Wikipedia

Arama sonuçları

23 Mayıs 2017 Salı

Batı'nın Orta Doğu'su. Altın Çağ’dan Orta Doğu Kaosuna (III)

Altın Çağ’dan Orta Doğu Kaosuna (III)
                                                                                                Mayıs 2017
Batı'nın Orta Doğu'su:

Şaban Recai Öztürk 
sabanreco@gmail.com 
http://srecaio.blogspot.com.tr

 
1918'de çöken Osmanlı’nın, Arapları tek devlet altında birleştirerek sağladığı “Arap Birliği”, kabile geleneğini yok edemediğinden siyasi birlik için başarılı olamadı. Ama kültürel birliği pekiştirdi ve çağdaş Arap milliyetçiliğinin temelini oluşturdu.

Orta Doğu’da Sünnilerle Şiiler, Araplarla Kürtler, Türkmenler, Hristiyanlarla Müslümanlar ve diğer dinler, aşiretlerle, yerleşik toplumlar asırlardır içiçe yaşıyorlardı. Göçebe aşiretler mevsimsel olarak, bir bölümü sosyal, siyasal, askeri ya da ekonomik nedenlerle tarih içinde sürekli hareket halinde olduklarından her birinin yaşam alanlarını belirlemek zordu.

Lübnan ve Suriye’de etnik grup olarak Araplar, Kürtler, Türkmenler, Filistinliler, Ermeniler, Rumlar, Asuriler; dinsel grup olarak Hristiyanlar, Sünniler, Süryaniler, Marunîler, Şii İsmailiye kolundan Dürziler, Ortodokslar, Katolikler, Ermeni Apostolikler, Protestanlar yaşar.

Irak’ta nüfusun çoğunluğunu Araplar oluşturur. Yüzde 60’ı Şiidir ve yüzlerce aşiret halinde Basra bölgesinde yoğunlaşmışlardır. Irak’taki en büyük azınlık Şafii Kürtler, Nakşibendi Kürtler ve Ezidi Kürtlerdir. İkinci büyük azınlık grubu Musul, Erbil, Kerkük ve Bağdat'ın güney doğusundaki Sünni ve Şii Türkmenlerdir. Bunların dışında Asuriler, Mandayyalar, Ermeniler ve Lurlar vardır.

Hicaz-Ürdün-Suriye’deki Sünni Araplar üç aşirete dağılmıştır.

Bu iç içe geçmişlikler dolayısıyla, İngiltere ve Fransa isteselerdi de Orta Doğu’da homojen ulus-devletler yaratamazlardı. İngiliz Mareşal Allenby’nin en yüksek yetkili olduğu işgal altındaki Arap topraklarını petrol çıkan yerler, çıkmayan yerler olarak bölüp, hepsinin başına ayrı yöneticiler geçirdiler.

1918 sonrasında İngiltere ve Fransa tarafından şekillendirilen Orta Doğu’daki yeni devletlere tek tek bakmaya çalışalım…

Irak:


Osmanlı’dan sonra, Irak şiddetli bir iç savaş yaşadı. Kuzeydeki Kürt bölgelerinde ve Musul'da başlayan 1920 Büyük Irak Ayaklanması İngiliz birlikleri tarafından kanlı biçimde bastırıldı. Ertesi yıl İngilizler Hz. Muhammed’in soyundan gelen Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ı Irak kralı yaptı. Faysal 1922'de İngilizlerle 20 yıllık bir antlaşma imzaladı. Irak mali ve idari bakımdan İngiltere'ye bağımlı oluyordu. Bunun karşılığında Irak Milletler Cemiyeti üyesi yapılacaktı.

Ganimet paylaşımında, petrol konusu öne çıkmaya başlıyordu. 1923 yılındaki Lozan Anlaşması'nda, Musul sorunu çözülememiş, dokuz ay içinde Türkiye ile İngiltere’nin konuyu çözüme kavuşturması, çözümlenemez ise Birleşmiş Milletlere getirilmesi şeklinde karara bağlanmıştı. Musul sorunu 1924 Eylül'ünde BM'ye götürüldü. 1925 Eylül'ünde de Musul'un Irak'a bırakılması ile sonuçlandı. BM demek İngiltere-Fransa-ABD demekti ve bu ülkeler de kararlarını 1922 yılında Türkiye Petrol Şirketi'nin hisselerini paylaşmak suretiyle vermişlerdi. Türkiye'nin karara direneceği anlaşılınca 1925 Şeyh Sait isyanı patladı. Bu atlatılınca 1926 Atatürk’e İzmir Suikastı tezgâhlandı. Türkiye Petrol Şirketi'nde ABD, İngiltere, Fransa ve Rothschild’in en büyük hissedarı olduğu Shell yüzde 23,75'er hisse aldı. Yüzde beş Gülbenkyan'a aitti. Irak hükümeti ile imzalanan anlaşmayla, Türkiye Petrol Şirketi'ne, 2000 yılına kadar Irak petrolleri üzerinde hak tanıyordu. 1927 yılında petrol aramaları başladı ve altı ay sonra dev petrol kaynakları bulundu. Şirketin adı Irak Petrol Şirketi olarak değiştirildi. Taraflar 1928’de, Iran ve Kuveyt hariç, tüm Orta Doğu'da sadece bu şirketin arama yapması hususunda anlaştılar.

İngiltere Irak'ın Milletler Cemiyeti'ne üyeliğini destekledi ve Basra civarındaki İngiliz üsleri garanti altına alınması, ayrıca İngiliz birliklerinin ülke içinde serbestçe hareketlerine izin verilmesi karşılığında 1932 yılında İngiliz Manda Yönetimi sona erdi. Bu göstermelikti, Irak’ta İngiliz vesayeti devam ediyordu.

Iraklılar tarafından benimsenmeyen Kral Faysal liderliğinde bir Irak monarşisi yaratma politikaları da iflas yolundaydı. Sünni ağırlıklı Arap birliğine yönelme de Kürt ve Şii grupların tepkisini topladı. Faysal’ın 1933’te ölümünün ardından oğlu Gazi kral oldu ve ülkede dinsel ve etnik çatışmalar arttı. 1936’da İngiliz karşıtı, Alman yanlısı "Kürt Göring'i" lakaplı eski bir Osmanlı subayı Albay Bekir Sıtkı tarafından Irak'ta Orta Doğu’nun ilk askeri darbesi gerçekleştirildi. Kralın desteklediği Bekir Sıtkı federasyon girişiminde bulunmak üzere Ankara'ya gelirken İngiliz ajanlarınca öldürüldü. Bekir Sıtkı’nın yerine Nazi Almanya’sı yerine İngiltere odaklı bir politika izleyen Nuri Sait paşa getirildi.

1937’de Türkiye, Irak, İran, Afganistan arasında Sadabat Paktı kuruldu. Üye devletlerin sınır sorunları ve Kürt aşiretleri isyanlarının çözümü amaçlanıyordu. Arap ülkeleri arasında ilk ittifak Irak ve Suudi Arabistan arasında gerçekleşti.

İkinci Dünya Savaşı döneminde İngiltere Almanya rekabeti Irak üzerinde etkili olmuş ve Irak’ta peş peşe üç defa askeri darbe yaşandı. İngilizler Irak'ı, Almanlar Suriye ve Lübnan’ı, Ruslar ve İngilizler İran’ı işgali ettiler.

1943’te, Başbakan Nuri Sait tarafından İngiltere’ye sunulan Bereketli Hilal Planı’na göre, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Filistin, ‘Büyük Suriye Birliği’ adı altında birleşecek, sonra buna Irak da katılacaktı. Birlik, Filistin’deki Yahudilere, Lübnan’daki Hristiyanlara özerklik sağlayacaktı. Daha sonra buna isteyen Arap devletleri de katılabilecekti. Ancak Bereketli Hilal fikri, Suriye ve Lübnan’da egemenliğini kaybetmek istemeyen Fransa’dan, Irak’ın petrol gelirlerini Suriye ile paylaşmaya yanaşmayan Iraklı zenginlerden, Baasçı subaylardan, Irak ve Suriye’deki Kürtler ile Şiilerden tepki gördü.

1946’da Şii dini liderliği Irak’tan yeniden İran’a kaydı. Necef bu özelliğini Kum’a bıraktı. 18. yy. ortalarında Necef ve Kerbela Şiiliğin güçlü kaleleri olmuştu ve Şiiliğin akademik merkezi İran’dan Irak’a geçmişti.  

İngiltere yanlıları 1945-1958 arasında Nuri Sait başkanlığında yirmi hükümet kurdu. Baskı uygulanan bu dönemde Sovyet tehdidine karşı İngiltere ve ABD desteği ile Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve Pakistan arasında 1955’te Bağdat Paktı kuruldu. Paktın bir amacı da Mısır ve Suriye'de yükselen Anti-Amerikancı eğilimleri önlemekti. 1958’de, Ürdün kralı Hüseyin, Mısır-Suriye birliğine karşı koyabilmek için Haşimi krallıklarının birliğini kurmayı önerdi. Irak Başbakanı Sait buna Kuveyt’in de katılmasını istedi. İngiltere buna karşı çıktı.

Batı yanlısı politika ordu içinde muhalif bir grup oluşturmuştu. General Abdul Kerim Kasım, bir darbe ile Amerikan-İngiliz yanlısı Kral II. Faysal ve Başbakan Nuri Sait’i öldürdü, Irak’taki Haşimi Monarşisini devirdi. Milliyetçi ve sosyalist eğilimli Baas Partisi, 1958’de Irak’ta iktidarı ele geçirdi, Cumhuriyet kuruldu. Ancak iktidarda azınlıktaki Sünni Araplar vardı, Kürtler ve Şiiler politika sahnesinden dışlanmışlardı. Ertesi yıl Irak, Bağdat Paktından ayrıldı. Bağdat Paktı CENTO adını aldı.

İngiltere'nin 1961'de himaye yönetimine son verip Kuveyt'in bağımsızlığını tanımasının ardından Irak, tarihsel haklarını ileri sürerek Kuveyt'in Irak'a bağlanmasını istedi. Bu kriz Arap Birliği Teşkilatı'nın Kuveyt'i üye kabul ederek kanatları altına almasıyla savuşturuldu.

1960'ların başında Irak'ta Kürt Barzanilerle çatışmalar başladı. Bağdat anti-emperyalist çizgideydi, ama Sovyetler’in tavrı Kürt partilerini memnun etmedi. Moskova Kürt ayrılıkçılığını desteklemedi. Bunun üzerine, Kürt milliyetçiliği de yönünü Batı'ya çevirdi. ABD-İngiltere-İsrail ve İran’daki Şahlık rejimi baş destekçileri oldu.

CIA destekli darbe sonrası, Sovyetler yanlısı General Abdul Kerim Kasım 1963’te öldürüldü. Yine Baas Partisinden General Ahmed Hassan el Bekir Başbakan, Albay Abdul Salam Arif Cumhurbaşkanı oldu. Darbenin ardından binlerce komünist öldürüldü. Aynı yıl, Baas Partisi yönetimindeki Suriye ordusu Irak yönetiminin Kürtlere karşı yürüttüğü askeri harekâta destek verdi. Birkaç ay sonra, Abdul Salam Arif Baas Partisi yönetimini devirdi. 1964’te ateşkes ilan ederek, Kürtleri kentli köktenciler ve Barzani Peşmergeleri olarak ikiye böldü. Abdul Salam Arif 1966’da bir helikopter kazasında öldü. Yerine kardeşi General Abdul Rahman Arif geçti. Irak yönetimi Kürtlere karşı tekrar askeri harekâta başladı. Ama 1966’da Barzani güçleri galip geldi.

1967’deki Arap-İsrail Savaşı sonrasında, Baas Partisi Irak yönetimini ele geçirdi. General Ahmed Hassan el Bekir Cumhurbaşkanı ve Devrim Komuta Konseyi Başkanı oldu. 1969’da içerdeki ve İran’la yaşanan gerilim nedeniyle, Kürtlere karşı askeri harekâtı durdurdu. Bunu Sovyetler Birliği de istiyordu. Ertesi yıl Kürtlere tanınan otonomi genişletildi, ama merkezi yönetim petrol zengini Kerkük’ü Araplaştırma siyasetine ağırlık verdi. Irak 1970'de ABD kontrolünde olan Irak petrolünü millileştirdi. 1972’de Sovyetler Birliği ile bir dostluk anlaşması imzaladı ve Arap dünyasıyla bütünleşmeye önem verdi. İran’ın askeri desteğiyle ayakta kalan Kürtlerle ilişkiler tekrar bozuldu ve 1974-1975 yıllarında İkinci Kürt Savaşı başladı.

1979’da Irak’ta yönetime CIA desteğiyle darbe yapan Saddam Hüseyin getirildi ve bir yıl sonra, iddiaya göre, Şark ül Kebir (Büyük Doğu) Mason Locasının direktifleri ve Mossad'ın desteğiyle İran’a saldırdı. Amaç, İran’ın Humeyni Devrimi’nden sonra, Irak Şiilerini kışkırtmasıydı, ama parçalanması planlanan İran’dan petrol bölgesi Kuzistan'ı koparmak daha öncelikliydi. Savaş sekiz yıl sürdü ve sınırlar değişmedi, ama zayıf Irak ekonomisi dibe vurdu. Birleşmiş Milletler Irak’ın Kürtlere ve İran askerlerine hardal gazı kullandığını açıkladı. 1,5 milyon Müslüman öldü, 500 milyar dolar servet yok oldu.

Savaş sırasında, 1981’de, İsrail Irak’ın Osirak nükleer santraline savaş uçaklarıyla saldırdı. SSCB’den alınan bir reaktör 1969’da çalışmaya başlamış, aynı yıl imzalanan anlaşma ile Irak, nükleer silah sahibi olmayacağını vaat etmişti. Fransa 1976 yılında Irak’a 40 Megavat gücünde bir araştırma reaktörü kurmaya başlamış, Irak aynı yıl nükleer araştırma programını IAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu) denetimine açmıştı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İsrail’i kınadı. Irak da bombalanan reaktörün tamamen barışçıl amaçlarla inşa edilmiş olduğunu ve yenisini üreteceğini açıkladı.

1990’da Irak Kuveyt'i dört saatte işgal etti. Saddam Kuveyt'in bol petrol üretip fiyatları düşürmesini gerekçe gösterdi ve Kuveyt’i Irak'ın ili ilan etti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kuveyt’ten tamamen çekilmemesi halinde Irak’a askeri güç kullanılması kararını aldı. Saddam, 1991 başında, ABD ve Müttefik güçlerin başarılı Birinci Körfez Savaşı sonucu Irak Kuveyt'ten çekilmeyi kabul etti. 1991 Mart ayında Irak’ın güneyindeki Şiiler ve kuzeydeki Kürtler ayaklandı, ama şiddetle bastırıldı. BM Güvenlik Konseyi Irak’ta ekonomik yaptırımlara, kitle imha silahlarının yok edilmesine ve Kürtlere güvenlikli bölge kurulmasına karar verdi.

1996 yılında, Türk Silahlı Kuvvetleri Irak Hükümeti ve Barzani ile koordineli olarak Kuzey Irak’a girdi, ABD devşirilen 7.500 CIA peşmergesini MİT’in desteğiyle Guam adasına kaçırdı.

2001’de, 11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD Afganistan’ı işgal etti. Taliban rejimi Usame Bin Ladin ve örgütüne yataklık yapıyordu. Teröre karşı küresel savaş başlamıştı. ABD Mart 2003’te de Irak’ı işgal etti. Çokuluslu güçte 38 ülkeden 300 bin asker savaştı. Basra'ya çıkan birlikler hava desteğinde Bağdat'a girdi. 20 Mayıs 2003'te Bush tüm dünyaya Irak'ta savaşın resmen bittiğini ilan etti. Irak'ın işgali öncesinde, yanlış bilgilendirme kampanyası hızla yürütüldü. İngiltere ve ABD sahte istihbarat kullandı. El Kaide'yi Bağdat rejiminin müttefiki olarak gösterdiler. Bin Ladin ve Kitle İmha Silahları söylemleri haber kanallarında cömertçe dolaştırıldı. Bu arada Ürdün asıllı El-Zarkavi ortaya çıktı. BM Güvenlik Konseyinde, Saddam Hüseyin ile El-Zarkavi arasındaki ilişki hakkında ayrıntılı belgeler sunuldu. Baas rejiminin tam desteği ve onayıyla kimyasal, biyolojik ve radyolojik silahlar imal ediliyordu. Turuncu kodlu bir terör alarmı geldi. Irak, İslami teröristlerin desteğiyle Amerika'ya saldırmaya hazırlanıyordu. El-Zarkavi bir numaralı şüpheliydi. ABD'ye yönelik kirli bir radyoaktif bomba saldırısı tehlikesi vardı. Nisan 2003’te gizlenen Saddam Aralık ayında yakalandı.

İran’ın Irak üzerindeki hegemonyası da güçleniyordu. Irak-İran Savaşı döneminde kaçan ve İran'a yerleşen yüz binlerce Şii ülkelerine dönmeye ve yeni kurulacak Irak için siyasette rol almaya başladılar. Kendi milis gücü Mehdi Ordusu’nu ABD işgalinden hemen sonra kuran Muktada el-Sadr Irak'taki varlığını, Lübnan'daki Hizbullah gibi yarı sivil yarı askeri bir güç olarak sürdürmek istiyordu. Ağustos 2004'te yaşanan Necef savaşı, ABD ile İran'ın gizli servisi ve askeri gücünü temsil eden Devrimci el Kudüs güçleri arasında yaşanan bir güç mücadelesiydi. Diğer bir Şii yapılanması olan “Irak’ta İslam Devrimi için Yüksek Komuta Konseyi” de arkasında İran istihbaratı olan yarı askeri bir örgütlenmeydi.

2005’teki seçimlere kadar, Irak’ı Amerikalı siviller yönetti. Yanlış bilgilendirme kampanyasının asıl saldırısı, ABD öncülüğündeki Irak istilasının ertesinde başladı. Amaç, Irak direniş hareketini terörist bir hareket olarak göstermekti. El-Zarkavi yönetimindeki El Kaide farklı isimlerle birçok terör örgütü olarak Irak’taydı. Birçok yabancı militan ve eski Baas Partisi mensupları Amerikan birliklerine saldırıyordu. Bağdat’ın kuzeyindeki Sünni üçgen en tehlikeli bölgeydi.  Güneydeki Şiilere saldırılar da buradan yapılıyordu.

El-Zarkavi Haziran 2006’da ABD ve İngiltere ortak operasyonunda öldürüldü. Yerine Mısırlı Eyüp El Masri Irak'ta El-Kaide'nin başına getirildi. El Masri, Zarkavi ve Zevahiri çizgisini devam ettirecekti. Zarkavi, kendisini Şiilere karşı Sünnileri savunan bir Mesih olarak görüyordu, El Masri ise dünya çapında Batılı güçlerle savaşmak gibi daha kapsamlı stratejiler peşindeydi. Mücahitlerin Birleşik Örgütü adını “Irak Şam İslam Devleti, IŞİD” olarak değiştirdi. Aynı yıl Saddam Irak’ta idam edildi.

Ekim 2006'da Irak'ta el Kaide'nin artık Iraklı bir hareket olduğu ve Irak İslam Devleti olarak anılacağı açıklandı, başına Iraklı bir Selefi olan Ebu Ömer el Bağdadi getirildi. Irak el Kaide'si artık belli bir toprak parçasını yönetmeye aday askeri ve siyasal bir aktöre dönüşmüştü. Sağlık, petrol ve tarım bakanlıkları kuruldu. Irak El Kaidesi devlet olmuş ama eski uygulamalarından da vazgeçmemişti. Kadınlara tecavüz ve kadınlar üzerinde hak iddia etme, yaşlı aşiret liderlerinin fidye karşılığı kaçırılması, kaçak petrol satımı gibi faaliyetler, Sünni halkı tedirgin ediyordu. Bu tedirginlik giderek hoşnutsuzluğa ve Irak İslam Devletine karşı direnişe evrildi. Irak hükümetince desteklenen Şii ölüm timleri de Sünnilere saldırılara başladı.

2007 başlarında Sünni aşiretlerin bir araya gelerek oluşturdukları Sahva (Uyanış) Konseyleri Irak'ın Sünni bölgelerinde, ABD güçlerinin de desteğiyle, IŞİD’e karşı mücadeleyi başlattılar.

2007 ve 2008’de başlayan Amerikan birliklerinin bölgeden çekilmesi 2011’de son buldu. ABD denetimindeki hapishanelerde tutuklu tüm Iraklı mahkûmlar serbest bırakıldı veya Irak tutukevlerine gönderildi. Üç milyondan fazla Iraklı yerlerinden edilmiş, 800 bin Iraklı asker ve sivil, 4 bin 488 ABD askeri ve 150 gazeteci ölmüştü. Geriye barış ve huzur değil, yıkılmış şehirler, lağvedilmiş bir ordu, güvenli olmayan bir polis teşkilatı, işlemeyen elektrik ve su şebekeleri kalmıştı. ABD’nin Irak'a 'demokrasi getirme' macerası başta Irak'ta El Kaide olmak üzere onlarca Sünni ve Şii milis yapılanmasının şiddet ve zorbalığı altında, sürekli bir iç savaş konumunda olan bir ülkeyi geride bırakarak sona eriyordu. Orta Doğu büyük devletlerin birbirleriyle olan hesaplaşmalarının dolaylı olarak yapıldığı bir kapışma alanı haline gelmişti.

Ardından iç savaş kızıştı ve Suriye’ye iç savaşıyla birleşti.

2013 ve 2014’te Iraklı Sünni güçlerle IŞİD, Irak Ordusu ve Kürtlerle çarpışmadan Musul'u ve Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu'nu ele geçirdi. Başkonsolos ve 48 konsolosluk çalışanı 101 gün alıkondu, Musul Geyara elektrik santralinde de vatandaşlarımız rehin alındı. IŞİD yakın zaman önce Washington'ın Irak birliklerine teslim ettiği silahlara da el koydu. Gelenlerin içinde CIA elemanlarının da olduğu iddia edildi. Peşmerge güçleri de Kerkük'ü ele geçirdi. Cidde'de Türkiye, ABD, Mısır, Ürdün ve Körfez ülkelerinin katılımıyla, Terörle mücadele toplantısında Arap ülkeleri IŞİD'e eylem planını destekledi, ortak bildiriye Türkiye imza atmadı. IŞİD tarafından rehin alınan Musul Başkonsolosu ve görevliler bırakıldı. IŞİD’e, öldürülen Hacı Bekir’in eşi ve çocuklarının da aralarında bulunduğu yaklaşık 50 IŞİD mensubunun verildiği ortaya çıktı. Türkiye’nin IŞİD’in Irak'ta yasal sahiplerinden çaldığı petrolün ana tüketicisi olduğu ileri sürüldü...  IŞİD saldırıları ABD desteğindeki Kürt Peşmergeler ve Suriyeli Kürt YPG güçlerince durduruldu.

Osmanlı sonrası yüz yıla bakıyorum. İngilizler, Iraklılar tarafından benimsenmeyen, Hicaz bölgesindeki Haşimi hanedanını Irak kralı yaptı, ama Sünni yönetim Kürt ve Şii grupların tepkisini topladı. Musul ve çevresindeki petrol alanlarının üzerine oturdu, ama sefasını süremedi. İkinci Dünya Savaşı'nda İngiliz-Alman mücadelesine ve askeri darbelere sahne oldu. 40 yıl sonra Batı yanlısı Haşimi monarşisini deviren milliyetçi ve Sovyet yanlısı Baas Partisi iktidarı ele geçirdi, ama Batı ve Sovyet yanlılarının askeri darbeler yoluyla mücadelesi 20 yıl daha devam etti. ABD kuklası Saddam diktatörlüğü de 25 yıl yaşadı. Son 15 yılında ABD işgali ve iç savaşlarla alt üst olan 38 milyon nüfuslu Irak hala üçe bölünme tehdidi altında ve demokrasi hayalini unutmuş durumda acı çekmeye devam ediyor.

 

Suriye:


Osmanlı’nın çekilmesinden sonra, Lübnan ve Batı Suriye’de Fransız yüksek komiseri Picot başa geçti. Doğu Suriye ve Ürdün, Haşimi Kral Hüseyin’in oğlu Emir Faysal’ın denetimine geçti. Mart 1920’de Genel Suriye Kongresi toplandı ve Suriye’nin bağımsızlığı ilan edildi. Arapça resmî dil yapıldı ve Osmanlıca kitaplar Arapçaya çevrilmeye başlandı. Hukuk Fakültesi ve Arap Akademisi açıldı. Ancak Fransa ve İngiltere’nin planlarında bağımsız bir Suriye değil, kendilerine bağlı bir manda yönetimi vardı. Orta Doğu, 1916 tarihli Sykes-Picot Antlaşması’nda tanımlanan şekilde paylaşılmaya başlandı. Fransızlar Suriye’yi işgal ettiler. Mustafa Kemal, Ankara'ya kurye yollayan Emir Faysal’ın federasyon teklifini Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda açıkladı. Ama Faysal ülkeden sürüldü ve İngilizler kendisini Irak kralı yapana kadar İngiltere’de kaldı.

Fransızlar Suriye’nin tamamı için Musul ve Filistin’deki haklarından vazgeçti. Filistin’in de dâhil olduğu geriye kalan topraklar İngilizlere bırakıldı. Hicaz Hüseyin’in kontrolünde kaldı. Araplar hoşnutsuzdu, İtilaf devletlerinin birleşik bir Arap devleti kurulmasını istemediklerini anladılar. Fransızların egemenliği yayılıyor, Fransız bankerler ekonomiyi kontrol ediyor, Fransız parası frank kullanılıyor ve okullarda zorunlu dil olarak Fransızca okutuluyordu. Çocuklar sabahları Fransız milli marşı söyler hale gelmişlerdi. Fransızlar Kuzey Afrika’da uyguladıkları sömürgecilik yöntemlerini burada bütün acımasızlığıyla deniyorlardı. Araplar Arap bayraklarını indiren, Beyrut’taki Arap valiyi kovan, Lazkiye ve Suriye’nin kuzeybatı bölgelerinde Arapları terk etmeye zorlayan Fransızlara karşı öfke duyuyorlardı.

Fransızlar Milletler Cemiyeti’nin onayıyla 1923’te, Suriye’yi önce kuzeyde bir Şii Nusayri devleti, merkezde Sünni devleti, güneyde ise Şii Dürzi devleti olarak üç parçaya bölmeye kalkıştı. Sünni Müslümanlar çoğunlukta olmasına rağmen, idarede Fransızlar, Ermeniler ve Şii Nusayriler hâkimdi. Ancak, her grup bir diğerine tahsis edilen toprakta hak iddia ettiği için bu üç devlet yaşama geçemedi.

1925 yılında, Suriye’de Nusayriler, Dürziler, Bedeviler ardarda ayaklandı. Fransızlar olayları bastırmak için Şam bölgesini havadan bombaladılar ve beş bin Suriyeli hayatını kaybetti. Fransızlar gerginlikleri yatıştırmak amacıyla Şam ve Halep vilayetlerini birleştirdiler, ancak aynı yıl patlak veren Dürzi ayaklanması Suriye’nin diğer bölgelerine sirayet etti. 1926’da Katolik Kiliseye bağlı Marunîlerin özerk bir yönetim oluşturmasına izin verildi. Suriye’nin kalanı da Dürzilerin yaşadığı Dağlık Lübnan, Lazkiye, Şam ve İskenderun olarak beş yarı-özerk bölgeye ayrıldı. Ayaklanma 1927’de bitti, Fransızlar milliyetçi taleplere boyun eğdi. 1928’de Milli Cephe oluşturuldu ve bir kurucu meclis açıldı. 1930’da da bağımsızlık ilan edildi, ancak Fransa ile de ipler tamamen koparılmadı. İlişkiler bir dostluk antlaşması ile güvence altına alındı. Suriye’nin kuzeydoğusunda bulunan petrolün farkına varan Fransa dış politikada söz sahibi olacak, ekonomik alanda önceliklerden yararlanacak ve ülkede iki askerî üs bulunduracaktı. 

 Fransızlara karşı biraraya gelen farklı dinî ve etnik kökenli Suriyeli aydınların örgütü, Milli Hareket Ligi idi. Militan ve antiemperyalist bir Arap Birliği güden Lig, Suriye’deki Milli Cephe’nin Fransızlarla işbirliğine karşı çıkmış, bağımsızlık için kitleleri eyleme çağırmıştı. Eylem başarıya ulaştı ve Eylül 1936’da Fransa, Suriye’nin bağımsızlığını onaylayan bir antlaşmayı imzaladı. Ancak antlaşma Fransız hükümeti tarafından yürürlüğe konmadığı gibi, Fransa Suriye’ye karşı bir koz olarak kullandığı Hatay sorununda yüz seksen derece çark etti, önce Hatay’ın bağımsız olmasına, 1939’da Türkiye’ye bağlanmasına razı olarak Suriyeli milliyetçilerden öcünü aldı. 

Fransızlar cumhurbaşkanı Hristiyan Marunî, başbakanı Sünni, meclis başkanı Şii olan Lübnan hamlesiyle Suriye’yi biraz daha küçülttü. 1936 yılında Lübnan’a bağımsızlık verildi ve Suriye’den koparılan Trablus, Beyrut ve Sidon Lübnan’a dâhil edildi.

II. Dünya Savaşı sırasında Alman işgali altındaki Fransız Hükümeti Irak’ta İngilizlerle savaşan Almanlara Lübnan ve Suriye topraklarını kullandırdı. Bölgenin Almanlara geçeceğinden korkan İngilizler 1941’de kuvvetlerini Lübnan ve Suriye’ye gönderdi ve yönetimi devraldı.

1943 seçimlerinde Şükrü el-Kuwatli, Suriye´nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Fransa Suriye'den kısmi olarak çekildiyse de, geride pek çok problem bıraktı. Suriye 1945´te Birleşmiş Milletlere Cumhuriyet idaresiyle katıldı.

1947’de Arap Sosyalist Diriliş Partisi Sünni Salah Bitar ve Annesi Yahudi, babası Fransız olan Mişel Eflak tarafından Şam’da kuruldu. Hedef tek bir Arap devleti kurmaktı.

1948 Arap-İsrail savaşına katılan Suriye, İsrail tarafından püskürtüldü ve 1949’da ateşkes imzalandı. BM gözetiminde askersiz bölge oluşturuldu. Ardından arka arkaya üç askeri darbe yaşandı.

1953’te Suriye’nin Sünni köylüleri arasında örgütlenmiş olan Arap Sosyalist Partisi ile birleşerek kitleselleşen Baas Partisi, Arap Baas Sosyalist Partisi adını aldı. 1953-1954 Dürzi isyanı güçlükle bastırıldıktan sonra, Baas Sosyalist Partisi darbesiyle askerlerin yönetimine son verildi. Suriye 1956 Süveyş Kanalı krizi sonrasında Sovyetler Birliği ile bir anlaşma imzaladı. Komünizme bir dayanak olma karşılığında Sovyet savaş uçakları, tanklar ve diğer askeri malzeme gelmeye başladı. Bu önemli değişim sonrasında iç huzursuzluklar arttı, özellikle Türkiye ile ilişkiler bozuldu. Ama Baas Sosyalist Partisi kuvvetlendi.

ABD ve İngiltere desteğiyle Orta Doğu’da Osmanlı’yı yeniden canlandırma hayali kuran Adnan Menderes Suriye’yi Bağdat Paktı’na girmeye zorluyordu. Bu baskılardan bunalan Suriye, 1958’de Mısır’la, Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşme kararı aldı. Haritalarda Suriye ve Mısır adları yerine ‘Güney Bölgesi’, ‘Kuzey Bölgesi’ yazıldı. Ancak Arap milliyetçiliğinin liderliği kavgası çıktı. Nasır Suriye’nin başına, yakın adamı Abdülkerim Amir’i atadı. Mısırlı generaller, Suriye ordusunun önemli noktalarına getirildi. Baas dâhil tüm siyasi partiler kapatılınca Baasçı subayların gururu kırıldı. Nasır’ın Suriye’de büyük bir toprak reformuna girişmesi, daha önce askerî darbeler sırasında büyük yaralar almış Suriyeli ayan sınıfını tedirgin ederken, işyerlerinin devletleştirilmesi Suriyeli iş çevrelerini korkuttu. Buna Nasır’ın millici politikalarına kızgın olan Batı ülkelerinin kışkırtmaları eklenince Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin suyu ısındı. 1961’de Baasçı subaylar birlik karşıtı bir ayaklanma başlattı. Nasır müdahale etmek istedi ama Araplar arası kavgayı önlemek için Suriye ve Yemen’in birlikten çekilmesine izin verdi.

Baas Sosyalist Partisi, dışta Arap birliği, içte laik ve sosyalizm propagandasıyla güçlenip, Mişel Eflak ve Salah Bitar önderliğinde, 1963’te darbeyle iktidarı ele aldı. Ülkenin tek kanuni partisi hüviyetini kazandı, ama iktidarda azınlıktaki Şii Nusayri Araplar vardı. Mecliste 10 sandalyesi bulunan Sünni Müslüman Kardeşler yasaklandı. 1966’da yönetime gelen General Salah Cedit, Sovyetler ile yakınlaşma ve İsrail’e karşı sertleşen siyasete başladı. Suudi Arabistan Araplar arası birlik yerine Siyonizme karşı mücadeleye ağırlık verilmesi çağrısı yaptı. Cedit Suriye’yi güç kullanarak sosyalizme dönüştürmeye çalıştı. Bu huzursuzluk yarattığı gibi ekonomik sorunlara yol açtı. Karşı çıkanlara baskı arttı, Baas Sosyalist Partisi meclis görevlerini de üstlendi, diğer partiler yasaklandı.

1967 Arap-İsrail Savaşı’nda Suriye hava kuvvetlerinin çoğunun imha edilmesinden ve Golan Tepeleri’nin İsrail’in eline geçmesinden sonra Baas Sosyalist Partisi’ne destek azaldı. Partide çatışmalar başladı. Ve 1970’te Savunma Bakanı General Hafız Esad, Suriye’de kansız darbe ile yönetime geldi. Esad birçok siyasal reformla yerini sağlamlaştırdı. 1973’te kabul edilen anayasaya göre seçimler yapıldı. Suriye İslamın çoğunluk dini olarak tanındığı, laik sosyalist bir devlet olarak tanımlandı. Ancak laik Şii Nusayri yönetimi Sünnileri tatmin etmiyordu. Aynı yıl Suriye ve Mısır İsrail’e baskın tarzında saldırdı, ama 1967 sınırlarını dahi koruyamadı. 1975’te Esad, işgal edilen Arap topraklarının geri verilmesi karılığında İsrail ile barış yapabileceğini bildirdi. Ama kabul görmedi. Ertesi yıl, Suriye ordusu Lübnan Cumhurbaşkanının çağrısı üzerine şiddetlenmeye başlayan iç savaş öncesi durumun korunması için Lübnan’a girdi. 30 yıllık Suriye askeri işgali başladı. Hristiyan Marunîler yönetimde kaldı. Bu müdahale, İsrail hariç, bölgesel ve uluslararası güçlerin onayını aldı. Bundan sonra, Suriye’de bir dizi suikast gerçekleşti. Kurbanların çoğu Sünnilerce kâfir sayılan  Şii Nusayri'ydi. Suikastlerin Baas Sosyalist Partisi hükümetine en büyük muhalefeti oluşturan Müslüman Kardeşler tarafından işlendiği anlaşıldı.

1980’de Suriye ile SSCB 20 yıl süreli "Dostluk ve İşbirliği Antlaşması" imzaladı. Suriye Sovyetlerden uzun menzilli silahlar, T-72 tankları ve MIG-25 savaş uçakları alırken; Sovyetler de Suriye Lazkiye-Tartus limanlarını üs olarak kullanmaya başladı. Aynı yıl, PKK elebaşısı Abdullah Öcalan 1998’e kadar kalacağı 2 milyon Kürt’ün yaşadığı Suriye’ye kaçtı.

1981’de İsrail Golan Tepelerini ilhak etti, ertesi yıl Güney Lübnan’daki Suriye ordusuna saldırdıysa da Suriye ordusu Lübnan’ı terk etmedi.

Suriye, Sünni yönetimindeki Irak’a karşı savaşan Şii İran’ı destekliyordu. Saddam yönetimindeki Sünni Baasçı Irak hükümeti, Esad'ı devirmek için örtülü şekilde Müslüman Kardeşler'e yardıma başladı. Suriye suikastlerle bunaldı, Halep'te Müslüman Kardeşler'in liderliğinde dini ve laik birçok kuruluş grev ilan etti. Hama'daki cami hoparlörlerinden hükümete karşı cihad çağrısı yapıldı. Ama tanklar ve helikopterlerle desteklenen on binlerce asker ayaklanmayı bastırdı. Hafız Esad suikast girişiminden sağ kurtuldu. Ardından Hama’da üslenen Müslüman Kardeşler üyeleri infaz edilmeye başlandı. 1982 ayaklanması Suriye ordusunca binlerce sivil öldürülerek bastırıldı.

1983 yılında Atatürk Barajının temelini atan Türkiye ASALA militanlarının Suriye topraklarından çıkartılmasını istedi. Suriye, bu tarihten sonra PKK'ya her türlü lojistik, silah ve askeri eğitim desteği sağladı.

1987’de Suriye ilave birlikler göndererek, Lübnan güneyini işgal etmek isteyen İsrail’e karşı çıktı, Beyrut’ta ateşkesi sağladı.

1990’da Lübnan iç savaşı sona erdi, ama Suriye askeri varlığını kaldırmadı. Aynı yıl, Kuveyt’i işgal eden Irak’a karşı ABD liderliğinde yürütülen savaşa katkı verdi, ABD ve Arap ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirdi.

1994’te Hafız Esad’ın yerine geçmesi beklenen oğlu Bassel bir araç kazasında öldü. 1998’de  Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat başkan yardımcılığı görevinden azledildi. Hafız Esad, ülkedeki tüm muhalefeti bastırmıştı. 2000 yılında Suriye’yi 30 yıl yöneten Hafız Esad'ın ölümünden sonra, rakipsiz yapılan referandumda yüzde 97 oyla iktidara gelen 34 yaşındaki oğlu Beşar Esad daha ılımlıydı. 2001'de Müslüman Kardeşler üyeleri ve siyasi mahkûmlar serbest bırakıldı. Ancak aynı yıl, siyasi özgürlük aniden iptal edildi. Baskılar devam ettiyse de sürgündeki liderler, İslamcıların demokratik şekilde iktidara gelebileceklerini düşünüyorlardı. İslam devleti kurulmayacak, laik sistem korunacaktı. Bu fikir, 2002 yılında İslamcıların AKP ile Türkiye'de iktidara gelmesi ile güçlenmişti. Aynı yıl Suriye’nin kitle imha silahları aldığını ileri süren ABD, Suriye’yi şer güçlerine dahil etti. Hamas, Filistin’deki İslami Cihat hareketi ve Hizbullah ile sıkı ilişkileri de eleştirildi. 2003’te ABD yaptırım uygulamakla tehdit ettiyse de Suriye kimyasal silah geliştirme iddialarını reddetti. Ardından İsrail Şam yakınındaki FKÖ kampını havadan bombaladı.

2004 yılında Beşar Esad tarihte ilk olarak, Türkiye’yi ziyaret etti. Soğuk ilişkileri yumuşattı. Aynı yıl ABD Suriye’ye ekonomik yaptırımlar uygulamaya başladı. Suriyeli Kürtler Kamışlı’da ayaklandı, Brüksel, Cenevre, Almanya’da protesto eylemleri düzenledi.

2005’te ABD önceki Lübnan Başbakanı Hariri’nin öldürülmesinden sonra, Şam büyükelçisini çekti ve suikastın arkasında olduğunu iddia ettiği Suriye ordusu Lübnan’ı terk etti. Suriye’de otoriter, totaliter ve hizipçi hükümetten demokratik reformlar talep eden eylemler başladı. Eylemci elebaşları 2007’de hapsedildi.

2006’da Irak ile ilişkiler geliştirildi. Ertesi yıl, AB ile diyalog başladı. Şam’da ABD Temsilciler Meclisi Başkanı ve Mısır’da ABD Dışişleri Bakanı ile görüşüldü. Ama İsrail’in Kuzey Kore yardımıyla yapıldığını iddia ettiği Suriye nükleer tesisine hava saldırısı, ABD ile düzelen ilişkileri durdurdu. Fakat Esat ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Paris görüşmesi Batı ile ilişkileri yumuşattı.

2008’de Türkiye ve Suriye’nin vize muafiyetini kaldırması iki ülkede de ekonomik gelişmeye neden oldu. Halep-Adana-Mersin demiryolu yeniden açıldı ve İstanbul’daki hızlı trene bağlandı. Türk TIR konvoyları Suriye mallarını Avrupa pazarına taşıyordu.

Esat, babasının demir yumrukla yönettiği ülkesinde bazı reform hareketlerine girişti. Ancak Suriye gizli istihbaratı, muhaberat, ülkenin tek ve rakipsiz sahibiydi. 800 bin kişiye ulaşan dev yapı, ordu ile birlikte devletin ta kendisiydi. Bütçesi yılda 3 milyar doları buluyordu, tüm askeri harcamalarının üçte biri.

Ama Irak’tan sonra parçalanma sırası Suriye’deydi. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Yahudi asıllı Jeffrey Feltman ile Bush ailesinin dostu Suudi Arabistan Washington Büyükelçisi Bender Bin Sultan ortaklığında hazırlanan “Feltman-Bender Planı” devreye sokuldu ve Mart 2011’de iç savaş başlatıldı. Meşru muhalefet mezhepçi bir şiddet zeminine kaydı. Müslüman Kardeşler nüfusun yüzde 70'ini oluşturan Sünnilerin temsilcisi konumundaydı, silahlı mücadele yanlısı olmayan ılımlı İslamcılardan oluşuyordu. Fakat İslamcıların seçimle iktidara gelme fikri önemini yitirmeye başlamıştı. Müslüman Kardeşlere sempati duyan insanlar sokaklara döküldü, olaylar kontrolden çıktı ve iç savaşa dönüştü. Özgür Suriye Ordusu adını alan silahlı gruplar, Batı'dan yardım beklentisi içinde direnmeye çalışırken, Selefi cihatçılar devreye girdi, laik veya ılımlı İslamcı bir muhalefet oluşmasına engel olmak için harekete geçti.

Beşar Esat yönetimi Rusya ve İran'dan askeri ve parasal destek alırken, muhalifler Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’den militan ve silah desteği aldı. Tüm operasyonu perde arkasından yöneten ABD ve İsrail idi. Özgür Suriye Ordusu, Suriye Ulusal Konseyi, El Nusra ve son olarak IŞİD, bunların koordinasyonunda kuruldu. Kısmen Suriye’deki Kürt kantonları da. Bender Bin Sultan’ın Suudi Arabistan tezgâhı olarak Şam’da düzenlenen kimyasal silah saldırısı da Beşar Esat’ın üzerine yıkılmak istendi ama bu oyun Rusya’nın sayesinde bozuldu. Suriye yönetimi tüm saldırılara kendi kuvvetlerinin yanı sıra, Rusya, İran, Hizbullah ve Çin desteği ile karşı koymaya başladı.

2012’de Suriyeli diplomatlar Türkiye’den sınır dışı edildi. Suriye RF-4E keşif uçağımızı düşürdü. NATO, Türkiye'ye Patriot füzeleri konuşlandırılmasını onayladı.

2013’ün ilk çeyreğinden itibaren, Suriye Müslüman Kardeşleri, Ahrar eş-Şam, El-Kaide’nin Suriye şubesi Nusra, IŞİD gibi Selefi-Cihadi örgütler Suriye muhalefetine damga vurdu. Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde Selefi-Cihadi örgütlerin lojistik destek üssü oldu. Türk savaş uçakları Suriye Mİ 17 helikopterini, Hatay Yayladağı’nda füzeyle vurdu.

2014'te,  IŞİD Suriye'den Irak'a doğru ABD kukla yönetimini tehdit eden bir istilayı başlattı. ABD ve Avrupalı müttefikleri, sonunda IŞİD'e karşı, Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu'nun yerine, PKK çizgisindeki Suriyeli ve Iraklı Kürt milliyetçi grupları kullanma yönünde bir stratejide uzlaştılar. ABD Suriyeli Kürtlere zırhlı araçlar teslim etti. Türkiye sınır ihlali gerekçesiyle, Suriye uçağını düşürdü.

2015 BM raporuna göre beş yıl içinde yaklaşık dört milyon insan komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı ve iki milyon insan iç göçle evlerinden oldu. En fazla mülteci barındıran 2 milyon 900 bin mülteci ile Türkiye idi ve bunların sadece 290 bini kamplarda kalıyordu. İran 2015 yaz aylarından itibaren Kudüs Gücü ile rejim yanında savaşa katıldı ve 2013 ten bu yana Suriye yanında savaşan Hizbullah’a eklendi. 2015 Eylül ayında, Rusya da Suriye iç savaşına askeri olarak dâhil oldu. İki ay sonra, Suriye sınırında SU-24 tipi bir Rus savaş uçağı Türk F-16’ları tarafından düşürüldü.

Ağustos 2016’da, Rusya’dan sonra Türkiye de Suriye savaşına dâhil oldu ve Fırat Kalkanı Operasyonu başladı. 

Suriye’nin İdlib şehrinde 4 Nisan 2017’de kimyasal saldırı yapıldı, üç gün sonra, ABD Suriye'yi Akdeniz’den attığı füzelerle vurdu.

2017’de Türkiye’de dört milyona yakın Suriyeli yaşıyor. Nüfusu 4,5 milyon olan Lübnan bir milyon mülteci barındırıyor. 640 bin mülteci ile 6,5 milyon nüfuslu Ürdün üçüncü sırada. Irak 250 bin, Mısır 120 bin, Libya, 28 bin mülteci aldı. Nisan 2011- Ocak 2016 arasında Avrupa’ya geçen kayıtlı mülteci sayısı 935 bin oldu.

Son yüz yılına bakıyorum. Osmanlı'dan sonra,18 yıl süren Fransız mandasından 1936'da kurtulan Suriye, Hatay ve Lübnan'ı kaybetti. İkinci Dünya Savaşı'nda İngiltere ve Almanya mücadelesine sahne oldu. Savaş'tan sonra azınlıktaki Şii Nusayrilerin yönetiminde kurulan tek partili cumhuriyet on yıl sonra Mısır gibi Sovyet yanlısı oldu. İsrail ile savaşlarda hep başarısızdı. Arka bahçesi saydığı Lübnan İç savaşına müdahale etti. ASALA ve PKK terör örgütlerine yardım etti. 30 yıllık Hafız Esat dikta yönetiminden sonra oğlu Beşar Esat yönetiminin onuncu yılında nefesini tüketti. 19 milyon nüfuslu Suriye ABD’nin Orta Doğu’da İsrail lehine sürdürdüğü vekâlet savaşının, Suriye, Rusya ve İran’a karşı Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin mezhep çatışmasının, Şiiliğin tüm türevleri ile Sünniliğin amansız bir savaşının merkezi oldu. Ülke Kürt YPG, IŞİD, muhalifler ve rejim kontrolünde dört parçaya bölünmüş durumda.



 Lübnan:

Osmanlı’dan sonra Lübnan Mutasarrıflığı toprakları Fransız askeri yönetimi altına girdi. Hristiyan Marunî patriğinin önerisiyle, Lübnan Dağlarındaki özerk bölge 1920’de Beyrut vilayeti ve öteki kıyı kentleriyle Suriye vilayetine bağlı Bekaa Vadisini ve dört kazayı da içine alacak biçimde genişletildi. Suriye vilayeti küçültüldü. Hristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki nüfus dengesi altıya beş oranında oluştu, ama yönetimde Hristiyan Marunîlere tanınan ağırlık Şii Dürzilerin ayaklanmalarına yol açtı. Dürzileri sert biçimde bastıran Fransızlar 1926’dan sonra etkili bir denetim kurdu. 1936 yılında Suriye’den koparılan Trablus, Beyrut ve Sidon Lübnan’a dâhil edildi.

II. Dünya Savaşı sırasında Alman işgali altındaki Fransız Hükümeti 1941’de Lübnan’a Yüksek Komiser olarak bir generali atadı. Cumhurbaşkanı istifa etti. Fransızlar Irak’ta İngilizlerle savaşan Almanlara Lübnan ve Suriye topraklarını kullandırdı. Bölgenin Almanlara geçeceğinden korkan İngilizler kuvvetlerini Lübnan ve Suriye’ye gönderdi ve yönetimi devraldı.

Fransızlar cumhurbaşkanı Hristiyan Marunî, başbakanı Sünni, meclis başkanı Şii olan Lübnan hamlesiyle, 1943’te yapılan seçimlerin ardından, Fransızların bağımsızlığı önleme girişimi İngilizlerin müdahalesiyle boşa çıktı. 1946 sonunda Lübnan'ın bağımsızlığı resmen tanındı.

Lübnan Suriye’deki sol-milliyetçi hava karşısında oluşturulan bir tampon devletti. Esas olarak Fransızların her zaman yakın müttefiki olan Marunî Hristiyanların iktidarını sağlayıcı bir yapı ile kurulmuştu. Beyrut uluslararası ticaret ve finans merkezi oldu. Zengin turistler Lübnan iç savaşına kadar, Orta Doğu’nun Paris’i olarak kentin tadını çıkarıyordu.

1948 Arap-İsrail savaşından sonra 110 bin Filistin mültecisinin yuvası oldu. 1948'de ikinci kez cumhurbaşkanı seçilmeyi başaran Huri, yolsuzluklardan dolayı 1952'de çekilmek zorunda kaldı. Yerine geçen Kamil Şamun Batı yanlısı bir politika izlediğinden, Sovyet yanlısı Mısır ve Suriye'nin sert eleştirilerine hedef oldu. 1957 güdümlü seçimlerinin gerginliğin de etkisiyle Müslümanlar arasında başlayan silahlı hareketler, ordunun müdahaleden kaçınması nedeniyle Şamun’u zor durumda bıraktı. 1958’de Şamun’un çağrısı üzerine ABD 20 bin deniz piyadesini Beyrut'a gönderdi. Ayaklanma yatışırken, parlamento emekli general Fuad Şehab'ı cumhurbaşkanlığına seçti. Müslümanların direnişinde önemli rol oynayan Raşid Kerami de başbakan oldu. Birleşik Arap Cumhuriyeti olarak birleşen Sovyet yanlısı Mısır ve Suriye hareketinin Lübnan’a da sıçraması önlenmişti.

1960’ta Müslümanlar nüfusun çoğunluğuna ulaştı. Hristiyan ağırlıklı siyasi sistemin değiştirilmesi istekleri çoğalmaya başladı. 1960’larda Beyrut petrol zengini Körfez Emirliklerinin finans merkezi olarak dünyada gelişen ekonomilerin ilk sırasındaydı. Ama yükselen zenginlik, Intra Bank’ın 1966’da iflasıyla durdu.

1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında ülkeye ilave Filistinli göçmenler geldi. 1970 yılındaki Ürdün iç savaşı yenilgisinden sonra Yaser Arafat'ın Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) merkezini ve binlerce milisi siyasal ve askeri yönü zayıf Lübnan’a taşıdı. 1968’den sonra FKÖ Güney Lübnan’ı İsrail’e saldırı üssü olarak kullandı. Filistinlilerin İsrail uçaklarına Cezayir ve Atina’da yaptığı saldırılara karşılık olarak, İsrail de Beyrut havaalanındaki bir düzine Arap yolcu uçağını tahrip etti. Bu harekât Filistinlileri destekleyen Müslümanlarla, Filistinlilere karşı olan Hristiyanların ayrılığını derinleştirdi.

İsrail 1970’lerde Güney Lübnan’ı bombalamaya ve bölgede küçük bir devlet kurmaya girişen Filistinlilere karşı askeri operasyonlara devam etti. 150’den fazla kasaba ve köy ağır hasar gördü, zayiat verdi. Filistinli gerillaların Güney Lübnan’da artan varlığı ve Müslüman nüfusun Hristiyanlardan hızlı artması nedeniyle Hristiyan siyasal üstünlüğü kabullenilmemeye başlanmıştı. 1975'te siyasi gücün kullanılmasında anlaşamayan Hristiyan Marunîlerin, Sünnilerin, Şii Nusayri ve Dürzilerin karşılaştığı Lübnan iç savaşı başladı. Hristiyan Marunî militanlarının kurduğu Falanjistler ile FKÖ militanları arasındaki çatışmalar tüm ülkeyi sardı. Aynı yıl, Hınçak Partisi yanlısı Marksist-Leninist doğrultudaki Ermeni ASALA (Gizli Ermeni Kurtuluş Ordusu) örgütü Beyrut’ta kurularak bu ortama eklendi.

Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad’ın arkadaşı olan Lübnan Cumhurbaşkanı Süleyman Franjiye’nin çağrısı üzerine, şiddetlenmeye başlayan iç savaşı durdurmak üzere, ABD ve Batı ülkelerinin desteği ile Suriye askerleri 1976'da Lübnan'a girdi. 30 yıllık Suriye askeri işgali başladı. Hristiyan Marunîler yönetimde kaldı. Hafız Esad yönetimindeki Suriye önce Hristiyan Falanjistlerin yanında, daha sonra laik Şii milis gücü Emel’in yanında yer alarak Sünni Filistinlileri desteklemedi.

Filistinli gerillaların artan saldırıları nedeniyle, 1978’de İsrail Lübnan’ın güneyini işgal etti ve 100 bin Lübnanlı bölgeyi boşalttı. İsrail kuvvetleri bu insansız güvenlik kuşağını Güney Lübnan Ordusuna teslim ederek çekildi.

1980’de ABD'nin Lübnan Beyrut Büyükelçisi John Gunther Dean'a silahlı saldırı yapıldı. İki mermi ensesine isabet etti, ama ölmedi. Anılarında bunu Mossad’ın yaptığını yazdı. Enseye saldırının İngiltere’nin MI6 işi olduğu da iddia edildi…

1982’de İsrail’in İngiltere büyükelçisine suikast düzenlendi.  Başından yaralanan büyükelçi ölmedi. Yakalanan eylemciler İsrail ile barış yapılmasını reddederek, FKÖ’den ayrılan El-Fetih grubunun Abu Nidal Örgütü üyesiydi. İngiltere’nin önceden bilgisi olduğu iddia edildi. İsrail bunu Güney Lübnan’ı işgal için bahane olarak kullandı. Falanjistlerin de yardımıyla,  FKÖ ve Suriye birlikleri Beyrut batısındaki Sabra ve Şatila Filistin kampları İsrail ordusu tarafından kuşatıldı ve desteklerindeki falanjistler iki bin kadar Filistinli mülteciyle Lübnanlı yoksulları katletti. ABD araya girdi. Yaser Arafat ve 15 bin Filistin gerillası Lübnan’ı terk ederek Libya’nın Trablusgarp kentine gitti.

Bunun sonucunda, İsrail yanlısı Beşir Cemayel başkanlığındaki Hristiyan hükümet Lübnan’ı yönetmeye başladı. Hizbullah bu işgal sırasında doğdu. Bin beş yüz İran devrim muhafızı, Suriye üzerinden geçip, Şii çoğunluklu Bekaa'ya yerleşti.

İsrail 1983’te Güney Lübnan’daki güvenlik bölgesine çekildi ve 2000 yılına kadar orada kaldı. Güney Lübnan Dağlarında Şii Dürzilerle yapılan savaşı kaybeden Hristiyan Marunîler bölgeden kovuldu.

1983 ve 1984’te ABD Beyrut’ta büyükelçiliğine iki, Amerikan deniz piyadeleri karargâhına bombalı kamyon saldırıları sonucu 262 kişi öldü, Şii Dürzülerin PSP’si ve Şii Emel örgütlerinin düzenlediği Beyrut ayaklanması ve Dağ savaşında Lübnan ordusu çöktü. ABD Lübnan'ı terk etti.

1985-1989 arasında Şii Emel örgütü ve Sünni Filistinliler arasında çıkan çatışmalarda Emel galip geldi. 1987’de Beyrut’ta Dürzüler ve Emel örgütleri arasında çıkan çatışmaya Suriye askerleri müdahale etti. Emel ile Hizbullah arasında da çatışma çıkınca, İran da dolaylı olarak müdahaleye katıldı. 1989 yılı sonlarından itibaren ise, FKÖ tekrar Güney Lübnan'a yerleşmeye başladı.

1989’da Emin Cemayel’in görev süresi sona erdiğinde ulusal meclis yeni bir cumhurbaşkanı seçemedi. Cemayel bunun üzerine General Mişel Aoun başkanlığında geçici bir askeri hükümet atadı. Aoun, cumhurbaşkanlığına seçilen Rene Moawad’ı Suriye’nin kuklası olduğu gerekçesiyle tanımadı. Moawad bir suikast sonucu öldü ve yerine Elias Hravi seçildi. Aoun’un direnişinin kırılması sonrasında, Sünni Başbakan Selim el-Hoss ulusal birlik hükümetinin kurulmasına olanak sağlamak için Aralık 1990’da istifa etti. Hristiyanlar ve Müslümanlar mecliste eşit oranda temsil edildiler. Ömer Kerami başkanlığındaki yeni hükümette yedi ayrı milis örgütünün liderine yer verildi; bunlar arasında Dürzi lider Velid Canbulat ile Şii Emel örgütünün lideri Nebih Berri de bulunuyordu. Lübnan birleşti, Suriye ordusu Lübnan’da kalmaya devam etti.

1991’de Lübnan ordusu ülkenin büyük bölümünde denetimi ele geçirdi ve Hizbullah dışındaki çatışan grupların çoğu silahsızlandırıldı. Lübnan ve Beyrut bir harabeye dönüşmüş, 150 bin Lübnanlı can vermişti. Lübnan, 30 bin kişilik bir askeri güç bulunduran Suriye'nin eyaleti durumuna gelmişti.

1992 yılından itibaren İsrail ile FKÖ arasında başlayan olumlu gelişmeler üzerine de olaylar şiddetini kaybetmeye başladı. 20 yıllık bir aradan sonra ilk genel seçimler yapıldı. Seçimlerin Suriye birliklerinin ülkeden tümüyle çekilmesine değin ertelenmesini isteyen Hristiyanların çoğu seçimleri boykot etti. Daha çok Suriye yanlısı üyelerden oluşan yeni mecliste İran'ın ülke siyasetindeki vekili Hizbullah üyeleri de yer alıyordu. Suudi yanlısı zengin işadamı Refik Hariri başkanlığında yeni hükümet kuruldu. Lübnan’ın ekonomik toparlanması başladı.

1998’de görevi bırakan Hariri 2000’de tekrar başbakan oldu. İç savaşın doğurduğu altyapı sorunları ve yüksek borçlara rağmen, Lübnan yabancı yatırımcıları ve turistleri geri getiriyordu. 2000 yılında İsrail Güney Lübnan’ı terk etti, fakat 15 yıl süren iç savaşı durdurmak için Lübnan hükümetinin daveti ve Arap ülkeleri, ABD ve Fransa'nın onayı ile Lübnan'a giren Suriye askerleri hala ülkedeydi.

Şubat 2005’te Suriye yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un yönetimindeki Lübnan’da eski başbakan Refik Hariri, bombalı saldırıda öldürüldü. Suudi yanlısı ve Suriye karşıtı politikaları savunuyordu. Şüpheli, görünüşte Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve Hizbullah’tı. Ama perde arkası İngiltere ve MI6’i gösteriyordu. Hariri İngiliz düşmanlığı yaptığı için uyarılmıştı. BM’de suikast için soruşturma komisyonu kuruldu. ABD, İsrail, Fransa Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığının sona erdirilmesini istedi. Suriye ordusu, 29 yılın ardından, Lübnan’dan çekildi.

İsrail’in ilk hamlesi başarıya ulaşmıştı. Sıra, Suriye ve İran yanlısı Lübnan Hizbullah’ındaydı. Dinci gibi görünse de geniş kesimlerden üyeye sahip, antiemperyalist çizgide bir örgüttü. Lübnan iç savaşında falanjistlerle çarpışan örgüt, Lübnan ordusu kadar güçlü bir silahlı kuvvete sahipti. 2006 Temmuz’da İsrail ile Lübnan Hizbullah’ı arasında savaş patlak verdi. İsrail Lübnan'a hava ve kara saldırıları düzenledi, limanlarını denizden ablukaya aldı. Hizbullah da, Çin, Rus ve İran füzeleri ile İsrail topraklarını bombaladı, tanksavarlar dâhil birçok Rus yapımı silah savaşı Hizbullah lehine döndürdü. İsrail karşısında sadece Hizbullah değil, Suriye, İran, Rusya ve Çin’i buldu. 14 Ağustos’ta ateşkes imzalandı. Lübnan ve Beyrut ağır hasar gördü ve ekonomi çökme noktasına geldi. 2008’de yasadışı ilan edilen Hizbullah ve Emel güçleri, Batı Beyrut’u işgal etti, ama çatışmalardan sonra anlaşma sağlandı.

2011’de Hariri suikastının sorumlusu olarak bazı Hizbullah üyelerinin yargılanma talebi hükümetin düşmesine yol açtı. Meclis başbakan olarak siyasal temsilcisi Necip Mikati’yi seçti. Hizbullah suikast sorumlusunun İsrail olduğunu ileri sürdü.

2012’de Suriye iç savaşı Lübnan’a sıçradı. Trablusşam'ta Sünniler ve Şii Nusayriler arasında silahlı çatışma başladı. 2013’te Suriye’deki iç savaşa Hizbullah’ın dâhil olması nedeniyle hükümet düştü, 700 bin civarında Suriyeli mülteci Lübnan’a geldi. Ülkedeki Sünni nüfus artış gösteriyordu.

4,5 milyon nüfuslu Lübnan’da çoğunluğu Sünni Suriyeli mülteci sayısının 2014 sonunda 1,5 milyonu aşması acil çözüm gerektirdi. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNCHR) Lübnan’ın dünyada kişi başına en çok mülteci düşen ülke olduğunu açıkladı. Lübnan’ın hizmet sektörüne dayalı ekonomisi yine bozuldu. Sünni IŞİD ve el-Nusra Lübnan’daki varlıklarını resmileştirdi. Ülke Suriye’deki savaşa yaklaşıyordu. Hizbullah ile savaşan Nusra Cephesi ve IŞİD ile Lübnan ordusu arasında da çatışmalar başladı. Bu arada, Hizbullah’ın gücünü zayıflatmak için Suudi Arabistan Lübnan ordusuna üç milyar dolar verdi, Fransa da silahları temin etti. İran ve Katar da Lübnan’a yardıma başladı. Lübnan hükümeti, mültecilerin yol açtığı ekonomik yük ve insani yardım için 2016 yılında 2,48 milyar dolara ihtiyaç duyduğunu açıkladı.

Osmanlı’dan sonra bir tampon devlet olarak 28 yıl Fransız mandası ile yönetilen Lübnan 1946'da bağımsız olabildi. Batı yanlısıydı, Sovyet yanlısı Mısır ve Suriye'nin sert eleştirilerine hedef oldu. Müslümanların ayaklanmasını ABD askeri müdahale ile bastırdı. 1970'ten itibaren Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Lübnan’a taşındıktan sonra İsrail de bölgeye girdi. 1975'te başlayan iç savaşı durdurmak üzere ABD ve Suriye askerleri Lübnan'a girdi ve 30 yıllık Suriye askeri işgali başladı. 1980'lerdeki ayaklanmalar ve çeşitli örgütlerin savaşı 1990'larda duruldu. 2000'de İsrail, 2005'te Suriye askerleri Lübnan'ı terk etti. 2012’de Suriye iç savaşı Lübnan’a sıçradı ve dengeler toptan değişti. Suriye’nin kendi toprakları saydığı 6 milyon nüfuslu Lübnan’da İran temsilcisi Şii Hizbullah’ın Suriye iç savaşına katılması ve nüfusun yaklaşık üçte birini oluşturan Sünni sığınmacıların yarattığı sorunlar büyüyor. Çoğunluktayken azınlığa düşen Katolik Marunîler için de zor yıllar başladı.

  

Ürdün:


Ürdün, Osmanlı’dan sonra, İngiltere'nin manda yönetimine girdi. İngilizler Arabistan’dan dışlanan peygamber soyundan Haşimileri tatmin için, 1921'de Faysal’ın kardeşi Şerif Abdullah’a, Ürdün Nehrinin doğusunda yarı bağımsız bir emirlik kurdu. Bu topraklar Filistin'in üçte ikisini ihtiva ediyordu. Abdullah’ın gözü Suriye veya Filistin krallığındaydı. Ama Milletler Cemiyeti Filistin ve Yukarı Ürdün’ü iki ayrı devlet olarak belirledi. İngilizler 1922-1924 arasında güneydeki Arap topraklarından Vehhabi tecavüzlerini ve ayaklanmaları önlemek için askeri üsler bulundurdu. 1928’de Kral Abdullah’a içişlerinde tam serbestlik verdi ve 1946'da bağımsızlığını tanıdı. 1949’da ülkenin adı Ürdün Haşimi Krallığı oldu. Ürdün 1950’de Arap-İsrail Savaşı sırasında, Doğu Kudüs dâhil, Batı Şeria’yı ele geçirdi. İsrail’den kaçan birçok Filistinli buraya geldi. Irak kralı Faysal'ın 'beceriksiz' denilen kardeşi Abdullah, Haşimi ailesinin büyük düşünü gerçekleştirmişti. Fakat ertesi yıl Siyonistlerle sıkı ilişkiler geliştirdiği gerekçesiyle Mescidi Aksa’nın merdivenlerinde öldürüldü. Filistinli eylemcinin İngilizlerin kiralık katilleri olduğu ileri sürüldü. Yerine gelen Talal akıl sağlığı sorunları nedeniyle İstanbul'da özel bir klinikte tedaviye gönderildi. Daha sonra da 18 yaşındaki Hüseyin kral oldu.

1950’lerde Ürdün sosyal açıdan Orta Doğu’nun en ileri toplumlarından biriydi, düşünce, din, ifade, basın, dernekleşme özgürlüğü ileri düzeydeydi. 1954-1958 arasında, Irak’ta önemli görevlere gelen milliyetçi ve sosyalist eğilimli Baas Partisi mensuplarının etkisiyle Lübnan ve Ürdün’de Baasçı hareketler ortaya çıktı. 1957’de savunma anlaşması bitirildi ve İngiliz askerleri ülkeyi terk etti. 1958’de Suriye ve Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti kurmalarından sonra, Haşimi krallarının yönetimindeki Irak ve Ürdün de Arap Birliği adıyla bir federasyonda birleşti. Fakat aynı yıl dağıldı.

Ürdün Suriye, Mısır, Irak ile 1967 Arap-İsrail Savaşı’na katıldı. İsrail Doğu Kudüs dâhil, Batı Şeria’yı işgal etti. Ürdün 1948'de kazandığı toprakların hepsini kaybetti. Ürdün’deki 700 bin Filistinli mülteciye 300 bin daha katıldı. Ürdün ekonomisi çöküntüye girdi. 1964´te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), İsrail’e yaptığı operasyonlarda Ürdün’ü ana üs seçmişti ve devlet içinde devlet olma tehlikesi gösteriyordu. Bu, İsrail’in Ürdün’ü büyük zararlara sokan misillemeler yapmasına yol açtı. İsrail ile anlaşan Ürdün Batı Şeria’da özerk bir Filistin kurmak istiyordu. Filistinliler ise tüm Ürdün ve Filistin topraklarını her türlü yöntemle Filistin Devriminin kalesi haline getirmek arzusundaydı. Filistinliler önce Ürdün’den üs alacaklardı. Kraliyet ordusundaki birçok subay Filistin asıllıydı ve kardeşlerine yüz çevirmeyeceklerdi. Buna İsrail’in kayıtsız kalmayacağını kabul etmiyorlardı.

1970’de Batı yanlısı Ürdün ordusu ile Sovyet yanlısı Mısır, Suriye ve Irak'ın desteklediği mülteci kampındaki Marksist-Leninist, Filistin'in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi (FKHC) ile El-Fetih ve FKÖ gerillaları arasındaki çatışmalar ciddi boyutlara ulaştı. Mısır, Suriye ve Irak, Kral Hüseyin'i devirmek ve Ürdün'ü Filistinlilere bir yurt yapmak niyetindeydiler. 1 Eylül'de Kral Hüseyin'e karşı bir suikast yapıldı ise de başarılı olamadı. Suriye zırhlı birlikleri Ürdün'e girerek Ürdün ordusuyla savaşa başladı. Hüseyin'in Amerika ve İngiltere'den yardım istemesi üzerine, ABD İsrail'i harekete geçirdi, Sovyetler'i uyardı. Suriye kuvvetleri geri çekilmek zorunda kaldı. Ateşkes ilan etti. Suriye Hava Kuvvetleri Komutanı Hafız Esad emredileni yapmadığından Filistinlilerin başarısız olduğu iddia edildi.

Filistinli direniş grupları galip gelseydi, Ürdün'de krallık rejimi sona erebilir ve Filistinliler için de yeni bir vatan sağlanmış olabilirdi. 1971’de Kral Hüseyin Arap ülkelerinin kınamalarına rağmen FKÖ’yü ülkeden çıkardı. Ürdün Başbakanı Kahire’de Kara Eylül örgütü tarafından öldürüldü. Kral 1972’de yeni bir tasarı sundu. Başşehri Kudüs olan Batı Şeria Filistin, başşehri Amman olan Doğu Şeria bölgesi de Ürdün olarak bir federasyon kurulacak ve Birleşik Arap Krallığı’na bağlanacaktı. Hükümdar Ürdün kralı olacaktı. İsrail, Mısır ve el-Fetih kabul etmedi ve Mısır Ürdün’le diplomatik ilişkisini kesti. Aynı yıl, Ürdün’de bir askeri darbe girişimi önlendi. Arapların tam bir dağınıklık içinde bulundukları bu sırada 1973-1974 Arap-İsrail savaşı patlak verdi. Kendi sınırı sakindi, ama bir Ürdün tugayı Suriye cephesinde savaştı.

Ürdün, Arap ülkelerinin çoğu gibi, 1979 Mısır-İsrail Camp David Barış Antlaşmasını reddetti. İsrail’i resmen tanıyan Mısır ile diplomatik ilişkileri kesen ilk Arap ülkesi oldu. Bu politikasını 1984’ten sonra değiştirecekti.  

Ürdün, 1980’lerde enflasyon karşıtı ve siyasal özgürlük isteyen, çok ciddi protesto eylemlerine sahne oldu. 1989 yılında bağımsız adayların katıldığı genel seçimler yapıldı. Meclis çalışmaya başladı. Sıkıyönetim kaldırıldı. 1963’ten beri yasaklanan siyasi partiler kurulmaya başlandı. Hizmet temelli ekonomisi bozulan Ürdün Uluslararası Para Fonu (IMF) ile yapısal uyum programı uygulamaya başladı. Aynı yıl, Saddam Hüseyin’in Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşı çıktı. Ama 1990-1991 Körfez Savaşı’nda Irak’ı destekledi. Ürdün 1980- 1988 İran-Irak savaşı sırasında da, Irak’ın başlıca silah kaynağı idi. ABD Ürdün’e yardımı kesti, ülke ekonomik ve siyasi gerginliklere sahne oldu.

Irak’ın yenilgisinden sonra, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Filistin temsilcileriyle birlikte ABD ve Rusya gözetiminde yapılan İsrail ile barış görüşmelerine katılmak zorunda kaldı. Sonunda, Ürdün, 1994'te, Mısır'ın ardından İsrail ile barış anlaşması imzalayan ikinci Arap ülkesi oldu. 46 yıl süren savaş durumu sona erdi.

IMF ile yürütülen ekonomik plana göre gıda destekleme fonu iptal edilince yükselen fiyatlar 1996’da ayaklanmaya neden oldu. İşsizlik yüzde 25’lere çıktı. 1997 seçimleri bazı partiler ve kuruluşlarca boykot edildi.

46 yıldır ülkeyi yöneten Kral Hüseyin 1999'da öldü. İngiliz eşi Prenses Muna'dan olan en büyük oğlu Abdullah tahta geçti. Ekonomi liberalleşmeye ağırlık verdi. Ürdün, 2000 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne katıldı, ertesi yıl Avrupa Serbest Ticaret Birliği’yle ortaklık kurdu. 2001’de Suriye ve Mısır ile üç ülkeyi birbirine bağlayan elektrik anlaşması, 2002’de kuruyan Ölü Deniz’e Kızıldeniz’den su getirmek için, İsrail ile boru hattı anlaşması ve 2004’te Suriye ile Wahdah Barajı anlaşması imzalandı.

Kral Abdullah içerde ve dışarda barış için adımlar attı. Müslüman Kardeşler ile ilişkilerini yumuşatmak için üç bin tutuklu için genel af çıkardı. 2000 yılında, ABD ve İsrail hedeflerine saldıran altı kişi ölüme mahkûm oldu. Aynı yıl, İsrail ile Filistinliler arasındaki çatışmalar nedeniyle İsrail büyükelçisi dört yılığına geri çağırıldı. 2002’de bir Amerikan diplomatının öldürülmesinden sorumlu sekiz militan 2004’te idam edildi.

2000 yılında El Kaide önderi bin Ladin’in görevlendirdiği Ürdünlü Zarkavi Afganistan Herat'da bir eğitim kampı kurmuş ve ağırlıklı olarak Ürdün ve Filistin kökenli kişileri yerleştirmişti. Bu cihatçılar 2003'te Amman'da bir ABD'li uzmanın öldürülmesi ve ABD elçiliğine yapılan saldırıyı gerçekleştirdiler. Aynı yıl Zarkavi, Kuzey Irak Süleymaniye'de kendi örgütü Tehvid wal-Cihad’ı (Tek Tanrı ve Cihad) kurdu ve ilk saldırısını Bağdat'taki Ürdün sefaretini bombalayarak gerçekleştirdi. Bu saldırıda 17 kişi öldü.

Ürdün, 2003’te Irak’ta Saddam’ı deviren koalisyona destek vermiş, kaos ve isyan sırasında Irak’tan binlerce göç almıştı.

2004 yılında, annesi İngiliz olan Kral Abdullah, öz oğlunu ve öz kardeşlerini iktidara getirmek için, annesi Amerikalı olan üvey kardeşi Hamza'dan veliaht prens ünvanını aldı. 2005’te reformların yavaş gittiği gerekçesiyle kralın memnuniyetsizliği üzerine hükümet değişti. Amman’da üç otele düzenlenen El Kaide terör saldırısında 60 kişi öldü. El Kaide, üç otelin ABD'li ve İsrailli casuslar tarafından kullanıldığını ileri sürdü.

2007 seçimlerinde, kabile liderleri diğer hükümet yanlısı adaylar çoğunluğu kazandı, ana muhalefetteki Müslüman Kardeşler ve onun siyasi uzantısı olan İslami Hareket Partisi’nin gücü azaldı. Ilımlı Nadir Dahabi başbakan oldu. Ekonomik reformların yapılamadığı gerekçesiyle, 2009’da kral meclisi feshetti. Ama siyasal sistemi yeterli görmeyen muhalefetteki İslami Hareket Partisi 2010 seçimlerini boykot etti. Hükümet yanlısı adayların kazandığının ilanından sonra ülkede ayaklanmalar başladı. Ocak 2011’den itibaren Tunus ve Mısır’da başlayan iktidar karşıtı ayaklanmalar binlerce Ürdünlünün de sokağa çıkmasına ve gösteriler düzenlemesine neden oldu. Eylemciler, hayat pahalılığını, yolsuzluğu, yoksulluğu, yüksek işsizliği protesto ettiler ve reform talebinde bulundular. Kral Abdullah protestoları bastırmak ve siyasal reformlar yapmak için iki yılda dört başbakan değiştirdi. Ama 2012’de Suriye'deki şiddet ve karmaşa Ürdün'e de sıçradı. Yılsonuna doğru gösteriler arttı. Kral Abdullah meclisi feshetti ve erken seçim kararı aldı. Müslüman Kardeşler ve siyasi kolu İslami Hareket Cephesi seçimleri boykot edeceğini ve gösterilere devam edeceğini açıkladı. Müslüman Kardeşler, kralın yetkilerinin sınırlanmasını istiyordu.

2014’te Suriyeli isyancıları koruma suçlamasına tepki veren Ürdün, Suriye büyükelçisini sınırdışı etti. Ürdün Suriye’deki IŞİD militanlarına hava saldırısı yapan dört Arap ülkesinden biriydi. Aynı yıl, Ürdün’deki Müslüman Kardeşler başkan yardımcısı tutuklandı.

2015’te IŞİD eline geçen Ürdünlü pilotu canlı olarak yaktığı videoyu yayınladı. Ürdün cevaben IŞİD karşıtı harekâtını artırdı ve yakaladığı elemanları idam etti. Suudi Arabistan’ın Yemen’deki isyancı Şii Husilere karşı hava harekâtına katıldı. Avrupa Birliği, Suriye ve Irak krizlerinden olumsuz etkilenen Ürdün’e 100 milyon Euro bağış yaptı.

2016’da Kral Abdullah Ürdün’e daha fazla Suriyeli sığınmacı alamayacaklarını açıkladı. Eylül'de nüfus oranlarına uygun ilk meclis seçimi yapıldı. IŞİD ülkedeki saldırılarına devam etti.

Osmanlı’dan sonra, İngilizler Arabistan’dan dışlanan Haşimileri tatmin için, 1921'de yarı bağımsız bir emirlik kurdu. Tampon Lübnan gibi, Filistin ve Yukarı Ürdün iki ayrı devlet olarak belirlendi. 1946'da bağımsızlığı tanındı. Arap-İsrail savaşlarından sonra mülteci Filistinlilerden etkilendi. Ekonomisi ve toplum düzeni bozuldu. 1970’lerde Batı yanlısı Ürdün, Sovyet yanlısı Mısır, Suriye ve Irak'ın baskılarıyla mücadele etti. 1980’ler ve 1990'lar çok ciddi protesto eylemlerine sahne oldu. 2000'lerde ekonomik ve siyasal reformlara girişti, ama El Kaide terör saldırılarına hedef oldu. Muhalefetteki Müslüman Kardeşler'i de tatmin edemedi. 2011 Arap Baharı ve 2012 Suriye iç savaşından çok etkilendi. Irak ve Suriye’deki iç savaş 8 milyon nüfuslu Ürdün’ü hem siyasi, hem ekonomik hem de insani açıdan olumsuz etkiledi. Şu anda ülkedeki Suriyeli mülteci sayısı BM’ye göre 550 bini geçmiş durumda. Mültecilere yardım için yarım milyar dolardan fazla para harcayan Ürdün, artan nüfusun eğitim ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor.

Ortadoğu’nun İsviçre’si olarak anılan Ürdün, bölgeye yerleşmeye uğraşan Almanya’nın İncirlik'e alternatif üssü adaylarının başında geliyor.

 

Filistin ve İsrail:


Osmanlı çekildikten sonra, Milletler Cemiyeti Filistin’in İngiliz işgalini onayladı ve İngiliz mandası başladı. Amaç Filistin'de bir Yahudi devletini kurmak ve Filistinlilerin haklarını korumaktı. Manda rejiminde önemli kademelere Yahudiler getirildi. İngilizler Filistinlilerin ve Yahudilerin aralarını bulmaya çalışacaklardı. 1921’de sorunlar vardı, ama 1929’a kadar durum sakinleşti. Sonra Kudüs’ü kaybetmek ve artan Yahudi göçü endişesiyle çatışmalar başladı. Kudüs Müftüsü önderliğinde Siyonizm’le ve İngilizlerle mücadele başladı.

Filistin’e Yahudi göçü 1930’lardan itibaren Polonya’da ve Almanya'da yükselen Yahudi düşmanlığıyla birlikte hızlandı. 1931 yılında Yahudiler bölge nüfusunun yüzde 17’sini oluştururken, bu oran 1935’te yüzde 27’ye çıktı.

1936’da şiddet arttı ve asayişi korumak için asker kullanan İngilizler, 34 kayıp verdi. Ama şiddet durmadı. İngilizler, Yahudi göçmen sayısını ve toprak satın alımını sınırlandırmak zorunda kaldı. 1939’da Filistinlilerin kurduğu çeteler ile Siyonist çeteler şiddeti tırmandırdı. İngilizler iki tarafın da liderlerini hapsetti, üç bine yakın Filistin direnişçisini öldürdü. Olayları kışkırtmakla suçlanan Kudüs Müftüsü yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Filistin’deki çatışmalar durdu. Nazi soykırımı nedeniyle Batı’da sempati kazanan Yahudilere Filistin’de Araplar aleyhinde bazı haklar verilmesi gündeme geldi. Bu dönemde müttefikler safında savaşan birçok Yahudi, kazandığı askeri tecrübeyi teröre dönüştürdü. 1945’ten sonra İngilizlere ve Araplara saldırmaya başladılar. Çıkış yolu olarak, İngiltere konuyu Birleşmiş Milletler’e getirdi. 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, ABD baskısıyla, Filistin topraklarının paylaştırılmasına karar verdi. İngiltere Filistin Mandasını BM’ye devretti. Filistin topraklarının yüzde 55'i ve verimli kısımları Yahudilere veriliyordu. Filistinliler ve Araplar BM’nin bu kararını reddettiler. Yahudiler de tedhiş eylemlerini artırdı. 1948 yılı boyunca Hagannah, İrgun, Lehi, Stern gibi çetelerin eylemleri sonucu 750 bin Filistinli Arap evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Filistin Arapları fedai grupları ile saldırılara başladı.

Yahudiler 15 Mayıs 1948’de kendilerine öngörülen bölgede İsrail Devleti’ni ilan ettiler. Filistinliler sonraları bu günü “nakba” yani felaket günü olarak tanımladılar. Ertesi gün Suriye, Ürdün, Mısır, Lübnan ve Irak, İsrail’e savaş açtı. Ama beceremediler ve İsrail Filistinlilere ayrılan toprakların bir bölümünü de işgal etti. 1949 ateşkes anlaşmasıyla Doğu Kudüs ve Şeria Nehri batısı Ürdün’e verildi. Gazze kıyıları da Mısır’ın eline geçti ve çok sayıda Filistinli göçmen olarak Gazze’ye yerleşti. Arap Birliği’nin girişimi ile kurulan Filistin Ulusal Konseyi de, 1 Ekim 1948’de başkenti Kudüs olan Filistin Devleti’ni ilan etti. Ancak egemen olacağı bir toprak parçası olmadığından bu devletin ilanı kâğıt üzerinde kaldı. Türkiye ABD ve SSCB ile beraber, Filistin Devleti’ni de İsrail’i de tanıdı.

Orta Doğu’nun yakın tarihindeki en önemli kırılma İsrail Devleti’nin kurulması oldu. Avrupa bölgeyi ABD liderliğine bırakıyordu. Yahudilik Avrupa'nın sorunu olmaktan çıkarılıp Müslüman dünyanın sorunu haline getiriliyordu. Ağır yenilgi Arap davasına bağlılığı güçlendirirken, siyasi istikrarsızlığı da derinleştirdi.

Sonraki yıllarda pek çok Filistin kurtuluş örgütü kuruldu. Bunlardan en önemlisi gizli olarak 1950'de kurulan Yaser Arafat öncülüğündeki el-Fetih idi. Arap ülkeleri, 1964'te Filistin Kurtuluş Örgütü ve buna bağlı olarak Filistin Kurtuluş Ordusu'nun kuruluşuna yardımcı oldular. Hedefi silahlı direnişlerle İsrail’i yok etmek ve Akdeniz ile Ürdün Nehri arasında bağımsız Filistin Devleti’ni yeniden canlandırmaktı.

1967’deki Altı Gün Savaşı’nda, Mısır’a ait Gazze Şeridi, Sina Yarımadası ile Ürdün'e ait Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Suriye'ye ait Golan Tepeleri İsrail'in eline geçti. İsrail, 1948'de yarısını aldığı Filistin'in kalan bölümünü de işgal etti. Bir milyondan fazla Filistinli komşu Arap ülkelerine ve özellikle de El-Fetih’in yerleştiği Ürdün'e kaçtı. Böylece, 1948 ve 1967 arasında yaklaşık beş milyon Filistinli komşu ülkelere kovulmuş oldu. BM İsrail’in işgal ettiği toprakları terk etmesini istedi.

1967 savaşının önemli bir nedeni de Arapların Şeria Nehri’nin akış yönünü değiştirme istekleriydi. Bu savaş sonucunda İsrail Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Doğu Kudüs gibi su kaynakları açısından stratejik önemi olan yerleri işgal etti.

1967 Kasım'ında 44 yaşındaki Filistinli Doktor George Habbaş Filistin Halk Cephesi örgütünü kurdu. El-Fetih ile ilkelerde anlaşıyordu. Ancak ek olarak Filistin toplumunda devrimci bir değişim ve Arap dünyasındaki bütün gerici rejimlerin yıkılması için çalışılmasını istiyordu. Arap dünyası radikalleştirilmeli ve devrimin kılavuzluğunu üstlenecek Filistinlilerin yanında kavgaya girecek ve İsrail’e karşı koyacak dinamik ve sosyalist yapıda bir topluma dönüştürülmeliydi.

1968'de el-Fetih hareketi FKÖ'ye hâkim oldu, Müslüman, Yahudi ve Hristiyanların eşit haklara sahip olduğu demokratik, laik bir Filistin devleti kurulmasını önerdi. 1969 ‘da FKÖ’nün başına El-Fetih lideri Yaser Arafat geçti. İsrail, El-Fetih’e geniş çaplı operasyon için Karameh şehri yakınlarındaki 40 bin Filistinli mültecinin kamp bölgesine operasyon yaptı, ama Ürdün birlikleri El-Fetih’e destek verince geri çekilmek zorunda kaldı. Karameh çatışmasından sonra Nasır, Arafat’ı Kahire’ye davet etti. Sonra birlikte SSCB’ye gittiler. İsrail işgali altındaki Arap topraklarında sabotaj faaliyetleri arttı. El-Fetih Ürdün’den sonra Lübnan topraklarında da İsrail’e saldırmaya başladı. Doğu Kudüs’teki Mescidi Aksa’nın bir Yahudi tarafından yakılmak istenmesi İslâm dünyasının tepkisine yol açtı. Türkiye’nin de üye olduğu İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ), İsrail’in Kudüs’ten çıkmasına ve Kudüs’e 1967 öncesi statüsünün iade edilmesine karar verdi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de Kudüs’e eski statüsünün geri verilmesini isteyen kararı aldı. İsrail bu kararlara aldırmayıp işgalini sürdürürken FKÖ de İsrail’e yönelik saldırılarını devam ettirdi.

1969'da Nixon Doktrini Körfez güvenliğini Suudi Arabistan ve İran'a emanet ediyor, İsrail ise bu eksenin gizli ayağını oluşturuyordu.

1970’te Ürdün'e sığınan Filistin direniş grupları ile Ürdün ordusu arasındaki iç savaşta Filistinliler başarılı olamadı, Ürdün'de krallık rejimi ayakta kaldı ve Filistinliler için yeni bir vatan ümidi sona erdi ve Ürdün’den çıkarıldılar. Bu FKÖ için büyük bir darbe oldu, merkezini Lübnan’a taşımak zorunda kaldı. Filistin örgütleri, uluslararası terörizme yöneldi. Bir dizi uçak kaçırma, havaalanı katliamı ve İsrail’e intihar saldırıları düzenledi. 1972 Münih Olimpiyatları sırasında 11 İsrailli sporcu ve bir Alman polisi “Kara Eylül” örgütüne mensup Filistinli bir grup tarafından öldürüldü.

1973’te Arap-İsrail Savaşı Mısır, Suriye ve İsrail arasında cereyan etti. Lübnan ve Ürdün başta, tüm Arap ülkeleri Mısır ve Suriye'ye malî, siyasî ve askerî yardımda bulundular. İsrail önce Suriye’yi, sonra da Mısır’ı yine yendi. Ateşkesten sonra iki cephede de BM Barış Gücü görevlendirildi. Savaş sonrasında İsrail'in Gazze ve Batı Şeria'dan çekilme eğilimine girmesi üzerine FKÖ, bu bölgelerde bir devlet kuracağını açıkladı. Ancak, İsrail'in bölgedeki varlığını da kabul eden bu tavır, Suriye desteğindeki örgütler ve Arap ülkeleri tarafından reddedildi ve Red Cephesi oluşturuldu, Filistin Kurtuluş Hareketi parçalandı. Suriye'nin bölgeye müdahale etmeye başladığı bu dönemden sonra, çatışmalar daha da hızlandı. Lübnan'a da giren Suriye, barış yaparak bölgedeki etkinliğini yitirmek istemiyordu. Ama Yaser Arafat başkanlığındaki FKÖ, 1974’teki Arap zirvesinde Suriye ve Libya karşıtı Arap ülkelerinin desteğini aldı ve İsrail işgali altındaki topraklarda ve bu toprakların dışında yaşayan üç milyon Filistin'in tek yasal temsilcisi olduğunu belgeledi. Arafat BM Genel Kurulundaki konuşmasında, Filistin halkının anavatanına dönmesinin sağlanmasını istedi. Genel kurul Filistin halkının self determinasyon, millî bağımsızlık ve Filistin içinde hâkimiyete sahip olma haklarını tanıdı; ayrıca FKÖ’ye Birleşmiş Milletler’in bütün toplantılarında bulunmak üzere gözlemci statüsü verdi.

Filistin sorununun çözümü için gelişme sağlanamaması üzerine, ABD kapsamlı bir Orta Doğu barışı yerine, öncelikle Mısır-İsrail arasında barış sağlanması için harekete geçti, 1975′te Sovyetler Birliği ile ilişkileri kesen Enver Sedat ile anlaşma yoluna gitti. 1978'de Sedat, İsrail Başbakanı Begin ile biri “Ortadoğu İçin Çerçeve Antlaşması”, diğeri “Mısır-İsrail Barışı İçin Çerçeve Antlaşması” adıyla, Camp David ön antlaşmasını imzaladı. Antlaşmalara Araplar büyük tepki gösterdi. Arap ülkeleri FKÖ’nün Filistin halkının tek temsilcisi olduğunu ve sonuna kadar destekleneceğini ilân etti. Arafat, Enver Sedat’ın ve ABD’nin bedel ödeyeceklerini söyledi.

Müzakerelerde Begin, Batı Şeria ve Gazze üzerinde taviz vermedi. Golan tepelerini de katarak yeni Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya girişti. ABD’nin ekonomik baskısına rağmen Begin geri adım atmadı. Sedat, İsrail’in Nil’den Fırat’a kadar yayılabilmek için bölgede karışıklığın sürmesinden yana olduğunu ileri sürdü ve Begin ile birlikte lâyık görüldüğü Nobel Barış Ödülü’nü almaya gitmedi.

Ronald Reagan’ın 1980 seçimlerini kazanmasından ve Dışişleri Bakanlığı’na Alexander Haig’in getirilmesinden sonra ABD’nin Filistin politikası tamamen değişti ve İsrail’in en kuvvetli destekçisi oldu. İsrail Orta Doğu’da Amerika yararına bir kuvvet oluşturuyordu ve tartışmalı bölgelerdeki Yahudi yerleşimleri hukuka aykırı değildi. İsrail, Temmuz 1980’de bütün ve bölünmez olarak başkenti yaptığı Kudüs’ü, Aralık 1981’de su kaynaklarının önemli olduğu Golan Tepelerini de ilhak etti. İsrail’in tek büyük yüzeysel su deposu Galile (Kinneret) Gölü’nün kontrolü çok büyük önem taşımaktaydı. BM Güvenlik Konseyi bunu geçersiz saydı.

1981’de ABD’nin tam desteğini alan İsrail Araplara ve FKÖ hedeflerine karşı harekete geçti. Irak’ın Bağdat yakınlarında inşa etmekte olduğu nükleer santralini havadan bombaladı. 6 Ekim 1981’de Enver Sedat geçit töreni sırasında, yasaklı "Mısır İslami Cihad" örgütüne bağlı bir yüzbaşı tarafından öldürüldü.  

İsrail FKÖ’nü söküp atmak için 1982’de Lübnan’ı işgale başladı. Beyrut’u kuşatarak sivil halkı bombalaması ABD’nin dahi tepkisine sebep oldu. İsrail su ihtiyacını karşılamak için de Litani ve Hasbani nehirlerinin bulunduğu Güney Lübnan’ı işgal etmişti. Bu arada, İsrail’i destekleyen ABD Dışişleri Bakanı Haig’in yerine Araplarla ilişkileri geliştirmek isteyen George Shultz getirildi. Arafat 27 Haziran 1982’de Beyrut’tan çıkmayı prensip olarak kabul etti. ABD yönetimi Filistinli gerillalara yer bulabilmek için Arap ülkeleri nezdinde girişimlerde bulundu. Irak, Ürdün, Suriye, Mısır, Tunus, Sudan, Kuzey ve Güney Yemen hükümetlerinin olumlu cevap vermeleri üzerine FKÖ Beyrut’u terk etti, karargâhını Tunus’a kurdu. Filistinli gerillalardan 600’ü Cezayir’e, 1000’i Tunus’a, 6450’si Suriye’ye, 130’u Irak’a, 260’ı Ürdün’e, 850’si Kuzey Yemen’e ve 1100’ü de Güney Yemen’e yerleşti.

16 Eylül 1982’de İsrail yanlısı aşırı sağcı Hristiyan Falanjist milislerin Lübnan’daki Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına düzenlediği saldırıda 2.750 Filistinli hayatını kaybetti.

ABD Başkanı Reagan, Batı Şeria ve Gazze’de bağımsız Filistin devletinin kurulmasını desteklemedi, bu toprakların İsrail tarafından ilhak edilmesini veya devamlı kontrol altında tutulmasını da onaylamadı. En iyi çözüm şeklinin Batı Şeria ve Gazze özerk yönetiminin Ürdün ile bir konfederasyon kurması olduğunu açıkladı. İsrail’in kendi sınırlarına çekilmesi gerektiğini bildirdi. Buna şiddetle karşı çıkan İsrail, işgal ettiği topraklarda yeni Yahudi yerleşim merkezlerinin kurulmasını hızlandırdı. FKÖ ile Arap ülkeleri de ABD planına karşı çıktı, Eylül 1982’de İsrail’in tamamen çekilmesini ve Filistin’de başşehri Kudüs olan bağımsız bir devletin kurulmasını istedi. İsrail bu planı da reddetti. Filistin Millî Konseyi ise Ürdün ile iki bağımsız devlet arasında bir konfederasyon olmayı tercih ediyordu.

Lübnan’da kalan Filistinli gerillalar Mayıs 1983’te Tunus’ta bulunan Arafat’a karşı ayaklandı. Suriye ve Libya’nın da kışkırtmalarıyla örgüt içinde Arafat’a karşı Ebu Musa liderliğinde yeni bir grup ortaya çıktı. Suriye Arafat’a karşı cephe alınca, 1985 Şubat ayında Ürdün Kralı Hüseyin ile Yaser Arafat ortak harekette anlaştılar. Toprağa karşılık barış ilkesi ile, Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin varlığının kabul edilmesi karşılığında İsrail ile barış imzalanacaktı. Filistin ile Ürdün bir konfederasyon kuracaktı; ancak görüş ayrılıkları yüzünden Kral Hüseyin antlaşmayı 1986’da feshetti. Arafat, Filistin mücadelesinin sadece işgal edilen topraklarda süreceğini açıkladı. FKÖ, bir yandan Lübnan'da Suriye yanlısı örgütlerle, diğer yandan işgal altındaki topraklarda İsrail ile mücadeleye girişti.

1987 yılında Birleşmiş Milletler'in 242 sayılı kararından sonra, FKÖ İsrail’in varlığını tanımaya ve terörden vazgeçtiğini açıklamaya yanaşmadı. ABD ve İsrail de FKÖ’yü muhatap kabul etmemekte direndi. Ağustos 1988’de Ürdün, Batı Şeria’daki Filistinlilerle bağını kopardı, pasaportlarını iptal etti, parlamentodaki temsillerine son verdi. Bunun üzerine, 15 Kasım 1988'de başkenti Kudüs, Devlet Başkanı Yaser Arafat olan bağımsız Filistin Devleti Cezayir'de ilan edildi.

Sekiz yıl önce İsrail’in başkenti ilan edilen Kudüs, Filistin Devleti’nin de başkenti olmuştu. İki devletli çözüm başkent anlaşmazlığıyla tıkanıyordu. Artık, mücadele “İsrail’in terörle savaşı” değil, “bir devletin kendi ülkesini işgal eden bir başka devlete karşı savaşı” olarak görülecekti. Başbakan Turgut Özal, Türkiye'nin Filistin Devleti'ni tanıdığını açıkladı. Ama yeni devleti kırk kadar ülkenin tanımasına rağmen ABD tanımadı. Bu durum karşısında Arafat 242 sayılı kararı kabul etmek zorunda kaldı. Ardından da ABD ile FKÖ arasında Tunus’ta görüşmeler başladı. Ancak ABD bağımsız Filistin Devleti’ni tanıdığını yine açıklamadı.

1988’de, Filistinliler, işgal altındaki Batı Şeria, Gazze ve Kudüs’te 1993’e kadar süren silah kullanmadan taşlarla yaptıkları meşhur İntifada hareketini başlattı. Şeyh Ahmet Yasin, Mısır’da 60 yıl önce kurulan Müslüman Kardeşler örgütünün Gazze kanadı olarak Hamas’ı kurdu. Temmuz 1989’da Hamas’ın ilk intihar saldırısında 22 kişi öldü.

El-Fetih, Ağustos 1989’da, İsrail’in ortadan kaldırılması kararından vazgeçildiğini ve Arafat’ın politikasının desteklendiğini açıkladı. Filistin sorunu yeni bir döneme girdi.

Irak’ın 1990'da Kuveyt’i işgal etmesi Orta Doğu’daki bütün dengeleri değiştirdi. Ama ABD öncülüğünde bir uluslararası askeri güç işgale son verdi. Bu sırada Sovyetler Birliği’nin dağılması ABD’yi Orta Doğu’da tek güç haline getirdi, Filistin meselesini çözmek için baskılarını arttırdı. 1991’de FKÖ’nün Ürdün delegasyonu ile birlikte katıldığı Madrid konferansı İsrail’in uyuşmaz tutumu yüzünden başarısızlıkla sonuçlandı.

Filistin topraklarında şiddetlenen intifada hareketine karşı İsrail’in aldığı sert tedbirler bütün dünyanın tepkisine sebep oldu. Bu sırada ortaya çıkan radikal İslâmî hareket İsrail işgali altındaki topraklarda hızla gelişti. Bu gelişmeler İsrail’i yeni bir barış arayışına sevk etti ve “barış için toprak” sloganıyla seçim kampanyasını sürdüren İşçi Partisi’nin iktidara gelmesiyle yeni bir süreç başladı. İsrail hükümetiyle FKÖ, ABD’nin de onayını aldıktan sonra barış için doğrudan görüşmelere başladılar. 1993’te İşçi Partili İzak Rabin ve Yaser Arafat arasında Washington'da imzalanan "Filistin Özerklik İlkeleri Deklarasyonu" ile beş yıl içerisinde Gazze ve Eriha'da "Özerk Filistin Devleti" kurulması kararlaştırıldı. İsrail, Gazze ve Eriha’dan askerini çekeceğini açıkladı. Arafat yıllarca süren sürgün hayatından sonra Gazze’ye ve Eriha’ya geldi. Filistin Millî Otoritesi yönetimi ele aldı. Filistinlilerden oluşturulan güvenlik kuvvetleri bu topraklarda polis görevi üstlendi. Fakat Gazze hava sahası ile bazı sınırların ve su kaynaklarının kontrolü İsrail’de kaldı.

1990’larda kalabalık bir Sovyet Yahudi grubu İsrail’e göç etti ve çoğu Kudüs’ün doğu ve batısına yerleştirildi. İsrail Doğu Kudüs’te yeni yerleşimler inşa etme planlarını açıkladı.

Ekim 1994’te İsrail ile Ürdün arasında da bir barış anlaşması imzalandı. Aynı yıl El Halil Katliamı yaşandı. Amerikan asıllı bir İsrailli ramazan ayında İbrahim Camii’nde ibadet etmekte olan 29 Filistinliyi öldürdü, 125’ini yaraladı. Tel Aviv’de Hamas intihar saldırısı sonucunda ise 22 kişi hayatını kaybetti. İsrail ve Ürdün 45 yıllık düşmanlığa son veren barış antlaşmasını imzaladı. İsrail Kudüs’te, Müslümanlar için kutsal bölgelerde Ürdün’ün özel rolünü kabul etti.

Eylül 1995’te Rabin ile Arafat, Batı Şeria’nın da Filistin Özerk Yönetimi’ne devri hususunu imzaya bağladı. Filistin Devleti’nin temeli olarak nitelendirilen antlaşmaya iki tarafın da muhalif grupları karşı çıktı ve Beyaz Saray’da imza töreni yapılırken Hamas ve İslâmî Cihad örgütleri Batı Şeria’da genel grev ilân etti. El Halil şehrindeki aşırı sağcı Yahudi yerleşimciler de protesto gösterileri düzenledi.

Kral Hüseyin’le de el sıkışan İzak Rabin, 1995’te, Tel Aviv’in göbeğinde İsrail Gizli Servisi tarafından öldürüldü. Öldüren fanatik bir Siyonist Yahudi idi. Hiçbir İsrailli yönetici, Filistinlilerle kapsamlı bir barışa imza atamazdı. 1996-2013 arasında İsrail halkının çoğunluğu aşırı Siyonist sağcı partileri iktidara getirecekti.

İntifada sonrasındaki savaşlar ve çatışmalar yerini barış dönemine bıraktı. Ama İsrail’in işgal ettiği topraklardan küçük tavizler verme politikaları ve Filistin Özerk Yönetimi’nin Hamas ve El-Fetih arasındaki bölünmüşlüğü nedenleriyle sonuç alınamadı.

1997’de ABD Kongresi Kudüs’ü bölünmez ve değiştirilmez başkent olarak kabul etti ve büyükelçiliğini Kudüs’e taşımak için 100 milyon dolarlık bütçe ayırdı.

2000 yılında İsrail Likud Partisi’nden Ariel Şaron, Kudüs’te Mescidi Aksa’yı ziyaret edince Filistinliler bunu kışkırtma olarak nitelendirdi ve İkinci İntifada başladı. Ertesi yıl, Şaron, Likud Partisi lideri ve Başbakan oldu. Arafat ile müzakerelere devam etmeyi reddetti. Hamas intihar eylemcisi, bir gece kulübüne saldırdı. 21 İsrailli öldü, 100 kişi de yaralandı. İsrail Turizm Bakanı, Kudüs’te Filistin Halk Kurtuluş Cephesi tarafından öldürüldü.  Şaron, Ramallah’a asker gönderdi. Filistin hükümetinin Batı Şeria karargahları kuşatıldı ve topa tutuldu. Arafat bölgeden çıkamadı.

2002 yılında, Arafat’ın katılmadığı Arap devletlerinin Beyrut Zirvesi’nde İsrail - Filistin meselesi tartışıldı. İsrail’e, işgal altında tuttuğu topraklardan çekilmesi, başkenti Kudüs olan Filistin devletini tanıması ve 3 milyon 800 bin mülteciye geri dönüş hakkı vermesi karşılığında normal ilişkiler kurulması teklif edildi. Bu sırada İsrail, Batı Şeria’da bir ayırıcı duvar inşa etmeye başladı.

2002-2004 arasında dört önemli intihar saldırısı gerçekleştiren Hamas’ın kurucularından Şeyh Ahmet Yasin, yerine gelen Abdülaziz El-Rantisi de 2004’te İsrail tarafından öldürüldü. Uluslararası Adalet Divanı, Batı Şeria’yı çevreleyen ayırıcı duvarın uluslararası hukuka aykırı olduğu sonucuna vardı ve yıkılması gerektiğini bildirdi.

Filistin’in devrimci sol gelenekten gelen ve laik milliyetçiliği savunan El Fetih hareketi, bölündü ve 2004’te Yaser Arafat’ın zehirlenerek öldürülmesiyle Batı Şeria’ya hapsedildi, kontrol altına alındı. 2005’te  Beyrut kasabı lakaplı Ariel Şaron İsrail başbakanı, Mahmud Abbas Filistin Ulusal Yönetimi Devlet Başkanı seçildi. İsrail Gazze ve Batı Şeria’nın bir bölümünden çekilme planını tamamladı.

Aynı tarihlerde İsrail'in var olma hakkını tanımayan ve soykırımın Yahudi komplosu olduğunu savunan, aşırı dinci Hamas öne çıktı. İsrail’deki ırkçı ve faşist eğilimler de güçlendi.

2006 Filistin genel seçimlerinde laik milliyetçi El Fetih ve kontrolündeki FKÖ’nün seçimlerdeki başarısızlığı sonrası, Müslüman Kardeşlerin uzantısı Hamas oyların çoğunu aldı. ABD, İsrail ve birçok Avrupa ülkesi Filistin’e yardımlarını kesti. Gazze Şeridi’nde El Fetih ile Hamas çatışmaya başladı. Kontrol tamamen Hamas’a geçti. Mısır, Katar, İslami Cihat ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi Filistinli gruplar, iki taraf arasında arabuluculuk yaptı. Mahmud Abbas seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulundu, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın daveti ile Şam’da Hamas lideri Halid Meşal ile görüştü. 2007’de Mısır’ın arabuluculuğunda Hamas ve El Fetih ateşkes ilan etti. Ulusal Birlik Hükümeti kurma konusunda anlaştılar. ABD güvenlik harcamaları için Mahmud Abbas’a 60 milyon dolar yardımda bulundu. Mahmud Abbas, İsrail’le barış görüşmelerine başladı. ABD ve Avrupa Filistin’e yardım ambargosunu kaldırıldı.

2008’de Hamas tarafından İsrail sınır kasabalarına düzenlenen roket saldırıları nedeniyle, İsrail Mısır’ın da desteğini alarak Gazze’ye ablukaya başladı. 800 bin Gazzeli, sınırdaki duvarları yıkarak Mısır tarafına geçti. Mısır güvenlik güçleri geçişleri yasakladı. İsrail Gazze’ye büyük bir saldırı düzenledi. 117 Filistinli öldü, 200 de yaralı vardı. 800 ev tahrip edildi. Mısır’ın arabuluculuğunda Hamas ile İsrail arasında altı aylık ateşkes imzalandı. Ama roket saldırılarını gerekçe gösteren İsrail, bir polis merkezini vurarak 140 polisi ve 200’ü aşkın Filistinliyi öldürdü. 2009 başında Gazze Şeridi’nde kara operasyonuna başladı. Hamas’ın bazı üst düzey liderleri, İçişleri Bakanı ve ailesi İsrail’in füze saldırısında hayatını kaybetti. 22 gün süren operasyonun ardından İsrail ateşkesi kabul ederek yerle bir ettiği Gazze Şeridi’nden çekildi. Gazze’de Hamas güçleri ile El Kaide’yle bağlantısı bulunduğu iddia edilen Cündü Ensarullah grubu arasında çıkan çatışmada, 22 kişi öldü, 100 kişi yaralandı. Cündü Ensarullah, Gazze’de bir “İslami Emirlik” ilan etmiş ve Hamas’ı dinden uzaklaşıp Batı’ya yanaşmakla suçlamıştı.

Kasım 2009’da BM Genel Kurulu, İsrail’in, Gazze operasyonunda savaş suçu işlediğini kabul etti. 2010 başında, Hamas’ın bir komutanı, Dubai’de Mossad ajanları tarafından öldürüldü. Ocak ayında İngiltere’den yola çıkan ve insani yardım malzemesi taşıyan konvoy Gazze’ye ulaştı. Beş ay sonra, İnsani Yardım Vakfı girişimiyle Gazze'ye yardım taşıyan Mavi Marmara ve beş gemiye uluslararası sularda, İsrailli komandolar saldırdı. Eylemcilerden bir kısmı öldürüldü, bir kısmı yaralandı ve gemiler yolcularıyla birlikte rehin alındı. Mısır, Refah Sınır Kapısı’nı üç yıl sonra süresiz olarak açarken; İsrail de ambargoyu hafifletme kararı alarak Gazze’ye girebilecek malların listesini yeniledi. İsrail, taviz verebileceği barıştan vazgeçmiş, sürekli savaş ve işgal stratejisine geçmişti. ABD için El Kaide neyse, İsrail için Hamas aynı işlevi görüyordu: savaş için önemli bir bahaneydi.

İsrail’in Kudüs politikalarının değişmemesi, 4,5 milyonu bulan Filistinli mülteciye geri dönüş hakkının tanınmaması, 500 bin İsrailli yerleşimcilerin artması, su kaynaklarının kullanılmasında Filistin halkının göz ardı edilmesi ve Batı Şeria’da duvar inşasının Uluslararası Adalet Divanı’nın kararına rağmen devamı önemli sorunlardı. Mart 2010’da İsrail Doğu Kudüs’te yeni 1600 yerleşim yeri inşasına karar verdi. Kudüs başkentti, görüşme konusu olamazdı.

Barış müzakereleri Eylül 2010’da, Filistin lideri Mahmud Abbas ile İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından Washington’da yeniden başlatıldı.

Eylül 2011’de İsrail'in Gazze Şeridi'ne hava saldırıları devam etti, 18 Filistinli yaşamını yitirdi. İsrail ve Hamas, binden fazla Filistinli mahkûmun serbest kalması için anlaştı.

Filistin Yönetimi, Birleşmiş Milletler'e tam üye ‘devlet’ statüsü kazanmak amacıyla başvurdu. UNESCO Genel Konferansı'nın kararı ile kurumun 194'üncü üyesi oldu. ABD, Filistin'in UNESCO'ya üyelik başvurusu kabul edilince, örgüte Kasım 2011'de yapmayı planladığı 60 milyon dolarlık ödemeyi iptal etti. Hamas ile Fetih, Filistin'de hükümet kurulması konusunda ilk adımı attı. Mısır'da 2011 devriminin ardından Müslüman Kardeşler'in siyasi kolu Hürriyet ve Adalet Partisi iktidara gelince, Hamas rahatladı. İsrail ablukası altındaki iki milyon nüfuslu Gazze şeridinin tek çıkışı olan Mısır sınır kapısı Refah açıldı.

İsrail on yıldır Batı Şeria’da Kudüs’ü çevreleyen 730 kilometre uzunluğunda bir duvar inşa ediyordu. Yüzde 80’i Filistin toprakları olan Batı Şeria’nın içinde inşa edildi. Diğer kısımda ise inşaat çalışmaları devam etti.

Mart 2012’de İsrail'in, uçaklar, helikopterler ve hücumbotlarla Gazze’de 25 Filistinliyi öldürğü operasyonları sonrasında, taraflar Mısır'ın arabuluculuğunda anlaşmaya vardı.

Kasım 2012’de BM Filistin’e, BM’de üye olmayan gözlemci devlet statüsünü verdi. Oylamada İngiltere çekimser, ABD hayır oyu kullandı.

Aynı günlerde Yaser Arafat'ın son direnişini yaptığı El Mukataa'daki mezarı açılarak kemiklerinden örnek alındı. İsviçreli bilim insanları, Arafat'ın kemiklerinde normalin 18 katı radyoaktif polonyum maddesine rastladı, Filistinli liderin yüzde 83 ihtimalle polonyum ile zehirlendiğini ifade ettiler.

Mısır'da Temmuz 2013 darbesiyle Müslüman Kardeşler'in desteklediği Mursi devrilince, Gazze şeridine bağlanan Refah sınır kapısı 'ihtiyaç oldukça' açılmak üzere yeniden kapandı.

Temmuz 2014’te İsrail Gazze’ye 51 gün sürecek saldırılarını başlattı. İki binden fazla Filistinli öldü, 10 binden fazlası yaralandı. Haziran 2015’te Filistin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) resmen üye oldu ve İsrail hakkında suç duyurusunda bulundu.

1950’de 750 bin olan Filistinli sığınmacı sayısı bu gün beş milyona ulaştı. Bunların 1,5 milyondan fazlası Ürdün, Lübnan, Suriye, Gaza ve Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria’da yaşıyor. İsrail ise son altı yıldır barış istemeyen, sağcı ve siyonistlerin iktidarında yönetiliyor.

Osmanlı çekildikten sonra 30 yıl İngiliz mandasında yaşayan Filistin'de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Birleşmiş Milletler'in arkasına saklanan İngiltere ve ABD İsrail Devleti'ni kurdular. Çevredeki Arap ülkeleri 25 yıl içerisinde İsrail'e karşı yürüttükleri üç savaşı da kaybettiler. Filistinli Arapların direniş örgütleri ile Ürdün ve Lübnan'dan yürüttükleri mücadele siyasi çözümü getirmedi. Ama FKÖ Birleşmiş Milletler'de tanındı. 1980'den sonra ABD'de yönetime gelen Cumhuriyetçilerin Evanjelist kanadı İsrail'e daha fazla destek verdi. 1989'da FKÖ İsrail’in varlığını tanıdı ve terörden vazgeçti. 1995'te Özerk Filistin Devleti kurulmasını kabul eden İsrail'de aşırı sağ, Filistin'de uzlaçma yanlısı olmayan Hamas güçlendi. 8,3 milyon nüfuslu İsrail ve 4,9 milyon nüfuslu Filistin devleti 69 yıldır süren şiddet, kan, düşmanlık dolu mücadeleyi sona erdirme konusunda şanslı görünmüyorlar.

 

Mısır:


1922’de Mısır tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan ederek, 1882’de başlayan İngiliz egemenliğine şeklen son verdi. Hıdiv Ahmed Fuad Paşa I. Fuad adıyla kral oldu. Halk desteği zayıf olan kral, halkın gerçek temsilcisi Vafd (heyet) Partisi ve İngiltere arasında siyasi mücadele başladı. 1924-1929 arasındaki tüm seçimleri Vafd Partisi kazandı ama İngilizler ve kralla anlaşamadığından yönetime geçemedi. Kral Fuad yeni bir anayasa ve seçim yasası çıkardı. Vafd'ın boykot ettiği seçimden güçlü bir çoğunlukla çıkan saraya bağlı hükümet aracılığıyla yönetimi sürdürdü. Oğlu İngiliz-Amerikan yanlısı, Osmanlı asıllı Kral Faruk, II. Dünya Savaşı'nın başlarında İngilizlerin Mısır'daki üsleri kullanmasına ses çıkarmamakla beraber tarafsız kalmaya çalıştı. Savaş sonrasında İngiliz birliklerinin çekilmesi için milliyetçi talepler gündeme geldi. Siyasi sahnede Şeyh Hasan el Benna tarafından 1928'de kurulan Müslüman Kardeşler (İhvan) militan kitle örgütüne dönüşüp öne çıkmıştı. İhvan Atatürk’ün hilafete son vermesine de tepkiliydi. Kahire'de kitle gösterileri ve şiddet eylemleri sıklaştı. Mısır'ın 1947'de konuyu Birleşmiş Milletler'e götürmesi de kilitlenmeyi çözemedi.

Bu arada, Fransa’yı etkisiz kılmak isteyen İngiltere’nin desteğiyle, Mısır, Ürdün, Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Lübnan, Yemen ve Filistin temsilcileri 1945’te Kahire’de Arap Devletleri Birliği veya Arap Ligi’ni kurdu.

1948’de İsrail kurulunca yaşanan savaşta Araplar yenilince, Mısır kraliyet ailesine güven azaldı. 1950 seçimlerini kazanan Vafd Partisi İngilizlerle bir uzlaşmaya varamayınca savunma antlaşmasını bozdu. İngiliz karşıtı gösterileri gerilla saldırıları izledi. İngilizlerin Ocak 1952'de İsmailiye askeri harekâtı olayları tırmandırdı. Art arda hükümet değişiklikleri Mısır'da iktidar boşluğu yarattı. Temmuz 1952'de Kral Faruk'u darbeyle deviren Hür Subaylar Hareketi yönetime el koydu. 30 yıl süren Mısır Krallığı son buldu.

Hür Subaylar Hareketi’nin gerçek lideri Arap milliyetçisi Albay Cemal Abdül Nasır, 1954’te iktidarı ele aldı. Mısırlılardan ‘halk’, Araplardan ‘millet’ olarak söz etti. Batı karşıtı yönetimlerin başını çekmeye başladı.

Mısır İngiltere ile 1954'te Süveyş Kanalı bölgesinin bo­şaltılması konusunda anlaşmaya vardı. Ancak Mısır'ın 1955'te Türkiye, İran, Irak, Pakis­tan ve İngiltere arasında Sovyet etkisini sınırlamak için ABD’nin kendisine yakın ülkelere kurdurduğu Bağdat Paktı'na karşı çıkması ABD ve İngiltere ile arası­nın açılmasına sebep oldu. ABD Assuan Barajı’nın yapımı için Dünya Bankası kredisinin dondurulması ile tehdit etti. Bu fırsatı kaçırmayan Sovyetler Birliği, barajın finansmanını üstlendi ve bölgeye yerleşti.

Nasır, Arap ülkelerinin İsrail'e karşı başlattığı boykotta en önemli rolü üstlenerek İsrail gemilerinin Süveyş Kanalı'ndan geçişine izin vermedi. 1956’da Süveyş Kanalı’nı devletleştirdi. İsrail, İngiltere ve Fransa Mısır’a karşı ortak harekâta geçtiler ve Sina Yarımadası’nı işgal ettiler. Bombardıman sürerken Nasır, “Camilerimiz yıkılıyor, ama bazı Müslüman ülkelerden ses seda yok. Yanımızda olmayan Müslüman ve Arap ülkelere lanet! Nuri Said, Menderes bir gün kendi halkı tarafından asılacak. Emperyalistlere lânet!” diye bağırıyordu. ABD, İngiliz-Fransız harekâtını desteklemedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi olayı kınadı. İsrail, Fransa ve İngiltere bölgeyi bombaladı, Süveyş Kanalı'na paraşütle asker indirdi. SSCB çok sert bir tutum takındı, nükleer silahları ve füzeleri alarma geçirdi. Askeri harekât, 7 Kasım'da durduruldu. İki ay sonra İngiliz Başbakanı Eden istifa etti. 1957’de ABD ve SSCB’nin baskısıyla işgal büyük ölçüde kaldırıldı. Mısır Sina Yarımadası’nın bir kısmını geri alamadı ama Süveyş Kanalı’nın Mısır’ın elinde kalması Nasır’ı Arap milliyetçiliğinin yıldızı yapmaya yetti. Çoğunluğu yabancıların elinde olan birçok sektör devletleştirildi.

Arap milliyetçiliği ve Arap birliği yolunda, Mısır ve Suriye 1958'de, Birleşik Arap Cumhuriyetini kurdu. Siyasi birleşme referandumlarla onaylandı. Na­sır yeni devletin başkanı seçildi. 8 Martta Yemen ortaklığa katıldıysa da Kasım 1959'da ayrıldı.

Nasır Suriye’nin başına, yakın adamı Abdülkerim Amir’i atadı. Mısırlı generaller, Suriye ordusunun önemli noktalarına getirildi. Baas dâhil tüm siyasi partiler kapatıldı. Nasır’ın Suriye’de büyük bir toprak reformuna girişmesi, Suriyeli ayan sınıfını tedirgin ederken, işyerlerinin devletleştirilmesi Suriyeli iş çevrelerini korkuttu. Buna Nasır’ın millici politikalarına kızgın olan Batı ülkelerinin kışkırtmaları eklenince Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin suyu ısındı. 1961’de Baasçı subaylar birlik karşıtı bir ayaklanma başlattı. Nasır müdahale etmedi, Araplar arası kavgayı önlemek için Suriye’nin birlikten çekilmesine izin verdi. Mısır bundan sonra da Birleşik Arap Cumhuriyeti adını 1971'e kadar kullanmaya devam etti. O tarihte bugünkü resmi adı olan Mısır Arap Cumhuriyeti ismini aldı.

Nasır, 1961’de, Hindistan ve Yugoslavya ile Bağlantısızlar hareketinin kurucusu oldu. Ölünceye kadar hareketi destekledi. Arap birliğine yö­neldi. Filistin'in kurtuluşu ve Afrika'daki sömürge ülke­lerinin bağımsızlıklarını kazanmaları için çeşitli girişimlerde bulundu. 1962 yılında Yemen'de Nasır yanlısı bir grup subayın yaptığı darbenin ardından çıkan iç savaşta dev­rimcilerin yanında yer alması, Mısır ve Su­udi Arabistan'ı karşı karşıya getirdi ve sa­vaş sonunda Yemen ikiye bölündü.

Nasır'ın sosyalist sistem kurma çabaları 1960’ların başında başladı. Devletleştirme hızlandı. Tarım topraklarındaki özel mülkiyet sınırlan­dırıldı. Tek parti konumundaki Arap Sos­yalist Birliği'ne hâkim rol verilirken meclisin en az yarısının işçi ve köylülerden oluşması hükmü getirildi. Devlet başkanı meclis tarafından seçilmekle birlikte ge­niş yetkilerle donatıldı, meclise de sadece başkanın tayin ettiği hükümeti kontrol yetkisi tanındı.

Mısır bağlantısız ülkelerden sayılmakla birlikte 1960’ların ortalarına doğru Sovyetler Birliği etkisi arttı. Assuan Barajının 1964'teki açılışına Kruşçev'in de katılmasının ardından Nasır de­falarca Sovyetler Birliği'ni ziyaret etti ve iki ülke arasında askerî ve ekonomik iliş­kiler ilerledi.

1966'da Mısır ile Suriye arasın­da beş yıllık bir savunma antlaşmasının imzalanmasından sonra 1967 baharında İsrail-Suriye ilişkilerinin iyice gerginleş­mesi Mısır'ın da meseleye müdahale et­mesini gerektirdi. Mı­sır, Ürdün ve Irak arasında bir askerî itti­fak antlaşması daha imzalandı. Beş gün sonra, önleyici savaş iddiasıyla İsrail baskın tarzında Mı­sır'a saldırdı ve Mısır hava kuvvetlerini im­ha etti. Mısır, Suriye ve Ürdün büyük hezimete uğradı. İsrail, Gazze Şeridini, Sina yarımadasını ve Süveyş Kanalı'nın doğusunu işgal etti. Ortak hareket kararına rağmen, Suriye ordusu Mısır ordusuyla eş zamanlı harekete geçmeyerek yenilgiye katkıda bulundu.

Mısır ile Yemen konusunda karşı karşıya gelen Suudi Arabistan 1967 savaşına katılmamıştı. Mısır askerlerini Yemen’den çekince gerilim bitti. Suudi Arabistan Mısır, Suriye ve Ürdün’e ekonomik yardıma başladı.  

Mısır'da ve Arap ülkelerinde büyük itibar kaybına uğrayan Nasır yenilginin sorumluluğunu üstlene­rek istifa etti. Fakat halkın lehindeki göste­rileri üzerine görevde kalmaya devam etti. Ama rejime karşı güvensizlik doğdu ve Nasır'ın politikaları çok farklı ke­simler tarafından eleştirilmeye başlandı. Arap milliyetçiliğinin de yenilgisi yaşandı. Ekonomik iyileşme 1967 savaşı ile yerle bir oldu, milliyetçiler geriledi, İslamcılar büyüdü. İslam dünyasında İslamcı tezler konuşulmaya başlandı. Selefi, Vehhabi hareket sahneye çıktı. Geniş halk kesimle­ri rejim karşıtı gösteriler dü­zenledi. Nasır 1968'de bir reform planını kabul etti, 1969'da kurulan İslâm Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) üye ol­du.

İsrail’e destek olan ABD, milliyetçi, laik, sosyalist ve Arap Birliği’nin lideri Nasır’ı ve aynı zamanda Bağlantısızlar Blokunu da cezalandırmıştı. 

1970’de kalp krizinden ölen Nasır’ın yerine yardım­cısı Enver Sedat geçti. İlk işi Birleşik Arap Cumhuriyeti adını Mısır Arap Cumhuriyeti yapmak oldu ve İslâm hukuku anayasanın asıl kay­naklarından biri kabul edildi. Arap Sosyalist Birliği tek parti konumunu koruyordu. Sedat, Nasır’ın devlet sosyalizmini terk ederek, kapitalizme yaklaştı. Sovyetler Birliği’ne uydu olmuş, borç batağı içinde, harap bir ülke devralmıştı. ABD’nin desteğinin Mısır için önemli olduğunu düşünen Sedat, SSCB ile ilişkilerini kesmeye yönelik politikalar izledi. İsrail’i pazarlığa zorlamak için tasarladığı saldırısı öncesinde, ülkedeki Sovyet danışmanları sınır dışı etti. Savaşta İsrail’in bileğini biraz büktükten sonra, ABD ile tam müttefik haline gelecekti. Sedat 1973’te Yom Kippur Savaşı’nı başattı, başlangıçta üstünlük sağlasa da, ABD’nin İsrail’e askeri yardımıyla durum dengelendi. Barış görüşmelerinde, Sedat Süveyş Kanalı çevresini ABD ve SSCB’nin baskıları sayesinde İsrail’den geri aldı.

Sedat, içerde de Nasır’ın izlerini silmeye çalışıyordu. Nasır’ın benimsediği sosyalizmin yerine Mısır’ı dış yatırımlara açtı, liberalizm politikaları izledi. Ama bu zenginleri daha zengin yaptı, orta sınıfı biraz rahatlattı, az gelirliler daha zor duruma düştü. Mısır ekonomisi ve toplumu için tam bir çözüm olmadı. İşkencenin yasaklanması, Nasır döneminde suça bulaşan yetkililerin yargıya teslimi, halkın siyasete katılımını artırdı, ama ülkedeki gerilim ve hoşnutsuzluk azalmadı. Şiddet eylemleri çoğaldı, bu da baskıyı getirdi.

1976’da Sovyetlerle imzalanan Dostluk ve İşbirliği Anlaşmasını feshetmesi, Mısır’ın ABD yanlısı politikalar takip edeceğini gösteriyordu. Savaş sonrasında Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın başlattığı petrol ambargosu, Sedat’ın planıyla örtüşmüyordu. Faysal’ın 1975’te sahneden çekilmesi, Sedat’a uygun bir zemin sağladı. 1977’de Kudüs’ü ziyaret etti ve İsrail meclisinde yaptığı konuşmayla Yahudileri barışa davet etti. Bunun üzerine, ABD Başkanı Jimmy Carter Sedat’ı ve Başbakanı Begin’i Camp David’de üçlü görüşmelere davet etti. 1979’da Camp David’de attığı imza ile Mısır İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi oldu. Antlaşma önce mecliste, ardından halk oylamasıyla kabul edildi. İsrail, askerlerini Sina Yarımadasından çekecekti. ABD ile ilişkiler gelişti, Mısır en fazla ABD dış yardımı alanlar arasına girdi.

Antlaşmaya Araplar büyük tepki gösterdi. Ortak Arap davası sona ermişti. Bu anlaşmanın ardından, Arap Ligi Mısır’ın üyeliğini askıya alarak merkezini Tunus’a taşıdı. Mısır'da muhalifler Sedat'ın iç ve dış politikalarını şiddetle eleştirme­ye başladı. Ekonomik açılma politikaları­nın da başarısızlığı muhalefetin halktan büyük destek görmesine yol açtı. Bunun üzeri­ne Sedat 1980'de bir sansür yasası çıkardı. Öte yandan dinî çev­relerin talepleri anayasanın 1980 yılın­da değiştirilmesi sırasında dikkate alındı ve anayasa ana kaynak­larından biri olan İslâm hukuku tek kaynak haline geldi. Bunlar milliyetçiliğe son noktayı koydu. Milliyetçiliğin boşalttığı alanı İslamcı ideoloji almaya başladı. Buna karşı çıkan Hristiyan Kıptî azınlık Sedat'ın politikalarını eleştirmeye başladı, Müslümanlarla aralarında kanlı olaylar meyda­na geldi. Bütün kesimleri karşısına alan Sedat, çareyi Kıptîlerin önderi pa­panın da aralarında bulunduğu her kesimden çok sayıda aydını tutuklat­makta buldu.

Yom Kippur Savaşı’nda kazanılan zaferin yıldönümü olan 6 Ekim 1981’de düzenlenen geçit resmi sırasında Enver Sedat, Cihad örgütü üyesi bir subay tarafından öldürüldü, yerine Hüsnü Mübarek geçti.

Müba­rek, Sedat'ın siyasetini ana hatlarıyla sürdürdü. İsrail'in 1982'de Lüb­nan'ı işgalinden sonra Mısır İsrail büyükelçisini geri çekti. Bu arada barış ant­laşması gereği Sina yarımadası Mısır'a geri verildi.

1980'lerdeki İran-Irak savaşı Mısır'ın yal­nızlıktan kurtulması için bazı fırsatlar or­taya çıkardı. 1987 Arap Birliği zirvesinde Mısır'la dip­lomatik ilişkiler kurulması konusunda ülkeler serbest bırakıldı. 1989 Arap Birliği zir­vesinde Mısır tekrar birliğe kabul edildi ve birkaç ay sonra Birliğin Tunus'­taki merkezi tekrar Kahire'ye taşındı, ge­nel sekreterliğine de Mısır Dışişleri Bakanı getirildi. Böylece Mı­sır tekrar Arap ülkeleri arasında liderlik rolünü üstlendi.

1989'da ABD’nin İsrail-Filistin meselesini hallet­mek için Filistin Kurtu­luş Örgütü'nün anlaşma masasına otur­ması konusunda Mısır önemli rol oynadı. 1991 Madrid barış görüş­melerine Mısır da katıldı ve bütün ağırlığını koydu. ABD ile stratejik ortak­lığını geliştiren Mısır, Irak'ın Kuveyt'i iş­gali ile çıkan 1991 Körfez krizi sırasında çok uluslu gücün yanında yer aldı, buna karşılık ABD’ye borcunun 7 milyar dolarlık kısmı silindi.

Mübarek, dış politikada kısmen sağladığı başarıyı ülke içinde gösteremedi. Demokrasi ve insan haklarıyla ilgili ciddi bir gelişme sağlanamazken, güvenlik güçlerinin, başta İslamcı gruplar olmak üzere, çok sayıda muhalif unsuru baskı altında tutma uygulaması uzun yıllar devam etti.

2000 seçimlerinde meclisteki 454 sandalyenin 388’i yönetimdeki Milli Demokrasi Partisi’ne (MDP) aitti. Müslüman Kardeşler örgütü yasadışıydı, dini temel alan bir siyasi parti yasaklıydı. Üyeleri meclise bağımsız adaylar olarak giriyordu.

1991’den sonra Mübarek kamu sektörünü daraltan, özel sektörü güçlendiren ekonomik reformlar yaptı. Ama zor dönemler geçirdi. Arap ülkeleri boykotu, terörün turizm gelirlerini azaltması, işçi dövizlerinde azalma, petrol fiyatlarındaki oynamalar, artan askerî harcamalar bütçe açığını sürekli arttırdı. Bunun dış borçlarla kapatılmaya çalışılması sonunda IMF ile stand-by anlaşmaları yapıldı. Oğlu Ala’nın ihale ve özelleştirmelerdeki yolsuzluk ve rüşvet söylentileri, Mübarek’in ve ekonomik reformlarının desteğini ciddi olarak düşürdü. Diğer oğlu Cemal’in kuşkulu finans girişimleri yolsuzluk iddialarını artırdı.

2003 Irak krizinde, Mısır oldukça zor durumda kal­dı. Bir taraftan ABD’ye karşı müttefik ülke sorum­luluğunu, di­ğer taraftan iç istikrar için ABD karşıtı tepkileri göz önünde bulundurması gere­kiyordu. ABD kar­şıtı gösteriler zaman zaman rejim aleyh­tarı hareketlere dönüştü.

2005'te Mübarek, yapılan çok adaylı seçimde, yüzde 88 oyla yeniden cumhurbaşkanı oldu. Seçimi kazandıktan sonra, görevini oğlu Cemal'e bırakmaya hazırlandığı gerekçesiyle muhalifler tarafından eleştirildi.

Mübarek son döneminde, liberal ekonomi ile bazı sektörlerde canlanma yaratmasına rağmen işsizlik, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadelede başarılı olamadı. Halkın büyük çoğunluğu yoksulluk sınırının altında yaşamak durumunda kaldı. Mübarek, Mısırlı gençlerin işsizlik sorununu çözmek için kalıcı politikalar ortaya koyamadı.

Tunus’ta başlayıp, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde demokratik reform talebiyle gösteri ve çatışmalara neden olan Arap Baharı hareketi, 2011 yılının Şubat ayında Mısır’a da sıçradı. Mübarek, 18 gün süren protesto gösterilerinin ardından istifa etti, yönetim orduya geçti. Mübarek, oğulları Ala ve Cemal ile birlikte tutuklandı ve eski devlet yetkililerinin yargılanmasına başlandı.

2012’de Hüsnü Mübarek ömür boyu hapse mahkûm oldu. 30 Haziran’da Müslüman Kardeşler'in (İhvanı Müslimin) kurduğu, Özgürlük ve Adalet Partisi'nin başkanı Muhammed Mursi % 51 oyla cumhurbaşkanı oldu. Sonra, liberal, milliyetçi ve devrimci genç gruplardan oluşan muhalif güçlerin karşı çıktığı, şeriat düzeni getiren yeni anayasayı 15 Aralık 2012'de referanduma sunulacağını duyurdu. Bunun üzerine Mursi karşıtı protestolar şiddetlendi. Devlet binaları ve Müslüman Kardeşler binası işgal edildi. Cumhurbaşkanlığı Sarayı ateşe verildi. Mursi'nin istifasını isteyen halka yüksek yargı da destek verdi. 51 milyon seçmenden yalnızca 10 milyonu yeni anayasaya "evet" dedi. Seçmenlerin çoğu sandığa gitmedi. Ancak Mursi, seçmenlerin sadece yüzde 25'inin desteğini alan yeni anayasanın meşru olduğunu savundu.

Ocak 2013 Yüksek Mahkeme kararıyla, Mübarek’in yeniden yargılanması Mayıs'ta başladı. Yeni Hükümete karşı eylemlerin dozu artıyordu. 30 Haziran 2013’te, Tahrir Meydanı'nda 15 milyon kişi Mursi'nin istifasını istedi. Mısır Genelkurmay Başkanı Abdülfettah el Sisi, protestolar sırasında hükümet ve eylemcilere verdiği 48 saatlik uzlaşma süresinin ardından devlet yönetimine el koydu. Mısır'ın demokratik seçimlerle iktidara gelen ilk cumhurbaşkanı Mursi, göreve başladıktan bir yıl sonra, 3 Temmuz 2013'te darbe ile devrildi ve hapse atıldı.

Mursi'nin yönetiminde ekonomi toparlanamamış ve radikal islami örgütlenmeler güç kazanmıştı. Mursi darbeyi kabul etmediğini açıkladı ve yandaşlarına direnmelerini söyledi. Bunun üzerine protestolar başladı ve Müslüman Kardeşler mensupları eylemlere girişti. Ordu, halka ateş açtı, 120 ölü, dört binin üzerinde de yaralı vardı. Türkiye sınırdışı edilen Müslüman Kardeşler üyelerine kucak açtı. Katar ve Türkiye, Mursi’nin Müslüman Kardeşler iktidarına bir yıl içinde yaklaşık 10 milyar dolar yardım yaptı. Bir tarafta Mursi’nin İslami yönetimini destekleyen Türkiye ve Katar, karşı tarafta darbeyi destekleyen Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt vardı. Suudi Arabistan, Mursi'ye yapılan darbede büyük rol oynamıştı. Sisi komutasındaki orduya milyarlarca dolarlık yardım yaptı. Müslüman Kardeşler, 1990’da Kuveyt’i işgal eden Irak lideri Saddam Hüseyin’e karşı yabancı kuvvetleri müdahaleye çağıran Suudi Arabistan’ı kınayınca ilişkiler bozulmuştu. Müslüman Kardeşler’e karşı duyulan şüpheler, 11 Eylül 2001’den sonra düpedüz düşmanlığa dönüştü. Müslüman Kardeşler Suudi gençliğini radikalleştirmekle suçlandı.

Katılımın düşük olduğu 2014 seçiminde seçilen Abdülfettah el Sisi, görevi geçici cumhurbaşkanından devraldı. Aynı yıl Almanya ve ABD'nin desteklediği Sisi, İtalya ve Fransa'yı ziyaret etti, Vatikan'da Papa Françesko ile görüştü. Devrilen Mursi 2015 yılında 'Hamas'a istihbarat sağlamak' ve 'hapisaneden firar etmek' suçlamasıyla yargılandığı davalarda idam cezasına çarptırıldı. Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın üst düzey 17 yöneticisine daha idam cezası verildi. Başta ABD, Uluslararası kuruluşlar cezayı kınadı.

2015'te, Rusya Devlet Başkanı Putin, 10 yıl aradan sonra Kahire'ye gelmesini, CIA Başkanı izledi. Sisi, Almanya, Macaristan ve İngiltere'yi ziyaret etti. Mısır Türkiye ile Ro-Ro ve karayolu transit taşımacılığı anlaşmasını tek taraflı iptal etti,

Cumhurbaşkanı Sisi 2016'da Güney Kıbrıs’ta, Yunan ve Rum liderlerle, Doğu Akdeniz’in üç ülke arasında paylaşılması zirvesine katıldı. Süveyş Kanalı’nı genişletip uzattı. Mübarek’in düşmesinden bu yana politik ve ekonomik krizle boğuşan ülke için hayati önem taşıyordu. Başbakan Yıldırım, darbe olmasına rağmen Mısır'la ekonomik, kültürel ilişkilerimizi geliştirmek istediğini açıkladı.

2016 Ağustos ayında, Mısır Başbakanı Şerif İsmail, Fethullah Gülen'in iltica talebini olumlu karşılayacaklarını söyledi. AKP iktidarının Müslüman Kardeşleri desteklemesi ve Mısır yönetimini darbecilikle suçlamasına karşılık veriliyordu. 

Mursi’ye verilen, hapishaneler baskını davasından idam cezası 15 Kasım 2016'da yüksek mahkeme tarafından bozuldu. Ama büyük casusluk davasından 25 yıl, İttihadiye Sarayı olayları davasından 20 yıl, Katar adında casusluk davasında 40 yıl olmak üzere toplamda 85 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yargıya hakaret davasının duruşmaları ise devam ediyor.

Yeniden yargılanan Mübarek 2015’te üç yıl hapse mahkûm edildi, ceza 2016’da onandı, protestocuların ölümünden sorumlu tutulduğu davadan beraat edince, 24 Mart 2017'de serbest bırakıldı.

9 Nisan 2017'de Kıpti Hristiyanlara ait iki kilisenin bombalanması, 43 kişinin ölümü 119 kişinin de yaralandığı olaylar sonrası Mısır’da üç ay süreyle olağanüstü hal ilan edildi. Cumhurbaşkanı Sisi, cihatçılara karşı savaşın uzun ve acılı olacağını söyledi. Daha önce de Kıptîleri hedef alan IŞİD, saldırılarının devamının geleceğini açıklamıştı.

1922’de Mısır tek taraflı olarak bağımsızlığını ve krallığını ilan etti, ama İngiliz askerleri ülkede kaldı. 1948’de İsrail kurulduktan sonra, Mısır 1951'de İngilizlerle savunma antlaşmasını bozdu.1952'de yönetime el koyan milliyetçi subaylar Batı yanlısı 30 yıllık Krallığa son verdi. Batı karşıtı, bağlantısız ve Sovyetler Birliği yanlısı yönetim başladı. 1967 savaşı sonrası milliyetçiler geriledi, İslamcı Selefi, Vehhabi hareket sahneye çıktı. 1970’de ölen Nasır’ın yerine geçen Enver Sedat 20 yıllık sosyalist sistemi başarısız bularak, ABD ve Batı yanına geçti. 1979’da İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi oldu. Yerine geçen Hüsnü Mübarek bu siyaseti sürdürdü. Başta İslamcılar olmak üzere, muhalifleri baskı altında tuttu. Ama liberal ekonomi ile işsizlik, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadelede başarılı olamadı. Batı yanlısı 40 yıllık tek parti rejimi de başarısızdı ve 2011 Arap Baharı ile devrildi. Seçimle işbaşına gelen İslamcı hükümet şeriata geçiş yolunda çok hızlı gidince askeri darbeyle devrildi.

95 milyon nüfuslu Mısır, dışarıda Batı tarafından desteklenirken, büyük güçler arasında denge politikası izliyor. Hatta stratejik önemdeki anlaşmaların büyük çoğunluğu Rusya ve Çin’le imzalandı. Suriye'de Esad yanlısı bir tutum alması İran'la da ilişkileri olumlu yönde etkiledi, fakat mali destekçileri olan Suudileri endişelendirdi. İçerdeki durum ise ciddiliğini koruyor. Darbeden sonraki en kötü senaryo olan ‘iç savaş’ henüz gerçekleşmedi ama yönetimin hukuk ve insan hakları ihlalleri, nüfusun yarıya yakınının günde 2 doların altında bir gelirle geçinmek zorunda olması bu olasılığı güçlendirebilir.



 Suudi Arabistan:

Osmanlı devleti, Mondros Mütarekesi'nden sonra Hicaz'dan çekilince, Arabistan'da üstünlük kurmak üzere Vehhabi Suud (Doğudaki Necd)-Haşimi (Batıdaki Hicaz) Savaşı yaşandı. Yenilen Haşimilerin İngiliz müdahalesiyle çökmeleri önlendi ve ateşkes imzalandı.

İngilizler iki tarafa da aynı sözü vermiş ve onları kullanmıştı.

Suudiler Haşimi Şerif Hüseyin’i Hicaz'dan çıkardıktan sonra, 1916’da kurulan Hicaz krallığının yerini Necd ve Hicaz (Suudi Arabistan) krallığı aldı. Suudiler Hâil, Tâif, Mekke, Medine ve Cidde’yi ele geçirdi. İngilizlerin yardımıyla 1924 yılında Mekke’yi, 1931 yılında Hz. Muhammed’in türbesini de bombalayarak, Medine’yi ele geçirdiler. Bölgede kontrolü sağlayınca, Osmanlı Devletinden sonra halifelik makamına sahip olmak istedilerse de başaramadılar. 51 yaşındaki Abdülaziz bin Suud Necd ve Hicaz Kralı olarak 1927 tarihinde İngil­tere ile yapılan Cidde anlaşması sonunda bağımsızlığını ilân etti. 1932’de Vehhabi şeriatına dayalı Suudi Arabistan Krallığı’nı kurdu. Sonra bu unvanını “Arap Suudiyye Kralı” şeklinde değiştirdi. Abdülaziz bunun karşılığında İngiliz egemenliği altındaki Irak ve Ürdün'le çatışmaktan vazgeçti ve İngilizlerle bir dostluk antlaşması imzalayarak Suudi Arabistan ile Ürdün, Irak ve Kuveyt sınırları belirlendi.

Şubat 1945’te Kral Abdülaziz ve ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt Süveyş Kanalı’ndaki USS Quincy gemisinde buluştu. ABD’ye petrol garantisi karşılığında Suudi rejiminin koruma garantisi verildi. Anlaşma hala geçerlidir.

Ülkeyi katı bir monarşiyle yöneten Abdülaziz’in 1953’te ölümüyle yerine geçen 51 yaşındaki en büyük oğlu Suud bin Abdülaziz, kısa zamanda müsrifliği ve İslam ahlakıyla bağdaşmayan tavırlarıyla ülkede büyük tepki topladı. 1964’te kardeşi 58 yaşındaki Veliaht Prens Faysal, ulemanın fetvası ve Suudi ailesinin oluruyla Suud’u tahtından indirerek ülkenin yönetimini eline aldı. Kral Faysal, İslami hassasiyetleri, İslâm dünyasının meselelerine ciddiyetle eğilmesi, kadın haklarına verdiği önem ve artan petrol gelirlerinin vatandaşların yararına kullanılmasını sağlaması gibi özellikleriyle, çok sevilen bir yönetici oldu. Zamanı büyüme ve modernleşmeyle geçti, Suudi Arabistan’ın siyasal gücü arttı. Suudi Vehhabi İslamı Sovyet yanlısı rejimlerle mücadele için güçlü bir araç oluyordu.

1962’de Yemen’de kralcılar ve cumhuriyetçiler arasında iç savaş çıktı. Mısır birlikleri cumhuriyetçileri desteklemek için Yemen’e girdi. Suudi Arabistan ise kralcıları destekliyordu. Mısır ile Suudi Arabistan karşı karşıya geldi. Ama 1967’de İsrail’le savaşa katılan Mısır askerlerini Yemen’den çekince gerilim bitti. 1967 savaşına katılmayan Suudi Arabistan, savaştan sonra Mısır, Suriye ve Ürdün’e ekonomik yardıma başladı.

1973’te Mısır İsrail’e Yom Kippur savaşını açtığında, en büyük destekçilerinden biri Suudi Arabistan’dı. Savaşta Mısır ordularının ilerleme sağlamasına rağmen, ABD ve Batılı ülkelerin Arapları ateşkese zorlaması, siyonizm karşıtı Kral Faysal’ı öfkelendirdi. Uluslararası toplum, müzakere döneminde de Arapların İsrail’le ilgili taleplerini ciddiye almayınca, Faysal Batılı ülkelere petrol ambargosu başlattı. 1974’te yaşanan derin ekonomik krizle kendisini gösteren ambargo, o tarihe kadar hiçbir Körfez ülkesi liderinin cesaret edemediği bir adımdı. ABD ve diğer Batılı ülkeleri ciddi bir krize sürükleyen ambargodan bir yıl sonra, 25 Mart 1975 günü, Kral Faysal, Riyad’daki sarayında yeğeni Faysal Bin Musaid tarafından öldürüldü. Katil yeğen Amerika’dan yeni gelmişti, akli dengesinin yerinde olmadığı söylense de, muayenelerde aksi tespit edildi ve Riyad Meydanı’nda asıldı.

Kral Faysal İslam Birliği düşüncesine sahipti. Suudi Arabistan’ı İslam Dünyası’nın  lideri yapmak istiyordu. Irak, Suriye ve Mısır  ile diplomatik ilişkiler kurmaya çalıştı. İslam Konferansı Örgütü’nün kurulmasını sağladı. Faysal batı karşıtı bir politika izliyordu, Kissinger’a ABD’nin İsrail’e destek olmaktan vazgeçerse ambargonun biteceğini söylemişti. Kissinger petrol kuyularını bombalama tehdidinde bulununca, hurma ve deve sütüyle yaşayabileceklerini, ancak Batı’nın petrolsüz yaşayamayacağını söylemişti. Yaptığı tam bir intihardı. ABD’ye ve İsrail’e karşı açıktan tavır almanın cezası ölümdü. Petrolü silah olarak kullanmaya kalkan bir Arap yöneticisi, kendi sarayında, en yakını tarafından öldürülebilirdi. Petrol zengini ülkelerin yöneticileri, hâlâ bu trajik mesajın ağırlığı altında ezilmekte, bu travmadan çıkamamaktadır.    

Tahta Faysalın üvey kardeşi 62 yaşındaki Halid geçti. ABD ile yakın ilişkiler geliştirildi. Döneminde köktenci İslamcılar güç kazandı. 1970’lerin sonunda Suudi Arabistan Vehhabiliği siyasi köktenci akım Selefilik ile yan yana anılır oldu. Militanları giyimleriyle, uzun sakallarla, sigara ve müzik karşıtı olmalarıyla boy göstermeye başlıyordu. Kapitalizm, liberalizm, laiklik, sosyalizm ve faize karşı olan, Pakistan'ı şeriat hukuku ile yönetilen bir İslam devleti yapmak isteyen Seyyid Abul Ala Mevdudi öğretileri esas alınmaya başlıyordu. Hind asıllı Mısır’lı Seyit Kutup tekrar gündemdeydi. Suudi Arabistan birçok dile çevrilen bu öğretileri bedava kitap olarak tüm dünyaya yayıyordu.

1979 İran İslam Devrimi Suudi iç ve dış siyasetinde önemli etkiler yaptı. Ülkede bazı hükümet karşıtı ayaklanmalar görüldü. Kâbe aşırı İslamcılar tarafından işgal edildi. Suudi rejimi çürümüştü ve İslam dışına çıkmıştı. Suudiler İslam uygulamaları konusunda daha dikkatli olmaya başladılar. İslamcılar güçleniyordu.

12 Eylül 1980 döneminde, CIA destekli Rabıta örgütünün finansörü de Suudilerdi. Almanya’da Türkler arasında dinciliği besleyen sistem onların eseriydi. Uğur Mumcu bunları araştırıp yazmıştı.

1982’de Suudi Arabistan kralı Halid öldü, yerine kardeşi 61 yaşındaki Fahd geçti. ABD ve İngiltere ile yakın işbirliğine devam etti, gelişmiş askeri silah ve donanım alımını artırdı. Ülke dünyanın önde gelen petrol üreticisi oldu.

Suudi Arabistan Kralı Fahd 1991 Körfez Krizi’nde Irak’tan bir saldırı bekliyordu. ABD ve müttefiklerini ülkeye davet etti. Harekâtta onların yanında yer aldı. Ama bu İslamcı muhaliflerin yurt içindeki gerilimini ve terörünü, 2000’lerin başında da, Suudi vatandaşlarının Batı ülkelerindeki terör saldırılarını artırdı.

Fahd 1995’te geçirdiği kalp krizinden sonra güçten düştü, günübirlik hükümet yönetimini 71 yaşındaki üvey kardeşi veliaht prens Abdullah üstlendi.

El Kaide’nin 11 Eylül 2001 saldırısı, Suudi-Vehhabi ittifakını kuşku altına soktu. Listeye IŞİD de eklenince Vehhabi Selefi Cihat dönüşümünün zehirli etkileri gözler önüne serildi. Abdullah 2002 yılında yalvarmalara kulak tıkayıp Mekke’deki Osmanlı’nın 1781 tarihinde yaptırdığı Ecyad Kalesi’ni yıkıp yedi yıldızlı otel yaptı, Kâbe’deki Osmanlı revaklarını söktürdü. Osmanlı’dan en az Cumhuriyet’ten olduğu kadar nefret ediyordu. Bu koşullar altında, Suudi Arabistan Irak’ın 2003’te işgalini desteklemeyi reddetti. Ama başkent Riyad’da bombalı eylemler ve terör olayları yine arttı.

2005’te ölen Fahd’ın yerine Abdullah kral oldu. Ülke kurumlarını yumuşak reformlarla modernize etti. Az da olsa, siyasal katılımı artırdı. 2011 başında Arap Baharı denen yaygın huzursuzluklar ve protesto eylemleri Arap dünyasına yayıldı. Kral Abdullah sosyal güvenlik harcamalarını artırdı. Suudi birliklerini Bahreyn’deki olayları bastırmaya yolladı, Tunus devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’yi ülkesine kabul etti. Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek’i de desteklediğini açıkladı.

Mısır devlet başkanı Mursi’nin 2012’de İran’ı ziyaret etmesi, Suudilerin bu yakınlaşmaya verdiği tepkinin yükselmesine yol açtı. Mursi, Suriye’nin Şii Nusayri Cumhurbaşkanı Beşar Esad’a karşı tavır alarak durumu düzeltmeye çalıştı, ancak iş işten geçmişti. Suudi Arabistan, Mursi yönetimi altında Mısır’ın bölgesel rakibi İran’a doğru kaymasından kaygı duyuyordu.

2013’te Suudi Arabistan istihbarat şefi Prens Bender bin Sultan’ın Mossad Başkanı Tamir Bardo ile görüşmesi Suudi Kraliyet ailesini öfkelendirdi. Hanedanı öfkelendiren, görüşmenin açıkta olması idi. O dönem, IŞİD’in kurulduğu dönemdir. IŞİD, Suriye'nin kuzeyinde hızla askerî güç kazanmaya başladı ve bu bölgedeki en güçlü gruplardan biri oldu. İşin özünde Suudilerin İran düşmanlığı ve İran’a en az onlar kadar düşman olan İsrail ile ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ yaklaşımı vardı.

Suudi Arabistan hiçbir zaman İsrail ile yan yana görünmedi, ama İsrail 2013’te, Arabistan’da bir tür sanal elçilik açtı. Twitter hesabından, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt ve Bahreyn halkları İsrailli yetkililerle her tür siyasi konu ve görüşlerini paylaşabilecek, sorularına cevap alabilecekti. Hesabın adı ‘İsrael in GCC' (Körfez ülkelerinde İsrail) idi. İsrail maliyesi, Körfez ülkelerinden birinde açılmış bir temsilcilik için bütçe ayırdığını açıklamış ama hangi ülkede olduğunu söylemekten kaçınmıştı. MOSSAD ile Suudi İstihbaratı ise hep dirsek temasındaydı. Filistin Davası başta, Irak, İran, Suriye gibi Batılı ve Siyonist hedefindeki tüm işgal ve savaşlarda Suudi Arabistan, ABD ve İsrail’in yanında oldu. Suudi Arabistan için ABD’nin 53. Eyaleti deniyor. İsrail ile ittifak halindeki Körfez Monarşileri, Irak’taki ABD işgaline destek verdi, Suriye’deki iç savaşta İsrail lehine Esad’ı devirmek için IŞİD ve EL Nusra’yı besledi, Filistin Kurtuluş Hareketi’ne düşmanlıkta ön sıradaydı. İslam ülkelerindeki İslamcı parti, örgüt, cemaat, dernek, grup ve terör örgütlerinin hemen hemen tümünün arkasında CIA ile birlikte Suudi Arabistan vardır.

2015 Ocak ayında 91 yaşındaki Kral Abdullah öldü, yerine kardeşi 80 yaşındaki Selman bin Abdülaziz geçti.

Abdullah'ın birinci önceliği Arap dünyasında Müslüman Kardeşler (İhvan) yönetimlerini engellemekti. Suudi Selefiler, demokrasinin Batı icadı olduğuna, ateistlerin, laiklerin ve solcuların iktidara gelmesine yol açacağına inanır. Buna karşın İhvan, seçimlere katılmış, parlamentolarda temsil edilmiş, Mısır ve Tunus’ta da iktidara gelmişti. İslam ve demokrasi bağdaşabilmişti. Bu, Suudi krallığı için başlı başına bir tehditti. İhvan, Suudilerin kuşkulu meşruiyet iddiasını ifşa etmekte ve inandırıcılıklarını zedelemekteydi. Suudi rejimi, bir Müslümanın aynı zamanda demokrat olabileceği fikrinin vatandaşlarına bulaşmasından korkmaktaydı. Kral Abdullah Mısır'da Mursi'nin devrilmesini bu çerçevede destekledi. Suriye'de İhvan'ın önünü aynı anlayışla kesti.

Ama yeni kralla birlikte Suudilerin birinci tehdidi artık İran'dı. Körfez ülkeleri de aynı görüşte birleşti. İran köprübaşlarını, iki stratejik boğaz Hürmüz ve Bab'ül Mendep’i tutmuştu. Dört Arap başkentinde, Bağdat, Şam, Beyrut, Sana’da artık İran hâkimdi. Bahreyn, Körfez ülkeleri de her an düşebilirdi. Suud ve Körfez için İsrail hiçbir zaman tehdit değildi.  

Selman ve 30 yaşındaki oğlu, Yemen’e yapılan askeri müdahalenin yanı sıra, Körfez ülkelerini kendi dış politikasına uymaya zorladı. Sünni İslam’ın liderliğini tekeline almaya çalıştı. Ülke içinde olası muhalefet unsurlarına karşı baskılar, Şii azınlığın tedirginliğini daha da arttırdı.

 Suudi Arabistan, Türkiye ve Mısır arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi ve Müslüman Kardeşler (İhvan) yanında cihatçı selefiliğin zarar verdiği Sünni birliğinin oluşturulması için çalışmaktadır.  

Suudi Arabistan Türkiye ile işbirliği halinde Suriye’de el-Kaide’nin Suriye kolu an-Nusra ve Ahrar eş-Şam örgütleriyle oluşturulan Fetih Ordusuna büyük mali ve askeri destek sağlıyor. IŞİD’e karşı Sünni devletlerden oluşan bir cephe oluşturmaya çalışırken, IŞİD’in hedefi olmaya devam ediyor. Etrafı, Irak, Suriye ve Yemen, hatta Sina Yarımadası’nda yaşanan savaşlarla çevrili.

Ortadoğu petrollerinin önemi azalırken, enerji jeopolitiği değişmeye başlıyor. Suudi Arabistan’ın ABD açısından değeri sorgulanıyor. İran’ın Rusya ve Çin’in etkisinden çıkarılmasının önemi artıyor. Suudi Krallığı bu gelişmeler karşısında endişeleniyor. Tahtını, bölgede liderliğe yükselerek korumak için askeri maceralara giriyor. Enerji üretimine bağımlılıktan çıkarak sanayi üretimine, finansallaşmaya dayalı yeni bir model kurmaya yöneliyor. Enerji fiyatlarını düşürerek yeni teknolojilerle petrol üreten ABD şirketlerini piyasadan silmeye çalışıyor. Suudi bütçesi ilk kez 87 milyar dolar açık veriyor. Zenginler arasındaki mücadele keskinleşiyor, Suudi saltanatının dayandığı ittifakın altı oyuluyor. Hanedanın içinde, muhafazakâr-reformcu çekişmesi sertleşiyor. Suudi rejiminin varlık koşulları ortadan kalkıyor. Suudi Krallığı tüm diktatörlerin yaptığı gibi, kaos yaratarak halkı, nüfusun yüzde 15’i olan ve ikinci sınıf vatandaş görülmek istemeyen Şiiler üzerinden korkutmayı, sindirmeyi, etrafında toplamayı planlıyor. Suudiler harcamaları kısmaya, su, elektrik, gaz fiyatlarına desteği kaldırmayı, 8 milyon yabancı işçiye ve vatandaşlarına yaptığı sosyal yardımları kısmayı planlıyor.

Suudi Krallığının 11 Eylül 2001 terör saldırısıyla bağlantısını sergileyen “28 Sayfanın” gizliliğinin kaldırması için ABD’de yönetime yapılan baskılar artıyor. Krallığın “28 sayfa açıklanırsa, elimizdeki 750 milyar dolarlık ABD kâğıtlarını satarız” şantajı, kuşkuları artırıyor. Öte yandan ABD’nin İran’ı destekler izlenimi veren açıklamaları, Suud rejiminin yalnızlaşmakta olduğunu gösteriyor. Ama ABD ve Batı Suudi rejiminin çökmesine yol açmayacak kadar baskıyı yeterli görecektir. Kral Salman ve Prens Nayef ABD çizgisine girmek zorunda kalacak gibi görünüyor. ABD'nin İran’ın güçlenmesine karşı, Suudi Arabistan'a silah satışının 110 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Bu rakamın on yıl içinde 350 milyar dolara çıkması dahi gündemdedir.

Suudi Arabistan krallığı 1927'de bağımsızlığını ilân etti, ama İngiltere ile sıkı ilişkileri sürdürdü. 1945’te ABD’ye bağlandı. Petrol karşılığında koruma garantisi aldı. Suudi Vehhabi İslamı Sovyet yanlısı rejimlerle mücadele edecekti. Ama 1970'lerde siyonizm ve Batı karşıtı olarak petrol ambargosu başlattı. İslam Dünyası’nın lideri olmaya soyundu. Kral Faysal yeğeni tarafından öldürülünce Suudiler tekrar ABD yanlısı oluverdi. Ülkede Vehhabilik ve köktenci Selefilik birleşti. 1979 İran İslam Devrimi ideolojik iç tehdidi artırdı. Kuveyt'i işgal eden 1991 Saddam krizi askeri tehdidi artırdı. ABD'ye daha fazla bağlılık gerekti. Ama bu İslamcı muhaliflerin yurt içindeki gerilimini ve terörünü, 2000’lerin başında da, Suudi vatandaşlarının Batı ülkelerindeki terör saldırılarını artırdı. El Kaide’nin 11 Eylül 2001 saldırısı Suudileri kuşku altına soktu. 2011 başında Arap Baharı eylemleri Arap dünyasına yayılınca Suudiler çok telaşlandı. Müslüman Kardeşler (İhvan) seçimlerle Mısır ve Tunus’ta da iktidara gelmişti. Suudi krallığı için önemli bir tehditti. Bu fikir vatandaşlarına bulaşmamalıydı. İran'a da yaklaşan Mısır'da Mursi'nin devrilmesini destekledi, Suriye'de güçlenen İhvan'ın önünü kesti. Suriye’deki iç savaşta İsrail lehine Esad’ı devirmek için IŞİD ve El Nusra’yı besledi. Artık İsrail ve CIA ile açıktan işbirliği yapıyordu. Zaten ABD’nin 53. Eyaleti olmuştu.

33 milyon nüfuslu, 640 milyar dolarlık Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GDP) olan, şeriat kanunlarıyla yönetilen Suudi Arabistan Arap Baharı'nın şimdilik ulaşmadığı bir ülke olarak Orta Doğu’nun dengesi ve geleceği bakımından çok önemlidir. ABD'nin defterini dürmesinden korkmaktadır, at kuyruğundan bir kıla bağlayarak tahtın tam üzerine astığı Demokles'in kılıcı altındadır.

 

Libya:


Kasım 1918’de Avrupa’daki savaş bitince, İtalya Trablus’a 80 bin kişilik bir ordu çıkardı. İtalyanların bedevi direnişini kırması ancak 1932’de, toplu katliamlardan ve vahşice misillemelerden sonra mümkün oldu ve Libya’nın işgali tamamlandı. Mussolini 1935’te başlattığı politika ile Libya’nın beşte biri İtalyan olmuştu. İtalya 1940’ta II. Dünya Savaşı’na girince, Libya savaş alanı oldu. İtalya ve Almanya yenilince, 1943-1951 arasında İngilizlerin ve Fransızların işgaline uğradı. 1942’de İngiliz-Fransız ortak yönetimine giren Libya, 1947 yılında İtalyanların tüm haklarından vazgeçmesiyle bağımsızlık sürecine girdi. BM Genel Kurulu’nun 1949’da aldığı kararla, Libya, 24 Aralık 1951’de bağımsızlığını ilân etti. İdris ülkenin kralı oldu. 1953’te Arap Ligi’ne katılan Libya, Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı devletleştirme krizinde İngiliz birliklerinin topraklarında konuşlanmasına izin vermedi. Ama uluslararası ilişkilerde Batı yanlısı politikalar takip etti. 1953’te İngiltere’ye Tobruk ve El-Adem şehirlerinde, 1954’te ABD'ye Trablusgarp yakınlarında kira karşılığı üs kurmalarına izin verdi, karşılığında ekonomik destek aldı. Ertesi yıl, Fransa, İtalya, Yunanistan, Türkiye ve Sovyetlerle diplomatik ilişkiler kurdu. Ama Sovyet ekonomik yardımını reddetti.

1959 yılında petrol rezervlerinin bulunması fakir ve dış yardımlara bağlı Libya'yı zengin bir monarşi haline getirdi. Ama petrol gelirlerinden kaynaklanan refahın yönetici seçkinlerde toplanması ve hayatın pahalılaşması halk arasında huzursuzluklara yol açmaya başladı. 1963’te federal yönetim yerine üniter krallık sistemi kabul edildi. Sirenayka, Trablusgarp ve Fizan şeklindeki üçlü tarihi bölünmeye son verildi. Ülke merkezden atanan valiler yönetiminde on vilayete ayrıldı. Bu sırada, Mısır’da Nasır’ın başlattığı Arap milliyetçiliği akımı Libya’ya da geldi. Özellikle gençleri etkiledi. Ülkedeki İngiliz ve Amerikan üslerinin anlaşma sonunu beklemeden boşaltılması istendi. 1966’da ingiliz birliklerinin çoğu ülkeyi terk etti.

Libya'da kralın 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail’e açıkça karşı çıkmaması, halkı Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır’ın Arap Birliği söylemlerine yaklaştırdı. Trablusgarp ve Bingazi işçi ve öğrencilerin şiddet eylemlerine sahne oldu. ABD ve İngiliz temsilcilikleri ile petrol şirketleri hasar gördü. Az sayıdaki Yahudi ülkeyi terke zorlandı. Hükümet hızla düzeni sağladı ve hemen etkisiz gördüğü küçük ordusunu ve bürokrasiyi tutucuların karşı çıkmasına rağmen modernize etmeye başladı. Kral İdris Libya milliyetçiliğini güçlendirmeye çalışsa da, Sirenayka’lı olduğundan başkent Trablusgarp’ta rahat değildi. Asıl gücünün anayasadan değil, Sinusi lideri olmasından kaynaklandığını da biliyordu.

1 Eylül 1969 günü Libya ordusundan bir grup subay 27 yaşındaki Yüzbaşı Muammer Kaddafi liderliğinde Kral İdris’i devirerek yönetimi ele geçirdi. Devrim Komuta Konseyi tarafından yönetilen yeni rejim, Libya Arap Cumhuriyeti’ni ilân etti. ABD dâhil birçok ülke yeni rejimi tanıdı. Mısır’a kaçan Kral İdris ve veliaht da yeni rejimi tanıdılar. Çok geçmeden albaylığa yükseltilen Kaddafi liderliği ele geçirdi. Üniversiteler, özel firmalar, hükümet unsurları, medya içerisinde sayıları iki bine ulaşan halk komiteleri kuruldu. Komite üyeleri halk tarafından doğrudan seçildi. Doğrudan demokrasi gerçekleşiyordu. Devrim Komuta Konseyi’nin yerini Genel Halk Kongresi aldı. 1977’de ülkenin ismi “Libya Arap Halk Sosyalist Büyük Cemahiriyesi” olarak değiştirildi. Cemahiriye sistemi İslami ve sosyalist unsurlarla Arap milliyetçiliği içeren siyasal ve sosyal bir düzeni öngörmüştü. Batı karşıtıydı.

1971’de Mısır, Libya, Sudan ve Tunus’un birleştiği ilan edildi. Bu başarılı olmayınca, 1974’te Libya ve Tunus birleşmeye çalıştı. O da olmadı.

1977’de yönetimi devirmek ve ülkedeki Fransız nüfuzuna son vermek için çıkan ayaklanmada Çad kuzeyindeki isyancıları destekleyen Libya Çad içlerine girdi ise de geri çekilmek zorunda kaldı. Aynı yıl Libya Mısır birlikleri arasında dört gün süren sınır çatışmaları oldu. Mısır, Tobruk yakınlarında bulunan Libya hedeflerini bombardımanı sırasında bölgede bulunan çok sayıda Sovyetler Birliği personeli hayatını kaybetti.

1970’lerin sonuna kadar Libya’da karma ekonomi uygulandı. Petrol üretimi ve dağıtımı, bankacılık ve sigorta dışındaki alanlar özel sektöre bırakıldı. 1978 Yeşil Kitabına göre, perakende ticaret, kira ve günlük ücret sömürü araçları olarak kaldırıldı. Halk camilere dahi el koydu. Eğitimli ve zengin kesimler ülkeyi terke başladı ve muhalif gruplar kurdu. Avrupa’daki ileri gelen muhalifler öldürülmeye başlandı, 1982’de Libya’daki servetlerine el kondu. Yurt içinde orta sınıf, İslamcı kesim, öğrenciler ve aydınlar uygulamayı eleştirmeye başladı.

1977’den sonra, dış borcu bulunmayan Libya’da kişi başına düşen gelir 11 bin doları geçti, insani gelişim endeksi Afrika’da zirveye çıktı. Artan petrol gelirleri silah alımlarına ve halk bürolarına dönüşen Libya Büyükelçilikleri aracılığıyla, dünyadaki terör örgütlerini desteklemeye ayrıldı. 1981’de başkan olan Ronald Reagan zamanında ABD-Libya ilişkileri bozuldu. Filistin’in bağımsızlığı, Irak’la savaşan İran’a verdiği destek ve uluslararası teröre verdiği destek nedenleriyle Libya uluslararası oyuncu olarak kabul edilemezdi. ABD vatandaşlarının Libya ile her türlü ilişkisi yasaklandı.

1981’de doğalgaz bulunan Sirte Körfezi’nin uluslararası sular olduğu tartışması üzerine, iki Libya Su-22 savaş uçağı, körfezde bulunan uçak gemisinden kalkan iki Amerikan F-14 savaş uçağı tarafından düşürüldü. 1982’de ABD Libya’dan petrol alımını ve Libya’ya ABD petrol sanayi ürünlerinin ihracını durdurdu. Avrupa bu önlemlere katılmadı. ABD 1986’da Sirte Körfezi’ndeki Libya devriye gemilerine tekrar saldırdı. Almanya’da Amerikan askerlerinin devam ettiği gece kulübüne saldırıyla ilişkilendirdiği Libya’yı cezalandırmak için, Trablusgarp ve Bingazi’ye yapılan hava saldırılarında Kaddafi’nin kızı dâhil, 60 sivil öldü. Sarayındaki Kaddafi ölümden kurtuldu. Daha sonra, Almanya’daki saldırının İsrail tarafından düzenlendiği ortaya çıktı.

1988 Lockerbie uçak düşürme faciası gerekçesiyle ABD ve Birleşmiş Milletler 1990'lı yıllardan itibaren Libya’ya ambargo uyguladı.

1992 yılında Kaddafi Libya’yı 1.500 mahalleye böldü. Mahallelerin her biri kendi bütçesini, düzenleme ve uygulama yetkisini aldı. Kaddafi Yeşil Kitap’ta hem siyasette hem de ekonomide İslam’ın temellerine geri dönmek için kapitalizmi ve komünizmi reddeden Üçüncü Evrensel Teoriyi savunuyordu.

1995 Mısır-Libya-Nijerya gezisinde Kaddafi Başbakan Erbakan’ı çadırda azarladı. “Niye sen CIA'ya hizmet eden bir kadınla işbirliği yapıyorsun?” diyerek…

Birleşmiş Milletler yaptırımları sonunda maruz kaldığı uluslararası izolasyonun olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için, Kaddafi, ABD ve İngiltere’nin Lockerbie sorumlularının yargılanması teklifini kabul ederek 1999’da şüphelileri Hollanda’da kurulan İskoçya mahkemesine teslim etti. Libya’ya yaptırımlar kaldırılmaya başladı. Libya 2003’te uçak faciasında hayatlarını kaybeden 270 kurbanın ailelerine 2,7 milyar dolar tazminat ödedi. Kaddafi kitle imha silahları geliştirme gayretlerini sonlandırdığını ve terörü reddettiğini açıkladı, Batı ülkeleriyle ilişkileri düzeltmek için önemli hamleler yaptı. ABD 2006’da Libya’yı terörü destekleyen ülke listesinden çıkardı ve 2007’de BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçildi.

2008 yılında Bingazi’de toplanan 200’den fazla Afrika kralı ve yöneticisi, Kaddafi’ye “Afrika Krallarının Kralı” unvanını verdi.

2011’de, Tunus ve Mısır’da yönetim karşıtı protestoların ardından Libya’da da muhalif güçler harekete geçti ve Kaddafi rejimine başkaldırdı. Libya’da petrol ve doğalgaz gelirinin tabana yayılmaması ve hızla liberal ekonomiye geçişin sosyal harcamaları kısıtlaması halkın sokaklara dökülmesinde tetikleyici bir rol oynadı. Ayaklananlar Doğu Libya’da kontrolü ele geçirdi. Fransa ayaklananların ilan ettiği Geçici Ulusal Konsey’i tanıdığını açıkladı. BM Güvenlik Konseyi'nin kararına dayanarak ABD önderliğindeki, İngiltere, Fransa, İtalya ve Kanada koalisyonu, Libya’ya karşı havadan ve denizden büyük bir askeri operasyon başlattı. Gerekçesi, halka baskı ve şiddet uygulanması ile Libya'nın BM kararlarına riayet etmemesi idi. Muhalifler başkent Trablusgarp’a girdi, Libya Geçici Ulusal Konseyi yönetime geldi. 42 yıldır ülkeyi dikta rejimiyle yöneten Kaddafi, saklandığı bir geçitte isyancılar tarafından yakalanarak linç edildi. Bu arada, Libya Merkez Bankası’na ait ABD ve İngiliz bankalarında yatan 150 milyar dolar donduruldu.

Temmuz 2012’de ilk meclis seçimleri yapıldı, Geçici Ulusal Konsey’in yerine milli meclis kuruldu. Seçimleri Mahmud Cibril liderliğindeki Ulusal Güçler İttifakı kazandı. Liberal olarak nitelenen ittifak 200 sandalyeli mecliste, siyasî partilere ayrılan 80 sandalyelik kontenjanın 39’unu kazandı. Müslüman Kardeşler hareketi ise 17 sandalye ile ikinci sırada yer aldı. Geçici hükümet ve anayasa çalışmaları başladı.

Cihatçı Selefiler dinsiz saydığı Sufi camilerine, mezarlarına ve tarihi eserlere saldırılara başladı. Eylül 2012'de El Kaide bağlantılı Cihatçı Selefiler ABD Libya Büyükelçisi Christopher Stevens'ı makamında öldürdü. Stevens terör organizasyonların çıkardığı petrolün dağıtımını, silah trafiğini ve bölgedeki CIA faaliyetlerini denetliyordu. Stevens’in, CIA'ya bağlı cihatçılar tarafından öldürüldüğü iddia edildi. Aslında ABD hem Stevens'ı susturmuş, hem de Libya'ya saldırılar için gerekli 'savaş nedenini' sağlamıştı. Bir başka iddiaya göre, Ortadoğu ve Afrika'nın tasarım merkezi Bingazi'ydi. 20 yıllık planın tüm detayları Stevens'ın özel gizli kasasındaydı. Bölgedeki tüm CIA ajanlarının ve ABD'ye çalışan ajanların listesi o özel bölmedeydi. Baskına gelenler Fransız istihbaratıydı. Stevens'ın öldürülmesinden sonra bu belgeleri aldılar. Fransa'nın büyük istihbarat operasyonuydu.

Ekim 2012’de başbakan seçilen, insan hakları avukatı Ali Zeydan, yasadışı petrol kaçakçılığını önleyemediği için 2014’te azledildi. Yerine gelen Abdullah al-Thani krallığın geri getirilmesi için yoklamalar yaptı. Başarısız oldu. Aynı yıl yapılan seçimler şiddet olaylarıyla gölgelendi. Laikler ve liberaller, Müslüman Kardeşlerin şaşırmasına neden olan bir başarı kazandılar. Cihatçı selefi İslamcılar milli meclis yerine geçecek olan Temsilciler Konseyi'ni tanımadıklarını açıkladılar, silahlı taraftarları başkent Trablusgarp’ı işgal etti. Yeni seçilen Temsilciler Konseyi Mısır sınırına yakın Tobruk’a kaçmak zorunda kaldı. Libya Anayasa Mahkemesi son genel seçimleri geçersiz sayıp Tobruk'taki hükümeti feshetti.

Cihatçı selefi İslamcılar IŞİD adına Derne’den sonra, 2015’te Sirte’yi ele geçirdiler. Mısır, Tobruk hükümetini desteklemek için IŞİD üzerine hava saldırıları düzenledi. Trablusgarp ve Tobruk’ta ortaya çıkan iki meclisin arasını bulmak için düzenlenen barış görüşmelerine İslamcılar katılmadı. BM devreye girdi ve sorunların görüşme yoluyla çözümü için çalışmalara başladı. Bu arada Libya’da terör tırmandı. Yabancı temsilciliklerin çoğu Libya’dan ayrılınca ve yabancı hava yolları Libya’ya seferlerini durdurunca petrol üretimi yarı yarıya indi ve devlet organları felç oldu. Ülke iflasın eşiğine geldi.

Libya’daki çekişme dört cephede yaşanıyor. Doğu cephesi: Libya Temsilciler Konseyi'nin ve emekli general Hafter güçlerinin merkezi. Ülkenin doğusunun ayrılmasını ve federasyonu savunuyor. Rusya Hafter'i desteklemek için özel kuvvetler askerleri ve insansız hava araçlarından oluşan bir birliği burada konuşlandırdı. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa da destek veriyor.Batı Cephesi, meclisin, merkez bankasının ve devlet bakanlıklarının bulunduğu başkent Trablusgarp merkezlidir. ABD, Birleşmiş Milletler destekli, İslamcı Libya Şafağı Koalisyonu kontrolündeki Ulusal Antaşma Hükümeti'ni destekliyor. Üçüncü Kuvvet milisleri askeri gücü oluşturuyor. Derne Cephesi: Ensar Şeria, Ensar IŞİD ve İslam Gençliği Şûra Meclisi gibi şiddet yanlısı İslamcıların kalesi sayılıyor. Libya’nın güneyinde sınır bölgelerindeki kaçakçılık ve ticaret yolları etrafındaki nüfuz kapma yarışı sebebiyle birçok kabile çekişme yaşıyor.

1951’de bağımsız krallığını ilân eden Libya Batı yanlısı politikalar izledi. 1959 yılında petrol rezervlerinin bulunmasıyla zenginleşiverdi. Mısır’da başlayan Arap milliyetçiliği akımı Libya’yı da etkiledi. 1966’da İngiliz birliklerinin çoğu ülkeyi terk etti. 1969'da Kaddafi Kralı devirerek Libya Arap Cumhuriyeti’ni ilân etti. İslam, sosyalizm ve Arap milliyetçiliği öne çıktı. Petrol gelirlerini dünyadaki terör örgütlerini desteklemeye ayrırınca, 1981’de ABD'nin hava saldırıları başladı. ABD ve BM 1990'lı yıllardan itibaren Libya’ya ambargo uyguladı. Kaddafi 1999’da suçunu kabul edince, aptırımlar kaldırılmaya başladı. Ama 2011’de, Tunus ve Mısır’da dikta yönetimi karşıtı protestolar Kaddafi rejimine de sıçradı. ABD önderliğindeki koalisyon Libya’ya askeri müdahalede bulundu. Kaddafi linç edildi. 2012 seçimlerini Liberal Ulusal Güçler İttifakı kazandı. Müslüman Kardeşler ikinci sıradaydı. 2014 seçimlerinde de Laikler ve liberaller başarılıydı. Ama cihatçı selefi İslamcılar seçilen Temsilciler Konseyi'ni tanımadı ve başkent Trablusgarp’ı işgal etti. Temsilciler Konseyi Tobruk’a kaçtı. Libya Anayasa Mahkemesi son genel seçimleri geçersiz sayıp Tobruk'taki hükümeti feshetti.

6,4 milyon nüfuslu petrol zengini Libya’da ekonomi çöktü. Çatışmalar ve iç kavgalarla ülkenin bölünmesi yaklaşıyor.



Tunus:


Tunus’un özerkliği için 1907’de Genç Tunus Partisi kuruldu. 1920’de Destur adıyla kurulan daha saldırgan bir grup tam bağımsızlık için çalışmalara başladı. Ama Fransızların baskısıyla sonuç alamadılar. 1930’larda Habib Burgiba önderliğinde genç milliyetçi Tunuslular bağımsızlık mücadelesini sürdürdü. İkinci Dünya Savaşı esnasında Tunus bir savaş alanı oldu ve Burgiba Alman işgalindeki Fransa’da hapse atıldı, sonra Almanlar tarafından Roma’ya getirildi. Tunus bağımsızlık mücadelesini Almanya ve İtalya lehinde yürütmesi istendi. Bunu reddetti ve 1943’te ülkesine döndü. Müttefiklerin Kuzey Afrika’yı işgallerinin ardından, bağımsızlık için Fransızlara karşı mücadeleye başladı. 1952-1954 arasında hapse girdi. Takipçileri de terörü artırdı. 1954’te Fransa Tunus ve Çin Hindi’ndeki kolonilerden çekilme kararı aldı. 1955’te Tunus özerklik kazandı. Burgiba Yeni Destur Partisini tekrar kurarak mücadelesine devam etti ve 1956 yılında Tunus bağımsızlığını kazandı. Tunus Cumhuriyetini ilan eden Burgiba, ilk başbakan oldu. 1957’de yapılan anayasa ile monarşi kaldırılarak Bey yönetimi son buldu. Burgiba, başbakanlık görevine cumhurbaşkanlığını ilave etti.

Burgiba bağımsızlık mücadelesinde öne çıkardığı İslami unsurlarla yolunu ayırdı, tesettüre savaş açtı, medreseleri kapattı ve Batı tipi eğitim veren yeni Tunus Üniversitesine kattı. Fransızcayı birinci eğitim dili yaptı, İslami eğitim kurumlarına son verdi. Laik eğilimli bir rejim kurdu. 1960’larda yumuşak sosyalizm uygulamalarını devlet kontrolü ve tarım kooperatifleri yoluyla sertleştirdi. Bu işe yaramayınca ılımlı uygulamalara geri döndü.

Fransa ile ilişkiler genelde iyi oldu. Ama 1961’de Bizerte limanındaki Fransız garnizonunun kaldırılması yüzünden kısa bir savaş oldu. 1964’te başlayan yabacıların ellerindeki toprakların millileştirilmesi yüzünden Fransız yardımı kesildi. Aynı yıl Tunus’ta petrol bulundu, Burgiba bağlantısız olduğunu açıkladı, ama Batılı güçlerle ve Arap dünyasıyla iyi ilişkiler kurdu. İsrail konusunda fazla sert davranmaktan kaçındı.

Burgiba reformları vaat ettiği refahı getiremedi. 1960’ların sonlarında gelişme modelinin meşruluğu tartışılır hale geldi. Ekonomik durum, eğitimli gençlere iş garantisi veremeyecek kadar feci haldeydi. Burgiba devriminin başarısızlığını Tunus’un İslami kimliğinden koparılmasına bağlayan Müslüman kimlik siyasal nitelik kazandı. ‘Nahda’nın öncülü olan “İslami Yöneliş Hareketi” öne çıktı.

Burgiba 1975’te meclis tarafından ömür boyu devlet başkanı seçildi. Ama yönetimine ilk ciddi tepki 1978 grevleriyle geldi. Eylemler güçlükle bastırılabildi. Burgiba yönetimi 1980'lerin başlarında ikinci kez sarsıldı ve 1983'te IMF ile anlaşma imzaladı. Yapısal uyum planı bahanesiyle ekmek ve irmiğe zam yapıldı. Binlerce diplomalı işsizin katılmasıyla protestolar diğer şehirlere yayıldı. Burgiba yönetimi zamları geri almak zorunda kaldı. 

1979’da Mısır’ın Arap Birliğinden çıkarılmasından sonra, Tunus eski bakanlarından Chadli Kılibi genel sekreter, Tunus da, Arap Birliğinin karargâhı oldu. 1982 yılında Lübnan’dan çıkarılan Filistin Kurtuluş Örgütü mensupları ve Lideri Yaser Arafat karargâhını Tunus’a taşıdı.

1984 yılında "Ekmek İsyanları" adıyla ülkeye yayılan protestolarda İslami Yöneliş mensupları büyük rol oynadı. Tepkiler Burgiba rejimini geri adım atmaya zorladı. Raşid Gannuşi ve İslami Yöneliş'in mahkûm edilmiş liderleri cezaevlerinden salıverildi.

1986'da içişleri bakanlığına, askeri istihbarat eski şeflerinden ve ulusal güvenlikten sorumlu Zeynel Abidin bin Ali getirildi. Bin Ali, İslami Yöneliş üzerindeki baskıyı artırdı. Burgiba hükümetin yetersiz kalması üzerine Bin Ali'yi başbakanlığa atadı. Hükümete göre, İslami Yöneliş hareketi İslam devleti kurmak için şiddet kullanıyor ve İran'dan destek alıyordu. Fransa da ülkesindeki İslami Yönelişçileri terörist olmakla suçlayarak Burgiba'ya arka çıktı. Gannuşi ve arkadaşları hakkında idam cezası isteyen yargılamalar üniversitelerde yeni protestolara yol açtı. Protestocuların hedefindeki isim Burgiba'ydı.

84 yaşındaki Burgiba, 1987 senesinde sağlık durumu gerekçe gösterilerek devlet başkanlığı görevinden alındı, yerine başbakan Bin Ali geçti. Çoğulcu reformlar vaadinde bulundu. Raşid Gannuşi ve beş bin muhalif cezaevlerinden salıverildi. Silahlı eylemlere bulaşmamış siyasi tutuklular affedildi. Sürgündeki muhaliflerin de ülkelerine dönmelerine izin verildi. İslami Yöneliş çizgisini daha da demokratikleştirdi. Partinin adı En Nahda, yani "Diriliş Partisi" olarak değiştirildi.

1989 seçimlerine altı muhalefet partisi katıldı. Ama Bin Ali oyların yüzde 99’unu, partisi de meclisteki tüm sandalyeleri aldı. Tek partili demokrasiyle yönetilen ülkede, insan hakları ihlalleri eleştirilerine rağmen, belirli bir liberalleşme ve ekonomide köklü yenilikler başladı. Tunus'un Batı yanlısı dış politikasında değişiklik olmadı. 1991 Körfez Savaşı sırasında Irak'a yönelik müttefik saldırılarına karşı çıkması ABD'nin askeri yardımları kısmasına ve Kuveyt'in yatırımlarını durdurmasına yol açtı. 1992'de, Cezayir'de İslamcı harekete karşı düzenlenen ordu destekli darbe Tunus'ta hükümet çevrelerince hoşnutlukla karşılandı.

1994 seçimlerinde sonuç değişmedi. Ama ortam sertleşti. Muhalefet liderleri hapse atıldı. Yasadışı ilan edilen En Nahda Partisi Bin Ali’nin boy hedefi oldu, radikal Müslümanlara karşı sert tedbirler aldı. Ama Müslüman Kardeşlerle irtibatlı En Nahda giderek güçlendi.

Bin Ali 1999 ve 2004 seçimlerinde tekrar cumhurbaşkanlığına seçildi. Belirgin özelliği demokrasi ve insan hakları olmadı, ama ülkede istikrar sağladı. Tunus Bey’leri ve kralların yönetiminde olduğu gibi, siyaset öncelikle kendisine bağlı seçkinlerin işiydi. İktidarı kaybetmemek için yaptığı anayasa değişiklikleri ve diğer girişimleri, babadan oğula geçen saltanatı çağrıştırmaya başlamıştı. Yabancı siyasi partilerle her türlü ilişkiyi suç sayması da kötü puanlarının artmasına neden oldu. 1995’te, insan hakları, ifade özgürlüğü ve kan bağına dayalı uygulamalardan vaz geçme hakkındaki AB ile imzaladığı uyum anlaşmasını da gözardı ediyordu.

2000’lerin başında IMF baskısıyla devasa kamu kurumlarının özelleştirilmesi başladı. Ancak, özelleştirilenler Bin Ali ailesi ve yakınlarının kontrolüne geçti. Turizmin yükselmesiyle birlikte Bin Ali yönetimi arsa piyasasında tek söz sahibi oldu. Bin Ali’nin eşi Leyla Trabelsi eğitim sektöründen sorumluydu. Onun eğitim vakfı devletten ücretsiz olarak arsa ve binaları alıyor, devletin imkanlarıyla altyapı, toplu ulaşım çalışmalarını yaptırıp özel okul olarak işletiyordu. Bin Ali’nin en küçük kızıyla evli olan Mervan Mabruk ise finans sektöründen sorumluydu. Tunus’ta yatırım yapan Fransız telekomünikasyon şirketleri ve bankaların neredeyse tamamına ortak olan Mabruk yabancı yatırımcılarla ailenin ilişkilerini idare ediyordu. Dünya Bankası’nın 2010 tarihli bir raporuna göre, özel sektör yıllık kârının yüzde 21’i Bin Ali ailesinin kasasına giriyordu. 15 Milyar Euro’luk kişisel servet edinmişti. Hiçbir yer altı zenginliği bulunmayan mütevazı Tunus ekonomisi için olağanüstü bir rakamdı.

2002'de iktidarını tamamen sağlama aldıktan sonra saray inşa etmeye başladı. 11 bin metrekarelik alana yaptırdığı 332 odalı sarayı 500 milyon dolara mal olmuştu. Bin Ali ve karısı ile ailesinden 112 kişinin yaşadığı sarayda hiçbir masraftan kaçınılmamıştı. Leyla Trabelsi’nin odası altın kaplanmıştı. 7 yaşındaki oğlu Muhammed’in yatağı altından yapılmış, oyun odası gümüş kaplamayla yapılmış devasa bir salondu. Leyla Trabelsi’nin kardeşi Belhassen, bir havayolu şirketi, otomobil fabrikaları, oteller zinciri ve medya kurumlarından oluşan dev bir holdingin patronuydu. Merkez Bankası’nın yönetim kurulunda yer alıyordu. Yazlık evi için birinci dereceden arkeolojik alan olan Kartaca bahçelerini SİT alanı olmaktan çıkarmıştı.

Bin Ali’nin damadı Şakir El Materi önce Assabah ve Zitouna medya gruplarını satın almış, sonra bütün medya sektörünü ele geçirmiş ve iktidarın emrine sokmuştu. Her medya kurumunda Materi’ye bağlı bir yönetici bulunur ve Bin Ali aleyhinde haber yayınlanmasını engellerdi.

Bin Ali rejimi ilk kez 2008'de Gafsa isyanları ile sarsıldı. Fosfat şirketinin işçi alımlarında ayrımcılık yapılması nedeniyle başlayan isyanlar 6 ay sürdü. Maden havzasındaki şehirlerde sıkıyönetim uygulandı, devlet terörü estirildi. Yüzlerce öğrenci tutuklandı, iki protestocu öldü. 

Ağustos 2010'da diplomalı işsizlerin yoğun olduğu Ben Gardane kentinde sınır ticaretinin yasaklanması üzerine isyan çıktı. 18 Aralık 2010'da yüksek okul mezunu işportacı bir gencin mallarına el konulmasından sonra kendini yakmasıyla, 60 yıl sonra ilk Arap devrimi başladı. Otoriter bir yönetim, yolsuzluk, işsizlik, zengin ile yoksul arasındaki uçurumun büyümesi ve kırsal bölgelerin tam anlamıyla dışlanması olayları hızlandırdı. Tunus'un birçok kentindeki gösterilere polis şiddetle karşılık verdi, SMS mesajları engellendi. Bin Ali içişleri bakanını ve sonra da hükümeti azletti. Ordunun müdahalesi de sonuç vermedi. Arap Baharı Tunus’ta halk hareketi ile diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’yi 23 yıl sonra devirdi. Bin Ali 14 Ocak 2011'de ülkeyi terk etti. Fransa ve Malta kabul etmeyince, Kaddafi'nin yardımıyla Suudi Arabistan'a sığındı. Başbakan Muhammed Alannoshy kendini devlet başkanı ilan etti. 

Ekim 2011 seçimlerinde İslamcı En Nahda Partisi 90 milletvekili ile mecliste ilk sırayı aldı. Diğer oylar laik 18 farklı partiye dağıldı. En Nahda başkanlığında bir koalisyon kuruldu. Ama En Nahda şeriat hükümlerini anayasaya aktarma kararı aldığında büyük bir dirençle karşılaştı. Tepkiler, suikastler En Nahda'nın iktidardan çekilmesine neden oldu. Solcu liderlerden Şükrü Belayi'nin öldürülmesi üzerine hükümet düştü ve Raşid Gannuşi liderliğindeki En Nahda başbakanlığın kendisinde kalması şartıyla bir teknokratlar hükümeti kurmayı kabul etti. Temmuz 2013'te muhalif lider Muhammed Brahmi'nin öldürülmesi üzerine bu hükümet de düştü. Nahda'nın selefileri desteklediği ve Ensarüşşeria adlı örgütün büyümesine yardımcı olduğu iddiaları muhalefetin en önemli propaganda aracı haline geldi. Cihatçı selefiler kadınlara, laiklere, medya mensuplarına, dini azınlıklara, öğretmenlere ve sivil toplum kuruluşu üyelerine taciz, gözdağı ve saldırılarda bulundu.

Ardarda gelen siyasi krizleri çözmek amacıyla, Eylül 2013’te Ulusal Diyalog Müzakereleri sonucunda, iktidarın seçilmişlerden teknokratlara devredilmesi kararı çıktı ve En Nahda iktidarı teknokrat hükümete devretti. 10 Ocak 2014’te Cumhurbaşkanı Marzuki, Teknokrat Sanayi Bakanı Mehdi Cuma’yı yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi. Anlaşma zeminin bulunmasının bir nedeni de Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarına yapılan Temmuz 2013 darbesiydi.

24 Ekim 2014'te ilk demokratik seçimler yapıldı. 85 milletvekili çıkaran Nida Tunus (Tunus’un Sesi) Partisi Milletvekili Muhammed Nasır, meclis başkanı oldu. 69 milletvekili çıkaran İslamcı En Nahda Hareketi kurucu liderlerinden Abdülfettah Moro meclis başkan yardımcısı oldu. Aralık ayında Nida Tunus Partisi'nin lideri 88 yaşındaki El-Baci Kaid es-Sibsi cumhurbaşkanlığına seçildi.

Haziran 2015'te Susa kentinde bir otelin plajına saldırı düzenlendi, 30'u İngiliz, 38 turist öldürüldü. IŞİD'in üstlendiği saldırının ardından Tunus yönetimi, terörle mücadele kapsamında devletin kontrolünde olmayan 80 caminin kapatılmasının yanı sıra turistik yerlerin güvenliğinin sağlanması için yedek askerlerin göreve çağrılmasını da içeren bir dizi karar aldı. Cumhurbaşkanı 4 Temmuz'da bir ay süreli olağanüstü hal ilan etti, sonra iki ay daha uzattı.

Tunus Arap Baharı badiresini alnının akıyla atlatan tek ülkeydi. 2014 seçiminden birinci güç çıkan laiklerle, AKP’nin Tunus versiyonu En Nahda koalisyon çatısında yan yana gelebildiler. Tunus’un şeriata dayanmayan laik bir anayasası var, Cumhurbaşkanı da laik. Cihatçı selefiler ve IŞİD böyle bir ülkeyi hedef alarak demokrasi içinde hayata geçirilen bir “İslamcı-laik ittifakına” geçit vermeyeceği mesajını iletiyor.

11 Ekim 2015’te Tunus demokrasisine Nobel Barış Ödülü verildi. Yasemin Devrimi’nin ardından çoğulcu demokrasinin tesisine katkılarından ötürü Tunus’un sivil toplum platformuna büyük ödül layık görüldü. Ulusal Diyalog Dörtlüsü diye bilinen ve Tunus’un TÜSİAD’ını, DİSK’ini, insan hakları platformu, barolar birliğini yan yana getiren bu çok katmanlı sivil toplum örgütlenmesine; ülkeyi iç savaşın eşiğinden çevirdiği ve alternatif, barışçıl bir siyasi süreç oluşturduğu, özgürlükleri garantiye alan anayasal sisteme katkı sağladığı için ödül tahsis edildi. Ama bir ay sonra, liberal ve laik çizgideki iktidar partisi Nida yönetimindeki anlaşmazlık partinin ikiye bölünmesine neden oldu. 32 milletvekili ayrıldı. Partinin parlamentoda çoğunluğu yitirmesiyle hükümet sallantıya girerken, En Nahda Hareketi’ne iktidar yolu yeniden açıldı.

Tunus, Libya’da siyasi çözümü destekliyor, zira güvenlik, ekonomik ve sosyal açıdan Libya’da askeri çözümün sonuçlarını kaldıramaz. Tunus ayrıca Libya ile 500 km uzunluğunda ortak sınıra sahip ve ülkesinde bir milyondan fazla Libyalı sığınmacı barındırıyor; bu nedenle Libya’daki karışıklıkların yükünü güvenlik açısından kaldırması mümkün değil.

Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesinin ardından Tunus yargısı özel bir heyet kurarak ailenin mülk ve hesaplarına el koymaya başladı. Devrim olduktan sonra Bin Ali’nin sarayından nakit 20 milyon dolar çıkmıştı. Ancak, bu rakam Bin Ali’nin servetinin ‘sıfırlanamayan’ kısmıydı. Zira aile 15 milyar Euro’luk servetinin büyük bir çoğunluğunu yurtdışına kaçırdı. Leyla Bin Ali’nin Tunus’tan kaçarken 1,5 ton altın kaçırdığı biliniyor.

Kayınbiraderi Belhassen, kendisini öldürmek isteyen askerlerin elinden özel teknesine binerek kaçtı. O günden bu yana Kanada’nın Montreal şehrine yerleşen Belhassen lüks hayatına gözlerden uzak devam ediyor. Hakkında 20 yıl hapis kararı olan damat Materi servetinin büyük kısmını kurtardı ve bugün Seyşel adasında büyük bir villada ailesiyle yaşıyor. Bin Ali ailesinin servetinin büyük kısmı sayısız offshore hesaplara dağıtılmıştı ve Tunus yargısı paranın büyük kısmına ulaşamadı. Bu servetinin ancak yüzde 10'unun Tunus halkına geri döndüğü tahmin ediliyor.

İngiliz gizli servisinin de, Hüsnü Mübarek, Zeynel Abidin Bin Ali ve Beşar Esad'ın para transferlerini organize etmekle görevli olduğu iddia ediliyor. İsrail kaynaklarına göre Bin Ali, Avrupa bankalarında bulunan servetini, ülkeden kaçmadan önce, üçüncü bir tarafın bu servete dokunamayacağı kendisine garanti veren Suudi Arabistan ve BAE’ye transfer etmişti.

1956 yılında bağımsızlığını kazanıp cumhuriyeti ilan eden Burgiba laik bir rejim kurdu. Bağlantısızdı ama Batı ve Arap dünyasıyla iyi ilişkileri vardı. İsrail konusunda fazla sert olmadı. 1964’te bulunan petrol refahı getiremedi. Kötü ekonomi İslami Yöneliş Hareketi'ni öne çıkarınca baskılar arttı. 1984 yılında ülkeye yayılan protestolar sonunda, İslami Yöneliş'in liderleri cezaevlerinden salıverildi. 1987'de yeni lider olan Bin Ali, İslami Yöneliş üzerindeki baskıyı tekrar artırdı. En Nahda adını alan Müslüman Kardeşler hareketi, izleyen bütün seçimlerde Bin Ali'ye karşı yenik çıktı. 2000’lerin başında IMF baskısıyla devasa kamu kurumlarının özelleştirilmesi sadece Bin Ali ve yakınlarının servetlerini artırmaya yaradı. 2008 isyanlarını 2010 Arap Baharı ayaklanması izledi. Bin Ali ülkeyi terk etti. 2011 seçimlerinde En Nahda Partisi ilk sırayı aldı. Ama şeriat hükümlerini anayasaya aktarma kararı aldığında büyük bir dirençle karşılaştı, iktidardan çekilmek zorunda kaldı. Cihatçı selefiler ortaya çıktı. 2014 seçiminden birinci güç çıkan laiklerle, En Nahda koalisyon çatısında yan yana gelebildi. Ülke rahatladı. Nisan 2017’de, İslamcı olmayan 10 parti En Nahda’ya karşı ortak siyasi cephe kurdu.

11,5 milyon nüfuslu Tunus kilit öneme sahip. Akdeniz’de Doğu ve Batı uygarlığının dikiş attığı bir yer olarak, Avrupa’yı, Afrika’yı ve Orta Doğu’yu etkiliyor. İslamcı olmayanlar hala cihatçı selefilerin teröründen ve Müslüman Kardeşler’in uzantısı En Nahda Partisi’nin bürokrasiyi ele geçirmesinden korkuyor.

 Cezayir:

 Birinci Dünya Savaşı döneminde Cezayir’de Fransız yönetimine karşı yeni bir İslami önderler nesli ortaya çıktı ve 1930’lara kadar erginliğe ulaştı. Ulusal Özgürlük Cephesi (FLN) ve Cezayir Ulusal Hareketi ortaya çıktı. 1933-1936 arası artan sosyal, siyasal ve ekonomik krizler protestolara yol açtı. Hükümet daha fazla baskı yaptı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Cezayirli Müslümanlar Ferhat Abbas önderliğinde Fransız yönetimine karşı eylemlere başladı. 1945 yılındaki protesto yürüyüşünü kontrol etmek isteyen Fransız ordusu 45 bine yakın Cezayirliyi öldürdü. Artık barışçı yöntemlerle bağımsızlığın kazanılamayacağı anlaşılmıştı.

Cezayir' de bağımsızlık için silahlı mücadele 1954’te başlatıldı. Cezayir halkı Fransızlara karşı silahlı ayaklanmaya çağrıldı. Ahmet Bin Bella’nın kurduğu özel örgüt silahlı mücadeleyi tüm ülkeye yaydı. Sömürge yönetimi 1955' de olağanüstü hal ilan etti. 19 Eylül 1958’de Kahire’de toplanan Cezayir ileri gelenleri bağımsız Cezayir Cumhuriyetini ilan ederek Ferhat Abbas’ın başkanlığında bir hükumet kurdu. Sekiz yıllık silahlı mücadele sonunda ateşkes ilan edildi. 1 Temmuz 1962 tarihinde yapılan referandumda % 91 bağımsızlık lehinde oy kullandı. Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık ilan edildi, Fransa çekildi. 132 yıl süren Fransız sömürgeciliği sona erdi.

1963 referandumuyla yeni Cezayir anayasası kabul edilidi, sosyalist eğilimli asker ve devrimci Ahmed bin Bella beş yıllığına devlet başkanlığına seçildi. Anayasaya göre, savunma bakanı ve istihbarat başkanı olarak ta görev yapacaktı. Bin Bella bütçenin çeyreğini eğitime ayırdı. Kalkınma için nitelikli insana ihtiyaç olduğunu biliyordu. Tarım reformu ile Fransız yerleşimcilerin büyük topraklarını kamulaştırıp halka dağıttı. Özyönetimi geliştirmek ve yerel yönetimlerin etkinliğini arttırmaya çalıştı.

Bin Bella İsrail devletini hiçbir zaman meşru kabul etmedi. Filistin’den de Yahudilerin çıkarılabilmesi için gayret gösterdi. Fransa ile ilişkileri belli düzeyde sürdürdü. Afrika ve Asya antiemperyalist birliği için çalıştı. Fas ile demir cevheri yatakları yüzünden çıkan sınır savaşı Afrika Birliği Örgütü’nün müdahalesiyle kısa sürede son buldu. Zamanla artan diktatörlük eğilimi nedeniyle, yönetimine karşı muhalefet başladı. Muhalefet lideri, eski gerilla, Hocine Eyt Ahmed meclisi terk etti. Bin Bella rejimini zorla devirmek için, Sosyalist Güçler Cephesi (FFS) adında gizli bir direniş hareketi kurdu. Çıkan çatışmaları ordu bastırdı ve Eyt-Ahmed ölüm cezasına çarptırıldı, sonra cezası ömür boyu hapse çevrildi. 1964’de Albay Şâbanî’nin başını çektiği isyanı bastırdı. Ekonomik başarısızlık gerekçesiyle, Bin Bella, Savunma Bakanı 33 yaşındaki Hüvari Bumedyen'in 1965 askeri darbesiyle görevden uzaklaştırıldı ve yargılanmaksızın hapsedildi.

Bumedyen anayasayı yürürlükten kaldırarak meclisin çalışmalarını askıya aldı. Siyasal güç askerlerin ağırlıkta olduğu Devrim Konseyi’ne geçti. FLN’yi tek parti rejiminin devlet partisi haline dönüştürdü. Eyt Ahmed 1966’da cezaevinden kaçtı ve İsviçre’ye yerleşti. FFS yeraltı çalışmalarını sürdürdü. 1967’de karşı darbe ve 1968’de suikast girişimi sonrası, Bumedyen gücü kendinde topladı ve otoriter yönetime başladı. Bin Bella Nasır’a yakın bir siyaset izliyordu. Çevresinde çok sayıda Mısırlı danışman vardı. Küba ve Çin'in saygınlığı da çok yüksekti. Bumedyen başa geçtikten sonra bu duruma son verdi. Arapların Filistin politikasını destekledi. Devleti yeniden örgütlemek, siyasi bağımsızlığı ulusal kaynaklar üzerinde egemenlik kurarak pekiştirmek, ülke ekonomisini güçlendirmek ve kültürel bağımsızlığı sağlamak için 1970’li yıllarda sanayi devrimi, tarım devrimi, kültür devrimine ağırlık verdi. Petrol sanayiini, temel sanayi işletmelerini kamulaştırdı ve ağır sanayii kurmayı amaçladı. Köklü bir toprak reformuna girişti. Fransız kültürüne karşı Araplaşma ve özüne dönme kampanyaları yürüttü. Üçüncü Dünyanın zengin ülkeler karşısında ortak hareketini savundu. 1975’te Fas’ın Batı Sahra’yı ilhak etme girişimiyle ilişkiler yeniden bozuldu. Cezayir ilhaka karşı direnen Polisario gerillalarına verdiği desteği sürdürdü. Yıllarca süren tartışmalar sonunda 1976 anayasası ilan edildi ve yapılan seçimde yüzde 95 oy alan Bumedyen devlet başkanı seçildi. Ancak iki yıl sonra 46 yaşında ölünce, FLN yeni lider olarak 49 yaşındaki Albay Şadli Bencedid’i seçti.

Bencedid FLN içinde uzlaşma yerine iktidara tek başına egemen oldu. FLN’de ordu egemenliğini kurdu. İç politikada serbestlik getirdi, ekonomide katı devletçilik ve kooperatifçilik politikalarını bıraktı. Dış iktisadi ilişkilerde Batı’ya yaklaştı. Fas Kralı II. Hasan ve Tunus Cumhurbaşkanı Burgiba ile Büyük Magrip Federasyonu için çaba gösterdi. 1984’te ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. Araplaştırma politikasına karşı Berberilerden kaynaklanan tepkilerin yanı sıra, ülkede bir İslami düzenin kurulmasını isteyen dinsel muhalefet ciddi boyutlara ulaştı. 1985’te Londra’da, FFS’nin yurtdışına kaçan lideri Ait-Ahmed ve Bin Bella FLN’ye karşı birleşik cephe kurduklarını ilan ettiler. Aynı yıl, Başbakan Turgut Özal 1958 yılında Cezayir’in bağımsızlığı konusunda Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada Türkiye’nin çekimser oy kullanması nedeniyle, özrünü “Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına” dile getirdi. 1950-1960 arasındaki Adnan Menderes Hükûmeti, Fransa’nın Cezayir’de yürüttüğü ve yüzbinlerce hayata mal olan kanlı savaşları konusunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu‘nda yapılan her oylamada Fransa’nın yanında yer almıştı.

Bencedid 1988 seçimlerini de kazandı. Cezayir’de 1980’lerin başından itibaren güçlenen İslamcı akımlar dikkat çekmeye başlıyordu. 1988’de yoksulluk ve zamlar yüzünden başlayan, söylentilerle büyük şehirlere yayılan halk ayaklanmaları sırasında yüzlerce kişi hayatını kaybetti. Bundan sonra yeni anayasa kabul edildi. 1989’da FLN dışındaki siyasi kuruluşlara izin verildi. Ordu siyasetten uzaklaştırıldı. Sosyalist ekonomiye son verildi, grev hakkı tanındı. FFS’nin lideri Eyt Ahmed Cezayir’e geldi.

1990 belediye seçimlerinde ve 1991 genel seçimlerin ilk turunda, İran tarzı bir İslami yönetimi savunan İslami Selamet Cephesi (FIS) oyların % 56'sını alarak birinci çıktı. FFS ikinci parti oldu. İktidardaki FLN üçüncü sıraya düştü. Bunun üzerine ülkedeki laik güçler demokrasinin korunması için harekete geçti. Cezayir şehrindeki gösterilere 1,3 milyon kişi katıldı. Bu gelişmeye karşın demokratikleşmeyi sürdürmekten yana olan Bencedid Ocak 1992’de ikinci turdan birkaç gün önce devlet başkanlığından istifa etti. Ardından Yüksek Devlet Konseyi seçimleri iptal ederek yönetime el koydu. Bütün yetkiler Yüksek Devlet Konseyi’nin elinde toplandı. FIS kapatıldı ve taraftarları tutuklandı. Devlet başkanlığını üstlenen Muhammed Budiaf’ın Haziran 1992’de koruma subaylarından biri tarafından suikast sonucunda ölmesi siyasal bunalımı daha da artırdı. Seçimler iptal edildi, FIS yasaklandı ve pek çok üyesi tutuklandı. Bunun üzerine, ordu destekli hükümet ile yeraltına çekilerek silahlanan pek çok İslamcı grup arasında kanlı bir iç savaş başladı. 1992-1999 yılları arasında 150 bin kişinin öldüğü tahmin edilen iç savaşın ardından, 1999 yılında, FLN yönetiminde 16 yıl dışişleri bakanlığı yapan 62 yaşındaki Abdülaziz Buteflika ordunun desteğiyle Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı. Tekrar tek parti yönetimi başladı.

Cezayir’de İslamcı gruplarla hükümet arasında yaşanan iç savaş 2002 yılında hükümet güçlerinin Cezayir’e hâkim olmasıyla bitirildi. Buteflika ülkede huzuru geri getirmek ve uluslararası saygınlığı kazanabilmek için, cinayet, ırza geçmek ve bombalama eylemlerine katılmayanlara af getirilmesiyle uzlaşma zemini aradı. Ekonomik ve altyapı projelerini hızlandırdı. Mağrip ve Akdeniz’de birlik kurulmasına öncülük etti. Cezayir’in Afrika lideri olmasına çalıştı. Fransa ile bozulan ilişkileri düzeltti. Terörizme savaş açtı. Bu çabaları sonucu, 2004’te, ordunun karışmadığı, altı adaylı seçimi kazandı.

Buteflika 2009 yılında üçüncü dönem devlet başkanlığı yapmasına olanak tanıması için anayasayı değiştirdi. Bununla birlikte iyileştirme programı tüm İslamcıların desteğini alamadı. FIS silahlı kanadı önerileri kabul etti, fakat Cihatçı Selefi Grubu GSPC uzlaşıyı reddetti ve bölgedeki aktif El Kaide saflarına katıldı.

Bunlar, 2011 başındaki çatışmaları önleyemedi. 19 yıldır süren olağanüstü hal döneminde, halkla hükümet arasında büyük bir uçurum oluşmuştu ve ülkedeki aşırı kanatlar güçleniyordu. Protestolar Tunus’un ardından Cezayir’de de hızla yayılıyordu. Ama Buteflika vatandaşlarına reform sözü verdi ve ülkedeki düzeni korumayı başardı. Cezayir’de istikrar isteyenlerin gözüne bir kez daha girdi. Mayıs 2012 seçimlerini 50 yıldır iktidarda bulunan FLN kazandı. Koalisyon ortağı Ulusal Demokratik Toplum Partisi ikinci parti oldu. İslami eğilimli partiler 47 koltukla üçüncü oldu. Seçim sonuçları bölgede esen reform rüzgârlarına rağmen mevcut durumu koruyordu.

15 yıldır ülkeyi yöneten, kısmi felç geçiren 77 yaşındaki Buteflika enflasyondan kaynaklanan toplumsal gerilimin arttığı 2014 seçimlerini tekrar kazandı. 1990’lardaki yıkıcı iç savaşı sona erdirmede ve 2011’deki Arap Baharını atlatmaktaki gösterdiği başarı arkasındaydı. Ordunun baskısı altında yürüyen sisteme itiraz eden İslamcılar seçimi boykot ettiler. DEAŞ'a bağlı El-Guraba Tugayları ve Hilafetin Askerleri örgütleri ülkede teröre devam ediyor. 2016'da 125 terörist öldürüldü, 225 terörist yakalandı.

2016’da basına, azınlıklara, muhalefete, gençlere ve kadınlara özgürlükleri artıran anayasa değişiklikleri kabul edildi. Yolsuzluk ve enerji kaynaklı ekonomik güçlükler nedeniyle seçmenlerin sadece yüzde 43’ünün oy kullandığı 2017 seçimlerinde, 20 yıldır cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan 80 yaşındaki Buteflika liderliğindeki FLN 462 sandalyeli mecliste 220 sandalyeden 164 sandalyeye geriledi. Buteflika yanlısı partilerden Ulusal Demokratik Birlik 97 sandalye ile seçimi ikinci sırada tamamladı. 34 sandalye kazanan İslamcılar ise yeni hükümete ortak olmayı reddetti.

Yüzde 15’ini Berberilerin oluşturduğu, 41 milyon nüfuslu Cezayir Petrol İhraç Eden Ülkeler, OPEC üyesidir ve gaz rezervleri açısından 2010 verilerine göre Afrika’da ikinci, Ortadoğu’da dördüncü, dünyada onuncu sıradadır. Ülke petrol ekonomisinden üretim ekonomisine ve aşamalı olarak demokratik bir yönetim biçimine geçişin sancılarını çekiyor.

1930’larda Fransız yönetimine karşı mücadeleye başlayan Ulusal Özgürlük Cephesi (FLN) 30 yıl sonra ülkenin bağımsızlığını kazandı. İzleyen 60 yılda da, subayların önderliğinde, sosyokültürel açıdan Fransız etkisi devam eden Cezayir'in yönetiminde kalmayı başardı. 1970'lerdeki sosyalist eğilimli yaklaşım, sanayi, tarım ve kültür devrimleri başarılı olamadı. Sonra, katı devletçilik ve kooperatifçilik terk edildi, Batı’ya yaklaşıldı. 1980’lerin başından itibaren İslamcı akımlar güçlendi ve 1991 seçimlerinde oyların % 56'sını alarak birinci oldu. Ardından bir darbeyle sistem dışına itildiler ve 2002'ye kadar süren iç savaş başladı. Günümüze kadar gelen Buteflika yönetimi kısmen huzuru sağladı. Cihatçı Selefiler ise terörü devam ettiriyor.

Osmanlı sonrasını özetlediğim, Batı'nın Orta Doğu'sunun yüz yılına bakıyorum. İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar başrolde İngilizler var. Fransızlar ikinci sırada yer alıyor. Onlar iki büyük savaş sonrasında güçlerini yitirince, Arap ülkeleri manda yönetimlerinden kurtulup bağımsız oluyor. Bundan sonra İngilizlerin ve Fransızların yerlerini ABD alıyor. Bağımsız Arap ülkeleri askerlerin yönetiminde milliyetçi, sosyalist, Batı karşıtı hatta Sovyet yanlısı tek partili düzene geçiyorlar.

1948'de İsrail'in kurulmasından sonra, 1967'de ve 1973'teki savaşlarda başarısız olan Araplar, Filistin konusunda da yetersiz kalıyorlar. Petrol zengini olanlar dahil, yeterli ekonomik, askeri, sosyal ve kültürel gelişmeyi sağlayamıyorlar. 1979 İran İslam Devrimi sonrasında, Arap milliyetçiliğinin inişe geçtiği Orta Doğu'da İslamcılık öne çıkıyor. Aynı dönemde çökmeye başlayan Sovyet sistemi, ABD'yi bölgenin tek patronu yapıyor. Orta Doğu’da İsrail lehine bir sistem kurulması için engel kalmıyor. Irak üçe bölünme tehdidi altında. Hatay'da ve Lübnan’da gözü olan Suriye fiilen dört parçaya bölünmüş durumda. Kürtler devletleşme yolunda hızlanıyor. Lübnan azınlığa düşen eski patron Katolik Marunîlerin güvenliği için bölünebilir. Krallığını kurtarmaya çalışan Ürdün Irak ve Suriye’deki iç savaşın ateşinin üzerine sıçraması kabusuyla yaşıyor. Silahlı mücadeleden yorularak ABD ve İsrail'e yanaşmaya başlayan Filistinliler hala devletsiz. İslamcıların etkisinin arttığı Mısır, Batı'nın desteği ve askeri güç ile ayakta durmaya çalışıyor. Saltanatını korumayı herşeyin önüne çıkaran Suudi Arabistan, İran tehdidi kadar ABD'nin desteğini kaybetmekten korkmaktadır. Petrol ekonomisi çöken Libya’nın üçe bölünmesi yaklaşıyor. Tunus Arap baharı'nı atlattı ama İslamcıların devleti ele geçirmesinden korkuyor. Cezayir İslamcılar ve hükümet arasında 10 yıl süren iç savaştan sonra kısmen huzuru sağladı.

ABD'ye ilave olarak bölgeye geri gelen İngiltere, Fransa, Almanya ile Şiileri destekleyen Rusya İran ekseni, da "Yeni Büyük Oyun" ya da "Yeni Doğu Sorunu" denklemine dahil oluyor.

Bölgeden yüzyıllarca önce kovulan Hristiyanlık Protestan ağırlıklı yeni haçlı seferleriyle geri geldi. Dört yüzyıllık Osmanlı barışını cehennemle değiştirdi. Öne çıkardığı Yahudilere kalkan oldu. Kürtleri de koç başı yaptı. Sünni-Şii savaşını körüklüyor. Perde arkasında yarattıkları ve destekledikleri cihatçı selefiler ile tüm bölgede ve Avrupa'da estirdikleri terör rüzgarıyla zavallı İslam dünyasını katillerle aynı kefeye dolduruyor.

Getirilmesi beklenen barış, kardeşlik, eşitlik, demokrasi, insan hakları yerlerde sürünüyor.

Avrupa Birliği sınıfta kaldı. Büyük Orta Doğu Projesi de çok kötü notlara sahip.