Altın
Çağ’dan Orta Doğu Kaosuna (I)
Şaban
Recai Öztürk Mayıs 2017
Orta
Doğu ulaştırma yolları, enerji kaynakları, üç tek tanrılı
dinin çıkış bölgesi ve yazılı tarihin başladığı yer olarak
tarihin hiçbir döneminde gündemden düşmedi. Dünyaya egemen
olmak isteyen güçlerin ilgisini hiç yitirmedi. Bu yüzden de
gerilimin hiçbir zaman dinmediği bir bölge olarak tanındı.
Halklarının barış, huzur, özgürlüklere ancak kısa dönemlerde
sahip olduğu şanssız topraklar olarak zihinlere kazındı.
Yazılı
tarihe göre Orta Doğu tarihini M.Ö. 4000 - M.Ö. 2000 yılları
arasında Sümerlerle ve Mısırlılarla başlatabiliyoruz.
Sami
olmayan Sümerlerin Mezopotamya bölgesine Orta Asya'dan ve İran'dan
göç ettikleri biliniyor. M.Ö. 2000'li yıllardan sonra, Akad ve
Babil, Asur uygarlıkları çoğunlukla Sümerlerin izlerini
taşıdılar. Bu uygarlıklar İbranilerin Babil sürgünü yoluyla
Yahudileri, daha sonra Hristiyanları ve en sonunda Müslümanları
etkiledi. Fenike - Yunan - Roma bağlantısıyla da günümüze
ulaştı.
M.Ö.
3500’lerden sonra yükselmeye başlayan Mısır uygarlığı da
Orta Doğu’daki güç mücadelelerine dâhil olmuş, Mezopotamya
gibi, Yahudileri, Hristiyanları ve Müslümanları, Yunan - Roma
bağlantısıyla da Avrupa’yı etkilemiştir.
Fenikeliler
veya Kenanlılar bölgeye milattan önce 3000 yıllarında
Akdeniz’den geldiler. Bazı tarihçilere göre de Sami
ırkındandırlar. Batık kıta Atlantis’ten geldikleri de iddia
edilir. Sonra sırasıyla Mısırlıların, Asurluların, Perslerin
ve Makedonya’lı Büyük İskender’in nüfuzu altına girdiler.
Fenikelilerin kendilerini Kenaniler adıyla zikrettikleri
sanılmaktadır. Kenani adı Aramice, Arapça ve İbranice, Süryanice
gibi Sami dillerinde kırmızı anlamına gelen “Kenanigi”den
gelir. Fenikeliler adı da Yunancada “kızıl insanlar” anlamına
gelen “Phonikes”den gelir. Kısaca bu etnik topluluğa Helenler
Fenikeliler adını verirken, Doğu kavimleri Kenaniler adını
kullanmıştır. Arapça konuşan Kenanlıların M.Ö. 2200
yıllarında Arap Yarımadasından Filistin'e göç ettikleri de
söylenmektedir. Fenike alfabesi, M.Ö. 1200 yılında ortaya
çıkmıştır. İbrani alfabesi, Arap
alfabesinin
kökeni olan Arami
alfabesi,
Yunan
alfabesi,
Kiril
alfabesi
ve Latin
alfabesi
Fenike alfabesinden türemiş alfabelerdir. Fenikeliler astronomi
bilgilerinden yararlanarak, üç yüzyıl boyunca Akdeniz’i
dolaştılar, Kıbrıs’ta bakır buldular, Girit, Sicilya ve
Sardinya’da ticari koloniler kurdular. İspanya’ya kadar
gittiler, Cebelitarık Boğazından aşıp Fas’a, hatta Kamerun’a
vardılar. Fenike kolonileri bütün Akdeniz ülkelerinde gümüş,
bakır ve kalay madenleri pazarı haline geldi. Buralarda, kıyı
bölgelerden kaçırılan esirler alınıp satılıyor, Mısır'ın
işlenmiş malları, Hindistan'ın baharatı diğer ülkelere sevk
ediliyordu. M.Ö. 800 yılında, Tunus sahillerinde Roma’ya rakip
olacak Kartaca şehrini de Fenikeliler kurdular.
M.Ö.
2000'li yıllarda Anadolu’da ortaya çıkan Hititler de Orta Doğu
tarihinde derin izler bırakmıştır. Kafkasya üzerinden Anadolu'ya
geldikleri sanılıyor. Suriye'deki
şehir devletlerini devreden çıkartarak, Mezopotamya
ticaret yollarını kontrol altına aldılar. Babil'e
son verdiler. M.Ö. 1274’deki Kadeş
Savaşı'nda
Mısırlıları yendiler ve Doğu Akdeniz kıyılarını ele
geçirdiler.
Filistiler
de bölge dışından gelenler arasındadır. M.Ö. 1100’lerde
Girit’ten çıkarak Anadolu, Kıbrıs ve Suriye’yi yakıp
yıktıktan sonra Mısır’a saldırdılar. Ancak Mısırlılar
tarafından püskürtüldükten sonra Tel Aviv-Yafa’dan Gazze
Şeridi’ne uzanan bölgeye yerleştiler. Arap kavmi değillerdi.
Zamanla çevreye yayılan Filistilerin en büyük düşmanı,
İsrailoğulları olmuştu.
Bölgenin
yerlileri olarak Samiler görülüyor. Nuh peygamberin büyük oğlu
Sam peygamberin soyundan geldikleri kabul edilir. Tarihte Arap adına
ilk olarak Asur kaynaklarında rastlanıyor. Güneydeki çöllerde
göçebe olarak yaşayan Samilere Arabaya (Arap) diyorlardı.
Kuzeydeki göçebelerden biri de İbranilerdi. İbrahim peygamberin
farklı annelerden, önce Habeş cariye Hacer’den İsmail ve sonra
asıl eşi İbrani Sara’dan İshak isminde iki oğlu olmuştu.
Hacer oğlu ile birlikte Mekke'nin hemen yakınındaki Keda dağından,
Cürhüm kabilesinin yaşadığı Beyti Haram'a (Kabe) vardı. İsmail
burada Cürhüm kabilesinden kadınlarla evlenmiş, bunlardan 12 oğlu
doğmuştur. Bu suretle Arap kavmine yabancı olan İbrahim
oğullarının kanı karışmış, İsmaililer, Adnaniler, Maaddiler
veya Nizariler adıyla anılan bir topluluk vücuda gelmiştir.
Yüzyıllar sonra Hz. Muhammed’in ataları olan Kureyş kabilesi
çıkmıştır. Arapların atası, İsmail'dir. İshak'ın oğlu
Yakup'un soyundan gelenler de İsrailoğullarını meydana
getirdiler.
İsrailoğulları
Süleyman’ın krallığı döneminde en görkemli dönemi yaşadı.
Asurlular ile Mısırlılar arasındaki savaşlardan zarar gördü.
Babil’e sürülmüş, Persler tarafından esaretten
kurtarılmışlardı. M.Ö. 322’de Büyük İskender tarafından
Makedonya Krallığı’nın tebaası yapılmışlar, daha sonra
Mısır, Helen ve Roma egemenliği arasında gidip gelmişlerdi.
Bu
dönemlerde ortaya çıkan Hristiyanlık bir Yahudi olarak doğan
İsa peygamber ile tüm insanları yeni dine dâvet etti. Yahudiler
buna karşı çıktı. Hatta İsa’yı öldürmeye çalıştılar.
Kudüs’ün yöneticisi Romalılardan korkan İsa’ya inananlar
etrafa dağılıp yeni dini yaymaya çalıştılar. İsa’nın
dinine inananlar öldürüldü.
Bu
arada Hristiyanlık sinsice değiştirildi. Pavlus adındaki bir
Yahudi, İsa’ya inandığını söyleyerek ve yeni dini yaymaya
çalışıyor görünerek İncili değiştirdi. “İsa Allah’ın
oğludur, Baba, Oğul, Ruhül Kudüs, üçlü tanrı” inancı
Hristiyanlığa sokuşturuldu. İlk İncil, İsa’nın konuştuğu
Aramca değil, onun vefatından en az yarım yüz yıl sonra Latince
yazıldı.
Roma
tarafından benimsenmeyen ve kabul edilmeyen Hristiyanlık ilk
dönemlerde devrimci, ilerici, toplumları olumlu etkileyen, tek
tanrıya geçişin ateşleyicisi oldu. Ama zamanla bu özellikleri
değişmeye ve olumsuzlaşmaya başladı. Çıkışından iki yüzyıl
sonra din adamları yöneticiler oldu. Üç yüzyıl sonra, bu yeni
din, önce Roma devletince tanındı, serbest bırakıldı, sonra
devlet dini olarak imparatorların hizmetine girdi. Havariler İsa’nın
ölümünden sonra, ondan duydukları ve anımsayabildiği sözleri
yazmıştı. Böylece meydana gelen yüzlerce İncil’in içinden
çıkılamayınca, sadece dördü kabul edildi. Hıristiyanlığın
merkezi Roma yapılarak Orta Doğu’dan koptu.
M.S.
135 yılında son Yahudi isyanı Romalıların son Yahudileri
Filistin’den kovmasıyla sona erdi, hatta Kudüs’e girmeleri dahi
yasaklandı. Yahudiler Roma İmparatorluğu’nun dört bir yanına
dağıtıldı.
Romalılar
Tek Tanrı’ya inancı Orta Doğu’dan uzaklaştırdı…
İlk
Çağ Arap Yarımadasına daha yakından bakalım…
Buzullar
devrinden sonra, Arabistan Yarımadası’nda sık ve geniş
ormanların, büyük ırmakların bulunduğu, iklim şartlarının
insanların üreyip çoğalmasına elverişli olduğu, fakat daha
sonraki dönemlerde Orta Asya ve Büyük Sahra'da olduğu gibi,
Arabistan'da da kuraklık başladığı sanılıyor. Ilıman
dönemde Arap Yarımadası'nın güney ve orta kesimlerinde çoğalan
Samiler, çölleşme başladıktan sonra, M. Ö. üçüncü bin
başlarından itibaren, yarımadanın dışına, Afrika'ya
(Habeşistan ve Mısır'a), Mezopotamya'ya ve Suriye'ye göç
etmişler.
Mezopotamya'ya
göçen topluluklardan bir kısmı Sümerlerin düzenli kuvvetleri ve
üstün savaş araçları karşısında sınırları geçemediler,
Fırat nehri boylarında göçebe halde kaldılar. Sümer sitelerine
işçi veya ücretli askerler olarak girebildiler. Yüzyıllar
geçtikçe çoğaldılar ve Sümerlerin uygarlık ve savaş
yöntemlerini öğrendiler. Sonunda Akadlar ülkesi denen
bölgeyi M.Ö. 2725 yıllarında Sümerlerden aldılar. M.Ö. 2050
yıllarına doğru, Elamlıların Kalde’yi istilâ etmeleriyle,
Sami kabilelerden bir kısmı kuzeye çekildi. Buralarda Orta Asya'lı
Subari boylarıyla karşılaştılar. Asur, Ninova gibi sitelere
yerleşmeğe başladılar. Bu karışmadan Ön-Asurlular denen melez
kavim ortaya çıktı.
Yarımadanın
çölleşmesinden sonra yaşamaya en elverişli yer Yemen’dir.
Önemli yerleşim merkezleri Mekke, Yesrib (Medine) ve Taif
kentleridir. Yemen’de Main (M.Ö. 2400-700), Saba veya Sebe (M.Ö.
700-115), Himyeri (M.Ö. 115-M.S. 525) devletleri kurulmuştu.
Nebatlılar veya Nebatiler devleti Arabistan’ın kuzeybatısında
M.Ö. 4. yy.da kurulmuştu, başkenti Ürdün’deki kayalara oyulmuş
Petra kentiydi. Gassaniler devleti Yemen kökenli olup, Suriye’ye
yerleşmiş ve Hristiyanlaşmıştı. Başkentleri Şam’dır.
Hire Arap Krallığı da Yemen kökenli olup, Irak’taki Hire şehri
etrafına yerleşmişti.
Yemen’de
kurulan devletlerin en eskisi olan Main devletinde tarım gelişmişti.
Akdeniz ülkelerini Hindistan ve Çin’e bağlayan Baharat Yolu’nun
üzerinde olduklarından ticaret de çok gelişmişti. Fenikelilerden
alfabeyi alarak yeni bir alfabe geliştirdiler. Habeş ve Arap
yazıları bu alfabeden etkilenmiştir.
Sebelilerin
Afrika’da geniş sömürgeler elde ettikleri ve adını Güney Batı
Arabistan’da yaşayan Habasat kavminden alan Habeş Krallığını
da kurdukları biliniyor.
Ürdün’deki
Nebatiler M.S. 106 yılında Romalılara bağlı bir eyalet oldu.
Yahudiler, Nebatileri Arap kabul ettikleri halde, Araplar bunların
Süryani, Aramî ve Keldani (Asurlular, Kaldeliler) olduğunu kabul
eder. Bulundukları bölgelere göre farklı isimler alan Süryaniler,
Asurlular, Keldaniler aynı kökten gelen kavimlerdir. Monofizit,
yani İsa peygamberin hem insan hem tanrı olduğunu benimseyenlerine
Süryani, Nestorius'un duofizit görüşlerini kabul edenlere
Nesturi veya Asuri, Nesturi iken Katolik olup Roma'ya
bağlananlara da Keldani denilmektedir. Roma'ya bağlanmayanlara
ise Nesturîler veya Asuriler denilmektedir. Çoğunlukla Doğu
Asuri kilisesi mensubu olan Urmiye ve Hakkâri bölgesi kabileleri
kendilerini Asuri, Ninova ve çevresinde yaşayanlar
Keldani, Kuzey Mezopotamya, Güneydoğu Anadolu ve Suriye'de
yaşayanlar ise Süryani diye adlandırmaktadır. Süryaniler veya
Aramîlerin dünya kültürünün gelişimine önemli katkıları
olmuştur. Kaldeliler Yunan ve Romalı yazarlar tarafından müneccim
ve kâhinleri ifade için de kullanılmıştır. Dilleri
Arapçaya çok yakındı. İslâmiyetin ilk dönemlerinde diğer
dillerden Arapçaya tercüme yapanların çoğu bunlar arasından
çıkmıştır. Aramî yazısı, Arap yazısının ortaya çıkmasında
etkili olmuştur. İsa peygamber de Aramice konuşurdu.
Bu
devletler dışında, Araplar iklim ve çöl koşullarıyla, genelde
başında şeyh, emir benzeri liderler bulunan kabileler halinde
yaşamışlardı. Göçebe hayvancılık ve ticaretle geçinirlerdi.
İslamiyete kadar tek bayrak altında toplanamamışlardı. Kabileler
aynı kökten gelen ailelerden oluşurdu. Ailede erkek söz
sahibiydi. Erkeklerde çok eşlilik görülürdü. Kız çocuklarına
değer verilmez, kadın miras hakkından yararlanamazdı. Kabileler
arası kan davaları yaygındı. Halk genel olarak köleler ve
özgürler olmak üzere iki gruba ayrılırdı.
Arabistan’da
ticari ve toplumsal hayatın en önemli unsuru, belli zamanlarda
Mekke ve çevresinde kurulan panayırlardı. Her yıl hac zamanı
Mekke’deki Kâbe’yi ziyaret ederler ve kabileler birbirleriyle
ekonomik, kültürel ve dinsel ilişkilerde bulunurlardı. Arapların
şehirde yaşayanlarına medeni, çölde yaşayanına bedevi
denilirdi. Bedeviler göçebeydi ve hayvancılıkla uğraşırlardı.
Çöl şartlarına dayanıklı olan deve, koyun, keçi ve at
beslenirdi. Medeniler ise tarım ve ticaretle geçinirlerdi. Tarım,
vahalarda yapılırdı. En önemli tarım ürünü hurma idi.
Ticaretle uğraşanlar, toplumda itibarlı kişiler olarak kabul
edilirdi. Mekkeliler kervan ticareti ile de uğraşırlardı. Afrika
ve Hindistan’dan gelen mallar, kervanlar aracılığı ile Suriye
ve Mısır’a taşınırdı. Mekke, Medine ve Taif şehirleri,
ticaret sayesinde oldukça zenginleştiler.
İslamiyet
öncesinde yıldızlara tapınma, putperestlik, Sabiilik inanışı
ile Hristiyanlık ve Musevilik gibi inançlar da bulunmaktaydı.
Sabiiler Kur’an Maide Suresi’nde tek tanrılı dinler
arasında sayılır:
“Şüphesiz
inananlar ile Yahudiler, Sabiiler ve Hıristiyanlardan Allah’a ve
ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için hiçbir
korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”
Ergün
Candan, Sabiilerin Kur’an’a uygun ibadetleri bulunduğunu, Mu,
Uygur, Babil, Osiris, Pisagor kültürü ile bağlantılı
olduklarını ileri sürer.
İslamiyet
öncesi Orta Doğu’da İbrahim peygamberin öğretisi olan ve
sonradan İsrailoğulları tarafından sadece kendileri için
benimsenen “Tek Tanrı” inanışı vardı.
İslamiyet
öncesinde Araplar arasında en yaygın dini inanç putperestlikti.
Araplar başlangıçta İbrahim peygamberin Kâbe’yi inşa
etmesiyle “Tek Tanrı” inancı ile tanışmıştı. Ancak zaman
içinde heybetinden ürktükleri tek Tanrı’ya yalnızca aracılarla
ulaşabileceklerini düşünerek putlar edindikleri, putperestliğin
Araplara girişinin yabancı kaynaklı olduğu yönünde görüşler
vardır.
Arap
Yarımadası’nın dışına da bakalım.
Mısır’da,
Kuzey Afrika'nın kurak iklimi nedeniyle, 12 bin yıllık bir
dönemde, insanlar Nil vadisinde yakınlaşmak zorunda kaldı. Nil
vadisinin verimli toprakları, yerleşik bir tarım ekonomisi ve
uzmanlaşmış, merkezileşmiş toplumsal yapı olanağı sağladı.
Uygarlık tarihinin temel taşlarından bazılarını oluşturdu.
Yaklaşık altı bin yıllık köklü bir geçmişi olan Mısır'ın,
üç bin yıl süren Firavunlar döneminin öncesi de biliniyor.
Dünya ve Orta Doğu uygarlığına Mezopotamya ile yarışan
katkıları var. Mısır M.Ö. 332’de başlayan Makedonyalı
İskender dönemiyle bağımsızlığını ve tarihsel etkinliğini
kaybediyor.
Libya
eski Mısırlıların Nil'in batısında yaşayan Berberiler için
kullandıkları Lebu sözcüğünden gelmektedir. Batı dillerindeki
“barbar” sözcüğü de “berber”den gelir. Antik çağlardan
bu yana ülkeye Fenikeliler, Kartacalılar, Büyük İskender,
Ptoleme hanedanı, Romalılar, Arap-İslam İmparatorluğu ile
Osmanlılar egemen olmuştur.
Tunus
ve Cezayir, yerli Berberiler ve bölgeye M.Ö. 814’te gelen Fenike
kökenli Kartaca Uygarlığıyla anılır. Kartacalılar, Sicilya ve
İspanya'ya kadar koloniler kurmuş, Roma İmparatorluğu için ilk
gerçek tehdit olmuştu. Pön Savaşları sonucu yenilip M.Ö. 146’da
Tunus'tan sürüldüler. Bölge Roma egemenliğinde Afrika Eyaleti
olarak yönetildi. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla
Vandallar ve daha sonra Bizans’ın egemenliği başladı.
Özet
olarak, yazılı tarihin başından İlk Çağ’ın sonuna kadar,
Mısır’ın batısındaki Kuzey Afrika toprakları üstün
uygarlıktan nasibini almamış, göçebe Berberilerin yaşadığı
bir bölge olmuş. M.Ö. 1000 yıllarında Fenikeli tüccarlar gelip,
koloniler kurmuşlar.
Orta
Doğu’nun Asya’daki toprakları ise olağanüstü bir
hareketlilik yaşamıştı. Tarih öncesi dönemden aldıkları
mirasla öne çıkan Mezopotamya ve Mısır’a, Akdeniz kökenli
Fenikeliler ve Filistinliler, doğudan Persler ve ardılları
Sasaniler, kuzeyden Hititler, batıdan Makedonya’lı İskender ve
ardından Romalılar rakip olarak çıkmış, bölgenin tümüne veya
“Verimli Hilal” denen bölgeye egemen olma mücadelesi
vermişlerdi. İsrailoğulları bu bölgede küçük devletçikler
kurmuş, ancak hem Mısır, hem de Mezopotamya’daki tarih öncesi
bilim ve kültür hazinelerini toplamayı başarmıştı. Güneydeki
Araplar ise sadece sınırlı bölgelerde devletler kurmuş, genelde
çöldeki vahalara dayanan göçebe aşiretler halinde kalmıştı.
Arapların
da Mekke’deki bazı Kureyşliler vasıtasıyla Orta Doğu’da
varlıklarını göstereceği zamanlar yaklaşıyordu. Ama bu askeri
bir istila yoluyla değil, yeni bir dinin yayılması şeklinde
olacaktı. Binlerce yıldır uyuyan Araplara bambaşka bir ruh
geliyordu…
İslam
Peygamberi Hz. Muhammet ilk vahyi aldığı 610 yılında, yakın
çevresinden başlayarak dinini yaymaya başladı. 12 yıl sonra,
sonra Mekke’de sayıları 300 civarında olan Müslümanlar,
üzerlerindeki baskılar artınca, halkı daha hoşgörülü olan
Yesrib (Medine) kentine göç ettiler. Vahiy yoluyla gelen Kur’an’dan
93 sureyi sadece bu insanlar kabul etmişti. Geri kalan 21 sure de
Peygamberin ölümüne kadar Medine’de geldi. İslamiyet yeni
esaslar içeriyordu: Herkes Allah katında eşit idi. Aile ve kabile
önemli değildi. Düşünmeye önem veriliyordu. Yarımadada üç
bin yıldır tapınılan putlara son veriliyordu. Kesin din
kurallarına (Allah’a, kitaplarına, peygamberlerine, Ahiret
gününe, meleklere) iman etmek gerekiyordu.
Müslümanlar
güvenliğe kavuşurken İslam dini de yayılma olanağı buldu. Ama
hicret etmek te yeterli olmamıştı. Mekkeliler altı yıl içinde
Medine’deki bir avuç inançlı Müslümana karşı üç kez savaş
açtılar. Son savaşta 12 bin kişilik bir orduyla Medine’yi bir
ay süreyle kuşattılar. Ama hendekleri geçip şehre giremediler.
Direnişe, korkunç bir kum kasırgası da destek verince, Mekke
putperest koalisyonu geri çekildi. Üç yıl sonra güçlenen
Müslümanlar 630 yılında Mekke’yi ele geçirdiler. Ama Hz.
Muhammet Medine’de yaşamaya devam etti.
8
Haziran 632 tarihinde İslam Peygamberi Hz. Muhammet öldü. Yerine
kimin geçeceğini söylemedi. Arkasından 632-661 yılları
arasındaki Dört Halife Devri geldi. Artık askeri harekât da
başlıyordu. Halifeler, devlet başkanlığı, başkomutanlık, baş
yargıçlık ve din başkanlığı görevlerini de birlikte
yürüteceklerdi.
Sadece
iki yıl görevde kalan ilk halife Ebu Bekir zamanında Arap
kabileleri otorite altına alındı. Irak ve Suriye’ye sefer
düzenlendi. Bizans’la savaş sürerken, Ebu Bekir öldü. İkinci
Halife Ömer’in 10 yıllık döneminde (634-644) Suriye fethedildi,
Bizans Anadolu’ya çekildi. Mısır ve Suriye’deki kaynaklarını
yitiren Bizans’ın ekonomisi ve toplum yapısı da zayıflıyordu.
Zerdüşt dinindeki Sasani İran İslamı kabule zorlandı. Kudüs,
Mısır ve Azerbaycan fethedildi. Bu arada Mısır’daki İskenderiye
kitaplığı da yakıldı. Arapça yerli halka kabul ettirildi.
Müslüman Araplar kuzeye, batıya ve doğuya yayılıyordu. Ama
zorla Müslüman yapılanlardan bazıları ile Batınilik (ezoterizm)
de İslam’a giriyordu.
Mısır’ın
çoğunluğu Hıristiyanlığı benimsemiş Kıptilerden oluşuyordu.
Fetih sonrası Arap kabilelerinin Mısır’a göç etmelerine izin
verilmesiyle Araplaşma hız kazandı. Kamusal alanda Kıptice olan
dil Arapçaya dönüştü. Kıptiler zamanla azınlık durumuna
geldi.
Halife
Ömer İranlı Hristiyan bir köle tarafından öldürülünce,
Emevi sülalesinden Peygamberin damadı olan Osman’ın 644-656
arasındaki 12 yıllık halifelik dönemi başladı. Osman, devleti
ve hazineyi yeğeni Muaviye ve akrabalarına verdi. Libya, Tunus ve
ilk kez kurulan donanma ile Rodos ve Kıbrıs fethedildi. İran'ın
fethi tamamlandı. Kafkaslar'a giren İslam orduları Hazarlara
yenilerek Kafkasların güneyine çekildi. O tarihe kadar değişik
vilayetlerde okunan Kur’an'lar toplatıp yaktırıldı. Bunların
yerine, derlenen, bugün Osman Kur’an'ı denilen Kur’an esas
alındı. Mısır'dan gelen asiler, 86 yaşındaki Osman’ı
öldürünce, yine peygamberin damadı Haşimoğullarından
Ali 656-661 arasında halife oldu.
Emevi-Haşimi
mücadelesi yeniden başladı. Şam
Valisi
Muaviye, öldürülen akrabası Halife Osman'ın öldürülmesinden
Ali’yi sorumlu tuttu. Ali Halifeliği Medine’den Babil
yakınlarındaki Kufe’ye taşıdı. Halife Ali ile Peygamberin dul
eşi Ayşe'nin taraftarları arasında ilk iç savaş Ali'nin
zaferiyle sonuçlandı. Şam Valisi Muaviye Halife Ali'ye isyan etti.
Ali 661’de, mescitte
ibadet
ederken Hariciler tarafından öldürüldü. Muaviye, Ali’nin oğlu
Hasan’ı ikna ederek kendini halife ilan etti. Hasan, Muaviye ile
anlaşan kendi karısınca, 669’da zehirlenerek öldürüldü.
Ali’nin
beş yıllık döneminde fetihler tamamen durdu. Müslümanlar Şii,
Sünni ve Harici diye üçe ayrıldı. Müslümanların ilk terör
örgütü Hariciler yenilgiye uğratıldı ama yok edilemedi.
30
yıl süren Dört Halife Devri sona ermişti. 661-750 arasında
halifelik 90 yıllığına Emevilere geçti ve bir saltanat haline
geldi. Başkent Kûfe’den Şam’a taşındı. Kıbrıs, Girit,
Rodos, Sicilya ve Sardunya adalarına deniz seferleri düzenlendi.
663 yılında Afganistan fethedildi.
Müslümanlar
50 yılda dünyanın ana kıtası, Kuzey Afrika-Avrasya uygarlık
kuşağını denetim altına aldılar. Arapça dili ortak dil olmaya
başladı. Ama aynı şey İran’da, Türkistan’da, Çin’de
yapılamadı.
Muaviye’den
sonra halifelik ve saltanat kavgaları yeniden başladı. 10 Ekim 680
tarihinde Hz. Muhammet'in kızı Fatma ve Ali'nin oğlu Hüseyin,
üvey oğlu Abbas ve 72 arkadaşının, Emevi Halifesi Muaviye’nin
oğlu Yezit güçlerince Kerbela'da öldürülmesi, İslam dünyasında
derin bir yara açtı.
Kerbela’dan
sonra İslam dünyası ikiye bölündü. İran öldürülen Ali’ye,
oğulları Hasan ve Hüseyin’e sahip çıktı. Sadece Ali ve
Peygamber’in kızı Fatma’nın soyundan gelenlerin halife
olacağını savundu. Emevilerin ve ilk üç halifenin (Ebubekir,
Ömer ve Osman) zorba olduğunu ileri sürerek halifeliklerini kabul
etmedi. Şiilik ortaya çıktı. Başlangıçta göçebe toplumlar ve
köle sınıfı Şiiliği tuttu. Farslar önceleri İslam'a karşı
direndi, eski Fars, Pers ve Sasani kültüründen ayrılıp İslam
dünyasında ve İslam kültüründe kaybolmak istemedi, Sünni-Arap
dünyası içinde asimile olmaktan endişe duydu. Müslümanlığı
Şiilik temelinde kabul etti. Bu önemli fark sayesinde Farslar,
kendi kültürünü devam ettirebildi. İslam’ın en örgütlü
kesimi Şiiliğin Sünnilikten farklarından biri de, ölçüleri,
sınırları oturmuş bir dini hiyerarşiye sahip olması ve Şiilerin
çoğunluğunun bu hiyerarşiyi kabul etmesidir. Dünyadaki 1,5
milyar Müslümandan 150 milyon Şii, İran, Irak, Suudi Arabistan’ın
doğusu ve Bahreyn’de çoğunlukta; Lübnan, Pakistan, Hindistan ve
Afganistan’da önemli oranda, Suriye’de ise azınlıkta ama
yönetimdedir. Şiilere göre, 873’te kaybolan Onikinci İmam
Muhammed el-Mehdi’nin 67 yıllık “Küçük Saklanma” dönemi
940’ta bitti. Göründükten kısa süre sonra tekrar kayboldu ve
“Büyük Saklanma” dönemi başladı, halen devam ediyor ve
ilerideki bir tarihte dünyaya döneceğine ve adaleti getireceğine
inanılıyor.
Halife
Ömer zamanında Mısır’da etkinliklerini sürdürmeye çalışan
Osiris rahiplerinin, zorla Müslüman yapıldıktan sonra,
öğretilerinin bir kısmını İslam’a uyarladıkları da iddia
edilir. Bunun en büyük destekçisinin de dördüncü halife Ali
olduğu ilave edilir. Bir iddia daha var. Buna göre sorumlu
Yahudiler idi. İran’daki Zerdüştlük mensubu Mecusileri ve
Hinduları da yanlarına alarak, inançlarını İslam inancı olarak
yaymışlardı.
Sünni
İslamda çeşitli nedenlerle bölünmeyi ortaya koyan dört fıkıh
Sünni mezhebi var: Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Malikî. Bunların
dışında itikadi mezhepler de var. Mutezile, Eşarîye, Matürîdîye,
Cebrîye, Selefiye gibi. Kimi aklı öne çıkarır, kimi mantığı,
kimi inancı. Suudiler son zamanlarda Vehhabiliği de Sünniliğin
beşinci mezhebi olarak yerleştirmeye çalışıyor.
Şiilikte
de peygamberin ve halifenin kim olacağı, imamların öncelikleri
gibi düşünceler ışığında çeşitli bölünmeler vardır.
Sebeiyye, Gurabiyye, Keysaniyye, Zeydiyye, İmamiye, Caferiyye,
İsmailiyye, Hakimiye, Dürziler, Nusayriye.
Emeviler
Halife Abdülmelik zamanında iç karışıklıklara son verdi ve
Arap-İslam fetihleri geniş alanlara yayıldı. 695’te Kartaca
Bizans’tan alınmış, 709 yılında Kuzey Afrika’nın fethi
tamamlanmıştı.
Emeviler
Konstantinopolis’i (İstanbul) 666, 677, 718, 722 yıllarında dört
kez kuşattı, ama alamadı. Hz. Muhammed’in hadisi: “Kostantiniyye
mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel emir, onun
ordusu ne güzel ordudur.” diyordu.
711
yılında İspanya’ya geçildi. 712’de Kilikya (Çukurova),
Semerkant ve 714’te Kaşgar’ı alan Araplar, Orta Asya’ya
girmeye başladı. 725 yılında Fransa’ya giren Arap orduları 732
yılında Franklar tarafından durduruldu.
Ancak
Emeviler Devrinde Arap-İslam Devleti’nin kurumlarının
genişlemesi ülkenin genişlemesine ayak uyduramadı. Bunun nedeni
Emevi halifelerinin, Arapların ırksal üstünlüğünü (Kavim-i
Necip) ve yayılmasını devlet politikası haline getirerek,
İslamiyet öncesi gelenek ve göreneklerini sürdürmeleri, bir Arap
aşireti şefi gibi davranmalarıdır. Bu devirde devlet, bir İslam
devleti olmaktan çok, bir Arap devletiydi.
Türkler,
Orta Asya ticaret yollarını ele geçirmek isteyen Emevilere karşı
Çinlilerle uzlaşmıştı. Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar,
Emevilerin kendilerini öteki Müslümanlardan üstün görmesi, Arap
ırkçılığını devlet politikası haline getirmesi, kendi
aralarındaki sürtüşmeler ve fetihlerin durması nedeniyle
Emeviler eski güçlerini yitirdiler. 750 yılında Haşimi soyundan
Abbasoğullarının önderliğindeki halkların ayaklanması başarılı
oldu ve yönetim Abbasilerin eline geçti.
İslam
Peygamberi Hz. Muhammed’in kendisinden 30 yıl sonra “halifeliğin
azgın-kudurgan sultanların eline geçeceğini” söylediği iddia
edilir. Emeviler döneminde, halifeliğin bir din kurumu, bir Tanrı
emri olduğu uyduruldu. Ama Emevi hilafetinin meşruiyeti İslam
tarihi boyunca tartışılan bir konu oldu.
Hz.
Muhammed’in islam dini dünyayı derinden sarstı. Çölden
yükselen güçlü ses Orta Asya’dan İspanya’ya kadar yayıldı.
Bu genişlemeyle, fethedilen İran Sasani ve Bizans uygarlıkların
mirası da devralındı. Ama eski dünya alışkanlıklarının İslam
dünyasına sızmasına mani olunamadı. Suriye’den Bizans’ı
devralan Muaviye tarafından temelleri atılan Sünni saltanat
ideolojisi, dışı Müslüman, içi Bizans ve Fars karakteri ile
dolu bir askeri tarım imparatorluğuna dönüştü. Emevileri
izleyen Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar bu sistemi devam
ettireceklerdi.
Abbasiler
de Emeviler gibi bir hanedan oluşturdular. İç karışıklıkları
ve ayaklanmaları bastırarak, devlet otoritesini sağladılar.
Başkenti Şam’dan yeni kurulan Bağdat’a taşıdılar.
Emevilerin bağnazlığını ve sofuluğunu, İran’ın kültürüyle
bağdaştırmaya çalıştılar. İslamın Arap karakterini geri
plana attılar. Dostça ilişkiler geliştirdikleri Türklerden
ordular kurdular. İslam Dinini propagandalarla yaymaya çalıştılar.
Bizans’la savaşıldı, Anadolu’ya seferler düzenlenerek Doğu
Anadolu ve Azerbaycan alındı. Orta Asya ticaret yollarını ele
geçirmeye çalıştılar. 751 yılındaki Talas Savaşı’nda
Türkler Çinlilere karşı Abbasilerden yana oldu ve Çinliler
yenilgiye uğratılarak Türklerin Müslümanlaşması süreci
başladı. 782 yılında Konstantinopolis (İstanbul) kuşatıldı,
yine alınamadı.
Burada
İslamın ‘Altın Çağı’na imzasını atan “Beytül Hikmet
(Hikmetler evi)” hakkında bir parantez açalım.
Beşinci
Abbasi halifesi Harun Reşit’in oğlu Memun tarafından, Bağdat
şehrinde 800'lü yılların başında, İslam’da İlk önemli
bilim ve felsefe kurumu Beytül Hikmet kuruldu. Kütüphane ve çeviri
merkezinden oluşan bir bilim yuvasıydı. İslam dünyasında
aydınlanmanın ilk adımı olarak görülmektedir.
Memun,
halife olmadan önce, Merv'de ikinci veliaht iken, İslam
felsefesinde
akılcılığı benimseyen, Tanrı'nın zatından ayrı sıfatları
olamayacağını öne süren, özgür iradeyi ve kişinin kendi
eylemlerinden bütünüyle sorumlu olduğunu vurgulayan Mutezile
öğretisine ilgi göstermeye başlamıştı. Mutezile düşünürleri,
Manicilik
gibi inanışların etkisine karşı en uygun mücadele yolu olarak
gördükleri mantık yöntemlerini Eski
Yunan
ve Helenistik
dönem filozoflarından almışlardı. Memun, Yunan felsefe ve bilim
yapıtlarının çevrilmesini destekliyor, Mutezile öğretisini de
halkına benimsetmeye çalışıyordu. Ama hadis bilginleri
başkaldırdı. Bu direnişin başını Hanbelilik mezhebinin
kurucusu Ahmed İbn Hanbel
çekiyordu. Tutuklanan Hanbel, Memun'un 833’te ölümünden sonra
geçici olarak serbest bırakıldı. Hanbel'in sorgusu halkın bir
bölümünün, Memun'un benimsetmek istediği inançlara direndiğini
de ortaya koydu. 837'de halifeliğe gelen Mütevekkil yeniden
geleneksel Sünni öğretiyi benimsemek zorunda kaldı.
Beytül
Hikmet kendinden önce varolan okulların kültürel mirasını
devralmıştı. Yunan felsefesiyle Mezopotamya ilminin buluştuğu
İskenderiye Mektebi daha sonra Harran'da faaliyet göstermiş,
Bağdat'taki Beytül Hikmet'in faaliyete geçmesiyle ömrünü
tamamlamıştı. Fars kültürü, Hint ve Yunan düşüncesinin
karşılaştığı Sasani devleti zamanında kurulan İran'daki
Gundişapur Akademisi de kadrosunu Bağdat'a vermişti.
Tercüme
edilecek kitapların temininde ve çevirisinde hem bu okullardan
yararlanılmış, hem de Bizans devletinden yararlanılmıştı.
Memun Bizans seferlerinde Konstantiniyye, Kıbrıs, Efes ve
Bergama’dan felsefe ile ilgili kitapları getirtmişti.
Pisagor,
Platon, Sokrat, Aristo’nun mantık, felsefe, ilahiyat, siyaset,
fizik ve matematik, Öklid ve Arşimet'in matematik, geometri,
Batlamyus'un astronomi, coğrafya, Hipokrat ve Calinos'un tıp
hakkındaki kitaplarının çevirisi yapıldı. Bunlara Hint
uygarlığından Galen, Sushruta, Charaka, Aryabhata ve Brahmagupta
gibi düşünür ve bilim insanları ilave edildi. Çeviriler
Yunancadan Arapçaya, ya da önce Süryaniceye sonra Arapçaya
yapılmış, yazarların eserleri ve düşünceleri de derinlemesine
incelenmişti. İran tarih ve edebiyatı Farsçadan, Hint bilimi
Hintçeden, Yahudi ahlak ve inançları ile ilgili kaynaklar
İbraniceden yapılan tercümelerle Beytül Hikmet'e kazandırılmıştı.
Zamanla
büyüyen ve gelişen merkez, Bağdat'ın da büyümesini ve eski
dünyanın tamamında tanınan bir kurum olmasını sağlamıştı.
Abbasi halifeleri burada çalışan bilim insanlarına yüksek
maaşlar bağlamışlar, çevirdikleri her kitabın ağırlığınca
altınla ödüllendirmişlerdi.
Özellikle
kâğıt basma tekniklerinin gelişmesi de çevrilen eserlerin
yayılmasına yardımcı oldu. Kâğıt sayesinde daha pahalı olan
papirüs ve deriden yapılan parşömen terk edildi.
Hastaneler,
rasathaneler ve tekkeler bilim ve felsefe yapılan kurumlardı. Memun
Bağdat'ta Şemmasiye, Şam'da Kasiyun Rasathanelerini inşa ettirdi.
Bu rasathanelerde Harezmî ve diğer astronomlar güneş ve ay
gözlemlerinin yanı sıra bazı yıldız ve gezegenlerin
hareketlerini de incelediler. Çalışmalar bütün yıl her gün
sürmüştü. Böyle bir gözlem türü Batı'da ancak 16. yüzyılda
başlayabildi. Ayrıca burada hazırlanmış bir yıldız
kataloğundan da söz edilmektedir. Memun zamanında, Sincar
sahrasındaki ölçümler sonunda, dünyanın çapı, iki meridyen
arasındaki derece farkı ve dünyanın güneşten uzaklığı gibi
ileri astronomi hesapları yapıldı.
Birçok
filozof ve bilim adamı Beytül Hikmet'te yetişme imkânı buldu.
Cebir ilminin kurucusu olan ve bir heyetle beraber dünya haritasını
çizen Harezmi, 9. yüzyılın ilk İslam filozofu Kindi, 10.
Yüzyılda, onun selefi Farabi, güneş lekeleri hakkında kitap
yazan Sabit bin Kurra, dünyanın güneşten sürekli uzaklaştığını
keşfeden ve trigonometriyi matematiğe sokan Battani, otomatik
ibrikler, fitilleri yandıkça kendiliğinden uzayan lambalar,
rüzgârda sönmeyen kandiller, sıvıların özgül ağırlığını
hesaplayan kaplar icat eden Şakiroğulları gibi
Astronomide
Fergani, kimyada Razi, Batı'da “Avicenna” adıyla tanınan, tıp
ve felsefe alanında 200 kitap yazan İbni Sina gibi büyük ilim
adamları araştırmalarını burada yaptı. Din âlimleri İmam
Ahmed bin Hanbel, Sünni Hanbelî mezhebini, Ebu Hanife olarak meşhur
olan Numan bin Sabit ise Sünni Hanefî mezhebini burada
sistemleştirdi.
Beytül
Hikmet'te Bizans’ın sapkın bir Hristiyan tarikatı olduğundan,
Atina'daki okullarını kapatarak doğuya sürdüğü Nasturiler de
yer alıyordu. Fars Sasani imparatorluğuna yayılıp, Orta Asya'da
kilise açan bu topluluk, gittiği her yere bilim ve felsefeyle
ilgili Yunanca metinlerin okunması ve yorumlanması geleneğiyle
birlikte Helenistik felsefeyi ve Hristiyanlığın kendi malı
kıldığı teolojiyi de götürüyordu. Nasturiler ile beraber
aforoz edilen Yakubiler, sürekli baskı altında yaşamış olan
Sabiiler, değişik devletlerin içinde parçalanmış vaziyette
yaşayan Yahudi ve Süryaniler, Harranlılar, Nebatiler, Hintliler,
İranlılar, Hristiyan papazlar Beytül Hikmet'te bir araya
gelmişlerdi. Çeviri faaliyetlerinin ana unsuru Süryaniler olmuştu.
4. yüzyıldan 10. yüzyılın sonlarına kadar Sasani, Bizans ve
İslam imparatorluklarının arasında kalan Süryaniler yakın
tarihlerdeki Yahudilerin durumuna benzer bir şekilde milletler
arasında kültür taşıyıcı olarak mühim bir rol oynadılar.
Çevirilerde
Helenistik felsefeye ilgi gösterilirken Helenistik sanata, şiire,
mitolojiye iltifat edilmedi, Yunan filozoflarının eserleri
Müslümanlaştırılarak aktarıldı. Zaman içinde bazı halifeler,
özellikle felsefi eserlerin çevirilerinin İslami düşünce
üzerinde zararlı etkileri olduğu zannıyla, bu türdeki eserlerin
çevrilmesini kısıtlasa da, merkez uzun yıllar verimli bir şekilde
çalıştı. Çeviri hareketinin son zamanlarında Arapça dünyada
bilim dili haline geldi, buradaki kütüphane de dünyanın en büyük
kütüphanesi ünvanına sahip oldu.
Ama
İslamın Altın Çağ’ında her şey pürüzsüz bir düzlemde
yürümedi.
Mantık,
psikoloji ve siyaset olmak üzere pek çok alanda yaptığı
çalışmalarla yaşadığı döneme damgasını vuran Farabi, tıpkı
“İhvan es-Safa” adlı felsefe topluluğu gibi, Şii olduğu
gerekçesiyle kovuşturmalara uğradı. Matematik, astronomi gibi
alanlarda yürüttüğü çalışmalarla bilinen Kindi de, aklı
merkeze alan ve “eleştirel düşünce” yönüyle öne çıkan
“mutezile” felsefesine yakın durduğu için baskı altında
tutuldu. Hallacı Mansur ve Suhreverdi ise fikirlerinin
karşılığını canlarıyla ödediler.
İbn-i
Sina da yaşadığı dönemde büyük sıkıntılar yaşadı.
Gökbilim, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanındaki
çalışmalarıyla tanınan Biruni’nin hocası Abdüssamed te
dinsiz olduğu ve Karmatiliği kabul ettiği gerekçesiyle öldürüldü.
Biruni de benzer gerekçelerle hapse atıldı. Matematikçi Harezmi
ile İbnu Heysem ve psikoloji, biyoloji, tarih çalışmalarıyla
adını duyuran Cahız da din adamları ve kadıları tarafından
kafir ilan edildi.
Doğuşu
ve yayılışındaki heyecanlı safhada büyük özverilere katlanan
Müslümanlar geride kalıyordu. İslam yayılıp, yerleşip,
kültürünü, uygarlığını ve hukukunu kurmaktaydı. Ama ilk
heyecanı kalmamıştı, artık dinamik ve devrimci değildi,
eleştirilmekten rahatsızlık duyuyordu. Yeni sorunlara yeni
çözümler bulmakta, yeni sorulara yeni cevaplar vermekte
zorlanıyordu ve bu da onun yetersiz kalmasına neden oluyordu. Bu
noktada dindar geçinenler militanlaşıp, saldırganlaşıyor, şekle
ve görünüşe ağırlık vermeye başlıyordu.
Özetle,
İslam’ın ruhundaki “sürekli yaratılmakta olan âlem”
unutuluyordu.
Beytül
Hikmet, Moğolların 1258'de Bağdat'a girmesi ve buradaki tüm
birikimi talan etmesiyle ihtişamını kaybetti, ancak etkileri ve
kazanımları uzun yıllar devam etti.
IX.
Yüzyıldan sonra Abbasiler özellikle kardeşler arasındaki taht
kavgaları ve Şii-Sünni ilişkilerine yaklaşım farklılıkları
nedeniyle zayıfladı, çok genişleyen devleti kontrol edemedi ve
parçalandı. Irak’taki sınırlı bir egemenliğe ve halifeliğe
dönüştü.
Arap-İslam
Devleti topraklarında birçok devlet kurulmaya başladı...
Horasan’da
hüküm süren Sünni Tahiriler (820-872) ve Saffariler (867-908) ile
Kuzey Irak ve Suriye'de hüküm sürmüş bir Şii Arap hanedanı
Handaniler (890-1004) tarihte pek önemsenmediler.
Tarihte
yer etmiş devletlerden bazılarına kısaca değinelim.
Tolunoğulları
(868-905), Kıpti Hıristiyanların da yaşadığı Mısır'da
kuruldu ve kısa sürede topraklarına Suriye’yi,
Filistin’i
ve Bizans’tan da Tarsus’u
dahil ederek sınırlarını Fırat
Nehri'ne
kadar genişletti. Devletin kurucusu Mısır valisi Ahmed
bin Tolun'un
babası, Buhara’lı
Tolun adında bir Türk’tü. Halifeliği Mısır'a taşımaya
çalıştı ancak başarılı olamadı. Ahmed bin Tolun'un ölümünden
sonra oğulları ve torunları zamanında devlet zayıfladı. 905
yılında Abbasilere bağlı Türk komutan Muhammed bin Süleyman
tarafından Tolunoğulları Devleti yıkıldı.
Karmati
Devleti 874'te Hamat Karmat tarafından Basra Körfezi'nde kuruldu.
İlk Şii İsmailiye devletiydi. 150 yıl hüküm sürdü, Karmatiler
adı verilen bir meclis tarafından yönetiliyordu. Ortak mülkiyeti,
zenginlerin malını paylaşmayı benimseyen bu tarikat, kısa sure
içinde bütün Irak'ta yayıldı. İslâm Dininin getirdiği namaz,
oruç hac gibi ibadetleri gereksiz sayıyor, Mazdekçiliğin
görüşlerine uygun düşünceler ileri sürüyordu. 922’de idam
edilen sufi Hallacı Mansur, Kur’an’a sözcük anlamlarına
bakarak yorum getiren Karmatilerin bir propagandacısıydı. Mansur,
harfler ve sayıların gizli anlamlarına değinen ilk İslam
harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin bir sonucu
olarak ilk kez Enel-Hakk (Ben Tanrı’yım) diyen Mansur bu sözü
nedeniyle idam edildi. İranlı İslam âlimi, Hallacı Mansur,
sufilerin halka paylaşmayı uygun bulmadığı birçok görüşü
halka ifadeden çekinmezdi. Karmatiler 929'da Mekke'yi işgal ettiler
ve Kâbe'nin duvarına gömülü Hacerül Esved'i söküp başkentleri
Lasha'ya götürdüler. Bağdat’taki Sünni Abbasi halifesi onların
kuklasıydı. Abbasi hilafeti cuma günleri adlarına hutbe okuması
dâhil birçok ayrıcalığından vazgeçmişti. Halife Hacerül
Esved'in yerine konulmasını sağlamış olmayı başarı sayıyordu.
Fatımilere katılan Karmatilerin Bahreyn'deki devletleri 1077
tarihinde de Sünniler tarafından ortadan kaldırıldı.
Şii
Büveyhoğulları 945-1055 yılları arasında İran ve Irak'ta hüküm
sürdü. Halife'yi emrine aldı, başkanları vali atandı, sonra
halifenin gözlerine mil çektirerek yerine başka bir halife
getirdiler. Abbasi Halifeleri Büveyhoğullarının kuklası oldu.
Büveyhoğullarının baskısından kurtulmak isteyen Abbasi
Halifesi Kaimbiemrillah yardım isteyince, Büyük Selçuklu Sultanı
Tuğrul
Bey
1055'te
Büveyhoğularını ağır bir yenilgiye uğrattı, devletlerine son
verdi. Bundan sonra yönetimde Türkler vardır, İslam halifesi yine
vesayet altındadır. 1059’da İsfahan’ı başkent yapan, Sünni
Halifeliğin koruyucusu Tuğrul Bey’in Büyük (İran) Selçuklu
İmparatorluğunun Bizans’a ve İslam
dünyasına egemen olma dönemi başlıyordu. Sünni sıfatının
arkasında şaman kültürünün bulunduğu, geniş at sürülerinin
ihtiyacı olan iklime ve otlaklara sahip İran yaylalarındaki
dönemdi.
1090’da
Şiiliğin İsmaili mezhebinin Nizarilik koluna bağlı Bâtıniler
gizli cemiyetinin ünlü lideri Hasan Sabbah, Kuzey İran’da Alamut
Nizari devletini kurdu. Büyük Selçuklu Devleti’nde silahlı
yandaşlarının sayısı 40 bine ulaştı. Vezir Nizamülmülk dâhil
üst makamlarda görevli 134 kişiyi katlettiler. 1094’te Şii
Fatımi Halifesi Mustansir’in ölümüyle İsmaili
hareketi bölündü, Hasan Sabbah aşırı kanat Haşhaşi lideri
oldu. Birinci Haçlı Seferinde, 1099’da, Kudüs alınınca, buraya
giden hacıları ve Avrupalıları korumak için devreye giren
Tapınak Şövalyeleriyle Haşhaşilerin ilgisi biliniyor.
Akşitler
veya İhşidîler 935-969 yılları arasında Mısır'da kurulmuş
Türk-İslam devletidir. Kurucusu Muhammed Bin Togaç’a Abbasi
halifesi tarafından, Mısır'da düzeni sağladığı ve Fatımilere
karşı sağladığı başarılarından dolayı, ataları Fergana
meliklerinden olduğu için melikler meliki anlamında el-İhşid
unvanı verilmişti. İhşidîler, Mısır'ın batısındaki Şii
Fatımilerle sürekli mücadele ettiler. 969'da Fatımi ordusuna
yenildiler, İhşidîler son buldu.
Samanoğulları
(875-999) Orta Asya ve doğu İran'da kurulmuş, adını kurucusu
Saman Hüdâ'dan alan bir hanedanlıktır. Sasanilerin devamıymış
gibi davranmışlardır. Samanoğulları eski İran kültürünü
canlandırdı ve İslâmiyetin yayılması için büyük çaba sarf
etti. Samanoğullarının gayretleri ile yaklaşık 200 bin Türk
İslâmiyet'e girdi. Devletleri Karahanlılar tarafından yıkıldı.
Şii
Fatımiler Devletinin (909-1171) kurucusu İmam Abdullah’tır.
Peygamberin kızı Fatma’nın soyundan geldiği savında
bulunduğundan bu adı aldılar. İmam Abdullah, Tunus, Trablus ve
Cezayir’i, Malta, Sicilya ve Sardunya adalarını aldı. 969
yılında İhşidîleri yenerek Mısır’ı ele geçirdi ve Tunus’ta
Kayruvan’da kurdukları ayrı bir halifelik merkezini Kahire’ye
taşıdılar. Şam ve Halep’e kadar yayıldılar. Fatımiler,
Mısır’ı aldıktan sonra, Kahire kentini kurdular ve başkent
yaptılar. Mekke ve Medine’yi de aldıktan sonra zamanın en büyük
ve en güçlü İslam devleti oldu. Fatımi
halifesi El Aziz (975–996) tarafından Beytül Hikmet'e rakip
olarak yaptırılan Darül Hikmet'te o döneme kadar hiç görülmemiş
miktarda kitap bir araya getirildi. Bu kütüphanede her biri 18.000
kitap alan 40 adet depo bulunuyordu. Kütüphane halife Hakim
döneminde en parlak dönemini yaşadı. Fatımi devleti İsmailiğin
altın çağıydı. 1017’de Şii İsmailiye kolundan Dürzîlik
tarih sahnesine çıktı, Fatımi halifesi Hâkim Biemrillah
kendisinin tanrı olduğunu ileri sürdü. Dürziler daha sonra
kendilerini gizlediler.
1159
yılında, Tunus’ta yüz yıldır yönetimde olan Ziriler, Fas’taki
Muvahhidin Devletinden yardım alarak Normanları Tunus’tan kovdu,
Afrikiyye’yi Tunus’ta oturan bir vali tarafından yönetilen bir
eyalet haline getirdi. Bundan sonra Afrikiyye, Tunus adını aldı.
Mısır'da
Fatımiler 1060 yılından sonra eski gücünü yitirmeye başladı.
İçte karışıklıklar çıktı. Komutanlar birbirine girdi. Bu
durumdan Musul ve Halep Atabeyi Nurettin Mahmud Zengi yararlandı.
Şırkuh ve Selahaddin komutasında Mısır’a ordu gönderdi.
Şırkuh duruma hakim oldu ve Fatımi veziri oldu. Ölümü üzerine
yerine yeğeni Selahattin Eyyubi vezir oldu, 1171 tarihinde son
Fatımi imamını, tahtından indirerek Fatımi Devleti’ne son
verdi. Tüm Fatımi birikimini yaktılar.
Selahaddin
Eyyubi’nin Mısır'da kurduğu Sünni İslâm Eyyubiler Devleti
(1174-1250) sırasında, Mısır’da 262 yıldır yerleşmiş olan
Şii Bâtınilik dâîleri çeşitli ülkelere dağılmak zorunda
kaldı. Eyyubiler en güçlü olduğu dönemde Mısır, Suriye,
Habeşistan, Libya, Hicaz ve Yemen'i egemenliği altında tuttu.
Üçüncü Haçlı Seferi ve daha sonra yapılan Haçlı Seferleri
ile mücadele etti ve haçlıları bölgeden kovdu. Selahaddin Eyyubi
öldükten sonra zayıfladı, Mısır'da Türk asıllı Memluk
Devleti yönetimi başladı.
Memluk
Devleti (1250-1517) Türk ve Çerkes asıllı köle asker ve köle
kamu görevlisi hanedanı olarak bilinir. Memluk hanedanı, 1260’ta
bozguna uğrattıkları Moğol akınlarını durdurarak Arap ve İslam
dünyasını bir yıkımdan kurtardı. Haçlı ordularını bölgeden
kovdu ve bölgede bir istikrar oluşturmaları sonucu, toplumsal ve
ekonomik alanda Mısır’ı yeniden önemli bir ticaret merkezi
haline getirdi.
Bağdat'taki
halifelik kurumu siyasal etkinliğini ve otoritesini yitirmişti.
Halifelik ancak Gaznelilerin ve Selçukluların yardımlarıyla
dinsel görevlerini yerine getirebiliyordu. 1258 yılında Moğollar
dillere destan Bağdat’ı ele geçirdi. 500 yıldır İslam devleti
başşehri olan, Bağdat tarumar edildi, hastaneler, rasathaneler,
medreseler ve kütüphaneler yıkıldı, yüz binlerce kitap yakıldı.
Halife Mustasım, Abbasoğullarının tümü ve binlerce Bağdatlı
öldürülüp Dicle nehrine atıldı.
Halifeliğin
çöküşüyle hilafet önemsiz bir makam haline geldi. Ulema ile
dünyevi hükümdarların devleti birlikte yönetmesine dayalı bir
yönetim İslam dünyasını belirlemeye
başladı. Sufilerin saygınlığı da artmaya başladı.
Zaten
çoktandır Araplar uluslararası alanda bağımsız oyuncu olmaktan
çıkmıştı.
Bu
olaydan üç yıl sonra, 1261 yılında, Memlukler Abbasi hanedanının
bir mensubu olan El-Muntasır'ı Mısır'da yerleşik ama hiçbir
devlet yönetim yetkisi olmayan halife olarak ilan ettiler. Böylece
halifelik, Bağdat'tan Kahire'ye geçti, Memluk devletinin himayesine
girdi.
Aynı
tarihlerde Kudüs’ü ele geçirmek için bölgeye gelen Hristiyan
Haçlılar da Avrupa’ya dönmek zorunda kaldılar. 1097’de
Urfa’da ve Antakya’da, 1099’da Kudüs’te 90 yıl süren Latin
Krallığı kurulmuştu. 1187’de Selahattin Eyyubi Haçlı
ordularını yenerek Kudüs'ü kurtarmış, ama 1228’de geri dönen
Haçlılar Sayda ve Kudüs'ü tekrar kuşatmıştı. İç
mücadelelerle uğraşan Eyyubi Hükümdarı Melik Adil Haçlıların
Kudüs'te serbestçe oturma şartını kabul ederek 10 yıllık bir
anlaşma yapmıştı.
1268’e
kadar farklı Haçlı kontluklarının egemenliği altında kalan
Kudüs, Memluk Sultanı Baybars tarafından yeniden İslâm dünyasına
kazandırıldı.
1096-1291
yılları arasında iki yüzyıl süren Haçlı Seferleri, Türklerin
Bizans’ı ve sonrasında Avrupa’yı tehdit edeceği korkusuyla
yapılmıştı. Türklerin Şii ve Sünnileri birleştireceği de
Hristiyanların korkuları arasındaydı. Avrupalı Hristiyan
devletler, en iyi savunmanın taarruz olduğu inancıyla, Fatımilerin
elinde bulunan kutsal Kudüs’ü ele geçirecek, Türkleri ve
Müslüman’ları Orta Doğu’dan kovacaktı. Sonuçta
başaramadılar. Ama Türklerin batıya doğru ilerleyişleri bir
süre için durdu, Bizans rahatladı, Orta Doğu Moğol saldırıları
karşısında güçsüzleşti.
Müslümanların
İspanya’daki egemenliğine de kısaca bakalım.
İspanya’daki
Cermenlerin Batı Gotları (Vizigot) Krallığı’ndaki karışıklık
ve çekişme ortamında İspanyol Yahudileri ve bazı Vizigot
yöneticileri Emevileri davet ettiler. Afrika’nın fethi için
görevlendirilen Musa bin Nusayr da Tanca valisi olan Tarık bin
Ziyad’ı Endülüs’e (İspanya’ya) gönderdi. Tarık dört gemi
ve yedi bin asker ile 711 yılında İspanya’ya geçti. Gemileri
yaktırdıktan sonra gelen beş bin kişilik ilave yardım kuvveti
ile Vizigot
kralını ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu başarının ardından
Musa bin Nusayr da on bin kişilik bir kuvvetle İspanya'ya geçti.
712
yılında Toledo,
Kurtuba,
Archidor
ve Libire,
ertesi yıl Zaragoza,
Aragon,
Leon,
Lleida
ele geçirildi. İspanya'nın 22 bin askerle fethinden sonra Musa bin
Nusayr burada bazı komutanlar ve askeri birlikler bıraktı ve
714’te
Şam'a
döndü. İspanya’da kalanlar Fransa'ya geçti, ama 732 yılında
Poitier
Savaşı’nda
yenildiler ve geri döndüler.
Endülüs,
Şam’daki
Emevi Halifesine bağlıydı. İspanya'daki yöneticiler siyasi
anlayışları Bizans
uygulamalarından etkilenmiş olan Suriyelilerdi.
Müslümanların büyük bölümünü oluşturan Kuzey Afrika'nın
Berberi halkı ülkeye yayıldı. Nüfusun yaklaşık yüzde 20'sini
oluşturuyorlardı. Vizigot soylularının birçoğu Müslüman oldu
ve öncelikli pozisyonlarını korudu. Kırsal kesim de
Müslümanlaştırıldı. Hıristiyan Hispano-Romanlar ve nüfusun
yüzde beşini oluşturan Yahudiler de yaşamlarına devam ettiler.
Şam'daki
Emevi
hanedanlığı 750 yılında Abbasiler
tarafından yıkıldı. Kaçan Emevi prenslerinden biri 756’da
İspanya'ya gelerek I. Abdurrahman adıyla bağımsız Kurtuba
(Cordoba) Emirliği’ni
kurdu. 929 yılında, III. Abdurrahman emirliği halifelik statüsüne
yükseltti. Sünni İslam dünyasında Bağdat’ta ve Kurtuba’da
iki halifelik ortaya çıktı. Aynı dönemlerde, Şii Fatımilerin
Tunus’ta kurdukları ayrı bir halifelik vardı. Daha sonra
halifelik merkezini Kahire’ye taşıdılar. Aynı zamanda üç
halife oldu!
1054
yılında Konstantinopel ve Roma Kiliselerinin birbirlerini aforoz
ettiğini hatırladım.
Kurtuba
Halifeliği yönetimindeki Endülüs Emevileri 275 yıl iktidarda
kaldı. 1031 yılında Yerel aristokratlar, komutanlar ve bölgesel
şehir devletlerinin çıkardığı karışıklıklar nedeniyle
parçalandı. Kuzey Afrika kökenli Abdadiler, Murabıtlar,
Muvahhidler ve Beni Ahmer devletleri kuruldu ama hepsi siyasi
kargaşalara sahne oldu ve derebeylik sistemlerine son vererek
merkezi otoritesini güçlendiren Hıristiyan devletleri tarafından
ortadan kaldırıldılar.
Bunlardan
Beni Ahmer Devleti’nin başkenti Gırnata (Granada)
1032-1492 arasında 460 yıl yaşamayı başardı. Siyasal alanda bir
varlık gösteremedi ama uygarlık ve kültür alanlarında İslam
uygarlığını ve kültürünü çok geliştirdi. En büyük
Hristiyan kütüphanelerinde sadece birkaç yüz kitap varken
Kurtuba’daki kraliyet kütüphanesinde 400 bin kitap olduğu
söylenir. Başkent Gırnata, saraylar ve camilerle süslendi.
Özellikle Elhamra sarayı çok ünlüdür. Son iki yüzyılını
Kastilya’ya haraç ödeyerek geçirdi. Ancak, Aragon ile Kastilya
krallıklarının birleşmesi Beni Ahmer devleti için bir felaket
oldu.
Beni
Ahmer Sultanı Ebu Hasan'ın oğlu Muhammed, annesinin teşvikiyle
1469'da
isyan edip babasını tahtan indirdi. Babası tekrar tahtına dönünce
Muhammed, Aragon Kralı Ferdinand'a sığındı. 1486'da
Ferdinand'ın verdiği Hıristiyan ordunun başına geçen Muhammed
Gırnata'yı kuşattı. Baba ile oğul savaşırken Hıristiyanlar
Gırnata Devleti şehirlerini yağma etti, Müslümanları öldürdü.
1490'da
Gırnata Mısır’lı Memlukler'den yardım istedi, ama onların
donanması yoktu. Osmanlılar da Cem Sultan'la uğraşıyordu.
1492'de Gırnata teslim oldu, 1499'da
İspanya'da bir tek Müslüman kalmadı. Mabetler yıkıldı,
kütüphaneler yakıldı. Müslümanların bir kısmı Kuzey
Afrika'ya sürgün edildi, bir kısmı 1609’a kadar Valencia,
Sevilla ve Granada’da yaşadı. Yüz binlercesi yakıldı, din
değiştirmeye zorlandı ve kimliklerini gizlemek zorunda kaldı,
“Moriscos” veya “Mağribli kripto Müslümanlar” olarak
anıldılar. Osmanlı Padişahı II. Beyazıt bir kısım Yahudi ve
Müslümanı Kemal Reis komutasında bir donanma ile ülkeye getirdi.
Bu sefere katılan Piri Reis, amcası ile birlikte Müslümanları
İspanya'dan Kuzey Afrika'ya taşıdı.
Abbasilerin
800’lerde Bağdat’ta başlattığı İslam aydınlanması, yüz
yıl sonra Emevilerce İspanya’da, Endülüs’te
gerçekleştirilmişti. Doğuyla batı arasında fikir alışverişini
başlatan Endülüslü
filozof ve bilim insanlarına da kısaca bakalım. İbn Cebirol
(1021-1058) ya da Avencebrol, İslam
felsefesi
içinde etkili olmuş İbn Meymun ya da Maimonides (1135-1204) ile
birlikte İslam
dünyasında yetişen Yahudi filozoflarındandır. İbn Bacce
(1032-1138), İbn Tufeyl (1106-1186), Avrupa’da Averroes olarak
tanınan İbn Rüşd (1126-1198) Aristo üzerine çalışmaları ile
tanınmış Arap
filozoflarındandır. Endülüs'ün kaybedilmesinden sonra, ailesi
Tunus'taki Hafsi
hanedanının yanında resmî hizmetlerde bulunan İbni Haldun
(1332-1406) tarihçiliğin önemli isimlerindendi. Olup bitenlerin
nedenlerinin, içyüzlerinin araştırılmasını, incelenmesini ve
akılcılığı öne çıkaran İbni Haldun, Batı’da tarih
felsefesinin kurulmasına önayak olmuştu.
Arap-İslam
yönetimleri nasıldı?
Devletin
başında “Halife” adı verilen hükümdarlar bulunurdu. İlk
dört halife seçimle başa geçmiş, ölünceye dek görevde
kalmıştı. Emeviler ve Abbasiler devrinde halifelik saltanat halini
aldı. Babadan oğula geçen kurum devletin tüm güç ve otoritesini
elinde topladı. Abbasiler İran Sasani Devleti örgütlenmesini
örnek alarak vezirlikler ve divan oluşturdu.
Ele
geçirilen topraklar büyük illere ayrılır ve buralara “Baş
Emir” adı verilen askeri valiler atanırdı. Emirler, askere
komuta eder, imamlık yapar, yönetim ve adalet işlerine bakarlardı.
Memurlara maaş yerine topraktan alınan vergi geliri (ikta)
verilirdi. İslam Hukuku’na (Şeriat) göre tarım alanlarında
özel mülkiyet yoktu. Bizans döneminde çok eziyet çeken
Hristiyanlar ve Museviler Arapların
yönetiminde daha fazla hoşgörü ile karşılandılar.
Bütün
Müslüman erkekler asker sayılırdı.
Savaşlar dinsel nitelikli cihat ya da gaza denilen kutsal
eylemlerdi. Savaşa katılanlar gazi, ölenler şehit idi ve cihat
büyük sevabı olan bir eylemdi. Sürekli ordu ve ordugâhlar ilk
kez Halife Ömer zamanında oluşturuldu. Ordunun başkomutanı
halifeydi. Asker atlı ve yaya olarak ikiye ayrılır, genellikle
kılıç, mızrak, gürz, ok ve yay ile savaşırlardı. Savaşlarda
elde edilen ganimetlerden, halife 1/40 oranında, devlet hazinesi
(Beytül Mal) 1/5 oranında ve kalanları gaziler pay olarak alırdı.
Bu paylaşım esasları Bedir Savaşı’ndan sonra belirlenmişti.
Donanmaya ilk kez Emeviler zamanında önem verildi. Suriye, Mısır
ve Afrika da üç donanma, İran Körfezinde de savaş gemileri
vardı.
Ekonomiye
de değinelim.
Emeviler
dönemine kadar, Bizans ve İran parası kullanıldı. İlk
Arap-İslam parası olan Dinar, Emevi
Halife Abdülmelik (685-705) zamanında basıldı. İslam
Devlet hazinesinin başlıca gelir kaynakları, Müslümanlardan
alınan zekat (taşınmaz mal varlıklarının kırkta biri ve
sadaka), aşar vergisi (Tarım ürünlerinin onda biri), ağnam
vergisi (Hayvan sahiplerinden alınan vergi), zımnilerden (Müslüman
olmayanlar) alınan cizye (pazarlıkla alınan kafa, sağlık
vergisi) ve haraç vergisi (Beşte bir oranında alınan gelir
vergisi), savaş ganimetlerinin beşte biri ve bağlı devlet ve
beyliklerin yıllık vergileri ve armağanları idi. Bu vergiler
Bizans vergilerinden daha azdı.
Sanat
konusu da özeldi. Resim ve heykel yapmak, putperestlikle ilgisi
olduğu düşüncesiyle dinen yasaklanmıştı. Ama mimariye ve
süsleme sanatlarına önem verilmişti. İspanya’da Kurtuba’da
(Cordoba) zamanın en büyük kütüphanelerinden biri kurulmuştu.
Kurtuba Camii ve yerleşkesi Avrupa Hıristiyan Katolik mimarisiyle
boy ölçüşebiliyordu. Abbasiler zamanında kurulup, başkent
yapılan bir milyon nüfuslu Bağdat tümüyle Arap, İslam
mimarisinin ve süsleme sanatlarının örnekleriyle doluydu.
Toparlarsak…
7.
yüzyıldan sonra, Araplar Kuzey Afrika’ya, İspanya’ya,
Afganistan’a ve Hindistan’ın bazı yörelerine kadar yayıldılar.
Fethedilen yerlerde yaşayanların çoğu Müslümanlığı,
Arapların dilini, geleneklerini ve göreneklerini benimsedi. 10.
yüzyılın sonunda, bazı bölgelerde Arap denetimi zayıfladıysa
da, Arap kültürü ve bazı yerlerde Arap dili kökleşerek yaşamaya
devam etti. 11. yüzyılda Avrupa'daki Hıristiyan ülkelerin,
Suriye, Lübnan ve Filistin'e düzenlediği Haçlı Seferleri de,
Avrupa ile Arap ülkeleri arasındaki ticaretin gelişmesine, ayrıca
Arap sanat ve biliminin dünyaya yayılmasına yol açtı.
Emeviler
ve Abbasiler İslam dünyasına 70’er
yıllık dönemlerde egemen olabildiler. Geniş toprakları
yönetebilecek siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal güçleri ve
bunların arasındaki hassas dengeyi oluşturamadılar. Daha sonra,
aralarında hiç bitmeyen iktidar mücadeleleri nedeniyle
parçalandılar, dağıldılar.
İslam’ın
Altın Çağı olan 800-1000 yılları arasında İslam uygarlığı
en yaratıcı bilimsel çalışmaları yaptı. Arapça bilmeyen
çağdışıydı. İslam hanedanları siyasal, askeri ve iktisadi
gücü temsil ediyor, 40 milyon nüfusu yönetiyordu. İslami
ilahiyat, felsefe, bilim ve teknoloji alanında yaratıcı düşünceler
öndeydi. Buna küreselleşmenin ilk biçimi de denebilir. 700’lerde
ortaya çıkan Mutezileler inançların en derin noktalarının bile
akıl sayesinde anlaşılabileceğini söyledi. Buna karşılık
900’lerde ortaya çıkan Eşariler aklın aşırı kullanımını
ve dini dogmayla karıştırılmasını reddetti. 1100’lerde
Eşarilerin tezleri galip geldi. Bağımsız bilimsel düşünceye
karşı pasif kabullenme ve gelenekçilik yerleşti. Eşarilere göre,
Yunan
felsefesi
ile İslam inancını yeniden yazmaya çalışan filozoflar,
Kur'an'ın
apaçık ayetlerini
karanlık ve gizemli tefsirlere
konu yapan Bâtıniler,
İslam
dinine
ve Sünni inancına büyük zarar veriyordu. Bu sürecin sonunda
Sünnilik, sezgi ve iman öne çıkarılıyordu. İslam'da içtihat
kapısı kapatılıyordu. Akılcı hareketler din ve devlet için
“tehdit” idi. Toplumun bütünlüğü için İslam katı
kurallara bağlandı, içtihat ruhu donduruldu. Akılcı akımlarla
birlikte yürüyen tasavvuf, sonra öteki dünyaya yöneldi. İslam
devletlerinin yönetimi genellikle vasat kişilerin elinde kaldı.
İleriyi düşünmeyen Müslüman kitleler, kurtuluşu mezhepleri
körü körüne taklitte buldular. “İcma” adı altında yenilik
dışlandı, hareketlilik durdu, içtihat ruhu söndü. Mezhep
egemenliğine isyan edip, İlk dönemlerdeki içtihat özgürlüğünü
savunanlar da çıktı. Bu gerilemenin bir nedenini de “ahlak,
bilim, sanat, edebiyat, İslâm tasavvufu” çizgisinden, sıcak,
samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisinden uzaklaşmaya
bağlamak mümkün... Daha sonra Osmanlının içine düştüğü
durum gibi…
İslamın
Altın Çağı sona erdikten sonra, katı ve görünüşe ağırlık
veren bir İslam anlayışı egemen oldu. Kur’an’ın müteşabih,
yani yorumlanabilir ayetleri de görmezden gelindi. Ama yöneticilerin
kabul ettiği din, toplumların eski inançlarını tümüyle ortadan
kaldıramıyor, eski inançlar yeni inancın kisvesi altında
yaşamaya devam ediyor ve toplumun kendi din yorumu oluşuyordu.
İslamın Altın Çağı sonrası, Horasan Okulu ve Ön Türklerden
miras alınan tasavvuf ta İslam dünyasında ve Türk dünyasında
kendine yer buldu.
İslam
dünyası bin yıla yayılan uzun, acılı, karanlık ve kanlı bir
Ortaçağ'ın içine girecekti. Şimdi siyasal ve askeri olayların
öne geçeceği bu döneme geçelim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder