı
İmparatorluğu’nun paylaşımına ilişkin gizli antlaşmaları
yayınladı. Bunların arasında Sykes-Picot da vardı. Araplar yine
şok olmuştu, topraklarını Türk vilayetlerinden Avrupalı
emperyalist güçlerin sömürgelerine dönüştürecek
bu planları hoş karşılamadılar.
Faysal’a
bağlı gerilla ve askerler, savaşta İtilaf güçleri
safında yer almayı reddetmeye başladılar. Subaylar öfkelerini
açıkça dile getirdiler. Arap önderleri Osmanlı ile müzakerelere
girişerek, bağımsız bir barış antlaşması yapma tehdidinde
bulundular. Türklerle Araplar arasında ilk temas Kasım 1917’de
kuruldu. 1918 yazında görüşmelere başlandıysa da bir sonuç
elde edilemedi. Osmanlı hükümeti, Eylül 1918’de Arapların
şartlarını kabule yanaştı, ama artık çok geçti. Türk güçleri
bozguna uğruyor ve İtilaf kuvvetlerinin zaferi bir gerçeğe
dönüşüyordu.
Filistin’de
Osmanlı Yıldırım Orduları Grubu'nun İngiliz ordularına karşı
Nablus Hezimetinden sonra, Ekim 1918 içerisinde, Şam, Hama,
Humus ve Halep kaybedildi. Suriye cephesinin çöküşü üzerine
İttihat ve Terakki hükümeti istifa etti.
Irak
Cephesi de benzer şekilde kötü durumdaydı…
Arap
ve Kürt düzensiz birlikleri cepheyi terk edip silahlarını
Türklere doğrultuyorlardı. Orta ve Yukarı Fırat aşiretleri
Türklere saldırıyorlardı. Ülkede açlık ve yıkım kol
geziyordu. Cepheyi tutmaya çalışan Türk ordusu çıplak ve
yalınayaktı. İkmal işe yaramaz haldeydi. Eylül 1918’de
başlayan isyan, tüm İtilaf güçlerinin katıldığı genel
taarruzla aynı zamana denk geldi. İngilizler Musul'a
yaklaştı. Kuzeydeki Kürt bölgeleri hariç
bütün bölgede hâkimiyet kurmuşlardı.
Suriye
ve Irak'taki
son savunma hatları da dayanamadı ve Osmanlı cephesi çöktü. 30
Ekim’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşma hükümleri Osmanlı
Devletini siyasi, askeri ve ekonomik açıdan fiilen bitirdi. Talat,
Enver ve Cemâl Paşalar 2 Kasım gecesi yurt dışına kaçtılar.
Ateşkes
Anlaşması’nın hemen ardından, İngilizler Musul ve İskenderun’a
girdi. 13 Kasım 1918 günü, İtilaf donanması Osmanlı başkenti
İstanbul’a gelerek, Orta
Doğu’da 400 yıldır süren Türklerin egemenliğinin son
bulduğunu ilan etti…
Orta
Doğu’da Hristiyan Batı’nın egemenliğinde yeni
bir tarih yazılmaya başlayacaktı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder