Wikipedia

Arama sonuçları

18 Mayıs 2017 Perşembe

Türklerin Orta Doğu’su. Altın Çağ’dan Orta Doğu Kaosuna (II)

Altın Çağ’dan Orta Doğu Kaosuna (II)
                                                                                                                 Mayıs 2017
Şaban Recai Öztürk 

sabanreco@gmail.com 
http://srecaio.blogspot.com.tr

 

Türklerin Orta Doğu’su:

1037-1194 arasında 150 yıldan fazla hüküm süren Türk sultanlarının yönetimindeki Büyük Selçuklu İmparatorluğu Orta Doğu’nun büyük kısmına egemen oldu ve İslam dünyasının yeni efendileri oldu. Bizans Anadolu’su Müslümanlaştırıldı. Onun ardılları olan Anadolu Selçuklu Devleti (1077-1308), Irak'ın tamamı ve Suriye'nin bazı kısımları üzerinde kurulan Irak Selçuklu Devleti (1118-1194), Hürmüz ve Umman'ı da ele geçiren Güney İran’daki Kirman Selçuklu Devleti (1092-1187), İran ve Orta Asya’da kurulan Harezmşahlar Devleti (1077-1231) Türklerin İslam dünyasındaki egemenliğini sürdürdü. Bu devletlerin tamamı Sünni idiler.

İran 1220‘de Cengiz Han, 1370-1507 arasında Akkoyunlular, Karakoyunlular ve Timur İmparatorluğu yönetimine girdi. Akkoyunlular İslam tarihinde Şiiliği mezhep olarak resmen tanıyan ilk devletti. İran’da daha sonra Azeri Türkü Safeviler iktidar oldu. İran Safevilerin 1501-1736 arasındaki 225 yıllık döneminde tekrar Şiiliğe geçti.

Orta Doğu 15. yüzyıl ortalarında ve 16. yüzyıl başlarında Anadolu ve İran’daki Türklerin mücadelesine sahne oldu. Sünni Osmanlılar, 1453’te İstanbul’u ele geçirip, Bizans’ı tarihe gömdükten 20 yıl sonra, Şii Türkmen Akkoyunluları Anadolu’dan uzaklaştırdılar. Kısmen boşalan Doğu ve Güneydoğu yaylalarına Elcezire (Musul) bölgesindeki Kürtler gelip yerleşti ve Türk sultanlarının himayesi altına girdi.

Yavuz Sultan Selim’in en büyük amacı Orta Doğu’daki Türk devletlerini tek bir çatı altında birleştirmekti. İslam ya da Sünni birliği gibi bir düşüncesi yoktu. Anadolu’da karışıklıklara neden olan Safevileri ezmek maksadıyla, Doğu Anadolu ve Azerbaycan üzerine yürüdü. Top ve tüfeklerle donanmış piyade ağırlıklı Osmanlı, 1514’te, Çaldıran’da, daha ilkel silahlarla savaşan süvari ağırlıklı Safevileri yendi. Şah İsmail kaçtı ve eski gücünü kaybetti. Yavuz Tebriz’e girdi, şehirdeki birçok sanatçı ve ilim adamını İstanbul’a gönderdi. Fakat İran’ın tamamını işgal etmedi. Şah İsmail'e karşı yanında yer alan Kürt aşiret ağalarına özerklik verdi, Doğu Anadolu miri toprak olmaktan çıkarıldı. Bölgeye egemen olan Kürt aşiretleri, Osmanlıya dayanarak Alevi Türkmen aşiretleri ezdi. Aleviler bunu İKİNCİ KERBELA olarak nitelendirir. Sünni Akkoyunlu Türkmen boyları da Tebriz'den alınarak Erzurum, Gümüşhane, Bayburt ve Trabzon'a yerleştirildi.  

Şiilik İran’a sıkışmıştı. Ama Arapça konuşulan Orta Doğu’nun yöneticileri olan Sünni Türkler arasındaki çekişmeler su yüzüne çıkmaya başladı…

1382 yılında Mısır’daki Çerkesler, Türk asıllı Memluk sultanını öldürerek iktidarı ele geçirmişti. Osmanlılar ve üç kutsal şehir olan Mekke, Medine ve Kudüs´ü elinde bulunduran Memluklüler iki Sünni devlet olarak iyi ilişkiler içindeydi. Fakat Osmanlı’nın Güney Doğu Anadoluya genişlemesiyle iki devletin çıkarları çatışmaya başladı. Yavuz Sultan Selim zamanında Elbistan merkezli Dulkadiroğulları Beyliği Osmanlı-Memluk savaşlarında ve Çaldıran savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı mücadele ettiğinden, ortadan kaldırıldı. Memluklerin yurtlarına sığınan Osmanlı şehzadelerini kabul etmeleri ve İran’a gidecek Osmanlı ordusuna yol vermemeleri ipleri kopardı. 1516´da 100 parça gemiden oluşan donanması desteğindeki Osmanlı ordusu ve Memluk ordusu Mercidabık çayırlığında karşılaştı. Osmanlıların tüfekli piyadeleri ve topçusu karşısına mızraklı süvarileriyle çıkan Mısırlılar darmadağın oldu. Halep, Hama, Humus ve Şam, Yavuz´un eline geçti. Osmanlı ordusu Filistin´i fethetti. Lübnan kendiliğinden boyun eğdi. Memluk ordusunda bulunan Abbasi soyundan Halife III. Mütevekkil tutsak edildi.

Yavuz, Suriye bozgunundan sonra yeni Memluk hükümdarı Tomambay’a Osmanlı devletine bağlanırsa, kendisine Mısır valiliğini vereceğini bildirdi. Tomambay kabul etmedi, Suriye’nin işgalinin geçici olduğunu ve Yavuz’un Mısır’a giremeyeceğini, 1260'ta Moğolların ve 1401'de Timur'un yaptığı gibi geri döneceğini sanıyordu.

Ama Yavuz farklıydı, çölü yağmur altında selametle geçti. Mısır ordusunun tahkimatının çok sağlam olduğu Ridaniye'de, süvari birlikleriyle geceleyin Memlük ordusunun arkasına düştü. Memlük ordusu dağıldı, yakalanan Tomambay öldürüldü. Yavuz 2 Haziran 1517'de İskenderiye’de donanma tarafından törenle ve top atışı ile karşılandı. Donanma komutanları arasında bulunan Piri Reis, yapmış olduğu birinci dünya haritasını padişaha sundu. Tunus’ta bulunan Barbaros kardeşlerin gönderdikleri bir gemi dolusu armağan da padişaha takdim edildi.

Mekke Şerifi de kutsal emanetler ile Mekke’nin ve Peygamber’in türbesinin anahtarlarını Yavuz’a gönderdi. Hicaz da Osmanlı’ya bağlanmış oldu. Yemen Osmanlı egemenliğini tanıdı. Venedik Cumhuriyeti, Kıbrıs adası için, Memluk devletine ödediği yıllık 8.000 duka altını Mısır’ın yeni sahibine göndereceğini bildirdi.

Suriye, Filistin ve Mısır, Kızıldeniz ve ticaret yollarına Osmanlılar egemen oldu. Mısır’dan birçok sanatçı ve sanat eseri İstanbul’a yollandı. Son Halife III. Mütevekkil de deniz yolu ile İstanbul’a gönderildi, daha sonra Ayasofya ve Eyüp Camilerinde ya pılan törenlerle Yavuz’a kılıç kuşattı, hilat denen süslü elbiseyi giydirdi ve halifeliği devretti.

Yavuz, halifeliği ele geçirince Osmanlı’da İslam ve Sünnilik oldukça öne çıktı. Osmanlı sarayı Türklüğü ikinci plana atarak, İslam ve Osmanlılık kimliğini öne çıkardı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, Alevi Türkmenlerden 40 bini katledildi. Kıyımlardan kaçanlar Şii İran’a, Safevi Devletine sığındı. Bazı Alevi Türkmenler dağlara kaçtı, dillerini yitirerek Kürtçe konuşmaya başladı.

Kanuni Sultan Süleyman da İran’a üç sefer düzenledi, fakat o da İran’ın tamamına egemen olmayı düşünmedi. Asıl hedefi Avrupa idi, ama 1529’da Viyana’da durduruldu. Doğu’ya döndü ve 1534’te Irak’ı Osmanlı topraklarına kattı. Tebriz'e ikinci defa girdi ve yine geri döndü.

Barbaros Hayreddin 1534’te Osmanlı hizmetine girdikten sonra, Kuzey Afrika’da da egemenlik Türklere geçti. Barbaros Cezayir Beylerbeyliğine atandı, 1538’de, Preveze’de İspanya, Venedik ve Papalık müttefik donanmasını yok etti. 1557’de Fas’ı,1558’de Tunus’un doğu ve güney sahillerini ele geçirdiler. 1574’te bütün Tunus Osmanlı Devletinin bir eyaleti oldu. Tunus, önceleri yeniçerilerin desteklediği bir “dayı” vasıtasıyla, daha sonra da bir “bey” vasıtasıyla yönetildi.  1551 yılında Libya da Osmanlı egemenliğine alındı. Trablusgarp eyaleti adıyla yönetilmeye başlandı.

1571’de İnebahtı deniz savaşı yenilgisiyle donanmanın ilk felaketi yaşandı ve Batı Akdeniz’de Osmanlı’nın ilerleyişi durdu.

1291’de Orta Doğu’dan kovalanan Hristiyan Avrupa, izleyen yıllarda karşı taarruza geçen Müslümanlar tarafından hem batısından, hem de doğusundan kuşatılmaya başlamıştı. Bin yıl önce, Roma İmparatorluğunun kuzey eyaletlerini altüst eden, İspanya’ya kadar uzanarak, Avrupa'nın etnik çehresini değiştiren ve kavimler göçünü başlatan Hunlar, bin yıl sonra Müslüman Türkler olarak geri gelmişti. 2Ama Rönesans, keşiflerle gelen zenginlik ve Hristiyanlıkta yapılan Reform ile güçlenen Avrupa 1492’de İspanya’dan Müslümanları kovmuştu. 1529’da Osmanlı Türklerini Viyana’da durdurmuş, 42 yıl sonra da Akdeniz’de yenmeyi başarmıştı.

Aynı durum Rusya’da da gerçekleşmişti. Türk ve Müslüman Hanlıklar 1500’lerde Ruslar tarafından ortadan kaldırılmıştı. Korkunç İvan (Dördüncü İvan) ilk çar olarak, 1552’de, bölgedeki en güçlü devlet Kazan Hanlığını (Tataristan) yenmiş ve Volga bölgesi ile Hazar Denizi’nin yolları Ruslara açılmıştı. Daha sonra da İstanbul ve Orta Doğu ile ilgileneceklerdi.

1600’lere geliyoruz…

Osmanlı donanması yeniden inşa edildi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki üsleriyle Akdeniz’e egemen olmaya ve hatta Atlantik Okyanusu’na açılmaya devam etti. İslam dünyasının Hristiyan Avrupa’ya karşı gücü önemli oranda azalmıştı. Ama bu gerileme Osmanlının askeri gücü sayesinde gözlerden bir süre daha saklanacaktı.

İngilizlerin başını çektiği Avrupa da, Orta Doğu’nun etrafından dolaşarak Basra Körfezi ve Hindistan’a şirketleri, donanmaları ve askerleriyle ulaşmıştı. İspanyollar tarafından yağmalanan Orta ve Güney Amerika altınları, yağmacıları yağmalayan İngiliz gemileri Avrupa'ya tonlarca altın taşımıştı. Sanayi devrimine hazırlık yapılıyordu. Akdeniz’deki deniz ticareti İtalyan şehir devletlerinin eline geçiyordu. Osmanlı yönetimindeki Sünni İslam ülkeleri ise tükenen veya yabancılara kaptırılmaya başlanan doğal kaynakların sıkıntısını çekmeye başlamıştı…

Cezayir, Tunus ve Libya 17. yüzyılın başlamasıyla birlikte, Babıali’den bağımsızlıklarını kazanmış gibiydi. Mısır’da, başını Memluk beylerinin çektiği 1609 ayaklanması engellenememişti.

17. yüzyılın ortalarında Osmanlı, Yemen’deki gücünü yitirmişti. Türk valilerinin yönetimindeki Suriye, Filistin ve Irak’ta Osmanlı egemenliği göstermelikti. Sultana karşı komplolar kuran paşalar, paşalara başkaldıran Arap feodal beyleri ve zaman zaman görülen şiddetli ayaklanmalar Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Orta Doğu’yu sarsıyordu.

Ama İran’da işler iyi gidiyordu. Şah I. Abbas 1602'de Portekizlileri Bahreyn'den, 1622'de İngiliz donanmasını Hürmüz Boğazı'ndan çıkardı. Osmanlılardan Doğu Irak ve Kafkas ülkelerini geri aldı. Uzun hükümdarlığı sonunda (1587-1629), Safevi sınırları bugünkü İran, Irak, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Türkmenistan, Özbekistan, Afganistan ve Pakistan'a ulaştı.

1683 yılı hem Avrupa hem de Orta Doğu tarihi için dönüm noktası oldu. Osmanlı ordusunun Viyana’da yaşadığı bozgun, çöküşün başladığını işaret ediyordu. Osmanlı topraklarının paylaşılmasını amaçlayan “Doğu Sorunu” gündeme giriyordu. Hristiyan Avrupa Müslüman Dünyası’na karşı taarruza hazırlanacaktı…

1700’ler…

Feodal ayrılıkçılık ve savaşlar, iktisadi gelişmeden yoksun Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşe sürüklüyordu. İmparatorluğu ayakta tutan tımar yerine iltizam düzenine geçilmek zorunda kalınmıştı. Taşradaki toprak sahipleri olan ayanlar devletin aleyhine güçleniyordu. Ekonomik ve sosyal güç zayıflarken, askeri gücün temeli olan seferde görev alan tımarlı sipahiler ve devamlı ordu olan yeniçeri sistemi de bozuluyordu. Devşirme yöntemi terk edilince, bürokrasiye eleman yetiştiren enderun da yozlaşıyordu.

Önce Kuzey Afrika’ya bakıyoruz…

Yerel feodal beylerin ve şeyhlerin de yardımıyla yeniçeri komutanları bedevileri ve köylüleri haraca bağlayıp büyük miktarlarda vergi toplamışlar ve topraklara el koymuşlardı. Yeniçeri komutanlarından oluşan bir konsey, ömür boyu süren ama unvanı babadan oğula aktarılamayacak bir vali (dayı) seçmişti. Bu dönemde Cezayir, Tunus ve Trablusgarp "Garp Ocakları" şeklinde adlandırılmış ve Beylerbeyleri Devri (1518-1587), Paşalar Devri (1587-1659), Ağalar Devri (1659- 1671) ve Dayılar Devri (1671-1830) olmak üzere dört farklı dönem yaşanmıştı. Hüseyni Hanedanı yönetimi 1705’te Tunus’taki Türk egemenliğini bitirdi. Cezayir bağımsız bir feodal devlete dönüştü.

Arabistan...

Daha iyi anlayabilmek için iki farklı coğrafyada ele almak gerekir. Yarımada batısındaki Hicaz bölgesi ile ortasında ve doğusunda yer alan Necd veya Necid bölgesi.

Arabistan’da yüzlerce yıl süren sükunet 1737 yılında Abdülvehhab oğlu Muhammed´in (1703-1792) yaymaya başladığı Vehhabilik ile bozuldu. Necd bölgesinde ortaya çıkan Vehhabilik hakkında bir parantez açalım.

Vehhabilik bugün Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi durumundadır, Hariciliğin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir. Vehhabiler kendilerine “Muvahhidûn” veya “selefiye” diyor, itikatta Selef, amelde Hanbelî mezhebinden Sünnîler olarak bakıyor. 2017’de ise Sünniliğin dört mezhebine beşinci mezhep olarak ilave edilmeye çalışıyorlar.

Öğretiyi kısaca özetleyelim. Kur'an ve Sünnetin dışında emir ve yasak tanımamak, İslâm Peygamberinin döneminde bulunmayan şeyleri ve tevessülü terk ederek Allah’ı birlemek gerekir. Şeyhlerin, velilerin arkasından gidilmez. Mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri yasaktır. Ölülere niyaz, falcılara, müneccimlere inanmak, Peygamber'in anısını yüceltmek, Hırka-ı Şerif ve Sakal-ı Şerif ziyaretleri yapmak, Allah'tan başkasına ibadet etmek, şirk koşmaktır. Mevlit toplantıları düzenlemek, sünnet ya da nafile namazlar kılmak yasaklanmalıdır. Nazar boncuğu, muska takınmak, ağaç, taş vb. şeyleri kutsal saymak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere inanmak, iyi kişilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardım dilemek gibi şeyler de tamamıyla yasaktır. Riya için namaz kılmak, iyi insan gibi görünerek çıkar sağlamak da şirktir. Cami ve mescitlerin süslenmesi, minare yapılması da terk edilmelidir.

“The British Spy To The Middle East- Orta Doğu’da bir İngiliz ajanı" kitabına göre, İngiliz casusu Hempher, 1713'te Basra’da tanıştığı Abdülvehhab oğlu Muhammed’in dinde devrim yapmak arzusunda olduğunu anlayınca onunla uzun zaman arkadaşlık yapmış ve onun yeni bir din kurmasını telkin etmişti. Abdülvehhab oğlu Muhammed, İngilizler tarafından Müslümanların zayıf noktaları, alt gruplara nasıl bölünebilecekleri, cahillikleri, kibirleri, alt yapı problemleri, sağlıksız yaşam koşulları hakkında bilgilendirilmişti.

Bütün amaç Osmanlı’yı yıkmaktı...

Bu hareketin Muhammed İbn Suud tarafından başlatılan siyasi cephesi, daha ağırlıklıdır. İngilizler de Osmanlı valisi İbn Reşit’e karşı ayaklanma için bu hareketi desteklemişti.

1970 yıllarında Arabistanlı yazar Nasır el-Said tarafından kaleme alınan “Tarih-i Âl-i Suud” (Suud Hanedanının Tarihi) adlı eser de, Suud Hanedanının Hicaz ve Medine Yahudilerine dayandığını iddia etmişti.

Vehhabiliği “İngiliz İslamı” olarak yorumlayan uzmanlar da var. Fethullah Gülen’in önderi olduğu, bugünkü Amerikan İslamının ilk örneği de denilebilir. Mısır’da ortaya çıkan “Müslüman Kardeşler, İhvan”, Türkistan, Kafkasya ve Orta Doğu’da güçlü olan Taliban, El Kaide ve türevleri olan örgütlerin Vehhabilik’ten etkilendikleri kabul ediliyor. Suriye, Pakistan ve Cezayir’de de daha düşük profilde oldukları biliniyor. Katar Suudilerle tam olarak anlaşamasa da, ikinci Vehhabi devletidir.

İlk Suudi Devleti 1744 yılında kuruldu. Şeyh Abdülvehhab ve Diriyah Prensi Muhammed İbn-i Suud Arabistan'da egemen devlet olmak için ayaklandı. 1786’ya kadar bugünkü Riyad’da, Diriyah şehir devleti olarak kaldı. Sonra Necid'i, Kuveyt'in doğu kıyısını Umman sınırına kadar aldı. Daha sonra Irak ve Suriye’ye yürüdü. 1801'de Şiilerin kutsal mekânı Kerbela'yı yağmaladı. Vehhabiler 1802 yılında Mekke ve Medine'yi de alarak Hicaz bölgesinin kontrolünü ele geçirdi. Kerbela yağmasından sonra İran Şahı “Bağdat’a yürüyeceğim” deyince Osmanlı harekete geçmeye mecbur kaldı. II. Mahmut Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı Vehhabilerin üzerine gönderdi. 1813'te Mekke, Medine, Cidde ve Arabistan'ın kalbi olan Necid alındı. 1817 sonunda Suudi başkenti Diriyah teslim oldu ve yerle bir edildi, pek çok Suud ve Abdülvehhab kabile üyesi gemilerle Mısır'a ve İstanbul'a gönderildi. Abdullah Bin Suud, İstanbul'da idam edildi. Kesik başı Boğaz'ın sularına atıldı. Böylece İlk Suudi Devleti tarihe karıştı. Bu yüzden Suudi ailesi, Türk düşmanlığını miras olarak aldı, hep yaşattı.

Daha kuzeye bakalım…

1769 yılında, Mısır yöneticisi Abhazya’lı bir Memluklu Kebir Ali Bey Çeşme’de Osmanlı donanmasının yakıldığı, Osmanlı-Rus savaşının yarattığı fırsattan yararlanarak bağımsızlığını ilan etti. 1770 yılında Hicaz bölgesi de onun nüfuzu altına girdi. Ertesi yıl ayaklanan Akka Valisi Şeyh Zahir’in birliklerinin de desteğiyle Mısırlılar Şam ve Sayda’yı ele geçirdi. Fakat Lübnan Emiri Osmanlıya katılınca isyan bastırılmak üzereyken, Rus filosu Suriye’ye gelerek isyancılara yardımcı oldu ve Beyrut’u ele geçirdi. 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra, Rus filosu Suriye’den ayrıldı. 1775’te ayaklanma bastırıldı ve Şeyh Zahir öldürüldü. Suriye’de Türk valisi Cezzar (Kasap) Ahmet Paşa dönemi başladı. Sıcak denizlere ulaşmayı stratejik hedef yapan Rusların Suriye ile ilgisi bu yıllara dayanmaktadır.

Ağır vergiler nedeniyle, 1780’de, 1789’da, 1797’de Lübnan’da, Filistin’de ve Sayda’da bedevilerin ve fellahların isyanları tekrar başladı. 1798’de Şam da isyanlara katıldı. Irak’ta da isyanlar baş gösteriyordu. Bedevi ve köylü isyancılar vergi ödemeyi reddettiler. Kürt ve Arap feodal beyleri bazen Osmanlı valisine yardım ettiler, bazen de isyanlara başkanlık ettiler. Bu tabloya ezeli düşmanları olan Türkiye’ye karşı savaşan İran şahları da eklendi.

Ruslardan sonra Fransızlar ve İngilizler de bölgeyle ilgileniyordu…

İtalya’yı zapt eden Napolyon, Kuzey Afrika ve Anadolu’yu da fethederek Akdeniz’i Fransız iç denizi yapacak, İngiltere’ye kaybedilen Amerikan sömürgelerinin yerine güçlü bir sömürge imparatorluğu kuracaktı. İngiltere’yi Hindistan’a bağlayan en kestirme yol Mısır üzerinden geçiyordu. Süveyş Kanalı henüz açılmamıştı, ama İskenderiye ile Süveyş arasında kurulan gemi aktarma istasyonları da işe yarıyordu.  

1798’de Fransız ordusu İskenderiye’ye çıktı, Kahire’ye ilerledi. Napolyon kendisini dini bütün bir Müslüman ve İslam’ın dostu ve hamisi olarak sundu. Kendisini Türk padişahının dostu ilan etti. Mısırlıların ve Fransa’nın düşmanı olan Memlukleri cezalandıracaktı. Ama İngilizler de bölgedeydi. İskenderiye’deki Fransız donanması İngilizlerce yok edildi. Osmanlı sultanı III. Selim Fransa’ya savaş ilan etti. Ama halkın dinî önyargılarına oynayan Napolyon, Müslüman hükümdar Ali Bonabarda Paşa rolüne soyundu. Doğulu giysileri, sarık ve kaftanla dolaştı. Cumaları düzenli olarak camileri ziyaret etti, geleneksel törenlerde yer aldı, generallerinden Jacques Menou’yu Abdullah adıyla Müslüman yaptı. Danışma kurulu olarak yerel şeyh ve ulemadan müteşekkil bir divan oluşturdu. Halkın Memluklere nefretini istismar etti. Fakat Fransız yönetiminin Memluk yönetiminde bile rastlanmayan ağır vergileri, aşırı haraç ve tazminatları, gıda ve yem stoklarına el koymaları isyana yol açtıysa da acımasızca bastırıldı. 1799’da Suriye seferi başladı. Hedef Anadolu idi. Fakat Fransızlar Cezzar Ahmet Paşa’nın Akka kalesini alamadan geri döndüler. Yeni kurulan Nizamı Cedit ordusu, ilk başarısını Napolyon ordularını durdurarak kazanmıştı. Napolyon Fransa’ya kaçtı. 1801’de İngilizler Mısır’a 26 bin kişilik bir kuvvet çıkardılar ve üç yıl süren Fransız işgaline son verdiler.

1800’lere geçiyoruz…

1808 reformlarının başarısızlığı, III. Selim ve Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümü Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezkaç eğilimleri güçlendirdi. Arap eyaletlerini yöneten paşaların ayrılıkçılığı görülmemiş boyutlara varmıştı. Asi derebeylerle savaşmaya gücü olmayan merkezi hükümet bir grup paşayı diğerinin karşısına çıkararak bu zor durumdan kurtulmanın yollarını arıyordu. Fakat bu yalnızca kargaşayı arttırıyordu. Avrupalı güçler ve onları takip eden İran ve Mısır, fırsat gördüklerinde, bu yıkıcı çekişmelere müdahalede bulunuyordu.

1820’lerde, sanayileşmeye başlayan İngiltere Basra Körfezi’ni İngiliz gölüne çevirdi. Dikkatini Osmanlı’nın egemenliğindeki Irak’a ve İran’a çevirdi. Avrupalı ve Rus rakiplerine karşı korumak için, Hindistan’a yerleşti. 1800'de Doğu Gürcistan’ı ilhak eden ve İran’la savaşmaya başlayan Rusya da bölgede ağırlığını hissettiriyordu.

Mısır Osmanlı'nın kabusu olmaya başlıyordu...

İngilizlerin ayrılması üzerine, 1802’de Mısır’daki Türk Valisi Memluklere karşı savaşa başladı, ama bozguna uğradı. Türk ordusundan Arnavut lejyonu Memluklere sığındı. 1803’te Kahire Memluk ve Arnavut güçlerince zapt edildi. Yönetim 34 yaşındaki Kavalalı Mehmet Ali ve iki Memluk beyinden oluşan üç kişilik bir ekibin eline geçti. Memlukler Türkleri kovmuş, ama halkı yeniden soymaya koyulmuşlardı. Kahire İsyanı sonunda Memlukler yenilince, Arnavut lejyonunun komutanı Albay Kavalalı saf değiştirdi ve halkın gönlünü kazandı. Padişah Kavalalı’yı geri çağırdıysa da Mısır halkı buna karşı çıkınca vaz geçti. Ama Osmanlı Valisi de halka ağır vergiler yükleyince 1805’te Kahire halkı bir kere daha isyan etti. Yeniçeriler alaşağı edildi ve şeyhler Mehmet Ali’yi Mısır’ın hükümdarı ilan etti. Padişah III. Selim Mehmet Ali’yi Mısır Valisi olarak tanımak zorunda kaldı. 1807’de İngilizler Mısır’a askeri müdahalede bulunduysa da Mısır’ın kahraman koruyucusu Kavalalı tarafından püskürtüldüler.

İngilizlere karşı zaferinden sonra Mehmet Ali kendisini mültezim şirketlerine ve Memluklerde soğuk bir rüzgâr gibi esen toprak reformuna adadı. 1813’ten itibaren fellahların koşulları iyileşiyordu. 1814 yılında iltizam sistemi tasfiye edildi. Napolyon ordusu örnek alınarak düzenli ordu ve donanma kuruldu. Sanayi ve tarımda kalkınma sağlandı. Tekeller kuruldu. Kültürel Reformlar yapıldı. Mehmet Ali padişaha bütçesinin yüzde üçünü haraç ödüyor, padişah tarafından tanınıyor ve padişahın adı hutbelerde geçiyordu. Mısır’ın Babıali’ye bağımlılığı bunlarla sınırlıydı.

Kavalalı Mehmet Ali Yunan isyanıyla da uğraştı. Ama 1828’de Mısır kuvvetleri 30 bin asker ve donanmasını yitirdiği Yunanistan’dan çekildi. Kavalalı pes etmiyordu. Akdeniz'de İngiliz emellerini sınırlandırmak bakımından Fransa'nın değerli bir dostu idi. Fransa desteğiyle, 1829-30 yıllarında, Trablus, Tunus ve Cezayir ’i ele geçirmek için Afrika seferini planladı. Fransa 1830’da bir plan ortaya koydu. Kavalalı Trablus ve Tunus’u alırken, Fransızlar da Cezayir ’i işgal edecekti. Fakat Kavalalı bu planı da reddetti. Fransızların tek başına girişeceği Cezayir seferine katılmaktan vazgeçip, Suriye’ye döndü.

Mehmet Ali Paşa Mora kayıplarını tazmin için Sultan Mahmut’tan Suriye valiliğini istedi. Bunun yerine önerilen Girit valiliğini reddederek, 1831’de Suriye’ye karadan ve denizden sefere başladı. Mısır birlikleri Suriye ve Filistin’i ilhak ettiğinde halk Kavalalı Mehmet Ali’yi, kâfir Sultan’ın zorbalığından kurtaracak kişi olarak memnuniyetle karşıladı. Oğlu İbrahim Paşa Toroslar'ı aştı. Anadolu'da yerel nüfustan heyecanlı bir karşılama gördü. Türkler kalan 60 bin askerini sadrazam komutasında olarak 30 bin Mısırlının üstüne yolladı. Osmanlı ordusu Konya'da yenildi ve sadrazam esir düştü. 1833 Ocak ayında İbrahim Paşa Kütahya’ya vardı. İstanbul’da açlık tehlikesi baş göstermişti. İngiltere ve Fransa’dan yardım alamayan Sultan II. Mahmut Rus Çarı Nikola’ya başvurmak zorunda kaldı. Şubat ayında dokuz harp gemisinden oluşan bir Rus filosu İstanbul boğazına girerek Büyükdere önlerinde demirledi. Bu sıralarda Anadolu’da padişaha karşı yer yer isyanlar çıkmıştı. Nihayet 14 Mayıs 1833’te Kütahya Barış Anlaşması imzalandı. Mehmet Ali Paşa’ya Mısır ve Girit valiliklerine ek olarak, Şam, İbrahim Paşa’ya ise Cidde valiliğine ek olarak Adana valiliği verildi. İbrahim Paşa kuvvetleri Anadolu’yu boşalttı.

Suriye’nin fethinden sonra, 1838’de Kavalalı Arabistan’da Necid’i istila etti. Bahreyn’i işgal girişiminde bile bulundu. Kavalalı’nın Arabistan’ı kendi yönetimi altında birleştirme planları, İngiltere’nin şiddetli direnciyle karşılaştı.

 1839’da Kavalalı bağımsızlığını ilan etti. Nizip'te karşılaşan Osmanlı ordusu Mısır ordusuna yine yenildi. Bu arada II. Mahmut öldü, yerine 16 yaşındaki Abdülmecit padişah oldu. Birkaç gün sonra Çanakkale'deki Osmanlı donanması, Mısır'a götürülerek Kavalalı'ya teslim edildi. Avrupa devletleri, araya girdi. Osmanlı, İngiliz, Avusturya ortak donanması Suriye kıyılarını kuşattı ve Lübnan'a asker çıkarttı. Kuzeyden ilerleyen Osmanlı Ordusu, İbrahim Paşa kuvvetlerini yendi. 1840'da bir İngiliz filosu İskenderiye önlerine geldi. Kavalalı daha fazla direnemedi ve Mısır valiliğinin babadan oğula geçmesi karşılığında Osmanlı donanmasını geri vermeyi kabul etti. Mısır, Osmanlı Devleti'ne bağlı özel statülü bir eyalet oldu. Kavalalı’nın isyanı önemli bir Avrupa sorunu haline geldi. İngiltere, Kavalalı’nın güçlenmesini önleyerek Hindistan ve Doğu Akdeniz'deki çıkarlarını korudu.

Artık Mısır İngiltere ve Fransa’nın ortak koruması altındaydı. Muhafazakâr toprak beyleri umudunu İstanbul üzerinde etkisi olan İngiltere’ye bağlamıştı. Diğer grup, tüccarlar ve liberal toprak beyleri Fransa’ya güveniyordu. 1848 yılında İbrahim Paşa, bir yıl sonra da Kavalalı Mehmet Ali Paşa öldü. Torunu Abbas Paşa (1849-1854) dönemi başladı. Kavalalı ve İbrahim tam bağımsız bir Mısır düşü kurmuştu. Fakat Abbas Osmanlı Sultanına bağlıydı. Batı kültürünü küçümsüyor ve Avrupalıları hor görüyordu, bu arada İngiltere’nin direktiflerine de uyuyordu. 1851’de Hindistan’ı İngiltere’ye bağlayacak, İskenderiye’den, Kahire ve Süveyş’e demiryolu inşası imtiyazını İngilizlere verdi. Arka plana itilen Fransız kapitalistleri de İngilizlerin demiryolu planlarına misilleme olarak Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayacak bir kanal projesi geliştirdiler. İngiltere ve Abbas Paşa bu projeye karşıydı. Fransa’nın çıkarları Abbas Paşa’nın devrilmesini gerekli kılıyordu. Abbas Paşa 1854’te vurularak öldürüldü. Said Paşa (1854-63) Mısır valisi oldu. Liberal görüşlü ve batılıydı, Fransızların Süveyş Kanalı projesini onayladı. Mısır araziyi, madenleri, içme suyunu ve gümrük vergileri muaflığını, emeğin beşte dördünü bedava sağladı. İmtiyaz kanalın açılışından 99 yıl sonra sona erecekti. Said Paşa’nın vefatından sonra yerine gelen İsmail Paşa (1863-79) da Fransa’da eğitim görmüştü. Mısır’ı Avrupa’nın bir parçası yapmak istiyordu. Süveyş Kanalı inşa projesine karşı değildi, fakat Fransızların aşırı imtiyazlarını kabul etmedi. Anlaşmazlığın çözümü Fransa İmparatoru, III. Napolyon’un tarafsız hakem olduğu tahkim mahkemesinde görüşüldü. 1864’te, İsmail’in Süveyş Kanalı Genel Şirketi’ne 128 milyon frank ödemesi gerekiyordu. Bu çılgın talepleri karşılamak için, Said Paşa gibi İsmail de, Avrupa bankalarına başvurmak zorunda kaldı. Krediler en acımasız koşullarda onaylandı ve Mısır borç batağına saplandı.

1854’te Avrupa’dan ilk borçlanmayı yapan Babıali de bunları onayladı. 1860 yılında Fransız mühendis Couvreux'nün icat ettiği çok kollu bir kürek sayesinde kanal inşaatı ilerledi. Kanal’ın resmî açılışı 1869’da kutlandı. İsmail’in isteği üzerine besteci Verdi, bu olay için özel olarak Aida operasını yazdı. Konuklar için lüks saraylar ve yatlar yaptırıldı. Kutlamalar haftalarca sürdü ve her şey Mısır hazinesinden karşılandı. Coğrafi keşiflerle önemini yitiren Mısır ve Akdeniz ticareti yeniden canlandı, ama Avrupalı devletlerin Mısır’a sahip olma arzuları da arttı.

Mısır Hıdivi İsmail 1866’da ilk kez seçimle gelen meclisi kurdu. 1869, 1876 ve 1881’de seçimler tekrarlandı. Ayrıca birçok sosyal ve ekonomik reforma imzasını attı. Ama 1875’te Mısır maliyesinin iflası ile Mısır yönetimi emperyalizme teslim oldu. Yahudi Rothschild hanedanı İngiltere'ye Süveyş Kanalı hisselerini alması için altınla borç verdi. 

1862-1873 arasında, İngiliz bankaları, 68 milyon Pound civarında bir borçla Mısır’ın üzerine çökmüştü. 1876'da Mısır’ın toplam borcu 94 milyon Pound'a varmıştı. Mısır, gerçek değeri 75 milyon olan demiryollarına, 325 milyon ödemişti. İskenderiye Limanı için gerçek değeri 1,5 milyon poundken, 2,5 milyon Pound ödeme yapıldı. Diğer inşaat işleri de Mısır’a gerçek değerlerinin üç katına mal oldu. Yapımı için 16 milyon Pound gereken ve yapım sırasında 100 milyon Pound borç yaratan ve yabancı bankerlere ödenen faizleriyle birlikte Mısırlılara 300 milyon Pound maliyeti olan Süveyş Kanal hisseleri 1875’te yalnızca 4 milyon Pound’a satıldı. Bilahare, Süveyş Kanalı, sahiplerine olağanüstü derecede yüksek kârlar sağladı; hisseler, 1910’da 35 milyon Pound değerindeydi.

Disraeli, Mısır’ın Süveyş Kanalı hisselerini İngiliz Hükümeti adına alınca, Fransızlara güçlü bir darbe indirmiş oldu. İngilizlerin Mısır’ı ele geçirmesinin yolunu açtı. 1875 sonbaharında, dünya döviz piyasası, Osmanlı'nın iflasına, tüm Mısır menkul değerlerindeki kur oranlarının sert düşüşüyle tepki verdi. Avrupa bankerleri, Babıali’nin iflasının kaçınılmaz olarak Mısır’ınkini de gerektireceğini tahmin ediyorlardı. 1876’da Hidiv, Hazine bonolarının ödemelerini askıya aldı, kendini müflis ilan etti ve alacaklılar bunu bir avantaj olarak değerlendirdi. Batılı güçler Mısır’ın borçları için bir Kontrol Komisyonu kurdu. Bu küçük grup ülkenin gerçek sahibiymişçesine Mısır halkına emretmeye başladı. Buna karşı durmaya çalışan Maliye Bakanı İsmail Sadık gizemli bir şekilde Nil’de boğuldu. Ama asıl çilenin büyüğü Mısır halkınındı.

Hidiv, 1878’de esas olarak Avrupalı yetkililerden oluşan bir kabine atadı. Kabineye yerel bir komprador olan, Londra ve Paris bankalarıyla kurduğu iyi ilişkilerle de bilinen Ermeni Nubar Paşa başkanlık ediyordu. Mısırlılar tarafından “Avrupalı kabine” olarak adlandırılan bu hükümetten herkes nefret ediyordu. Avrupalılar artık Mısır’ın tamamını yönetiyordu. Buna tepki olarak, ulusal bir bağımsızlık hareketi olgunlaşmaya başladı.

Mısırlı subaylar tarafından oluşturulan ilk gizli topluluk 1876’da Yarbay Ahmed Arabi tarafından kuruldu. Kendilerini vatanseverler olarak adlandırdılar. Mısırlıları, bağımsız bir devlet varlığını hak eden bir ulus olarak tanımladılar. Avrupalı Kabineye karşı subayların eylemleri Mısır genelinde askerler ve köylülerden destek gördü. Avrupalı bakanlara ve finansal politikalarına karşı protesto yürüyüşleri Mısır ’a yayıldı. Meclis üyeleri, ulema, önemli görevliler ve subaylar Avrupalı Kabine’nin kovulmasını, ulusal bir hükümetin oluşturulmasını, bir anayasal düzenin getirilmesini istiyorlardı. Hıdiv de buna katıldı. 1879’da Hıdiv İsmail, Nubar Paşa’yı görevden aldı ve İsmail’in büyük oğlu Tevfik hükümetin başına geçti. Ama bu önlem de huzursuzlukları gideremedi. Ulusal Hükümet, birçok Avrupalı yetkiliyi kovdu, ordunun gücünü 60 bin kişiye çıkarma kararı aldı ve ilk Mısır Anayasası’nı hazırlamaya başladı. Hıdiv İsmail, bunu onaylamadan önce, İngiltere ve Fransa, tahttan çekilmesi için bir ultimatom verdi. Almanya, Avusturya, Rusya ve İtalya konsoloslukları da benzer tavsiyelerde bulundu. İsmail durumu Sultan II. Abdülhamid’e aktardı. Batılı güçlerle ihtilafa düşmekten korkan II. Abdülhamid, 26 Haziran 1879’da İsmail’e, azledildiğini ve yerine oğlu Tevfik’in atandığını belirten bir telgraf çekti.

İsmail Paşa’nın oğlu Tevfik İngilizlerin elinde bir kukla olarak anayasa taslağını imzalamadı. İkili mali denetimi eski haline getirdi ve ulusal hükümeti feshetti. İngilizlerin himayesindeki Riaz Paşa başbakan oldu. Avrupalı güçlerin baskısı altındaki II. Abdülhamid Mısır hükümetinin haklarını sınırlandırdı. Mısır Babıali’nin onayı olmaksızın yabancı kredi anlaşması yapma hakkından mahrum kalacaktı. Ordu 18 bin kişiyle sınırlandırıldı.

Vatanseverlerin direnişi tekrar başladı. Arabi ve takipçileri Hıdivliğin ve Türk-Çerkez soyluların egemenliğinin ortadan kaldırılmasını ve demokratik bir hükümet kurulmasını savunuyordu. Mısır köylülerinin taleplerini ve protestoları destekliyordu. İngilizlere karşı bağımsızlık için savaşacaklardı. Ordu ön plana çıkıyordu. Vatanseverler Riaz Paşa kabinesine karşı 1881’de ayaklandı. 1882’de yönetime geldiler, Avrupalıları ve işbirlikçilerini yönetimden uzaklaştırdılar. İngiltere ve Fransa’nın baskısıyla hükümet düşürülünce, Kahire’de isyan çıktı. Hıdiv ve destekçileri İskenderiye’ye kaçtı.

Mısır'da Başbakan Albay Arabî Bey önderliğindeki milli hareket yabancıların baskılarına karşı silahlı direnişi Mısır'ın birçok bölgesine yaymış, saldırılarda çok sayıda Avrupalı öldürülmüştü. İngiliz, İtalyan, Rus ve Yunan konsolosluklarına saldırılar düzenlenmişti. Bu olaylara karşı İngiltere donanması İskenderiye'yi bombalayarak işgal etti. Süveyş'i ele geçiren İngiliz-Hint süvarileri Kahire’ye yaklaştı ve Albay Arabi birlikleri bozguna uğratıldı. Arabi İngilizlere teslim oldu. İngiliz kuvvetleri Kahire'yi işgal etti. Hıdiv Tevfik ve bakanları Kahire'ye geldi. Tutuklular serbest bırakıldı. İsyancılar cezalandırıldı. Mısır resmen işgal edilmiş, resmi olarak Osmanlı Devleti'ne bağlı ama fiilen İngilizlerin eline geçmişti. Arabi İngilizler tarafından Seylan'a sürüldü.

Mısır’da 1805’te başlayan Mehmet Ali Paşa Hanedanı, 1882’de İngiltere’nin Mısır’ı işgaliyle son buldu. Bundan sonra İngiltere “geçici bir işgal gücü” idi. 1878’de İngilizler Kıbrıs’ın yönetimini de ele geçirmişti. Rusya Balkanları işgal etmiş, Kars ve Ardahan’ı ele geçirmiş ve Hindistan’a ilerlemişti. Rusya’nın Akdeniz’e inerek Türkiye’yi işgali İngiltere’nin kâbusu idi ve önlenmeliydi. Disraeli Kıbrıs ile İskenderiye’nin işgaliyle durumu kurtardı.

Suriye ve Filistin...

1840’larda Suriye ve Filistin’de Hristiyanlığı ve temsil ettikleri ülkelerin etkilerini yayan misyoner okulları ve hayır kurumları açıldı. Lazarethler ve Cizvitler Vatikan tarafından yönlendiriliyor, Fransa tarafından destekleniyor, kontrolleri altında geniş bir okul ve papaz okulu ağları bulunuyordu. Papa, Haçlı Seferleri sırasında ortaya çıkmış olan Kudüs Latin Patrikhanesi’ni 1846’da yeniden kurdu. 1849’da Rusya Kudüs’te bir Rus Ortodoks elçiliği kurdu. İlk Amerikalılar, Presbiteryenler, 1820 yılında Beyrut’ta görünmeye başladılar. 1860’a gelindiğinde, 30’dan fazla okula ve basımevine sahiptiler ve 1866’da, sonrasında Amerikan Üniversitesine dönüşecek olan Suriye Protestan Kolejini kurdular.  

19. yüzyılın ortalarında Filistin’deki Yahudi nüfus 11 bin civarındaydı. Çoğu bölgeye gelmiş hacılardı. 1839-41 krizleri esnasında İngiltere, Napolyon’un Kudüs’te bir Yahudi devleti kurma planlarını gündeme getirdi. Yahudilerin Filistin’e taşınması ve İngiltere korumasında bir Yahudi devleti kurmak için bir dizi proje öne sürüldü. Rothschild ailesiyle bağlantılı İngiliz bankeri Sir Moses Montefiore de bu planları destekledi. 1860’ta Kudüs’ün duvarları dışında ilk Yahudi yerleşimi başladı.

1839 Tanzimat ve 1856 Islahat dönemleri, milliyetçilik rüzgârlarına bir önlemden çok, Anadolu ve Arap bölgelerinin çoğu Yahudi kökenli Avrupalı bankerler tarafından yağmalanmasının ve sömürülmesinin habercisiydi.

İngiltere’nin gönlünden 1852 yılında Benjamin Disraeli’nin hazırladığı dörtlü konfederasyon formülü geçiyordu. Osmanlıdan arta kalan bölgelerde Balkan, Anadolu, Kafkas ve Orta Doğu Federasyonları kurulacak ve daha sonra dörtlü konfederasyonla bir araya gelecek ve İngiltere bölgeyi Rusya ile Almanya’ya kaptırmadan yönetebilecekti. Abbasi ya da Emevi Devletleri gibi büyük bir İslam imparatorluğu da önlenecekti.

Sanki birileri bu gün tartışılan Tek Dünya Devleti’nin temellerini atıyordu…

Almanya, Osmanlıların öncülüğünde Avrasya bölgesinde büyük bir İslam imparatorluğunu kendine bağlı kurarak, bu bölgeye egemen olmak, Rusya’yı ve İngiltere’yi bölgeden çıkartmak ve doğuya giden yolları denetimine almak istiyordu.

Araplar arasındaki ilk milli uyanış Lübnan’da oldu. Osmanlıların 11. yüzyıldan beri Şii İsmailiye kolundan Dürzîlere dayanarak, Hristiyan Katolik mezhebi Marunîlere karşı baskı kurma politikaları ciddi bir gerginlik kaynağı idi. Marunîler ilk Haçlıları destekleyenlerdi. Ortodokslar ise Müslümanlarla birlik olmuştu. Bölge barındırdığı Hristiyan nüfus yüzünden 17. yüzyılda Fransızların ilgi alanına girmişti. Fransızlar Marunîleri, İngilizler Şii Dürzîleri destekledi.

Beyrut’taki Fransız konsolosu ve Fransız ajanlarınca tetiklenen 1860 Lübnan isyanı Dürzi-Marunî kıyımına evrildi. Şam’da Müslüman fanatikler, Hristiyanları öldürdü, kiliseleri ve misyoner okullarını yaktı. 20 binden fazla Hristiyan öldürüldü, 380 köy, 560 kilise ve 40 manastır tahrip edildi. Şii Dürziler ve Sünni Müslümanlar da ağır kayıplar verdi. Bu, Fransız İmparatoru III. Napolyon’a beklediği müdahale bahanesini yarattı. Suriye Hristiyanlarının savunulması ve Suriye’ye askerî birlik yollama niyetini açıklayınca, güçlü devletler ve Osmanlılar teyakkuza geçti. Sultan Abdülmecid Fuad Paşa’yı Şam’a göndererek Fransız seferine engel olmaya çalıştı. 168 kişi idam edildi, 325 kişi ağır hapis cezasına çarptırıldı, 145 kişi sürgün edildi. Yalnızca Müslümanlar cezalandırılarak Fransızların takdiri bekleniyordu. Fakat Fransız baskısı devam etti. Suriye’nin Fransızlar tarafından ele geçirilmesine rıza göstermeyen İngiltere ve Rusya ise uluslararası bir konferans topladı. İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya, Prusya ve Osmanlı tarafından imzalanan antlaşma Fransız işgal birliklerini 12 bin kişiyle ve altı ayla sınırladı. III. Napolyon vaziyetin hâlâ “güvensiz” olduğunu bahane ederek birliklerini Suriye’de tuttu. Fakat İngiltere ve Avusturya savaş tehdidinde bulunarak Fransız güçlerini 1861'de evine gönderdi. Fransa’nın Suriye’yi ele geçirme planları suya düştü.  Lübnan’ın dağlık bölgesi (sahil boyu hariç), başında başkentten tayin edilecek Hristiyan yönetici bulunan özerk bir yer haline geldi. Bu yönetici Beyrut ve Şam valilerinden bağımsızdı, doğrudan Babıali’ye bağlıydı. Onun başkanlığında Lübnan’daki etnik kesimlerin temsilcilerinden oluşan bir meclis görev yapacaktı.

1800’lerdeki Irak…

Osmanlı Sultanı’nın Mezopotamya’daki saygınlığı çok kötüydü. Yerel yöneticileri ortadan kaldırıp devletin merkeziyetçi yapısını güçlendirmek isteyen II. Mahmud, 1813’te vali olarak atadığı paşayı devirerek yeniden Kö­lemenlerin yönetimini başlatan Said’i ka­bullenmek zorunda kaldı. Daha sonra Bağdat valisi olan Kölemen Davud Paşa 1817-1831 arasında Irak’ı bir despot gibi yönetti. Mısır Valisi Mehmet Ali’yi taklit ediyordu. İlkin, kapitülasyonları kaldırdı ve Doğu Hindistan Şirketi’ni ve İranlıları ayrıcalıklı konumlara getirdi, aşiret isyanlarını bastırdı, şeyhleri kovdu ve aşiretlerin başına kendi adamlarını yerleştirdi. Bağdat Valilerinin Irak Kürdistan’ında iktidarı geri almak için tüm girişimleri, İran birliklerinin mukavemetiyle karşılaşıyordu. 1821 yılında, Davud, Irak’taki İranlıların mülklerine el koydu ve onları hapse attı. Kerbela ve Necef’te bulunan Şii din adamlarının varlıklarına el koydu. Şii camilerine sığınmaya çalışan birçok İranlı öldürüldü. Bu olaylar Kürdistan üzerindeki Türk-İran anlaşmazlığını sivriltti ve 1821-23 savaşına neden oldu. İranlılar ancak bir kolera salgını ile durdurulabildi, sonunda Irak Kürdistanı Osmanlının elinde kaldı.

İran’la yapılan savaş Davud Paşa’yı düzenli bir ordu için ikna etmişti. İngiliz-Hint tarzında düzenli birlikler oluşturdu. Bunun finansmanı için buğday, arpa, hurma ve tuzun tamamını satın alıp, ihraç etti. Bu ürünlerin nakliyesi için denizde de gidebilen nehir gemileri getirtti. Pamuk ve şeker kamışı yetiştirmeye çalıştı. II. Mahmut’un Irak’a vergileri toplamak için gönderdiği özel bir memuru, Davud Paşa’nın talimatıyla öldürüldü. Babıali, isyancı ilan ettiği Davud Paşa üzerine Halep Valisi Ali Rıza’nın birliklerini yönlendirdi. 1831 vebası, bir sel baskını, mahsul kıtlığı Davud’un ordusunu hemen hemen yok etmişti. Ekonomik krizler Irak’ta şiddetli zararlara neden olmuştu. Bağdat’ta yaşayan 150 bin kişiden geriye 20 bin kişi, Basra’da 80 bin kişiden 6 bin kişi kalmıştı. Feodal anarşi güçlenmiş olarak geri dönüyor ve krizi derinleştiriyordu. Arap kabileleri hem kendi aralarında hem de Bağdat valilerine karşı savaşıyorlardı.Salgın sona erdiğinde Ali Rıza’nın birlikleri hiçbir dirençle karşılaşmadan Irak’a girdi. Davud Paşa azledildi ve İstanbul’a gönderildi. Bağdat valilerinin ve kölemenlerin ayrılıkçılığı sona erdi. Bağdat’ta Babıali emir ve politikaları uygulanır oldu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun en geri kalmış bölgelerinden biri olan Irak, Doğu Hint Şirketi’nin sömürgesi olmuştu. Türk vali, Babıali otoritesini sağlamlaştırmak için emirlere harfiyen uyuyordu. 1833 yılında Şammar kabilesi Bağdat’ı üç ay kuşatma altında tuttu. Kürt feodal beylerinin isyanları da Kuzey Irak’ı etkisi altına aldı. İran Şahı ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali tarafından destekleniyorlardı. Arap İmparatorluğu’nu tamamen birleştirmek ve Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan stratejik ticaret hattı üzerinde egemenlik için çabalayan Mehmet Ali, Irak’ı topraklarına katmak için çalışıyordu. Osmanlı Devleti’nin seferler düzenlediği Kuzey Irak’ta, 1831 ve 1842 arasında birçok Kürt beyliği tasfiye edildi. Fakat Türklerin 1839 Nizip yenilgisiyle, Kürtler yeniden kazan kaldırdı. 1841 yılında Süleymaniye’ye girdiler. Bu durum bir Türk-İran savaşına neden olacaktı. Rus-İngiliz arabuluculuğuyla 1847 Erzurum Antlaşması’na göre, İran, Süleymaniye ve diğer bölgeler üzerindeki iddiasından vazgeçti. Babıali de İran’ın Hürremşehr bölgesini almasına ve Şattülarap bölgesini terk etmesine müsaade etti. Kürtler 1843, 1846 ve 1849’da da isyan etti. 1869 yılında, Irak’ta otoriteyi sağlamak üzere Mithat Paşa görevlendirildi. Mithat Paşa Dicle'de buharlı gemiciliği genişletti ve devlete ait bir buharlı gemi şirketi kurdu. 1869'da Süveyş Kanalı’nın açılışından sonra Basra’yı İstanbul ve Londra’ya bağlayan gemi hatları oluşturdu. Basra’da bir tersane inşa ettirdi. Musul petrollerini çıkarma ve Irak boyunca demiryolları yapma niyetindeydi. Mithat Paşa 1871'de Kuveyt ve El Ahsa’yı ele geçirdi ve asi bedevilere karşı çok sert davrandı. Tanzimat’ın ilk döneminde olduğu gibi Mithat Paşa’nın reformları Irak’ta Türk egemenliğini güçlendirdi. Araplar yönetimden uzaklaştırıldı, tüm önemli kadrolara Türkler yerleştirildi. Paşa’nın reformları, Irak yönetimini yeniden düzenlemişti. 1871 yılında Edirne’ye gönderilen Mithat Paşa’nın halefleri, onun izinden yürüdü, fakat reformlarının çoğu uygulanamadı.

Arabistan...

1821 yılında Arabistan da karıştı, Vehhabiler ve Suud kabilesi yeniden isyan etti. 1824'te İkinci Suudi Vehhabi devleti kuruldu. 1827’de Mekke şerifi de isyan etti. Osmanlı temsilcisi Mısırlıların yirmi yıllık Arabistan yönetiminden sonra, 1843’te Emir Faysal Vehhabi devletini Necid’de yeniden kurdu. Batıda Hicaz'da Mekke Şerifi ve doğuda Basra Körfezi'nde İngilizler ile mücadele etti. Faysal’ın 1865’te ölümünden sonra Necid üç büyük oğlu arasında bölüştürüldü ve Vehhabi devleti zayıfladı. Arabistan’ın kuzeyinde rekabet halinde olan Şammar emirleri bu durumdan faydalandı. Şammar da bir Vehhabi devletiydi. Fakat onun aksine, dini hoşgörüye sahip bir politika izliyordu. Şammar emirleri, Abdullah (1834-47) ve oğlu Talal (1847-68) ticareti ve zanaatı geliştirdiler. Dinsel hoşgörü tüccarların ve hacıların ilgisini çekti. Irak kervanları Necid fanatizminden kaçınıp, Mekke’ye Hail üzerinden gitmeye başladı. Güvenliği Talal temin ediyordu. Şammar merkezileşti ve güçlendi. Talal’ın 1868’de öldürülmesinden sonra devleti yaşamaya devam etti ve Türklerin de yardımıyla İç Arabistan’da Vehhabi Suudilere karşı mücadele etti.

İngilizler Basra Körfezi’nin ve Aden kıyılarının mutlak hâkimi haline geldi. Umman’ın yedi şeyhliği ve Bahreyn 1820’den itibaren İngiltere egemenliğine geçti. 1861 yılında İngiltere, buraya asker gönderme yetkisi aldı.

Emperyalist rüzgârlar Kuzey Afrika’yı da etkiliyordu…

Fransa bir bahaneyle göz koyduğu Cezayir kıyılarını ablukaya aldı. 1829’da Mısırlılarla birlikte Cezayir’e saldırma planı, Kavalalı Mehmet Ali tarafından kabul edilmeyince, ertesi yıl 37 bin kişilik Fransız kuvveti Cezayir’e girdi. Yetersiz Osmanlı askerleri Anadolu’ya döndü, Cezayir hazinesi yağmalandı. 1834’te Fransa resmen Cezayir’i ilhak etti. Ancak, ülkenin tamamı Fransız otoritesine boyun eğmedi. Batı Cezayir Abdülkadir’in önderliğinde, Doğu Cezayir Osmanlı'ya bağlı Ahmet Bey’in önderliğinde Fransızlarla savaşa başladı. Fakat, Ahmet Bey yenildi, dağlara sığındı. Abdülkadir 1844’te kendisine yıllarca yardımda bulunmuş Fas’a sığındı. Daha sonra Fas'ı işgal eden Fransızların baskısıyla tekrar Cezayir'e döndü.

1845 yılında Cezayir ’in batısı Fransızlara karşı tekrar ayaklandı. Abdülkadir mücadelenin başına geçti. Fransızlar işgal güçlerini 108 bin kişiye çıkardı. Halkı kılıçtan geçirdi ve köyleri ortadan kaldırdı. Kadın ve çocuklar dâhil binlerce insanı mağaralara doldurup dumanla boğdu. İsyan sönmeye başladı. Fransızlar 1847 sonlarında, Sahra Çölü vahalarında gerilla savaşını sürdüren Abdülkadir’i Fas sultanının ihanetiyle yakaladı ve Fransa’ya gönderdi. 1848’de Ahmet Bey de yakalandı. Abdülkadir Fransa’da beş yıl kaldıktan sonra, beş yıl da Bursa’da yaşadı, sonra hayatının geri kalanını geçireceği Şam’a yerleşti ve 1883’te 75 yaşında öldü.

Toprakların Fransız sömürgeciler tarafından ele geçirilmesi, Cezayir köylülerinin hakkının gasp edilmesi yeni halk isyanlarına hız kazandırdı. 1859’da Batı Cezayir’de başlayan isyan 1864’te diğer kabilelere de yayıldı. 1871’de Mukrani önderliğinde büyük bir ulusal ayaklanma başladı.

Cezayir’in 1830’da Fransızlar tarafından işgali, Tunus’un da kaderini çizmişti. Tunus feodal beyleriyle Cezayirliler arasındaki hasımlıktan faydalanan Fransa, Cezayir’deki orduları için Tunus beylerinden gıda temin edebilmişti. Tunus’un işgalini kolaylaştırmak için Fransa, Tunus’un, Osmanlı'dan bağımsız bir devlet olduğunu açıkladı. II. Mahmut Osmanlı İmparatorluğunu merkezileştirme politikası güdüyordu ve uzak bölgeler üzerinde etkili bir merkezi kontrol kurmaya çabalıyordu. Babıali’nin otoritesini Kuzey Afrika bölgelerinde güçlendirme niyetindeydi. 1835’te Türkler, yönetici hanedanını devirerek Trablus’u ele geçirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun normal bir eyaleti haline getirmişti. 1836’da sıra Tunus’a gelmişti, ama Türk donanması Fransa donanmasının savaş tehdidiyle karşılaşınca geri çekildi. Tunus’taki durum değişmemişti. Ertesi yıl Fransa Tunus'a girdi, birçok köyü talan etti ve ekinleri yaktı. Fakat İngiltere’nin baskısı ile Fransızlar geri çekilmek zorunda kaldı.

İngilizler de bölgedeki konumlarını güçlendiriyordu, Malta’yı ele geçirmişlerdi. 1837 anlaşmazlığı Tunus üzerinde kırk yıldan fazla sürecek olan İngiliz-Fransız düşmanlığını artırdı.

Türklerin ve Fransızların ülkeyi ele geçirme tehlikesi Tunus beylerini ülkelerini ve ordularını modernize etme hususunda teşvik etti. 1861’de Tunus Beyi İngiltere ve Fransa'nın baskısıyla ilk İslam yazılı anayasasını ilan etti. Avrupa bankaları Tunus’a, finansal bağımlılığa yol açacak insafsız krediler yükledi. 1862 itibariyle Tunus Beyi’nin borcu 28 milyon Frank'a ulaştı. Bu, Tunus'u iflasın eşiğine getirdi. Fransız bankalar birliği Bey’e 35 milyon Frank kredi önerdi. 1863’te bir anlaşma imzalandı. Ama Bey’in eline geçen yalnızca 5,6 milyon Frank'tı. Tunus, on beş yıl içinde 63 milyon Frank ve ayrıca 13 milyon Frank komisyon ödemeyi taahhüt ediyordu. Her şeye Bey ve Fransızların rüşvetle bağladığı bakanlar karar vermişti. 1869’da Tunus maliyesi Osmanlı’dan yedi yıl önce iflas etti, İngiltere, Fransa ve İtalya ülkenin finans yönetimine el koydu.

1871'de Prusya yenilgisi sonrası, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyetin kurulması, Fransız genel valisi tarafından yönetilen Cezayir Araplarına ve Berberilerine, Fransız devletinin yozlaşmış ve zayıf olduğunu göstermişti. Nefret edilen yönetimden kurtulmak için Berberi ve Arap kabileleri isyanı Mart 1871’de başladı, ama Ocak 1872’de bastırıldı. Binlerce kişi idam edildi, hapse atıldı ya da ağır cezalara çarptırıldıkları Yeni Kaledonya’ya sürgüne gönderildi. İsyancı kabileler 63 milyon Frank tazminat ödedi ve arazilerinin en iyi 500 bin hektarı müsadere edildi. Cezayir’de 1879 ve 1881 isyanları, bağımsızlık mücadelesinde halkın son silahlı kalkışmasıydı. Cezayir’de nüfus 1866’da 2.652.000 iken 1872’de 2.125.000’e düştü. 500 binden fazla insan açlıktan, hastalıktan ve Fransız askerlerinin vahşetinden telef oldu.

1878’de Kıbrıs’ı elde eden İngiltere, Fransa’nın Tunus’taki özel imtiyazlarını tanıdı. Fransa, bazı Tunuslu aşiretlerin Cezayir topraklarına yaptıkları akınları ve bazı toprak taleplerini bahane ederek 1881 yılında Tunus’a asker çıkardı. Tunus 1881'de Bardo antlaşması ile Fransa himayesine girdi. Osmanlı İmparatorluğu protesto ederek kabul etmediğini bildirdi ve padişah fermanlarında Tunus Osmanlı eyaleti olarak zikredilmeye devam etti. En önemli rakip İngiltere’ye eklenen İtalya da Fransa himayesini kabul etmedi. 1884’te Uluslararası Finans Komisyonu feshedildi ve Tunus’un mali meseleleri Fransız genel valinin kontrolüne geçti. Bu daha sonra siyasi alanı da kapsadı. Yerli halkın fazla direnişi olmadı. 1909 yılında, Cumhuriyetçi Parti Tunusluların asimile edilmesi lehindeydi, taleplerini eşitlik ile sınırlandırıyordu. Tunus Partisi ise geniş ölçekli anayasal reformların ve bağımsızlığın savunuculuğunu yapıyordu. Sloganı “Cezayir-Tunus Ulusuydu” ve bu ulus için bir devlet oluşturma çabasındaydı. Fransa işgaline karşı halk hareketleri, İtalyanların 1911’de Libya’ya saldırmasına paralel olarak hızlandı.

Günümüzün Orta Doğu’daki iki büyük sorunu da bu günlerde temel buluyordu: Yahudiler ve petrol…

Yahudi düşmanlığı ve Yahudilere saldırıların artmasıyla, Rusya’dan 1881- 1991 arasında 5.000 Yahudi Filistin’e göç etti. William Blackstone “İsa Geliyor” çoksatar kitabı ile 1891’de Orta Doğu’da bir Yahudi devletini destekleyen ilk kampanyayı organize etti. Avusturyalı Yahudi Theodor Herzl 1896’da Yahudi Devleti kitabını yayımlandıktan sonra, Siyonizm uluslararası siyasi bir hareket oldu. Romanya’daki baskılar sonucu 1899 ile 1904 yılları arasında 60 bin Yahudi göç etti. Osmanlı Filistin’inde Yahudi yerleşimi başladı.

Petrolü geleceğin yakıtı olarak kavrayan ilk ülke İngiltere idi. Onu Rusya izledi. 1897’de Osmanlı topraklarında ilk petrol arama çalışmaları başlatıldı. Osmanlı henüz petrolün stratejik önemini kavramış değildi. İngiltere 1899’da Osmanlı toprağı olan Kuveyt’e yerleşmiş petrol arıyordu. Osmanlı toprağında ilk petrol kuyusu 1900’de Europeen Petroleum Company tarafından açıldı.‎ APOC (Anglo-Persian Oil Company) 1908’de İran’da Orta Doğu’nun ilk petrolünü buldu ve Doğu Sorunu ve Büyük Oyun enerji boyutuna sıçradı. Orta Doğu’nun tarihi bundan sonra dünya tarihi için çok önemli olacaktı. Bir dönüm noktasıydı.

1900'lere geçiyoruz...

Avrupa devletleri servet ve güçlerini hızla artırıken, Osmanlı padişahları uzun süredir, gücünü başkentte saray erkanına ve vezirlerine, taşrada ise özerk ve babadan oğula geçen konumdaki yerel yöneticilere kaptırmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransız Devrimi sonrası gelişen düşünce ve siyasal ortamdan etkilenen, 1839 Tanzimat, 1856 Islahat, 1876 Birinci Meşrutiyet deneyimleri dünyanın hızlı değişimine ayak uyduramamıştı. Bilimsel, teknolojik, sosyal, ekonomik, askeri, siyasal, kültürel olarak Avrupa ile Osmanlı’nın arası kapanacağına, açılıyordu. Balkanlardaki ve Ortadoğu’daki çıkarları için birbirleriyle yarışan İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasının durdurulamayacağını anladıklarında, ganimetten daha fazla mal almaya çalışıyorlardı. Abdülhamid, Cemaleddin Afgani’nin tüm Müslüman halkların birliği öğretisini benimsemişti. İktidarını Mısır, Kuzey Afrika, Kafkasya, Orta Asya, Volga Müslümanlarına ve İngiliz Hindistan’ına yayma niyetindeydi. Bu, İtilaf Güçleri’ne karşı mücadelesinde Türkiye’yi de kullanmak isteyen Almanya İmparatoru Wilhelm tarafından da destekleniyordu.

Bu dönem boyunca Türkiye ve Arap vilayetleri bir pazar ve ham madde kaynağı olarak kullanılıyor, külfetli krediler ve kilometre garantili demiryolu inşaatları vasıtasıyla yağmalanıyordu. Türk dış ticareti I. Dünya Savaşı’ndan önceki otuz yıl içinde iki kattan fazla artmıştı. Suriye, Irak ve Filistin imparatorluğun ithalatının çeyreğini ve ihracatının beşte birini gerçekleştiriyordu. 1890'larda İngilizler baskınlığını sürdürse de, Türkiye’ye ihracatını ciddi şekilde arttırmış olan Almanya tarafından zorlanmaya başlamıştı. Yabancı sermaye yatırımları sanayide değil devlet tahvillerinde ve demiryolu inşasında kullanılıyordu. 1890-1908 arasında, Türkiye 45 milyon lira değerinde krediler aldı. I. Dünya Savaşı öncesinde toplam dış borç 152 milyon liraya ulaştı. Sanayi yatırımları yabancı yatırımların yalnızca yüzde sekizi civarındaydı. Avrupalıların kurduğu Duyunu Umumiye İdaresi imparatorluğun ikinci maliye bakanlığı haline gelmişti. İmparatorluğun en önemli gelirleri bu İdare’nin kontrolü altına girmişti.

Almanya’nın 1871'de birleşmesinden sonra Alman Asilzadeler ve kapitalistler yayılmacı planları uygulamaya koymaya başladılar. 1882’de Baron von der Goltz’un askerî heyeti Türkiye’ye davet edilmiş ve burada on dört yıl geçirmişti. Türk paşası yapılmış Goltz orduyu yeniden düzenlemişti. Moltke’nin demiryolu planları uygulamaya konmuş, uluslararası ilişkiler tarihinde önemli bir role sahip Bağdat Demiryollarının temelleri atılmıştı. İngilizler Mısır ve Kıbrıs’ı zapt etmiş, Fransızlar Cezayir ve Tunus’a zorla el koymuş ve Rusya Kars ve Ardahan’a girip Balkanların bağımsızlığını kazandırmıştı. Alman diplomatlar Türkiye’nin topraklarına el koymak ya da onu zayıflatmak gibi bir niyetinin olmadığını iddia ediyor ve Sultan Abdülhamit'i diğer güçlerin gerçek ya da hayalî saldırı planları ile korkutuyorlardı. 1890'da İngilizlerin lehine olan eski yönelim Almanya tarafına kayıyordu. Almanya, Babıali’nin “dostu ve müttefiki” olmuştu.

Cezayir, Tunus, Suriye ve Lübnan Fransa’nın, Mısır, Irak ve Filistin İngilizlerin etki alanındaydı. Fransızlar Beyrut’ta büyük bir liman kurmuş ve Yafa’dan Kudüs’e ve Beyrut’tan Şam’a demiryolu hattı döşemişti. Fransız bankalarının şubeleri Suriye ve Filistin’de birbiri ardına açılıyordu. Irak’ta ise İngiliz sermayesinin ağırlığı söz konusuydu. İngiliz ve Fransız kapitalistleri Arap bölgelerinde Belçika, Avusturya-Macaristan ve İtalya kapitalistleri ile rekabet zorundaydılar ama esas rakipleri Almanya’ydı.

Arap halkı sorunların esas nedeni olarak Abdülhamit rejimini ve baskıcı feodal, bürokratik ve vergi ödeme sistemini görüyordu. Yabancı esaretinin başlıca kaynağı da bu rejimdi. 1886, 1896, 1899, 1906 yıllarında Şii Dürzi kabileleri ayaklandı. 1895 Halep ve 1903 Beyrut ayaklanmaları büyük bir tehdit oluşturamadı. 1875’te Arap aydınları Beyrut’ta gizli bir topluluk kurmuştu. Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığı, Arapçanın resmî dil olarak tanınması, baskının ve ifade özgürlüğünün önündeki diğer engellerin kaldırılması ve Suriye ve Lübnan sınırlarındaki yerel askerî birliklerin kullanılmasının yasaklanması çağrısında bulunuyorlardı. Fakat topluluğun faaliyetleri 1885 dolayında son bulmuş, temsilcileri Mısır, Avrupa ve Kuzey Amerika’ya kaçmıştı.

1908 İkinci Meşrutiyet Devrimi Arap bölgelerinde coşkuyla karşılandı. Devrimin ilk günlerinde Arap burjuvazisinin ve milliyetçilerinin büyük kısmı Osmanlı sınırları içinde ulusal özgürleşme istiyordu. İttihatçıların işbirliğine bel bağlanmıştı. Bu hareketin merkezi İstanbul’a kaymıştı. İha-El Arabi-El-Osmani (Osmanlı Arap Kardeşliği Cemiyeti) kuruldu. Arap bölgelerinde şubeler açıldı. Cemiyet’in kurucu meclisine İttihat Terakki Partisi üyeleri de katıldı. Cemiyet liderleri Osmanlı milletinin varlığını kabul ediyorlardı. Osmanlı birçok millete bölünmüştü ve Araplar da bu milletlerden biriydi. Programlarında ayrı bir Arap ulusuna ilişkin tek kelime yoktu. Arapların self determinasyon ve özerk kurumlar oluşturma hakkından dem vurulmamıştı. Aksine Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyeti İttihat ve Terakki Partisi’ne yardımcı olacaktı. Programlarındaki tek ulusal vurgu, ulusal eşitlik talebi, Arapça eğitim dili ve Arap geleneklerinin icrası üzerineydi.

İki aşamada gerçekleştirilen parlamento seçimleri, adayları belirleyen ve parlamentoya girmelerini sağlayan İttihat ve Terakki Partisi komitelerinin gölgesinde gerçekleşti. Sonuç Araplar için tam bir hayal kırıklığıydı. 260 vekilin, 127’si Türk, 60’ı Arap’tı, oysa Araplara göre, 22 milyon nüfuslu Osmanlı İmparatorluğu’nda 10 milyon Arap ve 7,5 milyon Türk bulunuyordu. Arap nüfusun büyük çoğunluğu memnuniyetsizdi. Ardından, Müslüman din adamlarının, medrese öğrencilerinin ve muhafızlarının yardımıyla, Sultan II. Abdülhamid bir darbe yaptı. 13 Nisan (31 Mart) 1909’da isyancılar birçok devlet binasını ele geçirdi ve İttihatçıları baskı altına aldı. Arap hareketinin öne çıkan isimlerinden Muhammed Arslan öldürülenlerin arasındaydı. Ama Hareket Ordusu şiddetli çarpışmalardan sonra isyancıları bastırdı. II. Abdülhamid tahttan indirildi. İttihatçılar kardeşi 64 yaşındaki Mehmet Reşat’ı tahta çıkardı.

Ayaklanma sonrası, diğerleri gibi Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyeti de yasaklandı. Osmanlı Birliği, Türk olmayan ulusların zorla Türkleştirilmesine dönüşmeye başladı. Ulusal okullar kapatıldı ve Türkçe imparatorluğun yegâne resmî dili yapıldı. Arap-Osmanlı balayı sona erdi. Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyetinin yerine İstanbul’da, Edebiyatçılar Kulübü (El-Muntada El-Arabi) kuruldu. Türk boyunduruğuna karşı savaşacaklardı. Arap Osmanlı Kardeşlik Cemiyetinin Pan-Osmanlıcı esasları reddediliyor ve Araplar ayrı bir ulus olarak kabul ediliyordu. Amaçları Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden düzenlemek ve bir Arap-Türk Devleti kurmaktı. Türk Padişahı Arapların da Kralı olacaktı. Arap bölgeleri bu imparatorluk içinde ayrı bir krallık oluşturacak ve kendi parlamentosu, yerel hükümeti ve resmî dili Arapça olacaktı. Fakat içlerinden hainler çıktı ve polis müdahalesinden evvel dağıtılma kararı aldılar.

1911’de, Paris’te Arap ulusal bağımsızlık hareketinde önemli rol oynayacak gizli Genç Araplar Derneği (El Camiya El-Arabiya El-Fatat) kuruldu. Jön Türkler gibi olmak istiyorlardı. Arapların bağımsızlığı için Türklerle ve diğer tüm yabancı otoritelerle mücadele edeceklerdi. Genç Araplar anavatanlarına döndüklerinde politik mücadelede aktif bir rol üstlendi. 1913 yılında tüm Arap partilerini ve örgütlerini birleştirme eylemine girişti.

Fransa ve İngiltere Arap bölgelerindeki ayrılıkçı eğilimleri destekliyordu. Şam ve Beyrut’taki Fransız konsolosu birçok Arap milliyetçisiyle bağlar kurmuş ve Lübnan’da çeşitli gazetelerin basımını finanse etmişti. Fransız Hükümeti, Suriye ve Lübnan’da 25 bin öğrencisi bulunan Fransız okullarının ve her türlü bilimsel, kültürel, eğitimsel ve hayır kurumunun masrafları için kayda değer tutarlar ayırmıştı. 1912 savaşı sırasında İtalyan savaş gemileri Beyrut limanında bulunan Türk gemilerini bombalamıştı. Bu bombalama, Suriye ve Lübnan’da büyük heyecan yarattı ve Fransızlara talepleriyle birlikte ortaya çıkma bahanesi sundu. Başbakan Poincare Fransa’nın, Suriye ve Lübnan’da özel çıkarlarının olduğunu ve bu hakları savunmaktan asla feragat etmeyeceğini açıkladı. Eş zamanlı olarak Fransa, önceki özerkliği önemli ölçüde genişletti.

Beyrut ve Bekaa Vadisi’ni özerk Lübnan topraklarına katmak için kitlesel bir hareket başladı. Fakat 1909’da, Lübnan demokratik hareketi yenilgiye uğradı. Aynı yıl Şii Dürzi köylüler bir kez daha ayaklandı. Savaş hali iki yıl boyunca gerilla mücadelesi şeklinde sürdü ve 6 bin Dürzi öldürüldü. Irak’taki köylü hareketi daha geç başladı. Hareket, 1913-14 arasında, Türk otoritelerinin devlet topraklarını yabancılara satması ile önemli bir boyut kazandı.

Türklerin yenilgisi, Balkan halklarının özgürlüğü, imparatorluk bağlılarına özerklik yanlısı Hürriyet ve İtilaf Partisinin iktidara çıkışı ve Batılı güçlerin baskıları gibi olaylar 1912-14 yılları arasında Arap ülkelerinde ulusal harekette bir yükselişe neden oldu. 1912 yılında, Kahire’de Osmanlı İdari Ademi merkeziyetçi Partisi (Hizbul Lamarkaziya El-İdariya el-Osmanî) kuruldu. Suriye ve Lübnan’da Fransız kontrolü, Irak ve Filistin’in büyük bölümünde de İngiltere kontrolü kurulması hususunda coşkulu bir seferberlik başladı. Beyrut Reform Komitesi de devreye girdi.

İtilafçıların hakkından gelen İttihat ve Terakki, Arap milliyetçilerine karşı tamamen farklı bir tutum sergiledi. Beyrut Reform Komitesi reformcularının taleplerini kesinlikle reddetti. Nisan 1913’te Reform Komitesi’ni yasaklamış ve liderlerini tutuklamışlardı. Beyrut halkı pazarları, dükkânları ve tezgâhlarını kapattı ve Arapça gazeteler siyah çerçevelerle basıldı. Karışıklıklar Suriye’nin diğer kentlerine de sıçrayınca, ittihatçılar ödün vermek zorunda kaldı. Tutuklanan liderler serbest bırakıldı ve reformcuların ve Ademi merkeziyetçi partinin taleplerini karşılamakta yetersiz kalacak olan Yeni Vilayetler Kanunu’nu resmî olarak duyurdu. Birçok Suriye ve Irak kentinde gösteri ve protesto mitingleri devam etti.

Fransız Devleti Suriye ve Lübnan’a daha kolay müdahale edebilme şansı yaratacağı için Arap milliyetçilerine yardım ediyordu. Arap Kongresi 1913 Haziranında gerçekleştirildi. Kongrede yirmi dört delege (Lübnan ve Suriye’den on dokuz, Irak’tan iki ve ABD Arap topluluklarından üç) ve 200’den fazla konuk yer almıştı. Kongre Arap ulusal haklarının tanınması çağrısında bulundu. Osmanlı merkezi hükümetinde daha çok yer almak ve Arap bölgelerine özerklik sağlamak isteniyordu. Bir kredi üzerine Türklerle görüşmeler yürüten Fransa’nın güçlü baskısıyla, İttihat ve Terakki, Arap Kongresi ile bir anlaşma yaptıysa da uygulanmadı.

Türklere karşı silahlı bir mücadele örgütlemek için birçok dernek kuruldu. Arap ülkelerinin tam bağımsızlığı ve Türk karşıtı silahlı bir isyanın savunuculuğunu yapıyorlardı. İttihatçılar Ocak 1914’te, tüm politik Arap örgütlerini kapattı ve Arap subaylarını farklı garnizon ve askerî birliklere dağıttı.

I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden kısa bir süre önce, Ademi merkeziyetçi Parti, Fransa ile 20 bin tüfek ve eğitmenlerin tedariki için bir anlaşma imzaladı. İngilizlerden makineli tüfekler ve Hicaz’daki isyan sırasında destek istendi. Arap milliyetçilerinin çoğu Türk karşıtı bir ayaklanmadan yana tavır almış ve bu, onları İtilaf Devletleri’yle birleşmeye kadar götürmüştü. Diğerleri ise hâlâ Türklerle bir uzlaşı arayışı içindeydiler. Başlatılacak bir isyanın, Arap ülkelerinin İngiltere ve Fransa tarafından işgalinin yolunu açacağı için daha tehlikeli olduğunu düşünüyorlardı.

Mısır... 

Süveyş Kanalı ile önemi çok fazla artan Mısır’da dizginler 1892 yılına kadar Hidiv Tevfik’in elindeydi. Ölümünden sonra, yerine geçen 18 yaşındaki oğlu II. Abbas Hilmi altı bakanlı bir kabine kurdu, 1893’te anayasayı ilan etti. Aslında iktidar, işgal ordusu tarafından desteklenen İngiliz temsilcisinin elindeydi. Bu kişi 1883’ten 1907’ye kadar Başkonsolos Lord Cromer olarak anılan Binbaşı Baring idi. Cromer rejimi ve koloni yasaları, Mısır Devleti adına zayıflık ve Mısırlılar için hukuksuzluk anlamına gelmekteydi. Cromer Mısır’da, İngiliz finans kapitali diktatörlüğünü kurmuş ve Mısır ulusal bağımsızlık hareketini acımasızca bastırmıştı. Arap milliyetçiliği İslam reform hareketiyle birlikte yükseliyordu. Hareketin politik temelleri, gazeteci Mustafa Kamil tarafından atıldı. 1904’te, II. Abbas Hilmi onun faaliyetlerini desteklemeye başladı. Aynı yıl Cromer, Mustafa Kamil ile ilişkili yasadışı belge ve malzeme bulabilme umuduyla Hıdiv’in sarayında bir arama dahi yaptırdı. Kamil’in Osmanlı Sultanı Abdülhamid ile olan arkadaşlığından da umudu vardı. Dış desteğin Türkiye, Avusturya-Macaristan ve Almanya’ya bağlı olabileceğini düşünüyordu. Kamil Mısır’ın tam bağımsızlığını istemiyordu, Panislamizm ışığında Osmanlı İmparatorluğu ile yeniden birleşme taraftarıydı. 1904’te Sultan ona paşa unvanı verdi. 1907’de Cromer istifa edince, yeni İngiliz başkan Sir Eldon Gorst oldu. Onun öncülüğündeki bir grup Mısırlı İngiliz hayranı 1907 yılında, ileri gelenlerden, bürokratlardan ve entelektüellerden oluşan Hizbul Islah’ı (Reform Partisi) kurdu. Mustafa Kamil de, Hizbul Vatan Parti'sini kurdu, ama bir yıl sonra, otuz dört yaşındayken öldü.

Ertesi yıl, 1908 Türk Devrimi İkinci Meşrutiyet’in Mısır’daki olumlu etkisiyle, İngiliz emperyalizmine karşı gösteriler tekrar başladı. İttihatçılarla bağlantısı olan Hizbul Vatan Partisi hareketin öncülüğünü yapıyordu. 1909 olağanüstü hal yasaları nedeniyle milliyetçilerin bir kısmı yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Hizbul Vatan Partisinin iki kongresi, Cenova ve Brüksel'de yapıldı. Ülkede kalan milliyetçiler yer altına indi ve bireysel teröre geçiş yaptı. 1910’da Hristiyan Kıpti Başbakan Butros Gali’ye suikast düzenledi. Bu suikastı Kıptiler ve Müslümanlar arasındaki düşmanlığı tahrik için kullanan Eldon Gorst 1911’de öldü. Yerine General Kitchener geçti ve Mısır politikalarını aynen izledi.

Birinci Dünya Savaşı başladığında, Mısır’da İngiltere baskısı arttı. Süveyş Kanalı Bölgesi işgal edildi. Parlamento savaş süresince bir kez dahi toplanamadı. Yetkililerin izni olmadan dörtten fazla Mısırlının bir araya gelmesi yasaklandı. Sıkıyönetim ilan edildi. Ülkedeki en üst otorite İngiliz kuvvetlerinin başkomutanı General Maxwell’in eline geçti. Askeri diktatörlükçe ulusal harekete katılan binlerce aydın, doktor, avukat, öğretmen, subay ve öğrenci hapse ya da toplama kamplarına atılmış, uzak vahalara ve Malta’ya sürgüne gönderilmişti. Hizbul Vatan Partisi’nin lideri tutuklanmış ve milliyetçi gazeteler kapatılarak diğer gazeteler de sıkı bir sansüre uğramıştı.

Aralık 1914’te İngiltere, Mısır’ın Osmanlı’dan ayrıldığını ve İngiltere hamiliğini ilan etti. Başkonsolosluk yerine Yüksek Komiserlik kuruldu. Sıkıyönetim sırasında bu komiserler başkomutanın astı olarak kaldı. İstanbul’da bulunan ve İngilizlerle ters düşen Hidiv II. Abbas görevden alındı. Yerine Hüseyin Kamil Paşa getirilerek sultan unvanı ile ödüllendirildi. Bağımsızlık mücadelesini sürdüren küçük esnaf ve milliyetçiler 1915’te Sultan Hüseyin Kamil’e, Başbakan Hüseyin Rüştü Paşa’ya ve vakıflar bakanına başarısız suikast girişiminde bulundular.  Hüseyin Kamil 1917’de öldüğünde oğlu Kemaleddin bir İngiliz kuklası olmayı reddetti. Taht için, İtalya’da yetişmiş ve İtalyan ordusunda hizmet etmiş olan Prens Ahmet Fuat bulundu. Üstelik İtalya, Ahmet Fuat’ı Arnavutluk kralı olarak ilan etmişti. Mısır bağımsızlık hareketi krizdeydi. Zenginler ve feodaller savaş sebebiyle zenginleşiyor ve İngilizlerin yanında yer alıyordu. Gazeteler ve siyasi partiler İngiliz hâkimiyetine girmişti.

İngiliz istihbarat servisi Kahire’deki ulusal hareketle mücadele edebileceği bir Arap Bürosu kurdu. Arap Bürosu, arkeolog, yedek subay Lawrence, İstanbul’daki eski Times muhabiri Philip Graves, Lord Lloyd, Arap uzmanı Hogarth ve Binbaşı Newcombe gibi istihbarat subaylarından oluşuyordu. Başında Albay Clayton vardı. Arap Bürosu Mısırlı milliyetçilere eziyet çektirirken, Suriye ve Filistin milliyetçileri ile Türklere karşı yıkıcı eylemler düzenliyordu. Mekke Şerifi Hüseyin el-Haşimi ile birlikte, Hicaz Arapları arasında Türk karşıtı bir isyan tertiplemişlerdi.

Suriye...

Suriyeli milliyetçilerle, İngiliz-Arap işbirliği 1915 Şam Protokolü’ne göre düzenlendi. İngiltere Arap devletini “doğal sınırları” içinde tanıyacak ve bağımsızlığını garanti edecekti. Bu bölge Suriye, Filistin, Irak ile Aden haricindeki bütün Arap Yarımadası’nı kapsıyordu. İngiltere kapitülasyonları da kaldıracaktı. Bunun karşılığında, milliyetçiler, İngilizlerle müstakbel bağımsız Arap devleti arasında bir savunma ittifakı imzalamayı ve İngiltere’ye 15 yıl süreli ekonomik ayrıcalıklar tanımayı kabul edeceklerdi. Şam Protokolü, Arap ulusal özgürlük hareketinin tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Arap feodalleri ile Suriye, Irak ve Filistin burjuvazisi arasında bir ittifakı simgeliyordu. Bağımsız Haşimi Arap devleti tanınıyordu. Arap Yarımadası’ndaki İngiliz bağlı devletleri dışarda kalacaktı. Halep-Hama-Humus-Şam hattının batısındaki bölge, yani Fransa’nın üzerinde hak iddia ettiği Batı Suriye, Lübnan ve Kilikya da hariçti. Basra ve Bağdat İngiliz denetimine girecekti. Bu sırada, Babıali, Hüseyin’i Hicaz’ın bağımsız ve verasete dayalı hâkimi olarak tanımayı reddetti, Arap milliyetçilerinin affedilmesi için yaptığı ricayı da geri çevirdi. Türkler ayrıca Hicaz’a geniş takviye birlikleri sevk etmeye hazırlanıyor ve yeni bir Mekke emiri yolluyorlardı.

İngiltere ve Fransa, Çarlık Rusya ile de anlaşarak, 1916’da Orta Doğu’yu küçük manda devletlerine bölen gizli Sykes-Picot Anlaşması’nı imzaladı. Fransa Batı Suriye, Lübnan ve Kilikya ile birlikte Güney Doğu Anadolu’nun bir bölümünü; İngiltere ise Orta ve Güney Irak’a ek olarak Filistin limanları Hayfa ve Akka’yı ilhak edecekti. Filistin Rusya ve diğer ülkelerle de anlaşılarak, özel bir uluslararası yönetimin kontrolüne bırakılıyordu. Doğu Suriye ile Musul vilayetinin Fransız nüfuz alanı; Ürdün ile Bağdat vilayetinin kuzey kısmınınsa İngiliz nüfuz alanı olması kararlaştırıldı. Rusya’ya, Türkiye’nin Ermeni vilayetleri, Kuzey Kürdistan, İstanbul üzerindeki hakları ve Filistin’deki Ortodoksların çıkarlarını koruma hakkı teyit edildi. Bir süre sonra İtalya antlaşmadan haberdar olmuş ve Güneybatı, Batı ve Orta Anadolu’nun bir kısmına sahip çıkmıştı.

Libya…

1911’de Libya'da yedi bin askerlik Osmanlı gücü vardı. Çok geçmeden açlık da baş gösterdi. İtalyan donanması denizden kuşatmış ve Osmanlı'nın gıda maddesi ve takviye göndermesini engellemişti. İngilizler de Osmanlı birliklerinin Mısır’dan geçmesini engelliyordu. 34 bin askerden oluşan İtalyan birlikleri 1912 yılında 55 bine çıkarıldı. Bu birlikler topçu, telsiz ve savaş alanında ilk kez kullanılan uçaklarla donatılmıştı. Bu arada İtalyan donanması Türk kıyılarını bombalayıp birliklerini Ege'deki On iki Ada’ya çıkardı. İtalyan birlikleri Trablus kentini, Derne’yi, Bingazi’yi ve Horns’u zapt etti. İtalyan Devleti Libya'nın ilhakını ve mutlak egemenliğini duyurdu. Aralarında Mustafa Kemal ve Enver’in olduğu Türk subaylarının Libyalı Sinusi kabileleri ile verdiği mücadele, başlayan Balkan Savaşı nedeniyle yarım kaldı. 1912 Uşi Barış Antlaşması ile Trablusgarp ve Bingazi İtalya' ya verildi, Osmanlı Kuzey Afrika'daki son toprağını kaybetti. Libya’da barış sağlanmış olsa da Sirenayka Emiri İdris liderliğinde çatışmalar devam etti. İtalyanlar 1913’te kıyıdaki dağları ellerine geçirseler de Sinusiler İtalyanları kıyı şeridine püskürttü. 1914 yılında İtalyanlar Fizan’ı ele geçirmek üzereydiler. Fakat I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle geri çekilmek zorunda kaldılar ve 1916 itibariyle yalnızca Trablus ve Horns kasabalarını koruyabildiler, Libya’nın doğusu Sinusilerin kontrolüne geçti. Alman-Türk güçleri, Mısır’daki İngiliz köprübaşına saldırmak için Sinusileri kullandı, fakat 1916’da saldırıların önü kesildi. İtalyanlar 1917 sonunda sadece Trablusgarp ve Zaura arasındaki kıyı şeridini ele geçirebildiler.

Basra Körfezi...

İngiltere, Basra Körfezi’ndeki konumunu güçlendirmek ve genişletmek için donanmasının da yardımıyla, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ile dostane ilişkiler geliştirmişti. 1880’de, hamilik anlamına gelen Birinci İmtiyaz Anlaşması’nı Bahreyn’e dayattı. 1882 yılında Katar Yarımadası’nı ele geçirdi. 1895'te Almanya ve Rusya’nın, Basra Körfezi’ne inme planlarından korkan İngiltere dikkatini Babıali’nin egemenliğindeki Kuveyt üzerinde yoğunlaştırdı. Fakat Şeyh Muhammed Osmanlıya bağlı kalınca katledildi ve yerine kardeşi Şeyh Mübarek ibn Sabah geçti. Mübarek Ocak 1899’da da İngiltere ile gizli bir anlaşma imzaladı. Bölgesini İngiltere dışında hiç kimseye açmayacaktı. Bu, Basra Körfezi’ni bir “İngiliz Gölüne” çevirecek son halkaydı.   

Kuveyt’in tamamen İngiltere kontrolüne geçmesi uluslararası anlaşmazlığa yol açtı. 1899’da Almanlar, Bağdat demiryolu için Irak’a araştırma ekibi göndermişti. Kuveyt’in son durak olması planlanıyordu.  İstanbul’daki İngiltere Büyükelçisi, Osmanlı Devleti’ni demiryolu hattının Kuveyt’e kadar ulaşması durumunda “yerel zorluklara” neden olacağı ve hatta “uluslararası güçlerin müdahalesine” yol açacağı hususunda uyarmıştı. Bu arada, Hindistan Genel Valisi Lord Curzon İngiliz Hindistan’ının batı sınırının Fırat Nehri olduğunu açıkladı. 1901’de İngiltere ve Osmanlı Devleti Kuveyt üzerine bir anlaşmaya vardılar. İngiltere, Türklerin Kuveyt üzerindeki egemenliğini, askerî birlikler göndermediği durumda kabul edecekti. Osmanlı Devleti İngiltere’nin Kuveyt’teki özel çıkarlarını ve 1899 İngiliz-Kuveyt anlaşmasını tanıyacaktı. 1913’te Türkiye, Kuveyt’in içişlerine müdahalede bulunmama ve İngiliz-Kuveyt anlaşmasını tanıma taahhüdünde bulundu. Katar ve Bahreyn’deki haklarından da feragat ediyordu. İngiltere de Vehhabilerin elinde bulunan El-Ahsa’da Türklerin haklarını meşru kabul edecekti. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden kısa bir süre sonra, İngiltere, Kuveyt’i kendi hamiliğinde bulunan bağımsız bir prenslik olarak ilan etti.

Arabistan...

Arabistan’da Vehhabilik daha zayıf olan ikinci Devleti'ni kurduysa da bu devlet Osmanlıların müttefiki El Reşid Devleti tarafından 1891 yılında ortadan kaldırılmıştı. 1902’de Vehhabilik Abdülaziz İbn Suud önderliğinde yeniden ortaya çıktı. İngiliz hükümetinin sağlam desteğini de sağlayan İbn Suud, 1904 yazında Vehhabi Suudi devletini eski sınırlarına kavuşturdu. 1904 yılında Necid’e gönderilen Osmanlı askerlerinin büyük çoğunluğu açlıktan, susuzluktan ve hastalıklardan öldü. Askerlerin sağ kalanları Yemen’e sevk edildi. Tek başına kalan Şammariler bir müddet daha mücadele etti, ancak 1906’da ağır bir yenilgi aldı. Reşid Emiri Abdülaziz öldürüldü. Halefi Mitab Suudilerin Necid ve Kasım’daki haklarını tanıdı. Osmanlı Sultanı Abdülhamid de bu anlaşmayı tanıdı ve Vehhabi Suudi devleti yeniden kuruldu.

Ama Vehhabi devletinin bu denli hızlı büyümesi İngiltere'yi kaygılandırdı. Arabistan Yarımadası’nın birliği uygun değildi ve “böl ve yönet” politikasına dönüş yaptı. Her yerde küçük prensleri destekliyor ve feodal ayrılıkçılığı kışkırtıyordu. İbn Suud ile birlikte yürüyen feodal şeyh ve emirler artık ona karşıydı. İki tarafta da İngiliz ajanları vardı. İngiliz istihbarat yetkilisi Yüzbaşı Lichman, İbn Suud’u destekledi. 1920 yılında albay rütbesine yükseltilen istihbarat elemanı Gertrude Bell ise Şammar Emiri’ni destekliyordu.

İbn Suud, İngiltere'nin de onayını alarak, 1913 yılında sınırlarını Basra Körfezi kıyılarına kadar genişletti. Türklerin kontrolünde olan El-Ahsa, Suudi devletine dâhil edildi.  Bir dünya savaşı kapıdaydı ve Basra Körfezi’ndeki Alman-Türk nüfuzu yok edilmeliydi. Ayrıca, İbn Suud, savaşta İngiltere'yi destekleyecekti. Aralık 1915’te, İbn Suud’un İngiltere karşıtı tüm eylemlerden kaçınacağına, dış politikasını onunla birlikte hazırlayacağına, topraklarını diğer Batılı güçlere açmayacağına ve İngiltere’nin Arap Yarımadası’ndaki konumuna saygı duyacağına dair bir anlaşma imzalandı. Vehhabilerin Necid’i anlaşma süresinin sona erdiği 1924 yılına değin İngiltere’nin koruması altında kaldı.

1900 yılında Osmanlı İmparatorluğu Hicaz’daki iktidarını güçlendirmek için demiryolları inşasına başlamıştı. Hat Şam’dan başlayıp, Ürdün boyunca Mekke’ye varıyordu. Hicaz demiryolları hacıların rahatı için düşünülerek kutsal bir eylem olarak sunulmuş ve bu sebeple tüm Müslüman ülkelerden bağışlar toplanmıştı. Demiryolu Alman mühendisler tarafından inşa ediliyordu ve stratejik amaçlar peşindeydi. Hicaz, Yemen ve Kızıl Deniz’de Alman nüfuzu güçleniyordu. İngiltere bu inşaatı engellemek için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Bedeviler ve Mekke Şerifi 1904 yılında başlayan inşa çalışmalarına şiddetle karşı çıkmıştı. İngiltere da bedevi isyanlarını destekliyordu. 1905 yılında Şerif öldü. Halefi Şerif Ali engelleyici politikaları devam ettirdi ve bu yüzden Türkler tarafından Kahire’ye sürüldü. 1908 yılında Osmanlı İmparatorluğu demiryollarını Hicaz’dan Medine’ye kadar uzattı. Fakat Mekke’ye kadar götüremedi. Yeni Mekke Şerifi II. Hüseyin el-Haşimi inşa faaliyetlerini durdurmak için her şeyi yapmıştı. Hüseyin 1908 yılında altmış yaşındayken Şerif olmuştu. Ömrünü daha çok sultanın esiri olarak İstanbul’da geçirmişti, Hicaz’ın bağımsız idarecisi olma ve otoritesini Arap Yarımadası’nın diğer bölgelerine yayma düşleri kuruyordu. Arap milliyetçilerinin ve İngiltere‘nin desteğine güveniyordu. 1914’te Hüseyin’in oğullarından Faysal, Genç Araplarla ve Şam’lı reformcularla bağlantı kurmuştu. Ademi merkeziyetçi Parti temsilcileri Hüseyin’i ve diğer Arap idarecileri ziyaret etti. Türk karşıtı bir isyan hazırlamak üzere birleşik Arap cephesi oluşturma girişimlerinin yapıldığı esnada, Şammar emirliğinin başkenti Hail’de Arap milliyetçilerinin temsilcileri ve Arap yöneticilerden müteşekkil bir toplantı daha düzenlendi. Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah, Mısır’daki İngiltere başkonsolosu Kitchener ile görüşmelere başladı.

I. Dünya Savaşı’ndaki büyük Arap isyanı esnasında hayati rol oynayacak İngiliz-Haşimi yakınlaşmasının temelleri atılıyordu…

Kasım 1914’te başlayan savaş, zaten varolan ekonomik zorlukları artırdı.Araplarda hoşnutsuzluk artıyor, Osmanlı Hükümeti de Arap nüfusa güvenmiyordu.

20. yüzyıla girildiğinde Irak, kabile savaşları ile Batı tipi ulus-devlet kurmayı amaçlayan aydınların mücadelesi arasında sıkışmıştı. Şehirler Sünni ve Şii olarak ikiye ayrılmıştı. Musul eyaleti Osmanlı'ya ve Suriye'ye yakın dururken, Bağdat, Necef ve Kerbela batı ve güneybatıdaki Şii çöl halkları İran'la sıkı bağlar içindeydi. Basra eyaleti ise İngilizlerin etkisinde gibiydi. Ama onlar da güçlenen Almanların bölgede yer almalarından korkmuşlardı. Irak, zengin petrol yataklarının sahibi İran'ın komşusu, buradan Afganistan'a ve Hindistan'a uzanan çıkar alanlarının başlangıç noktasıydı. Osmanlılar Almanların yanında savaşa girince İngiliz kuvvetleri ilk olarak El Fao'ya çıkarma yaptı ve Basra'ya yöneldi. Hedef Bağdat'tı ancak bu kolay olmadı. 1915 sonbaharına Kutül Amare'deki İngiliz garnizonu 140 gün süren kuşatma sonunda Osmanlılara teslim oldu.

Suriye ve Filistin cephesinde, Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa'nın, Ocak 1915'te Süveyş Kanalı'na yaptığı harekat başarılı olamadı. Birüsseba-Gazze'ye geri dönüldü.

Cemal Paşa Arap illerinde sıkıyönetim ilan etti, vilayet konseylerini ve sivil mahkemeleri kaldırdı, anlaşmalarla çeşitli dinsel gruplara verilen her türlü hak ve ayrıcalığı tasfiye etti. Cemal Paşa, Arap ulusal bağımsızlık hareketine rahat vermedi ve Türkleştirme politikası uygulayarak, Arap kültürünü baskı altına aldı. Arap halklarının büyük çoğunluğu düşmanca bir tavır aldı, Türklerden nefret ediyorlardı ve Sultan’ın cihat ilan eden bildirilerine kayıtsız kaldılar. Alman-Türk ordularının yenilmesi için sabotajlara başladılar. Cemal Paşa ordusunun yarıya yakınını bir isyan durumunda kullanmak üzere geride tutuyordu. Bu birlikler de güvenilir değildii askerin çoğu Kürtlerden ve Araplardan oluşuyordu. Arap askerler arasında savaş karşıtı düşünceler hızla yayılıyordu. Kitlesel firar, gönüllü teslim olma ve çarpışmalarda yer almayı reddetme vakaları da yaygındı. 1916 yılında ayaklanmalar, kazan kaldırmalar, ekmek ve barış için gösteriler, karışıklıklar her yanı kaplıyordu. Cebel-Dürzi’de, Kuzey Lübnan’da ve Şam’da Türklere karşı silahlı gerilla mücadelesi başlatıldı.

Arap milliyetçileri iki kampa ayrılmıştı. Ya İtilaf Devletleri’nin desteği ve İngiliz-Fransız işgali kabul edilecek ya da Osmanlı desteklenerek ulusal talepler tatmin edilecekti. 1915 Sarıkamış ve Süveyş Kanalı yenilgileri, Türklerin sert politikaları, açlık ve savaş karşıtı hislerin yayılması, Osmanlının çaresizliği ve bir Alman sömürgesine dönüşmesi ilk seçeneği öne çıkardı. İslam halifesi Osmanlı sultanının Cihat çağrısı başarısızlığa uğramıştı. 1916 ortalarında savaş mahkemesi 800 Arap ulusal eylemcisini ölüm cezasına çarptırdı. On binlerce insan, özellikle de Arap aydınları, Hristiyan ve Şii dinî önderler ve seçkin milliyetçilerin aileleri çöllerdeki toplama kamplarına gönderildi. Bu sürgünlere soygunlar, katliamlar ve diğer şiddet eylemleri bulaştı. Sürgün edilen insanlar açlıktan ve hastalıktan telef oldu.

Hicaz Arapları Temmuz 1916’da Osmanlı Devleti'ne karşı bir isyan başlattı. Mekke Şerifi Hüseyin’in oğulları Abdullah, Faysal ve Zahit’in komutasındaki aşiret birlikleri Cidde ile Kızıldeniz limanlarını ele geçirerek, Mekke’de Türkleri kaleye sıkıştırdı. Taif’teki Türk garnizonu Eylül 1916’da düştü. Medine’deki Türk güçlerinin bir kısmı ablukaya alınmış, geri kalanlarsa Hicaz demiryolunun güvenliğiyle uğraşmak zorunda bırakılmıştı. Asir ve Yemen’deki Türk birlikleriyse bütünüyle bağlantısız hale getirilmişti.

Şerif Hüseyin İngilizlerden yardım istedi, ama İngilizler acele etmediler, isyanın amacı İngiliz birliklerini değil, Osmanlı birliklerini Hicaz’a yöneltmekti. İsyancıların fazla güçlenmesi de uygun değildi. Sonra Arapların ulusal taleplerini kabul etmek zorunda kalabilirlerdi. 1916 sonunda Faysal ve Zahit’e bağlı güçler içinde beş adama bir tüfek düşüyordu. Yardıma gelen İngiliz ve Fransız subayları, Arapların gerilla savaşından başka bir tarza uygun olmadıkları sonucuna ulaştı. Araplar Hicaz demiryoluna sabotaj amaçlı gerilla baskınlarına yönlendirildi. Medine’yi ele geçirme planından vazgeçildi. Türkler bunu fark ederek birliklerini Hicaz’dan Filistin’e çekti. Ama Medine’deki Türk garnizonunun komutanı Fahri Paşa bu emre uymadı.

 Kasım 1916’da, Şerif Hüseyin Mekke merkezli bağımsız bir Arap krallığı yanında, kendini halife ilan etti. Bu İngilizleri zor duruma soktu. İngiliz ve Fransız hükümetleri bunu tanımadı. Hüseyin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bütün Arapların temsilcisi olamazdı. Sonunda İngiltere ve Fransa Hüseyin’i Hicaz kralı olarak tanıdı. 600 bin nüfuslu, geri kalmış Hicaz önemsiz bir tavizdi. Babıali’ye bağlı Arap tebaasının sadece yüzde beşini kapsıyordu. Şerif Hüseyin, İngilizlerin Arabistan yarımadasını Şerif’in karşıtlarından Vehhabi lider İbn Suud’a vadettiğini bilmiyordu.

Süveyş Kanalı'nı almak için İngilizlere karşı ikinci kanal harekâtı başarılamadı, Hicaz elden çıktı. Artık üstünlük İngilizlere geçmişti. Almanların komuta ettiği ve gücünü yitiren Osmanlı ordusu, taarruzdan vaz geçmiş ve 1917’de Gazze ile Berşeba arasında güçlü bir savunma hattı kurmuştu. İngilizler bu hattı iki kez yarmaya çalışsalar da sonuç alamadı ve Arap gerilla savaşını Hicaz’dan kuzeydeki Filistin ve Ürdün’e kaydırdı. Faysal’ın güvenini kazanarak askerî şefi ve siyasi danışmanı olan Lawrence, Hicaz birliklerinin kuzey bölümüne komuta ediyordu. Kızıldeniz kuzeyindeki Akabe’yi Temmuz 1917’de ele geçirmeyi başardı. Binbaşı rütbesiyle ödüllendirildi. 1917 yazında Suriye’nin ve Ürdün’ün neredeyse bütün aşiretleri Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmıştı. Arap askerleri Türk ordusundan firar edip topluluklar halinde gerillalara katılıyorlardı.

Mezopotamya’nın durumu da benzerdi. İngiliz ordusu 1917 sonunda güney ve orta bölgelerini işgal etti. Türk memurlarının yerini, İngiliz-Hint kamu görevlileri aldı. Türk lirası tedavülden kaldırılarak, İngiliz-Hint para birimiyle değiştirildi. Yönetim sistemi ve gemi yapım sanayii de Hint usullerine göre düzenlendi. Irak adeta İngiliz Hindistan’ının bir eyaletine dönüştürüldü. Iraklı feodaller ve zenginler İngilizlerin safına geçerek onlarla işbirliğine girişti ve tüm politikalarını aktif olarak destekledi. İngilizler, feodaller ve aşiretler bünyesindeki soylu sınıfına ek olarak, Müslüman dini önderleri (özellikle de Şiileri) ödenek, hediye ve arpalıklarla ayartarak yönetime katmıştı. Yalnızca bir avuç üst düzey Sünni din adamı ile birkaç feodal lider muhalefette kaldı. İngilizler, aşiret politikasına özel bir ihtimam gösteriyordu. Bedeviler ise birlikten yoksundu. Bazıları İngiliz, bazıları ise Türk yanlısıydı. Şeyhler de politikalarını sıklıkla değiştiriyorlardı. İngilizler, asi aşiretlere karşı caydırıcı harekâtlar düzenliyor ve bedevilerle ciddi çatışmalara giriyordu.

Arap bölgelerinin İngiliz denetimine girmesi Fransa’da alarma yol açtı. Fransız birliklerinin Filistin’e sevk edilmesi planlandı. Suriyeli ve Lübnanlı göçmenlere yoğun bir siyasi kampanya başladı. Fransa’nın Lübnan’da kurma niyetinde olduğu manda idaresi hakkında bilgi verildi.

İngiltere Kasım 1917’de Balfour Bildirisi’ni yayınladı. Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour ve Başbakan David Lloyd George resmi olarak ilk Yahudi vatanı sözünü verdi. Kudüs’ün ve Filistin topraklarının Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmasının ardından harekete geçen Lord Rothschild, İngiliz hükümetine baskı uygulayarak İsrail’in kurulmasını başlatan Balfour Bildirisi’nin yayınlanmasını ve 1918’de ABD, Fransa ve İtalya desteğinin alınmasını sağlamıştı.

Yüzyılın başında, Almanya’nın Yahudi devletine sıcak bakmaması üzerine, Theodor Herzl Osmanlı’ya yönelmişti. 1902’de II. Abdülhamid ile görüşmüş ve Yahudilere Filistin’de yurt verilmesi karşılığında Osmanlı borçlarının Yahudi bankerler tarafından ödenebileceğini söylemişti. Bu da reddedilince, Herzl çabalarını İngiltere üzerinde yoğunlaştırmıştı. Yahudilere önce El-Ariş teklif edilmiş, Mısır ve Osmanlı’nın tepkisiyle vazgeçilmişti. Uganda’da bir Yahudi yurdunun kurulması da 1904’te toplanan 7. Dünya Yahudi Kongresinde reddedilmiş ve Filistin’den başka toprağın, Yahudi yurdu olarak kabul edilemeyeceği kararlaştırılmıştı.

Balfour Bildirisi Araplarda büyük bir öfke uyandırdı. Ülkelerinin paylaşımına ilişkin tüm gerçekleri öğrenmeleri ise, bu öfkeyi çok ileri boyutlara taşıdı. Kasım 1917’de, Bolşeviklerin yönetimindeki Sovyet Rusya hükümeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımına ilişkin gizli antlaşmaları yayınladı. Bunların arasında Sykes-Picot da vardı. Araplar yine şok olmuştu, topraklarını Türk vilayetlerinden Avrupalı emperyalist güçlerin sömürgelerine dönüştürecek bu planları hoş karşılamadılar.

Faysal’a bağlı gerilla ve askerler, savaşta İtilaf güçleri safında yer almayı reddetmeye başladılar. Subaylar öfkelerini açıkça dile getirdiler. Arap önderleri Osmanlı ile müzakerelere girişerek, bağımsız bir barış antlaşması yapma tehdidinde bulundular. Türklerle Araplar arasında ilk temas Kasım 1917’de kuruldu. 1918 yazında görüşmelere başlandıysa da bir sonuç elde edilemedi. Osmanlı hükümeti, Eylül 1918’de Arapların şartlarını kabule yanaştı, ama artık çok geçti. Türk güçleri bozguna uğruyor ve İtilaf kuvvetlerinin zaferi bir gerçeğe dönüşüyordu.

Filistin’de Osmanlı Yıldırım Orduları Grubu'nun İngiliz ordularına karşı Nablus Hezimetinden sonra, Ekim 1918 içerisinde, Şam, Hama, Humus ve Halep kaybedildi. Suriye cephesinin çöküşü üzerine İttihat ve Terakki hükümeti istifa etti.

Irak Cephesi de benzer şekilde kötü durumdaydı…

Arap ve Kürt düzensiz birlikleri cepheyi terk edip silahlarını Türklere doğrultuyorlardı. Orta ve Yukarı Fırat aşiretleri Türklere saldırıyorlardı. Ülkede açlık ve yıkım kol geziyordu. Cepheyi tutmaya çalışan Türk ordusu çıplak ve yalınayaktı. İkmal işe yaramaz haldeydi. Eylül 1918’de başlayan isyan, tüm İtilaf güçlerinin katıldığı genel taarruzla aynı zamana denk geldi. İngilizler Musul'a yaklaştı. Kuzeydeki Kürt bölgeleri hariç bütün bölgede hâkimiyet kurmuşlardı.

Suriye ve Irak'taki son savunma hatları da dayanamadı ve Osmanlı cephesi çöktü. 30 Ekim’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşma hükümleri Osmanlı Devletini siyasi, askeri ve ekonomik açıdan fiilen bitirdi. Talat, Enver ve Cemâl Paşalar 2 Kasım gecesi yurt dışına kaçtılar.

Ateşkes Anlaşması’nın hemen ardından, İngilizler Musul ve İskenderun’a girdi. 13 Kasım 1918 günü, İtilaf donanması Osmanlı başkenti İstanbul’a gelerek, Orta Doğu’da 400 yıldır süren Türklerin egemenliğinin son bulduğunu ilan etti…

Orta Doğu’da Hristiyan Batı’nın egemenliğinde yeni bir tarih yazılmaya başlayacaktı…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder