Wikipedia

Arama sonuçları

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Altın Çağ’dan Orta Doğu Kaosuna (I)

Altın Çağ’dan Orta Doğu Kaosuna (I)
Şaban Recai Öztürk                                                     Mayıs 2017

sabanreco@gmail.com 
http://srecaio.blogspot.com.tr

 
Orta Doğu ulaştırma yolları, enerji kaynakları, üç tek tanrılı dinin çıkış bölgesi ve yazılı tarihin başladığı yer olarak tarihin hiçbir döneminde gündemden düşmedi. Dünyaya egemen olmak isteyen güçlerin ilgisini hiç yitirmedi. Bu yüzden de gerilimin hiçbir zaman dinmediği bir bölge olarak tanındı. Halklarının barış, huzur, özgürlüklere ancak kısa dönemlerde sahip olduğu şanssız topraklar olarak zihinlere kazındı.
Yazılı tarihe göre Orta Doğu tarihini M.Ö. 4000 - M.Ö. 2000 yılları arasında Sümerlerle ve Mısırlılarla başlatabiliyoruz.
Sami olmayan Sümerlerin Mezopotamya bölgesine Orta Asya'dan ve İran'dan göç ettikleri biliniyor. M.Ö. 2000'li yıllardan sonra, Akad ve Babil, Asur uygarlıkları çoğunlukla Sümerlerin izlerini taşıdılar. Bu uygarlıklar İbranilerin Babil sürgünü yoluyla Yahudileri, daha sonra Hristiyanları ve en sonunda Müslümanları etkiledi. Fenike - Yunan - Roma bağlantısıyla da günümüze ulaştı.
M.Ö. 3500’lerden sonra yükselmeye başlayan Mısır uygarlığı da Orta Doğu’daki güç mücadelelerine dâhil olmuş, Mezopotamya gibi, Yahudileri, Hristiyanları ve Müslümanları, Yunan - Roma bağlantısıyla da Avrupa’yı etkilemiştir.
Fenikeliler veya Kenanlılar bölgeye milattan önce 3000 yıllarında Akdeniz’den geldiler. Bazı tarihçilere göre de Sami ırkındandırlar. Batık kıta Atlantis’ten geldikleri de iddia edilir. Sonra sırasıyla Mısırlıların, Asurluların, Perslerin ve Makedonya’lı Büyük İskender’in nüfuzu altına girdiler. Fenikelilerin kendilerini Kenaniler adıyla zikrettikleri sanılmaktadır. Kenani adı Aramice, Arapça ve İbranice, Süryanice gibi Sami dillerinde kırmızı anlamına gelen “Kenanigi”den gelir. Fenikeliler adı da Yunancada “kızıl insanlar” anlamına gelen “Phonikes”den gelir. Kısaca bu etnik topluluğa Helenler Fenikeliler adını verirken, Doğu kavimleri Kenaniler adını kullanmıştır. Arapça konuşan Kenanlıların M.Ö. 2200 yıllarında Arap Yarımadasından Filistin'e göç ettikleri de söylenmektedir. Fenike alfabesi, M.Ö. 1200 yılında ortaya çıkmıştır. İbrani alfabesi, Arap alfabesinin kökeni olan Arami alfabesi, Yunan alfabesi, Kiril alfabesi ve Latin alfabesi Fenike alfabesinden türemiş alfabelerdir. Fenikeliler astronomi bilgilerinden yararlanarak, üç yüzyıl boyunca Akdeniz’i dolaştılar, Kıbrıs’ta bakır buldular, Girit, Sicilya ve Sardinya’da ticari koloniler kurdular. İspanya’ya kadar gittiler, Cebelitarık Boğazından aşıp Fas’a, hatta Kamerun’a vardılar. Fenike kolonileri bütün Akdeniz ülkelerinde gümüş, bakır ve kalay madenleri pazarı haline geldi. Buralarda, kıyı bölgelerden kaçırılan esirler alınıp satılıyor, Mısır'ın işlenmiş malları, Hindistan'ın baharatı diğer ülkelere sevk ediliyordu. M.Ö. 800 yılında, Tunus sahillerinde Roma’ya rakip olacak Kartaca şehrini de Fenikeliler kurdular.
M.Ö. 2000'li yıllarda Anadolu’da ortaya çıkan Hititler de Orta Doğu tarihinde derin izler bırakmıştır. Kafkasya üzerinden Anadolu'ya geldikleri sanılıyor. Suriye'deki şehir devletlerini devreden çıkartarak, Mezopotamya ticaret yollarını kontrol altına aldılar. Babil'e son verdiler. M.Ö. 1274’deki Kadeş Savaşı'nda Mısırlıları yendiler ve Doğu Akdeniz kıyılarını ele geçirdiler.
Filistiler de bölge dışından gelenler arasındadır. M.Ö. 1100’lerde Girit’ten çıkarak Anadolu, Kıbrıs ve Suriye’yi yakıp yıktıktan sonra Mısır’a saldırdılar. Ancak Mısırlılar tarafından püskürtüldükten sonra Tel Aviv-Yafa’dan Gazze Şeridi’ne uzanan bölgeye yerleştiler. Arap kavmi değillerdi. Zamanla çevreye yayılan Filistilerin en büyük düşmanı, İsrailoğulları olmuştu.
Bölgenin yerlileri olarak Samiler görülüyor. Nuh peygamberin büyük oğlu Sam peygamberin soyundan geldikleri kabul edilir. Tarihte Arap adına ilk olarak Asur kaynaklarında rastlanıyor. Güneydeki çöllerde göçebe olarak yaşayan Samilere Arabaya (Arap) diyorlardı. Kuzeydeki göçebelerden biri de İbranilerdi. İbrahim peygamberin farklı annelerden, önce Habeş cariye Hacer’den İsmail ve sonra asıl eşi İbrani Sara’dan İshak isminde iki oğlu olmuştu. Hacer oğlu ile birlikte Mekke'nin hemen yakınındaki Keda dağından, Cürhüm kabilesinin yaşadığı Beyti Haram'a (Kabe) vardı. İsmail burada Cürhüm kabilesinden kadınlarla evlenmiş, bunlardan 12 oğlu doğmuştur. Bu suretle Arap kavmine yabancı olan İbrahim oğullarının kanı karışmış, İsmaililer, Adnaniler, Maaddiler veya Nizariler adıyla anılan bir topluluk vücuda gelmiştir. Yüzyıllar sonra Hz. Muhammed’in ataları olan Kureyş kabilesi çıkmıştır. Arapların atası, İsmail'dir. İshak'ın oğlu Yakup'un soyundan gelenler de İsrailoğullarını meydana getirdiler.
İsrailoğulları Süleyman’ın krallığı döneminde en görkemli dönemi yaşadı. Asurlular ile Mısırlılar arasındaki savaşlardan zarar gördü. Babil’e sürülmüş, Persler tarafından esaretten kurtarılmışlardı. M.Ö. 322’de Büyük İskender tarafından Makedonya Krallığı’nın tebaası yapılmışlar, daha sonra Mısır, Helen ve Roma egemenliği arasında gidip gelmişlerdi.
Bu dönemlerde ortaya çıkan Hristiyanlık bir Yahudi olarak doğan İsa peygamber ile tüm insanları yeni dine dâvet etti. Yahudiler buna karşı çıktı. Hatta İsa’yı öldürmeye çalıştılar. Kudüs’ün yöneticisi Romalılardan korkan İsa’ya inananlar etrafa dağılıp yeni dini yaymaya çalıştılar. İsa’nın dinine inananlar öldürüldü.
Bu arada Hristiyanlık sinsice değiştirildi. Pavlus adındaki bir Yahudi, İsa’ya inandığını söyleyerek ve yeni dini yaymaya çalışıyor görünerek İncili değiştirdi. “İsa Allah’ın oğludur, Baba, Oğul, Ruhül Kudüs, üçlü tanrı” inancı Hristiyanlığa sokuşturuldu. İlk İncil, İsa’nın konuştuğu Aramca değil, onun vefatından en az yarım yüz yıl sonra Latince yazıldı.
Roma tarafından benimsenmeyen ve kabul edilmeyen Hristiyanlık ilk dönemlerde devrimci, ilerici, toplumları olumlu etkileyen, tek tanrıya geçişin ateşleyicisi oldu. Ama zamanla bu özellikleri değişmeye ve olumsuzlaşmaya başladı. Çıkışından iki yüzyıl sonra din adamları yöneticiler oldu. Üç yüzyıl sonra, bu yeni din, önce Roma devletince tanındı, serbest bırakıldı, sonra devlet dini olarak imparatorların hizmetine girdi. Havariler İsa’nın ölümünden sonra, ondan duydukları ve anımsayabildiği sözleri yazmıştı. Böylece meydana gelen yüzlerce İncil’in içinden çıkılamayınca, sadece dördü kabul edildi. Hıristiyanlığın merkezi Roma yapılarak Orta Doğu’dan koptu.
M.S. 135 yılında son Yahudi isyanı Romalıların son Yahudileri Filistin’den kovmasıyla sona erdi, hatta Kudüs’e girmeleri dahi yasaklandı. Yahudiler Roma İmparatorluğu’nun dört bir yanına dağıtıldı.
Romalılar Tek Tanrı’ya inancı Orta Doğu’dan uzaklaştırdı…
İlk Çağ Arap Yarımadasına daha yakından bakalım…
Buzullar devrinden sonra, Arabistan Yarımadası’nda sık ve geniş ormanların, büyük ırmakların bulunduğu, iklim şartlarının insanların üreyip çoğalmasına elverişli olduğu, fakat daha sonraki dönemlerde Orta Asya ve Büyük Sahra'da olduğu gibi, Arabistan'da da kuraklık başladığı sanılıyor.  Ilıman dönemde Arap Yarımadası'nın güney ve orta kesimlerinde çoğalan Samiler, çölleşme başladıktan sonra, M. Ö. üçüncü bin başlarından itibaren, yarımadanın dışına, Afrika'ya (Habeşistan ve Mısır'a), Mezopotamya'ya ve Suriye'ye göç etmişler.
Mezopotamya'ya göçen topluluklardan bir kısmı Sümerlerin düzenli kuvvetleri ve üstün savaş araçları karşısında sınırları geçemediler, Fırat nehri boylarında göçebe halde kaldılar. Sümer sitelerine işçi veya ücretli askerler olarak girebildiler. Yüzyıllar geçtikçe çoğaldılar ve Sümerlerin uygarlık ve savaş yöntemlerini öğrendiler.  Sonunda Akadlar ülkesi denen bölgeyi M.Ö. 2725 yıllarında Sümerlerden aldılar. M.Ö. 2050 yıllarına doğru, Elamlıların Kalde’yi istilâ etmeleriyle, Sami kabilelerden bir kısmı kuzeye çekildi. Buralarda Orta Asya'lı Subari boylarıyla karşılaştılar. Asur, Ninova gibi sitelere yerleşmeğe başladılar. Bu karışmadan Ön-Asurlular denen melez kavim ortaya çıktı.
Yarımadanın çölleşmesinden sonra yaşamaya en elverişli yer Yemen’dir. Önemli yerleşim merkezleri Mekke, Yesrib (Medine) ve Taif kentleridir. Yemen’de Main (M.Ö. 2400-700), Saba veya Sebe (M.Ö. 700-115), Himyeri (M.Ö. 115-M.S. 525) devletleri kurulmuştu. Nebatlılar veya Nebatiler devleti Arabistan’ın kuzeybatısında M.Ö. 4. yy.da kurulmuştu, başkenti Ürdün’deki kayalara oyulmuş Petra kentiydi. Gassaniler devleti Yemen kökenli olup, Suriye’ye yerleşmiş ve Hristiyanlaşmıştı. Başkentleri Şam’dır. Hire Arap Krallığı da Yemen kökenli olup, Irak’taki Hire şehri etrafına yerleşmişti.
Yemen’de kurulan devletlerin en eskisi olan Main devletinde tarım gelişmişti. Akdeniz ülkelerini Hindistan ve Çin’e bağlayan Baharat Yolu’nun üzerinde olduklarından ticaret de çok gelişmişti. Fenikelilerden alfabeyi alarak yeni bir alfabe geliştirdiler. Habeş ve Arap yazıları bu alfabeden etkilenmiştir. 
Sebelilerin Afrika’da geniş sömürgeler elde ettikleri ve adını Güney Batı Arabistan’da yaşayan Habasat kavminden alan Habeş Krallığını da kurdukları biliniyor.
Ürdün’deki Nebatiler M.S. 106 yılında Romalılara bağlı bir eyalet oldu. Yahudiler, Nebatileri Arap kabul ettikleri halde, Araplar bunların Süryani, Aramî ve Keldani (Asurlular, Kaldeliler) olduğunu kabul eder. Bulundukları bölgelere göre farklı isimler alan Süryaniler, Asurlular, Keldaniler aynı kökten gelen kavimlerdir. Monofizit, yani İsa peygamberin hem insan hem tanrı olduğunu benimseyenlerine Süryani, Nestorius'un duofizit görüşlerini kabul eden­lere Nesturi veya Asuri, Nesturi iken Ka­tolik olup Roma'ya bağlananlara da Keldani denilmektedir. Roma'­ya bağlanmayanlara ise Nesturîler veya Asuriler denilmektedir. Çoğun­lukla Doğu Asuri kilisesi mensubu olan Urmiye ve Hakkâri bölgesi kabileleri ken­dilerini Asuri, Ninova ve çevresinde yaşa­yanlar Keldani, Kuzey Mezopotamya, Gü­neydoğu Anadolu ve Suriye'de yaşayanlar ise Süryani diye adlandırmaktadır. Süryaniler veya Aramîlerin dünya kültürünün gelişimine önemli katkıları olmuştur. Kaldeliler Yunan ve Romalı yazarlar tarafından mü­neccim ve kâhinleri ifade için de kullanılmış­tır. Dilleri Arapçaya çok yakındı. İslâmiyetin ilk dönemlerinde diğer dillerden Arapçaya tercüme yapanların çoğu bunlar arasından çıkmıştır. Aramî yazısı, Arap yazısının ortaya çıkmasında etkili olmuştur. İsa peygamber de Aramice konuşurdu.
Bu devletler dışında, Araplar iklim ve çöl koşullarıyla, genelde başında şeyh, emir benzeri liderler bulunan kabileler halinde yaşamışlardı. Göçebe hayvancılık ve ticaretle geçinirlerdi. İslamiyete kadar tek bayrak altında toplanamamışlardı. Kabileler aynı kökten gelen ailelerden oluşurdu. Ailede erkek söz sahibiydi. Erkeklerde çok eşlilik görülürdü. Kız çocuklarına değer verilmez, kadın miras hakkından yararlanamazdı. Kabileler arası kan davaları yaygındı. Halk genel olarak köleler ve özgürler olmak üzere iki gruba ayrılırdı.
Arabistan’da ticari ve toplumsal hayatın en önemli unsuru, belli zamanlarda Mekke ve çevresinde kurulan panayırlardı. Her yıl hac zamanı Mekke’deki Kâbe’yi ziyaret ederler ve kabileler birbirleriyle ekonomik, kültürel ve dinsel ilişkilerde bulunurlardı. Arapların şehirde yaşayanlarına medeni, çölde yaşayanına bedevi denilirdi. Bedeviler göçebeydi ve hayvancılıkla uğraşırlardı. Çöl şartlarına dayanıklı olan deve, koyun, keçi ve at beslenirdi. Medeniler ise tarım ve ticaretle geçinirlerdi. Tarım, vahalarda yapılırdı. En önemli tarım ürünü hurma idi. Ticaretle uğraşanlar, toplumda itibarlı kişiler olarak kabul edilirdi. Mekkeliler kervan ticareti ile de uğraşırlardı. Afrika ve Hindistan’dan gelen mallar, kervanlar aracılığı ile Suriye ve Mısır’a taşınırdı. Mekke, Medine ve Taif şehirleri, ticaret sayesinde oldukça zenginleştiler.  
İslamiyet öncesinde yıldızlara tapınma, putperestlik, Sabiilik inanışı ile Hristiyanlık ve Musevilik gibi inançlar da bulunmaktaydı.  Sabiiler Kur’an Maide Suresi’nde tek tanrılı dinler arasında sayılır:
Şüphesiz inananlar ile Yahudiler, Sabiiler ve Hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”
Ergün Candan, Sabiilerin Kur’an’a uygun ibadetleri bulunduğunu, Mu, Uygur, Babil, Osiris, Pisagor kültürü ile bağlantılı olduklarını ileri sürer.
İslamiyet öncesi Orta Doğu’da İbrahim peygamberin öğretisi olan ve sonradan İsrailoğulları tarafından sadece kendileri için benimsenen “Tek Tanrı” inanışı vardı.
İslamiyet öncesinde Araplar arasında en yaygın dini inanç putperestlikti. Araplar başlangıçta İbrahim peygamberin Kâbe’yi inşa etmesiyle “Tek Tanrı” inancı ile tanışmıştı. Ancak zaman içinde heybetinden ürktükleri tek Tanrı’ya yalnızca aracılarla ulaşabileceklerini düşünerek putlar edindikleri, putperestliğin Araplara girişinin yabancı kaynaklı olduğu yönünde görüşler vardır.
Arap Yarımadası’nın dışına da bakalım.
Mısır’da, Kuzey Afrika'nın kurak iklimi nedeniyle, 12 bin yıllık bir dönemde, insanlar Nil vadisinde yakınlaşmak zorunda kaldı. Nil vadisinin verimli toprakları, yerleşik bir tarım ekonomisi ve uzmanlaşmış, merkezileşmiş toplumsal yapı olanağı sağladı. Uygarlık tarihinin temel taşlarından bazılarını oluşturdu. Yaklaşık altı bin yıllık köklü bir geçmişi olan Mısır'ın, üç bin yıl süren Firavunlar döneminin öncesi de biliniyor. Dünya ve Orta Doğu uygarlığına Mezopotamya ile yarışan katkıları var. Mısır M.Ö. 332’de başlayan Makedonyalı İskender dönemiyle bağımsızlığını ve tarihsel etkinliğini kaybediyor.
Libya eski Mısırlıların Nil'in batısında yaşayan Berberiler için kullandıkları Lebu sözcüğünden gelmektedir. Batı dillerindeki “barbar” sözcüğü de “berber”den gelir. Antik çağlardan bu yana ülkeye Fenikeliler, Kartacalılar, Büyük İskender, Ptoleme hanedanı, Romalılar, Arap-İslam İmparatorluğu ile Osmanlılar egemen olmuştur.
Tunus ve Cezayir, yerli Berberiler ve bölgeye M.Ö. 814’te gelen Fenike kökenli Kartaca Uygarlığıyla anılır. Kartacalılar, Sicilya ve İspanya'ya kadar koloniler kurmuş, Roma İmparatorluğu için ilk gerçek tehdit olmuştu. Pön Savaşları sonucu yenilip M.Ö. 146’da Tunus'tan sürüldüler. Bölge Roma egemenliğinde Afrika Eyaleti olarak yönetildi. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla Vandallar ve daha sonra Bizans’ın egemenliği başladı.
Özet olarak, yazılı tarihin başından İlk Çağ’ın sonuna kadar, Mısır’ın batısındaki Kuzey Afrika toprakları üstün uygarlıktan nasibini almamış, göçebe Berberilerin yaşadığı bir bölge olmuş. M.Ö. 1000 yıllarında Fenikeli tüccarlar gelip, koloniler kurmuşlar.
Orta Doğu’nun Asya’daki toprakları ise olağanüstü bir hareketlilik yaşamıştı. Tarih öncesi dönemden aldıkları mirasla öne çıkan Mezopotamya ve Mısır’a, Akdeniz kökenli Fenikeliler ve Filistinliler, doğudan Persler ve ardılları Sasaniler, kuzeyden Hititler, batıdan Makedonya’lı İskender ve ardından Romalılar rakip olarak çıkmış, bölgenin tümüne veya “Verimli Hilal” denen bölgeye egemen olma mücadelesi vermişlerdi. İsrailoğulları bu bölgede küçük devletçikler kurmuş, ancak hem Mısır, hem de Mezopotamya’daki tarih öncesi bilim ve kültür hazinelerini toplamayı başarmıştı. Güneydeki Araplar ise sadece sınırlı bölgelerde devletler kurmuş, genelde çöldeki vahalara dayanan göçebe aşiretler halinde kalmıştı.
Arapların da Mekke’deki bazı Kureyşliler vasıtasıyla Orta Doğu’da varlıklarını göstereceği zamanlar yaklaşıyordu. Ama bu askeri bir istila yoluyla değil, yeni bir dinin yayılması şeklinde olacaktı. Binlerce yıldır uyuyan Araplara bambaşka bir ruh geliyordu…
İslam Peygamberi Hz. Muhammet ilk vahyi aldığı 610 yılında, yakın çevresinden başlayarak dinini yaymaya başladı. 12 yıl sonra, sonra Mekke’de sayıları 300 civarında olan Müslümanlar, üzerlerindeki baskılar artınca, halkı daha hoşgörülü olan Yesrib (Medine) kentine göç ettiler. Vahiy yoluyla gelen Kur’an’dan 93 sureyi sadece bu insanlar kabul etmişti. Geri kalan 21 sure de Peygamberin ölümüne kadar Medine’de geldi. İslamiyet yeni esaslar içeriyordu: Herkes Allah katında eşit idi. Aile ve kabile önemli değildi. Düşünmeye önem veriliyordu. Yarımadada üç bin yıldır tapınılan putlara son veriliyordu. Kesin din kurallarına (Allah’a, kitaplarına, peygamberlerine, Ahiret gününe, meleklere) iman etmek gerekiyordu.
Müslümanlar güvenliğe kavuşurken İslam dini de yayılma olanağı buldu. Ama hicret etmek te yeterli olmamıştı. Mekkeliler altı yıl içinde Medine’deki bir avuç inançlı Müslümana karşı üç kez savaş açtılar. Son savaşta 12 bin kişilik bir orduyla Medine’yi bir ay süreyle kuşattılar. Ama hendekleri geçip şehre giremediler. Direnişe, korkunç bir kum kasırgası da destek verince, Mekke putperest koalisyonu geri çekildi. Üç yıl sonra güçlenen Müslümanlar 630 yılında Mekke’yi ele geçirdiler. Ama Hz. Muhammet Medine’de yaşamaya devam etti.
8 Haziran 632 tarihinde İslam Peygamberi Hz. Muhammet öldü. Yerine kimin geçeceğini söylemedi. Arkasından 632-661 yılları arasındaki Dört Halife Devri geldi. Artık askeri harekât da başlıyordu. Halifeler, devlet başkanlığı, başkomutanlık, baş yargıçlık ve din başkanlığı görevlerini de birlikte yürüteceklerdi.  
Sadece iki yıl görevde kalan ilk halife Ebu Bekir zamanında Arap kabileleri otorite altına alındı. Irak ve Suriye’ye sefer düzenlendi. Bizans’la savaş sürerken, Ebu Bekir öldü. İkinci Halife Ömer’in 10 yıllık döneminde (634-644) Suriye fethedildi, Bizans Anadolu’ya çekildi. Mısır ve Suriye’deki kaynaklarını yitiren Bizans’ın ekonomisi ve toplum yapısı da zayıflıyordu. Zerdüşt dinindeki Sasani İran İslamı kabule zorlandı. Kudüs, Mısır ve Azerbaycan fethedildi. Bu arada Mısır’daki İskenderiye kitaplığı da yakıldı. Arapça yerli halka kabul ettirildi. Müslüman Araplar kuzeye, batıya ve doğuya yayılıyordu. Ama zorla Müslüman yapılanlardan bazıları ile Batınilik (ezoterizm) de İslam’a giriyordu.
Mısır’ın çoğunluğu Hıristiyanlığı benimsemiş Kıptilerden oluşuyordu. Fetih sonrası Arap kabilelerinin Mısır’a göç etmelerine izin verilmesiyle Araplaşma hız kazandı. Kamusal alanda Kıptice olan dil Arapçaya dönüştü. Kıptiler zamanla azınlık durumuna geldi.
Halife Ömer İranlı Hristiyan bir köle tarafından öldürülünce, Emevi sülalesinden Peygamberin damadı olan Osman’ın 644-656 arasındaki 12 yıllık halifelik dönemi başladı. Osman, devleti ve hazineyi yeğeni Muaviye ve akrabalarına verdi. Libya, Tunus ve ilk kez kurulan donanma ile Rodos ve Kıbrıs fethedildi. İran'ın fethi tamamlandı. Kafkaslar'a giren İslam orduları Hazarlara yenilerek Kafkasların güneyine çekildi. O tarihe kadar değişik vilayetlerde okunan Kur’an'lar toplatıp yaktırıldı. Bunların yerine, derlenen, bugün Osman Kur’an'ı denilen Kur’an esas alındı. Mısır'dan gelen asiler, 86 yaşındaki Osman’ı öldürünce, yine peygamberin damadı Haşimoğullarından Ali 656-661 arasında halife oldu.
Emevi-Haşimi mücadelesi yeniden başladı. Şam Valisi Muaviye, öldürülen akrabası Halife Osman'ın öldürülmesinden Ali’yi sorumlu tuttu. Ali Halifeliği Medine’den Babil yakınlarındaki Kufe’ye taşıdı. Halife Ali ile Peygamberin dul eşi Ayşe'nin taraftarları arasında ilk iç savaş Ali'nin zaferiyle sonuçlandı. Şam Valisi Muaviye Halife Ali'ye isyan etti. Ali 661’de, mescitte ibadet ederken Hariciler tarafından öldürüldü. Muaviye, Ali’nin oğlu Hasan’ı ikna ederek kendini halife ilan etti. Hasan, Muaviye ile anlaşan kendi karısınca, 669’da zehirlenerek öldürüldü.  
Ali’nin beş yıllık döneminde fetihler tamamen durdu. Müslümanlar Şii, Sünni ve Harici diye üçe ayrıldı. Müslümanların ilk terör örgütü Hariciler yenilgiye uğratıldı ama yok edilemedi.
30 yıl süren Dört Halife Devri sona ermişti. 661-750 arasında halifelik 90 yıllığına Emevilere geçti ve bir saltanat haline geldi. Başkent Kûfe’den Şam’a taşındı. Kıbrıs, Girit, Rodos, Sicilya ve Sardunya adalarına deniz seferleri düzenlendi. 663 yılında Afganistan fethedildi.
Müslümanlar 50 yılda dünyanın ana kıtası, Kuzey Afrika-Avrasya uygarlık kuşağını denetim altına aldılar. Arapça dili ortak dil olmaya başladı. Ama aynı şey İran’da, Türkistan’da, Çin’de yapılamadı.
Muaviye’den sonra halifelik ve saltanat kavgaları yeniden başladı. 10 Ekim 680 tarihinde Hz. Muhammet'in kızı Fatma ve Ali'nin oğlu Hüseyin, üvey oğlu Abbas ve 72 arkadaşının, Emevi Halifesi Muaviye’nin oğlu Yezit güçlerince Kerbela'da öldürülmesi, İslam dünyasında derin bir yara açtı.
Kerbela’dan sonra İslam dünyası ikiye bölündü. İran öldürülen Ali’ye, oğulları Hasan ve Hüseyin’e sahip çıktı. Sadece Ali ve Peygamber’in kızı Fatma’nın soyundan gelenlerin halife olacağını savundu. Emevilerin ve ilk üç halifenin (Ebubekir, Ömer ve Osman) zorba olduğunu ileri sürerek halifeliklerini kabul etmedi. Şiilik ortaya çıktı. Başlangıçta göçebe toplumlar ve köle sınıfı Şiiliği tuttu. Farslar önceleri İslam'a karşı direndi, eski Fars, Pers ve Sasani kültüründen ayrılıp İslam dünyasında ve İslam kültüründe kaybolmak istemedi, Sünni-Arap dünyası içinde asimile olmaktan endişe duydu. Müslümanlığı Şiilik temelinde kabul etti. Bu önemli fark sayesinde Farslar, kendi kültürünü devam ettirebildi. İslam’ın en örgütlü kesimi Şiiliğin Sünnilikten farklarından biri de, ölçüleri, sınırları oturmuş bir dini hiyerarşiye sahip olması ve Şiilerin çoğunluğunun bu hiyerarşiyi kabul etmesidir. Dünyadaki 1,5 milyar Müslümandan 150 milyon Şii, İran, Irak, Suudi Arabistan’ın doğusu ve Bahreyn’de çoğunlukta; Lübnan, Pakistan, Hindistan ve Afganistan’da önemli oranda, Suriye’de ise azınlıkta ama yönetimdedir. Şiilere göre, 873’te kaybolan Onikinci İmam Muhammed el-Mehdi’nin 67 yıllık “Küçük Saklanma” dönemi 940’ta bitti. Göründükten kısa süre sonra tekrar kayboldu ve “Büyük Saklanma” dönemi başladı, halen devam ediyor ve ilerideki bir tarihte dünyaya döneceğine ve adaleti getireceğine inanılıyor.
Halife Ömer zamanında Mısır’da etkinliklerini sürdürmeye çalışan Osiris rahiplerinin, zorla Müslüman yapıldıktan sonra, öğretilerinin bir kısmını İslam’a uyarladıkları da iddia edilir. Bunun en büyük destekçisinin de dördüncü halife Ali olduğu ilave edilir. Bir iddia daha var. Buna göre sorumlu Yahudiler idi. İran’daki Zerdüştlük mensubu Mecusileri ve Hinduları da yanlarına alarak, inançlarını İslam inancı olarak yaymışlardı.
Sünni İslamda çeşitli nedenlerle bölünmeyi ortaya koyan dört fıkıh Sünni mezhebi var: Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Malikî. Bunların dışında itikadi mezhepler de var. Mutezile, Eşarîye, Matürîdîye, Cebrîye, Selefiye gibi. Kimi aklı öne çıkarır, kimi mantığı, kimi inancı. Suudiler son zamanlarda Vehhabiliği de Sünniliğin beşinci mezhebi olarak yerleştirmeye çalışıyor.
Şiilikte de peygamberin ve halifenin kim olacağı, imamların öncelikleri gibi düşünceler ışığında çeşitli bölünmeler vardır. Sebeiyye, Gurabiyye, Keysaniyye, Zeydiyye, İmamiye, Caferiyye, İsmailiyye, Hakimiye, Dürziler, Nusayriye.
Emeviler Halife Abdülmelik zamanında iç karışıklıklara son verdi ve Arap-İslam fetihleri geniş alanlara yayıldı. 695’te Kartaca Bizans’tan alınmış, 709 yılında Kuzey Afrika’nın fethi tamamlanmıştı.
Emeviler Konstantinopolis’i (İstanbul) 666, 677, 718, 722 yıllarında dört kez kuşattı, ama alamadı. Hz. Muhammed’in hadisi: “Kostantiniyye mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel emir, onun ordusu ne güzel ordudur.” diyordu.
711 yılında İspanya’ya geçildi. 712’de Kilikya (Çukurova), Semerkant ve 714’te Kaşgar’ı alan Araplar, Orta Asya’ya girmeye başladı. 725 yılında Fransa’ya giren Arap orduları 732 yılında Franklar tarafından durduruldu.
Ancak Emeviler Devrinde Arap-İslam Devleti’nin kurumlarının genişlemesi ülkenin genişlemesine ayak uyduramadı. Bunun nedeni Emevi halifelerinin, Arapların ırksal üstünlüğünü (Kavim-i Necip) ve yayılmasını devlet politikası haline getirerek, İslamiyet öncesi gelenek ve göreneklerini sürdürmeleri, bir Arap aşireti şefi gibi davranmalarıdır. Bu devirde devlet, bir İslam devleti olmaktan çok, bir Arap devletiydi.
Türkler, Orta Asya ticaret yollarını ele geçirmek isteyen Emevilere karşı Çinlilerle uzlaşmıştı. Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar, Emevilerin kendilerini öteki Müslümanlardan üstün görmesi, Arap ırkçılığını devlet politikası haline getirmesi, kendi aralarındaki sürtüşmeler ve fetihlerin durması nedeniyle Emeviler eski güçlerini yitirdiler. 750 yılında Haşimi soyundan Abbasoğullarının önderliğindeki halkların ayaklanması başarılı oldu ve yönetim Abbasilerin eline geçti.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in kendisinden 30 yıl sonra “halifeliğin azgın-kudurgan sultanların eline geçeceğini” söylediği iddia edilir. Emeviler döneminde, halifeliğin bir din kurumu, bir Tanrı emri olduğu uyduruldu. Ama Emevi hilafetinin meşruiyeti İslam tarihi boyunca tartışılan bir konu oldu.
Hz. Muhammed’in islam dini dünyayı derinden sarstı. Çölden yükselen güçlü ses Orta Asya’dan İspanya’ya kadar yayıldı.  Bu genişlemeyle, fethedilen İran Sasani ve Bizans uygarlıkların mirası da devralındı. Ama eski dünya alışkanlıklarının İslam dünyasına sızmasına mani olunamadı. Suriye’den Bizans’ı devralan Muaviye tarafından temelleri atılan Sünni saltanat ideolojisi, dışı Müslüman, içi Bizans ve Fars karakteri ile dolu bir askeri tarım imparatorluğuna dönüştü. Emevileri izleyen Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar bu sistemi devam ettireceklerdi.
Abbasiler de Emeviler gibi bir hanedan oluşturdular. İç karışıklıkları ve ayaklanmaları bastırarak, devlet otoritesini sağladılar. Başkenti Şam’dan yeni kurulan Bağdat’a taşıdılar. Emevilerin bağnazlığını ve sofuluğunu, İran’ın kültürüyle bağdaştırmaya çalıştılar. İslamın Arap karakterini geri plana attılar. Dostça ilişkiler geliştirdikleri Türklerden ordular kurdular. İslam Dinini propagandalarla yaymaya çalıştılar. Bizans’la savaşıldı, Anadolu’ya seferler düzenlenerek Doğu Anadolu ve Azerbaycan alındı. Orta Asya ticaret yollarını ele geçirmeye çalıştılar. 751 yılındaki Talas Savaşı’nda Türkler Çinlilere karşı Abbasilerden yana oldu ve Çinliler yenilgiye uğratılarak Türklerin Müslümanlaşması süreci başladı. 782 yılında Konstantinopolis (İstanbul) kuşatıldı, yine alınamadı.
Burada İslamın ‘Altın Çağı’na imzasını atan “Beytül Hikmet (Hikmetler evi)” hakkında bir parantez açalım.
Beşinci Abbasi halifesi Harun Reşit’in oğlu Memun tarafından, Bağdat şehrinde 800'lü yılların başında, İslam’da İlk önemli bilim ve felsefe kurumu Beytül Hikmet kuruldu. Kütüphane ve çeviri merkezinden oluşan bir bilim yuvasıydı. İslam dünyasında aydınlanmanın ilk adımı olarak görülmektedir.
Memun, halife olmadan önce, Merv'de ikinci veliaht iken, İslam felsefesinde akılcılığı benimseyen, Tanrı'nın zatından ayrı sıfatları olamayacağını öne süren, özgür iradeyi ve kişinin kendi eylemlerinden bütünüyle sorumlu olduğunu vurgulayan Mutezile öğretisine ilgi göstermeye başlamıştı. Mutezile düşünürleri, Manicilik gibi inanışların etkisine karşı en uygun mücadele yolu olarak gördükleri mantık yöntemlerini Eski Yunan ve Helenistik dönem filozoflarından almışlardı. Memun, Yunan felsefe ve bilim yapıtlarının çevrilmesini destekliyor, Mutezile öğretisini de halkına benimsetmeye çalışıyordu. Ama hadis bilginleri başkaldırdı. Bu direnişin başını Hanbelilik mezhebinin kurucusu Ahmed İbn Hanbel çekiyordu. Tutuklanan Hanbel, Memun'un 833’te ölümünden sonra geçici olarak serbest bırakıldı. Hanbel'in sorgusu halkın bir bölümünün, Memun'un benimsetmek istediği inançlara direndiğini de ortaya koydu. 837'de halifeliğe gelen Mütevekkil yeniden geleneksel Sünni öğretiyi benimsemek zorunda kaldı.
Beytül Hikmet kendinden önce varolan okulların kültürel mirasını devralmıştı. Yunan felsefesiyle Mezopotamya ilminin buluştuğu İskenderiye Mektebi daha sonra Harran'da faaliyet göstermiş, Bağdat'taki Beytül Hikmet'in faaliyete geçmesiyle ömrünü tamamlamıştı. Fars kültürü, Hint ve Yunan düşüncesinin karşılaştığı Sasani devleti zamanında kurulan İran'daki Gundişapur Akademisi de kadrosunu Bağdat'a vermişti.
Tercüme edilecek kitapların temininde ve çevirisinde hem bu okullardan yararlanılmış, hem de Bizans devletinden yararlanılmıştı. Memun Bizans seferlerinde Konstantiniyye, Kıbrıs, Efes ve Bergama’dan felsefe ile ilgili kitapları getirtmişti.
Pisagor, Platon, Sokrat, Aristo’nun mantık, felsefe, ilahiyat, siyaset, fizik ve matematik, Öklid ve Arşimet'in matematik, geometri, Batlamyus'un astronomi, coğrafya, Hipokrat ve Calinos'un tıp hakkındaki kitaplarının çevirisi yapıldı. Bunlara Hint uygarlığından Galen, Sushruta, Charaka, Aryabhata ve Brahmagupta gibi düşünür ve bilim insanları ilave edildi. Çeviriler Yunancadan Arapçaya, ya da önce Süryaniceye sonra Arapçaya yapılmış, yazarların eserleri ve düşünceleri de derinlemesine incelenmişti. İran tarih ve edebiyatı Farsçadan, Hint bilimi Hintçeden, Yahudi ahlak ve inançları ile ilgili kaynaklar İbraniceden yapılan tercümelerle Beytül Hikmet'e kazandırılmıştı.
Zamanla büyüyen ve gelişen merkez, Bağdat'ın da büyümesini ve eski dünyanın tamamında tanınan bir kurum olmasını sağlamıştı. Abbasi halifeleri burada çalışan bilim insanlarına yüksek maaşlar bağlamışlar, çevirdikleri her kitabın ağırlığınca altınla ödüllendirmişlerdi.
Özellikle kâğıt basma tekniklerinin gelişmesi de çevrilen eserlerin yayılmasına yardımcı oldu. Kâğıt sayesinde daha pahalı olan papirüs ve deriden yapılan parşömen terk edildi.
Hastaneler, rasathaneler ve tekkeler bilim ve felsefe yapılan kurumlardı. Memun Bağdat'ta Şemmasiye, Şam'da Kasiyun Rasathanelerini inşa ettirdi. Bu rasathanelerde Harezmî ve diğer astronomlar güneş ve ay gözlemlerinin yanı sıra bazı yıldız ve gezegenlerin hareketlerini de incelediler. Çalışmalar bütün yıl her gün sürmüştü. Böyle bir gözlem türü Batı'da ancak 16. yüzyılda başlayabildi. Ayrıca burada hazırlanmış bir yıldız kataloğundan da söz edilmektedir. Memun zamanında, Sincar sahrasındaki ölçümler sonunda, dünyanın çapı, iki meridyen arasındaki derece farkı ve dünyanın güneşten uzaklığı gibi ileri astronomi hesapları yapıldı. 
Birçok filozof ve bilim adamı Beytül Hikmet'te yetişme imkânı buldu. Cebir ilminin kurucusu olan ve bir heyetle beraber dünya haritasını çizen Harezmi, 9. yüzyılın ilk İslam filozofu Kindi, 10. Yüzyılda, onun selefi Farabi, güneş lekeleri hakkında kitap yazan Sabit bin Kurra, dünyanın güneşten sürekli uzaklaştığını keşfeden ve trigonometriyi matematiğe sokan Battani, otomatik ibrikler, fitilleri yandıkça kendiliğinden uzayan lambalar, rüzgârda sönmeyen kandiller, sıvıların özgül ağırlığını hesaplayan kaplar icat eden Şakiroğulları gibi
Astronomide Fergani, kimyada Razi, Batı'da “Avicenna” adıyla tanınan, tıp ve felsefe alanında 200 kitap yazan İbni Sina gibi büyük ilim adamları araştırmalarını burada yaptı. Din âlimleri İmam Ahmed bin Hanbel, Sünni Hanbelî mezhebini, Ebu Hanife olarak meşhur olan Numan bin Sabit ise Sünni Hanefî mezhebini burada sistemleştirdi.  
Beytül Hikmet'te Bizans’ın sapkın bir Hristiyan tarikatı olduğundan, Atina'daki okullarını kapatarak doğuya sürdüğü Nasturiler de yer alıyordu. Fars Sasani imparatorluğuna yayılıp, Orta Asya'da kilise açan bu topluluk, gittiği her yere bilim ve felsefeyle ilgili Yunanca metinlerin okunması ve yorumlanması geleneğiyle birlikte Helenistik felsefeyi ve Hristiyanlığın kendi malı kıldığı teolojiyi de götürüyordu. Nasturiler ile beraber aforoz edilen Yakubiler, sürekli baskı altında yaşamış olan Sabiiler, değişik devletlerin içinde parçalanmış vaziyette yaşayan Yahudi ve Süryaniler, Harranlılar, Nebatiler, Hintliler, İranlılar, Hristiyan papazlar Beytül Hikmet'te bir araya gelmişlerdi. Çeviri faaliyetlerinin ana unsuru Süryaniler olmuştu. 4. yüzyıldan 10. yüzyılın sonlarına kadar Sasani, Bizans ve İslam imparatorluklarının arasında kalan Süryaniler yakın tarihlerdeki Yahudilerin durumuna benzer bir şekilde milletler arasında kültür taşıyıcı olarak mühim bir rol oynadılar.
Çevirilerde Helenistik felsefeye ilgi gösterilirken Helenistik sanata, şiire, mitolojiye iltifat edilmedi, Yunan filozoflarının eserleri Müslümanlaştırılarak aktarıldı. Zaman içinde bazı halifeler, özellikle felsefi eserlerin çevirilerinin İslami düşünce üzerinde zararlı etkileri olduğu zannıyla, bu türdeki eserlerin çevrilmesini kısıtlasa da, merkez uzun yıllar verimli bir şekilde çalıştı. Çeviri hareketinin son zamanlarında Arapça dünyada bilim dili haline geldi, buradaki kütüphane de dünyanın en büyük kütüphanesi ünvanına sahip oldu.
Ama İslamın Altın Çağ’ında her şey pürüzsüz bir düzlemde yürümedi.
Mantık, psikoloji ve siyaset olmak üzere pek çok alanda yaptığı çalışmalarla yaşadığı döneme damgasını vuran Farabi, tıpkı “İhvan es-Safa” adlı felsefe topluluğu gibi, Şii olduğu gerekçesiyle kovuşturmalara uğradı. Matematik, astronomi gibi alanlarda yürüttüğü çalışmalarla bilinen Kindi de, aklı merkeze alan ve “eleştirel düşünce” yönüyle öne çıkan “mutezile” felsefesine yakın durduğu için baskı altında tutuldu.  Hallacı Mansur ve Suhreverdi ise fikirlerinin karşılığını canlarıyla ödediler.
İbn-i Sina da yaşadığı dönemde büyük sıkıntılar yaşadı. Gökbilim, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanındaki çalışmalarıyla tanınan Biruni’nin hocası Abdüssamed te dinsiz olduğu ve Karmatiliği kabul ettiği gerekçesiyle öldürüldü. Biruni de benzer gerekçelerle hapse atıldı. Matematikçi Harezmi ile İbnu Heysem ve psikoloji, biyoloji, tarih çalışmalarıyla adını duyuran Cahız da din adamları ve kadıları tarafından kafir ilan edildi. 
Doğuşu ve yayılışındaki heyecanlı safhada büyük özverilere katlanan Müslümanlar geride kalıyordu. İslam yayılıp, yerleşip, kültürünü, uygarlığını ve hukukunu kurmaktaydı. Ama ilk heyecanı kalmamıştı, artık dinamik ve devrimci değildi, eleştirilmekten rahatsızlık duyuyordu. Yeni sorunlara yeni çözümler bulmakta, yeni sorulara yeni cevaplar vermekte zorlanıyordu ve bu da onun yetersiz kalmasına neden oluyordu. Bu noktada dindar geçinenler militanlaşıp, saldırganlaşıyor, şekle ve görünüşe ağırlık vermeye başlıyordu.
Özetle, İslam’ın ruhundaki “sürekli yaratılmakta olan âlem” unutuluyordu.
Beytül Hikmet, Moğolların 1258'de Bağdat'a girmesi ve buradaki tüm birikimi talan etmesiyle ihtişamını kaybetti, ancak etkileri ve kazanımları uzun yıllar devam etti.
IX. Yüzyıldan sonra Abbasiler özellikle kardeşler arasındaki taht kavgaları ve Şii-Sünni ilişkilerine yaklaşım farklılıkları nedeniyle zayıfladı, çok genişleyen devleti kontrol edemedi ve parçalandı. Irak’taki sınırlı bir egemenliğe ve halifeliğe dönüştü.
Arap-İslam Devleti topraklarında birçok devlet kurulmaya başladı...
Horasan’da hüküm süren Sünni Tahiriler (820-872) ve Saffariler (867-908) ile Kuzey Irak ve Suriye'de hüküm sürmüş bir Şii Arap hanedanı Handaniler (890-1004) tarihte pek önemsenmediler.
Tarihte yer etmiş devletlerden bazılarına kısaca değinelim.
Tolunoğulları (868-905), Kıpti Hıristiyanların da yaşadığı Mısır'da kuruldu ve kısa sürede topraklarına Suriye’yi, Filistin’i ve Bizans’tan da Tarsus’u dahil ederek sınırlarını Fırat Nehri'ne kadar genişletti. Devletin kurucusu Mısır valisi Ahmed bin Tolun'un babası, Buhara’lı Tolun adında bir Türk’tü. Halifeliği Mısır'a taşımaya çalıştı ancak başarılı olamadı. Ahmed bin Tolun'un ölümünden sonra oğulları ve torunları zamanında devlet zayıfladı. 905 yılında Abbasilere bağlı Türk komutan Muhammed bin Süleyman tarafından Tolunoğulları Devleti yıkıldı.
Karmati Devleti 874'te Hamat Karmat tarafından Basra Körfezi'nde kuruldu. İlk Şii İsmailiye devletiydi. 150 yıl hüküm sürdü, Karmatiler adı verilen bir meclis tarafından yönetiliyordu. Ortak mülkiyeti, zenginlerin malını paylaşmayı benimseyen bu tarikat, kısa sure içinde bütün Irak'ta yayıldı. İslâm Dininin getirdiği namaz, oruç hac gibi ibadetleri gereksiz sayıyor, Mazdekçiliğin görüşlerine uygun düşünceler ileri sürüyordu. 922’de idam edilen sufi Hallacı Mansur, Kur’an’a sözcük anlamlarına bakarak yorum getiren Karmatilerin bir propagandacısıydı. Mansur, harfler ve sayıların gizli anlamlarına değinen ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin bir sonucu olarak ilk kez Enel-Hakk (Ben Tanrı’yım) diyen Mansur bu sözü nedeniyle idam edildi. İranlı İslam âlimi, Hallacı Mansur, sufilerin halka paylaşmayı uygun bulmadığı birçok görüşü halka ifadeden çekinmezdi. Karmatiler 929'da Mekke'yi işgal ettiler ve Kâbe'nin duvarına gömülü Hacerül Esved'i söküp başkentleri Lasha'ya götürdüler. Bağdat’taki Sünni Abbasi halifesi onların kuklasıydı. Abbasi hilafeti cuma günleri adlarına hutbe okuması dâhil birçok ayrıcalığından vazgeçmişti. Halife Hacerül Esved'in yerine konulmasını sağlamış olmayı başarı sayıyordu. Fatımilere katılan Karmatilerin Bahreyn'deki devletleri 1077 tarihinde de Sünniler tarafından ortadan kaldırıldı.
Şii Büveyhoğulları 945-1055 yılları arasında İran ve Irak'ta hüküm sürdü. Halife'yi emrine aldı, başkanları vali atandı, sonra halifenin gözlerine mil çektirerek yerine başka bir halife getirdiler. Abbasi Halifeleri Büveyhoğullarının kuklası oldu. Büveyhoğullarının baskısından kurtulmak isteyen Abbasi Halifesi Kaimbiemrillah yardım isteyince, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey 1055'te Büveyhoğularını ağır bir yenilgiye uğrattı, devletlerine son verdi. Bundan sonra yönetimde Türkler vardır, İslam halifesi yine vesayet altındadır. 1059’da İsfahan’ı başkent yapan, Sünni Halifeliğin koruyucusu Tuğrul Bey’in Büyük (İran) Selçuklu İmparatorluğunun Bizans’a ve İslam dünyasına egemen olma dönemi başlıyordu. Sünni sıfatının arkasında şaman kültürünün bulunduğu, geniş at sürülerinin ihtiyacı olan iklime ve otlaklara sahip İran yaylalarındaki dönemdi.
1090’da Şiiliğin İsmaili mezhebinin Nizarilik koluna bağlı Bâtıniler gizli cemiyetinin ünlü lideri Hasan Sabbah, Kuzey İran’da Alamut Nizari devletini kurdu. Büyük Selçuklu Devleti’nde silahlı yandaşlarının sayısı 40 bine ulaştı. Vezir Nizamülmülk dâhil üst makamlarda görevli 134 kişiyi katlettiler. 1094’te Şii Fatımi Halifesi Mustansir’in ölümüyle İsmaili hareketi bölündü, Hasan Sabbah aşırı kanat Haşhaşi lideri oldu. Birinci Haçlı Seferinde, 1099’da, Kudüs alınınca, buraya giden hacıları ve Avrupalıları korumak için devreye giren Tapınak Şövalyeleriyle Haşhaşilerin ilgisi biliniyor.
Akşitler veya İhşidîler 935-969 yılları arasında Mısır'da kurulmuş Türk-İslam devletidir. Kurucusu Muhammed Bin Togaç’a Abbasi halifesi tarafından, Mısır'da düzeni sağladığı ve Fatımilere karşı sağladığı başarılarından dolayı, ataları Fergana meliklerinden olduğu için melikler meliki anlamında el-İhşid unvanı verilmişti. İhşidîler, Mısır'ın batısındaki Şii Fatımilerle sürekli mücadele ettiler. 969'da Fatımi ordusuna yenildiler, İhşidîler son buldu.
Samanoğulları (875-999) Orta Asya ve doğu İran'da kurulmuş, adını kurucusu Saman Hüdâ'dan alan bir hanedanlıktır. Sasanilerin devamıymış gibi davranmışlardır. Samanoğulları eski İran kültürünü canlandırdı ve İslâmiyetin yayılması için büyük çaba sarf etti. Samanoğullarının gayretleri ile yaklaşık 200 bin Türk İslâmiyet'e girdi. Devletleri Karahanlılar tarafından yıkıldı.
Şii Fatımiler Devletinin (909-1171) kurucusu İmam Abdullah’tır. Peygamberin kızı Fatma’nın soyundan geldiği savında bulunduğundan bu adı aldılar. İmam Abdullah, Tunus, Trablus ve Cezayir’i, Malta, Sicilya ve Sardunya adalarını aldı. 969 yılında İhşidîleri yenerek Mısır’ı ele geçirdi ve Tunus’ta Kayruvan’da kurdukları ayrı bir halifelik merkezini Kahire’ye taşıdılar. Şam ve Halep’e kadar yayıldılar. Fatımiler, Mısır’ı aldıktan sonra, Kahire kentini kurdular ve başkent yaptılar. Mekke ve Medine’yi de aldıktan sonra zamanın en büyük ve en güçlü İslam devleti oldu. Fatımi halifesi El Aziz (975–996) tarafından Beytül Hikmet'e rakip olarak yaptırılan Darül Hikmet'te o döneme kadar hiç görülmemiş miktarda kitap bir araya getirildi. Bu kütüphanede her biri 18.000 kitap alan 40 adet depo bulunuyordu. Kütüphane halife Hakim döneminde en parlak dönemini yaşadı. Fatımi devleti İsmailiğin altın çağıydı. 1017’de Şii İsmailiye kolundan Dürzîlik tarih sahnesine çıktı, Fatımi halifesi Hâkim Biemrillah kendisinin tanrı olduğunu ileri sürdü. Dürziler daha sonra kendilerini gizlediler.
1159 yılında, Tunus’ta yüz yıldır yönetimde olan Ziriler, Fas’taki Muvahhidin Devletinden yardım alarak Normanları Tunus’tan kovdu, Afrikiyye’yi Tunus’ta oturan bir vali tarafından yönetilen bir eyalet haline getirdi. Bundan sonra Afrikiyye, Tunus adını aldı.
Mısır'da Fatımiler 1060 yılından sonra eski gücünü yitirmeye başladı. İçte karışıklıklar çıktı. Komutanlar birbirine girdi. Bu durumdan Musul ve Halep Atabeyi Nurettin Mahmud Zengi yararlandı. Şırkuh ve Selahaddin komutasında Mısır’a ordu gönderdi. Şırkuh duruma hakim oldu ve Fatımi veziri oldu. Ölümü üzerine yerine yeğeni Selahattin Eyyubi vezir oldu, 1171 tarihinde son Fatımi imamını, tahtından indirerek Fatımi Devleti’ne son verdi. Tüm Fatımi birikimini yaktılar.
Selahaddin Eyyubi’nin Mısır'da kurduğu Sünni İslâm Eyyubiler Devleti (1174-1250) sırasında, Mısır’da 262 yıldır yerleşmiş olan Şii Bâtınilik dâîleri çeşitli ülkelere dağılmak zorunda kaldı. Eyyubiler en güçlü olduğu dönemde Mısır, Suriye, Habeşistan, Libya, Hicaz ve Yemen'i egemenliği altında tuttu. Üçüncü Haçlı Seferi ve daha sonra yapılan Haçlı Seferleri ile mücadele etti ve haçlıları bölgeden kovdu. Selahaddin Eyyubi öldükten sonra zayıfladı, Mısır'da Türk asıllı Memluk Devleti yönetimi başladı.
Memluk Devleti (1250-1517) Türk ve Çerkes asıllı köle asker ve köle kamu görevlisi hanedanı olarak bilinir. Memluk hanedanı, 1260’ta bozguna uğrattıkları Moğol akınlarını durdurarak Arap ve İslam dünyasını bir yıkımdan kurtardı. Haçlı ordularını bölgeden kovdu ve bölgede bir istikrar oluşturmaları sonucu, toplumsal ve ekonomik alanda Mısır’ı yeniden önemli bir ticaret merkezi haline getirdi.
Bağdat'taki halifelik kurumu siyasal etkinliğini ve otoritesini yitirmişti. Halifelik ancak Gaznelilerin ve Selçukluların yardımlarıyla dinsel görevlerini yerine getirebiliyordu. 1258 yılında Moğollar dillere destan Bağdat’ı ele geçirdi. 500 yıldır İslam devleti başşehri olan, Bağdat tarumar edildi, hastaneler, rasathaneler, medreseler ve kütüphaneler yıkıldı, yüz binlerce kitap yakıldı. Halife Mustasım, Abbasoğullarının tümü ve binlerce Bağdatlı öldürülüp Dicle nehrine atıldı.  
Halifeliğin çöküşüyle hilafet önemsiz bir makam haline geldi. Ulema ile dünyevi hükümdarların devleti birlikte yönetmesine dayalı bir yönetim İslam dünyasını belirlemeye başladı. Sufilerin saygınlığı da artmaya başladı.
Zaten çoktandır Araplar uluslararası alanda bağımsız oyuncu olmaktan çıkmıştı.
Bu olaydan üç yıl sonra, 1261 yılında, Memlukler Abbasi hanedanının bir mensubu olan El-Muntasır'ı Mısır'da yerleşik ama hiçbir devlet yönetim yetkisi olmayan halife olarak ilan ettiler. Böylece halifelik, Bağdat'tan Kahire'ye geçti, Memluk devletinin himayesine girdi.
Aynı tarihlerde Kudüs’ü ele geçirmek için bölgeye gelen Hristiyan Haçlılar da Avrupa’ya dönmek zorunda kaldılar. 1097’de Urfa’da ve Antakya’da, 1099’da Kudüs’te 90 yıl süren Latin Krallığı kurulmuştu. 1187’de Selahattin Eyyubi Haçlı ordularını yenerek Kudüs'ü kurtarmış, ama 1228’de geri dönen Haçlılar Sayda ve Kudüs'ü tekrar kuşatmıştı. İç mücadelelerle uğraşan Eyyubi Hükümdarı Melik Adil Haçlıların Kudüs'te serbestçe oturma şartını kabul ederek 10 yıllık bir anlaşma yapmıştı.
1268’e kadar farklı Haçlı kontluklarının egemenliği altında kalan Kudüs, Memluk Sultanı Baybars tarafından yeniden İslâm dünyasına kazandırıldı.
1096-1291 yılları arasında iki yüzyıl süren Haçlı Seferleri, Türklerin Bizans’ı ve sonrasında Avrupa’yı tehdit edeceği korkusuyla yapılmıştı. Türklerin Şii ve Sünnileri birleştireceği de Hristiyanların korkuları arasındaydı. Avrupalı Hristiyan devletler, en iyi savunmanın taarruz olduğu inancıyla, Fatımilerin elinde bulunan kutsal Kudüs’ü ele geçirecek, Türkleri ve Müslüman’ları Orta Doğu’dan kovacaktı. Sonuçta başaramadılar. Ama Türklerin batıya doğru ilerleyişleri bir süre için durdu, Bizans rahatladı, Orta Doğu Moğol saldırıları karşısında güçsüzleşti.
Müslümanların İspanya’daki egemenliğine de kısaca bakalım.
İspanya’daki Cermenlerin Batı Gotları (Vizigot) Krallığı’ndaki karışıklık ve çekişme ortamında İspanyol Yahudileri ve bazı Vizigot yöneticileri Emevileri davet ettiler. Afrika’nın fethi için görevlendirilen Musa bin Nusayr da Tanca valisi olan Tarık bin Ziyad’ı Endülüs’e (İspanya’ya) gönderdi. Tarık dört gemi ve yedi bin asker ile 711 yılında İspanya’ya geçti. Gemileri yaktırdıktan sonra gelen beş bin kişilik ilave yardım kuvveti ile Vizigot kralını ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu başarının ardından Musa bin Nusayr da on bin kişilik bir kuvvetle İspanya'ya geçti. 712 yılında Toledo, Kurtuba, Archidor ve Libire, ertesi yıl Zaragoza, Aragon, Leon, Lleida ele geçirildi. İspanya'nın 22 bin askerle fethinden sonra Musa bin Nusayr burada bazı komutanlar ve askeri birlikler bıraktı ve 714’te Şam'a döndü. İspanya’da kalanlar Fransa'ya geçti, ama 732 yılında Poitier Savaşı’nda yenildiler ve geri döndüler.
Endülüs, Şam’daki Emevi Halifesine bağlıydı. İspanya'daki yöneticiler siyasi anlayışları Bizans uygulamalarından etkilenmiş olan Suriyelilerdi. Müslümanların büyük bölümünü oluşturan Kuzey Afrika'nın Berberi halkı ülkeye yayıldı. Nüfusun yaklaşık yüzde 20'sini oluşturuyorlardı. Vizigot soylularının birçoğu Müslüman oldu ve öncelikli pozisyonlarını korudu. Kırsal kesim de Müslümanlaştırıldı. Hıristiyan Hispano-Romanlar ve nüfusun yüzde beşini oluşturan Yahudiler de yaşamlarına devam ettiler.
Şam'daki Emevi hanedanlığı 750 yılında Abbasiler tarafından yıkıldı. Kaçan Emevi prenslerinden biri 756’da İspanya'ya gelerek I. Abdurrahman adıyla bağımsız Kurtuba (Cordoba) Emirliği’ni kurdu. 929 yılında, III. Abdurrahman emirliği halifelik statüsüne yükseltti. Sünni İslam dünyasında Bağdat’ta ve Kurtuba’da iki halifelik ortaya çıktı. Aynı dönemlerde, Şii Fatımilerin Tunus’ta kurdukları ayrı bir halifelik vardı. Daha sonra halifelik merkezini Kahire’ye taşıdılar. Aynı zamanda üç halife oldu!
1054 yılında Konstantinopel ve Roma Kiliselerinin birbirlerini aforoz ettiğini hatırladım.
Kurtuba Halifeliği yönetimindeki Endülüs Emevileri 275 yıl iktidarda kaldı. 1031 yılında Yerel aristokratlar, komutanlar ve bölgesel şehir devletlerinin çıkardığı karışıklıklar nedeniyle parçalandı. Kuzey Afrika kökenli Abdadiler, Murabıtlar, Muvahhidler ve Beni Ahmer devletleri kuruldu ama hepsi siyasi kargaşalara sahne oldu ve derebeylik sistemlerine son vererek merkezi otoritesini güçlendiren Hıristiyan devletleri tarafından ortadan kaldırıldılar.
 Bunlardan Beni Ahmer Devleti’nin başkenti Gırnata (Granada) 1032-1492 arasında 460 yıl yaşamayı başardı. Siyasal alanda bir varlık gösteremedi ama uygarlık ve kültür alanlarında İslam uygarlığını ve kültürünü çok geliştirdi. En büyük Hristiyan kütüphanelerinde sadece birkaç yüz kitap varken Kurtuba’daki kraliyet kütüphanesinde 400 bin kitap olduğu söylenir. Başkent Gırnata, saraylar ve camilerle süslendi. Özellikle Elhamra sarayı çok ünlüdür. Son iki yüzyılını Kastilya’ya haraç ödeyerek geçirdi. Ancak, Aragon ile Kastilya krallıklarının birleşmesi Beni Ahmer devleti için bir felaket oldu.
Beni Ahmer Sultanı Ebu Hasan'ın oğlu Muhammed, annesinin teşvikiyle 1469'da isyan edip babasını tahtan indirdi. Babası tekrar tahtına dönünce Muhammed, Aragon Kralı Ferdinand'a sığındı. 1486'da Ferdinand'ın verdiği Hıristiyan ordunun başına geçen Muhammed Gırnata'yı kuşattı. Baba ile oğul savaşırken Hıristiyanlar Gırnata Devleti şehirlerini yağma etti, Müslümanları öldürdü. 1490'da Gırnata Mısır’lı Memlukler'den yardım istedi, ama onların donanması yoktu. Osmanlılar da Cem Sultan'la uğraşıyordu. 1492'de Gırnata teslim oldu, 1499'da İspanya'da bir tek Müslüman kalmadı. Mabetler yıkıldı, kütüphaneler yakıldı. Müslümanların bir kısmı Kuzey Afrika'ya sürgün edildi, bir kısmı 1609’a kadar Valencia, Sevilla ve Granada’da yaşadı. Yüz binlercesi yakıldı, din değiştirmeye zorlandı ve kimliklerini gizlemek zorunda kaldı, “Moriscos” veya “Mağribli kripto Müslümanlar” olarak anıldılar. Osmanlı Padişahı II. Beyazıt bir kısım Yahudi ve Müslümanı Kemal Reis komutasında bir donanma ile ülkeye getirdi. Bu sefere katılan Piri Reis, amcası ile birlikte Müslümanları İspanya'dan Kuzey Afrika'ya taşıdı.
Abbasilerin 800’lerde Bağdat’ta başlattığı İslam aydınlanması, yüz yıl sonra Emevilerce İspanya’da, Endülüs’te gerçekleştirilmişti. Doğuyla batı arasında fikir alışverişini başlatan Endülüslü filozof ve bilim insanlarına da kısaca bakalım. İbn Cebirol (1021-1058) ya da Avencebrol, İslam felsefesi içinde etkili olmuş İbn Meymun ya da Maimonides (1135-1204) ile birlikte İslam dünyasında yetişen Yahudi filozoflarındandır. İbn Bacce (1032-1138), İbn Tufeyl (1106-1186), Avrupa’da Averroes olarak tanınan İbn Rüşd (1126-1198) Aristo üzerine çalışmaları ile tanınmış Arap filozoflarındandır. Endülüs'ün kaybedilmesinden sonra, ailesi Tunus'taki Hafsi hanedanının yanında resmî hizmetlerde bulunan İbni Haldun (1332-1406) tarihçiliğin önemli isimlerindendi. Olup bitenlerin nedenlerinin, içyüzlerinin araştırılmasını, incelenmesini ve akılcılığı öne çıkaran İbni Haldun, Batı’da tarih felsefesinin kurulmasına önayak olmuştu.
Arap-İslam yönetimleri nasıldı?
Devletin başında “Halife” adı verilen hükümdarlar bulunurdu. İlk dört halife seçimle başa geçmiş, ölünceye dek görevde kalmıştı. Emeviler ve Abbasiler devrinde halifelik saltanat halini aldı. Babadan oğula geçen kurum devletin tüm güç ve otoritesini elinde topladı. Abbasiler İran Sasani Devleti örgütlenmesini örnek alarak vezirlikler ve divan oluşturdu.
Ele geçirilen topraklar büyük illere ayrılır ve buralara “Baş Emir” adı verilen askeri valiler atanırdı. Emirler, askere komuta eder, imamlık yapar, yönetim ve adalet işlerine bakarlardı. Memurlara maaş yerine topraktan alınan vergi geliri (ikta) verilirdi. İslam Hukuku’na (Şeriat) göre tarım alanlarında özel mülkiyet yoktu. Bizans döneminde çok eziyet çeken Hristiyanlar ve Museviler Arapların yönetiminde daha fazla hoşgörü ile karşılandılar.
Bütün Müslüman erkekler asker sayılırdı. Savaşlar dinsel nitelikli cihat ya da gaza denilen kutsal eylemlerdi. Savaşa katılanlar gazi, ölenler şehit idi ve cihat büyük sevabı olan bir eylemdi. Sürekli ordu ve ordugâhlar ilk kez Halife Ömer zamanında oluşturuldu. Ordunun başkomutanı halifeydi. Asker atlı ve yaya olarak ikiye ayrılır, genellikle kılıç, mızrak, gürz, ok ve yay ile savaşırlardı. Savaşlarda elde edilen ganimetlerden, halife 1/40 oranında, devlet hazinesi (Beytül Mal) 1/5 oranında ve kalanları gaziler pay olarak alırdı. Bu paylaşım esasları Bedir Savaşı’ndan sonra belirlenmişti. Donanmaya ilk kez Emeviler zamanında önem verildi. Suriye, Mısır ve Afrika da üç donanma, İran Körfezinde de savaş gemileri vardı.
Ekonomiye de değinelim.
Emeviler dönemine kadar, Bizans ve İran parası kullanıldı. İlk Arap-İslam parası olan Dinar, Emevi Halife Abdülmelik (685-705) zamanında basıldı. İslam Devlet hazinesinin başlıca gelir kaynakları, Müslümanlardan alınan zekat (taşınmaz mal varlıklarının kırkta biri ve sadaka), aşar vergisi (Tarım ürünlerinin onda biri), ağnam vergisi (Hayvan sahiplerinden alınan vergi), zımnilerden (Müslüman olmayanlar) alınan cizye (pazarlıkla alınan kafa, sağlık vergisi) ve haraç vergisi (Beşte bir oranında alınan gelir vergisi), savaş ganimetlerinin beşte biri ve bağlı devlet ve beyliklerin yıllık vergileri ve armağanları idi. Bu vergiler Bizans vergilerinden daha azdı.
Sanat konusu da özeldi. Resim ve heykel yapmak, putperestlikle ilgisi olduğu düşüncesiyle dinen yasaklanmıştı. Ama mimariye ve süsleme sanatlarına önem verilmişti. İspanya’da Kurtuba’da (Cordoba) zamanın en büyük kütüphanelerinden biri kurulmuştu. Kurtuba Camii ve yerleşkesi Avrupa Hıristiyan Katolik mimarisiyle boy ölçüşebiliyordu. Abbasiler zamanında kurulup, başkent yapılan bir milyon nüfuslu Bağdat tümüyle Arap, İslam mimarisinin ve süsleme sanatlarının örnekleriyle doluydu.
Toparlarsak…
7. yüzyıldan sonra, Araplar Kuzey Afrika’ya, İspanya’ya, Afganistan’a ve Hindistan’ın bazı yörelerine kadar yayıldılar. Fethedilen yerlerde yaşayanların çoğu Müslümanlığı, Arapların dilini, geleneklerini ve göreneklerini benimsedi. 10. yüzyılın sonunda, bazı bölgelerde Arap denetimi zayıfladıysa da, Arap kültürü ve bazı yerlerde Arap dili kökleşerek yaşamaya devam etti. 11. yüzyılda Avrupa'daki Hıristiyan ülkelerin, Suriye, Lübnan ve Filistin'e düzenlediği Haçlı Seferleri de, Avrupa ile Arap ülkeleri arasındaki ticaretin gelişmesine, ayrıca Arap sanat ve biliminin dünyaya yayılmasına yol açtı.
Emeviler ve Abbasiler İslam dünyasına 70’er yıllık dönemlerde egemen olabildiler. Geniş toprakları yönetebilecek siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal güçleri ve bunların arasındaki hassas dengeyi oluşturamadılar. Daha sonra, aralarında hiç bitmeyen iktidar mücadeleleri nedeniyle parçalandılar, dağıldılar.
İslam’ın Altın Çağı olan 800-1000 yılları arasında İslam uygarlığı en yaratıcı bilimsel çalışmaları yaptı. Arapça bilmeyen çağdışıydı. İslam hanedanları siyasal, askeri ve iktisadi gücü temsil ediyor, 40 milyon nüfusu yönetiyordu. İslami ilahiyat, felsefe, bilim ve teknoloji alanında yaratıcı düşünceler öndeydi. Buna küreselleşmenin ilk biçimi de denebilir.  700’lerde ortaya çıkan Mutezileler inançların en derin noktalarının bile akıl sayesinde anlaşılabileceğini söyledi. Buna karşılık 900’lerde ortaya çıkan Eşariler aklın aşırı kullanımını ve dini dogmayla karıştırılmasını reddetti. 1100’lerde Eşarilerin tezleri galip geldi. Bağımsız bilimsel düşünceye karşı pasif kabullenme ve gelenekçilik yerleşti. Eşarilere göre, Yunan felsefesi ile İslam inancını yeniden yazmaya çalışan filozoflar, Kur'an'ın apaçık ayetlerini karanlık ve gizemli tefsirlere konu yapan Bâtıniler, İslam dinine ve Sünni inancına büyük zarar veriyordu. Bu sürecin sonunda Sünnilik, sezgi ve iman öne çıkarılıyordu. İslam'da içtihat kapısı kapatılıyordu. Akılcı hareketler din ve devlet için “tehdit” idi. Toplumun bütünlüğü için İslam katı kurallara bağlandı, içtihat ruhu donduruldu. Akılcı akımlarla birlikte yürüyen tasavvuf, sonra öteki dünyaya yöneldi. İslam devletlerinin yönetimi genellikle vasat kişilerin elinde kaldı. İleriyi düşünmeyen Müslüman kitleler, kurtuluşu mezhepleri körü körüne taklitte buldular. “İcma” adı altında yenilik dışlandı, hareketlilik durdu, içtihat ruhu söndü. Mezhep egemenliğine isyan edip, İlk dönemlerdeki içtihat özgürlüğünü savunanlar da çıktı. Bu gerilemenin bir nedenini de “ahlak, bilim, sanat, edebiyat, İslâm tasavvufu” çizgisinden, sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisinden uzaklaşmaya bağlamak mümkün... Daha sonra Osmanlının içine düştüğü durum gibi…
İslamın Altın Çağı sona erdikten sonra, katı ve görünüşe ağırlık veren bir İslam anlayışı egemen oldu. Kur’an’ın müteşabih, yani yorumlanabilir ayetleri de görmezden gelindi. Ama yöneticilerin kabul ettiği din, toplumların eski inançlarını tümüyle ortadan kaldıramıyor, eski inançlar yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ediyor ve toplumun kendi din yorumu oluşuyordu. İslamın Altın Çağı sonrası, Horasan Okulu ve Ön Türklerden miras alınan tasavvuf ta İslam dünyasında ve Türk dünyasında kendine yer buldu.
İslam dünyası bin yıla yayılan uzun, acılı, karanlık ve kanlı bir Ortaçağ'ın içine girecekti. Şimdi siyasal ve askeri olayların öne geçeceği bu döneme geçelim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder