Wikipedia

Arama sonuçları

28 Ağustos 2022 Pazar

Dönemeç

 

Dönemeç




                                                                      



Şaban Recai Öztürk

sabanreco@gmail.com

http://srecaio.blogspot.com


          2020



Yazar hakkında:

1948'de İstanbul'da doğdu. 1962’de Selimiye Askeri Orta Okulu’nu, 1965’te Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirdi. Kara Harp Okulu'ndan 1967’de istihkâm subayı olarak mezun oldu. Takım ve bölük komutanlığı görevlerinden sonra, 1978’de Kara Harp Akademisi'nden, 1983’te, NATO Savunma Koleji'nden (Roma) mezun oldu. Yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli karargâh ve birliklerde görev yaptı. 1994'te generalliğe yükseldi. 2006’da emekli oldu. Kıbrıs gazisidir. Ankara ve Ayvalık’ta yaşamaktadır.





ISBN: 978-605-69194-0-4



Arzu edenler istedikleri miktarda bağışı aşağıdaki adresten yapabilir:

http://www.mehmetcik.org.tr/bagis

Dönemeç





Şakacı Arkadaşım.



Aralık 2018, Ankara.



Doğu sorununun tarihi Türklerin Avrupa’dan çekilmelerinin tarihidir. Bu çekilme kaçınılmazdı. Çünkü Türkler buralarda esaslı hiçbir şey kuramamışlardı. Türklerin vatanseverlikleri, devamlı işleyen bir devlet örgütü kurmaya yeterli değildir. Doğu’ya has bir hareketsizlik, Müslümanlara has bir kuvvete baş eğişle, sultanların, serdarların mutlak idaresi, sonunda onları bir derebeyi çetesi hâline getirmiştir.”

Can çekişen Türkiye adlı kitabında, Pierre Loti böyle yazmıştı. Düşündüm. Türklere dost bir Fransız’dı. Ama haksız sayılmazdı.

Dizüstü bilgisayarıma yüklediğim kitaplardan birini okuyordum. Bazılarını telefonuma da kopyalamıştım. Zevkle okuyorum. Ama sosyal medya için aynı şeyi söyleyemem. Sayısız ve anlamsız paylaşımlardan gına geldi. Yahoo ve Gmail hesaplarım da aynı durumda. Her gün gelen yüze yakın ileti beni sıkmaya başladı.

Bilinen gazete haberleri, sosyal medyadan aktarılan çoğu asılsız söylentiler, reklamlar, sıkıcı, bıktırıcı tekrarlar, özünde hiç bir şey söylemeyen uzun mesajlar...

Artık çoğunu başlığına bakarak siliyorum. Ama dün, gelen kutusundaki bir mesajı ilginç buldum. Konusu “Beni silme!” idi. Bir yemleme olabilirdi. Genelde böyle yaparlar. Gönderenin kimliğine baktım: “Bilge Wallace”. Tanımıyorum. Tarihi dünü gösteriyordu: 27 Aralık 2018. İlgimi çekmişti. Silmedim. Virüs tarayıcıyla kontrol ettim. Sorun yoktu. Metni okudum. Sadece iki paragraftı:

Sayın Önder Üsküplü, internet ortamında paylaştığınız yazılarınızı, makalelerinizi bir rastlantı sonucu okudum. Tarih, siyaset ve gelecek konularına yoğunlaşıyorsunuz. Benim gibi...

Mekân olarak sizi görmem imkânsız. Zamanım da fazla değil. Ama ilgilenirseniz bu elektronik ortamda sizinle arkadaş olabilirim. Memnun kalmazsanız 'Yeter' dersiniz, ayrılırız.”

Adresine baktım: Gmail hesabı açıkça görünüyordu. İlgimi çekmeye devam ediyordu. Silmedim ama cevaplamadım da. “Notlarım” olarak işaretledim.

Bu arada televizyon haberlerini izlemediğimi de söylemeliyim. Gazetelerin internet sayfalarında saatler önce okuduğum, gördüğüm şeyleri tekrar edip duruyorlar. Bazı gazetelerin başlıklarına göz attım. Sabahki haberler aynı gibiydi.

Bugün Bilge Wallace ve ilginç mesajını tekrar okuyorum. Google'da adını yazıyorum. Yok! Facebook’ta arıyorum. Yine yok. Şeytan dürttü. Ne kaybedersin ki! Mesajını yanıtladım.

Beni tanıyor musunuz?”

Biraz zaman geçirdim. Cevap yok. Bilgisayarı kapattım. Birkaç gün geçti. Her gün yaptığım gibi, posta kutumu temizliyordum. Gelen kutusundakiler arasında Bilge’nin mesajı da vardı. Neredeyse bu konuyu unutmak üzereydim. Diğerlerini atladım, onunkini okudum.

Sizi tanımak zor değil Sayın Üsküplü. İnternette kısa bir gezinti yetti. Fotoğrafınız da şu anda önümde.”

Giderek meraklanmaya başlamıştım. Cevap verdim.

Ben de internete baktım. Ama sizi bulamadım.”

Bu kez fazla beklemedim...

Önder Bey, buna şaşırmadım. Ama isterseniz kısa özgeçmişimi paylaşabilirim.”

İsterim” diye yazınca, ekranıma gelen bilgileri hızla okudum. Bu gece iletişim kurmakta zorlanmıyorduk.

1923 yılında Konstantinopolis’te doğmuştu, şimdi 95 yaşındaydı. Annesi Türk, babası İskoç asıllı İngiliz idi. İlkokul ve ortaokulu Konstantinopolis'te, liseyi ve üniversiteyi İskoçya'da okumuştu. Tarih bölümü mezunuydu.

İlgi alanlarımız uyuşuyordu. Ama neden “Konstantinopolis?” Bu deyimden hiç hoşlanmazdım. Niçin “İstanbul” değil? Kötü bir giriş yapmıştı.

Hoşlanmadığın birinin söylediği her şey seni sinirlendirmeye başlar.

Yunan hayranı bir fanatik olmalıydı. Yine de okumaya devam ettim. 1954'te İlkçağ üzerine lisansüstü öğrenim yapmış ve evlenmişti. Eşi Türk asıllıydı. Sonra 'Tarih Öncesi' doktorası yapmıştı. 1970'te davet edildiği Boğaziçi Robert Üniversitesi öğretim üyesi olarak Konstantinopolis'te çalışmaya başlamıştı.

Israrla “İstanbul” demiyor…

2000 yılında Ancyra’ya taşınmıştı. Ancyra Üniversitesi tarih bölümünde profesör olarak çalışmıştı. Üç yıl sonra emekli olmuştu. Halen Ümitköy'deki evinde yaşıyordu.

Buyurun! Şimdi de Ankara'yı Ancyra yapmıştı. Tuhaflıklar artıyordu. Bu özgeçmişe sahip birinin internette izi bulunmaması mümkün değildi. “Mekân olarak sizi görmem imkânsız” demişti. Ama halen Ankara'daydı. “Zamanım da fazla değil,” diyordu. Şimdi 95 yaşındaydı, hareket etmekte zorlanabilirdi.

Bunu anlayabilirim…

Ama geri kalan sorular yanıtsızdı. Şakacı arkadaşlarımı düşündüm. Sanırım bana biri ya da birkaçı oyun tezgâhlıyorlardı. Bakalım arkasından ne çıkacaktı? Ben de anlamamış gibi yapıp onlarla dalgamı geçebilirdim. Evet, bu kadar can sıkıcı ortamda yaşarken, biraz eğlence fena olmazdı. Cevap yazdım.

Ne rastlantı... Ben de Ankara'dayım, Ancyra’da değil. Size çok yakındayım üstelik... Facebook sayfamda bu bilgiler okunuyor.”

Az sonra yanıt geldi. Bunu biliyorum Önder Bey.”

Tekrar üstüne gittim. “Neden görüşemiyoruz? Yaşınız sorun yaratıyorsa ben size gelebilirim.”

Esrarengiz arkadaşımın beni bu şekilde tuzağa düşürüp, sonra da karşıma bir telekız çıkaracağını da düşündüm aniden. Oyun devam ediyordu.

Sağlığım iyi sayılır. Ama yüz yüze görüşmemiz olanaksız. Siz de bana gelemezsiniz.”

İşletmeye devam ediyordu. Bunu 95 yaşındaki biri yapamazdı. Suçüstü yakalanmıştı.

Anlayamıyorum Bilge Bey.”

Benim Ancyra’m ile sizin Ankara'nız aynı değil.”

Hoppala! Bu konuda iddialıydım. Dünya coğrafyasında başka bir Ankara olmadığına emindim. Aklıma ilkokul beşinci sınıfta oynadığımız oyun geldi. Dünya, Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika haritalarında, zaman tutarak, yer bulma müsabakaları yapardık. En küçük yazılarla yazılan hiç duyulmamış yerleri bile bu sayede öğrenmiştim. Saatime baktım. Biraz daha zamanım vardı. Ben de dalgamı geçiyordum. Yazdım:

İkinci bir Ankara olduğunu sanmıyorum.”

Şakacı veya şakacılar pes etmiyordu. Üzgünüm, ama daha fazlası bile var Önder Bey.”

Bilge Wallace takma adlı kişi gerçekten benimle eğleniyordu. Birçok Ankara olması imkânsızdı. Bu kadar acemice şaka yapılmazdı. Ne cevap vereceğimi düşünürken ekranda tekrar bir yazı göründü.

'Paralel evrenlerde yaşıyoruz,' dersem bana inanır mısınız?”

Bu daha da iyiydi...

İşletin işletebileceğiniz kadar…

Oyuna katılmak için hafızamı yokladım. Evet, bu konuda birçok yazı okumuştum. Karanlık enerji, karanlık madde, yaklaşan her şeyi yutabilen kara delik gibi kavramları da duymuştum. Ama fazla anladığımı söyleyemem. Google aramasında o kadar çok metin ve görüntü vardı ki kaybolmamak işten değildi. Bilgisayarıma kaydettiğim notlarıma baktım. Evrende yaklaşık 300 milyar galaksi vardı. Bunlardan biri olan Samanyolu Galaksimiz de 250 milyar güneşten, 10 milyar gezegenden, 100 kadar yıldız kümesinden oluşurdu.

Ulaşılması ve kavranması olanaksız, çok büyük rakamlar…

Kur'an'da ve Tevrat’ta da bunlara değinen ayetleri hatırlıyorum. Onlar da sayı vermeden “göklerden” ya da “göklerin gökleri”nden söz ediyorlardı. Paralel evrenler ise çok daha karışıktı. Notlarıma tekrar baktım:

Çoklu evren tanımı; fizik, felsefe, kurgu ve kısmen bilim kurgu alanlarında hipotezlerle ifade edilir.”

Başka bir notum: “Açık çoklu evren...” Bir diğeri: “Düzenleyici evren...” Bir başkası: “Sayısız dünyalar... Kuantum mekaniği kuralları çerçevesinde; tıpatıp benzeyen çoklu evrenler farklı hallerde var olabiliyor...”

Çok uzun olan notlarımı kapatmadan, birine daha gözüm ilişti: “Üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir. Dahası, paralel dünyaların yansımaları gözlemlenebilir. Ve sürüp giden yaşam bu yansımaların sadece biridir.”

Bu konuların tamamı varsayımlar ve akıl yürütmelerle açıklanmaya çalışılıyordu. Ama hiçbirini anlamak mümkün değildi. Cevap verdim. “Açıklarsanız sevinirim.” Uzun süre bekledim. Sonunda cevap geldi. “Paralel bir dünyada yaşıyorum. Sizinkinden farklı bir boyuttayım. O nedenle fizik olarak yan yana gelemiyoruz. Mevcut teknolojimizle ancak sanal ortamda görüşebiliriz. Fiziki temas için bilim adamlarımız çalışıyor. Ama henüz yeterli değil. Sanal ortamda görüşme süremiz de kısıtlıdır. Her an kesilebilir. Bilim adamlarımıza göre evrenlerin ve galaksilerin hareket etmeleri nedeniyle, yakın olduğumuz dönemler de var, uzak olduğumuz dönemler de. Şu sıralarda size yakın olduğumuzu düşünüyorlar...”

Hala birilerinin benimle eğlendiğini düşünüyordum. Ama merakım da artıyordu. Oyuna devam edecektim. Aklımdan ekonomiden siyasete, askeri konulardan toplumsal konulara kadar uzanan yüzlerce soru geçmeye başladı. Bunları kullanarak Şakacı’nın oyununu bozabilirdim. Nereden başlamam gerektiğini düşünürken, ekranıma yeni bir ileti düştü:

Hüseyin Üsküplü ile akraba mısınız Önder Bey?”

Bu gün benim şaşırma günüm olmalıydı. Bu inanılmazdı. Genç yaşta ölen dayımı sosyal medyada paylaşmadığıma emindim. Bilge Bey ya da “Şakacı” bunu nasıl öğrenmişti? Bu kişi ya da kişiler beni çok yakından tanıyorlardı. Artık sürprizlere alışıyordum. Cevapladım: “Dayımdır. Nereden tanıyorsunuz?”

Yine beklemeye başladım. Mesaj alış süresi uzamaya başlamıştı. Başka bir soruyla karşılık verdi: “Scott Wallace adı size bir şey ifade ediyor mu?”

Bu da bir başka yeni isimdi. Yanıtladım. “Soyadınız aynı. Sizin akrabanız olabilir mi?” Bekleme süresi dört beş dakikaya çıkmıştı. Sonunda cevapladı. “Babamdır. Gazeteci olarak Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının milli mücadelesini bu topraklarda izlemişti. Dayınız da Paşa'nın gizli örgütünde çalışıyordu.”

Bu konuda da fazla bilgim yoktu. Annem onun subay olduğunu söylerdi. Genç sayılacak yaşta hayata veda etmişti. Merak edip onun hakkında daha fazla bilgi istememiştim. Bunun hata olduğunu şimdi fark ediyorum. Annemi ve teyzelerimi de kaybetmiştim. Yani ayrıntıları bilmiyordum.

Bilge Bey’in son iletisi gelirken bazı duraklamalar oldu. Bu nedenle harflerde anormal biçimler ve düzensizlikler görünüyordu. Ama anlaşılıyordu. Dizüstü bilgisayarımın pili bitiyor sandım. Hayır, nedeni bu değildi. Elektrikle çalışıyordu. Gecikmeden yanıtladım: “Babanız ve dayım tanışıyorlar mıydı?”

Beş dakika geçti. Yazım hatalarıyla dolu bir metin çıktı ekranıma. Kendim düzelttim. “Evet, Önder Bey. Yolları birkaç kez kesişti. Ailece de tanıştılar.” Ekrandaki düzensizlikler yeniden ortaya çıktı. Hızla yazdım: “Bununla nereye varacağınızı merak ediyorum.”

Bir beş dakika daha. Yine düzeltmek zorunda kaldığım yazım hatalı bir ileti: “Elimde ikisinin adı da geçen tarihi bir roman var. İlginizi çekebilir diye düşün...”

İletişim kesiliyor gibiydi. Benimle eğleniyorlar derken ne hallere düşmüştüm. Devam edecektim. Hemen yanıtladım. “Kesinlikle...”

Bu kez yedi sekiz dakika bekledim. “Umarım yine görüşürüz...” yazısı ve ekinde bir PDF dosyası benzeri olan ileti Bilge Wallace ile son görüşmemiz oldu. Çünkü “Teşekkür ederim.” iletim cevapsız kaldı. PDF benzeri dosyayı virüs koruma programımla taradım. Sonra da açmaya çalıştım. Yapamadım. Uğraşamazdım. Geç olmuştu. Yarına bıraktım.

Ertesi gece bizim Bilgisayar Doktorundan yardım alarak bu e-romanı açtım. Başlığı “Yirmi Bir’den Sonra” idi. Yazarın adı da ilginçti: Bilge Wallace. Demek bunu kendisi yazmıştı. Özgeçmişi bana aktardıklarının daha azını kapsıyordu. Yayıncı, basımevi, ISBN, sertifika numarası gibi bilgiler yoktu. Bir paragraftan oluşan önsözünde kitabı nasıl yazdığını anlatıyordu:

Bu kitap gerçek olayları anlatıyor. Adları geçen kişiler de gerçek kişilerdir. Onların internette yayınladıkları yazılardan ve fotoğraflardan çok yararlandım. Karakterlerden biri olan gazeteci Scott Wallace babamdır. Birçok kitabı ve makalesi vardır. Siyah beyaz fotoğraflardan oluşan sergileri de birçok ödül almıştır. Kendisi çok meşguldü. Bu yüzden bu kitabı yazmayı hep erteledi. Yaşamının son yıllarına bıraktı. Sadece arşivini toplayabildi. Altı yüze yakın metin, makale, anı, fotoğraf, gazete ve basın ajansı duyurusunu bana devretti. Ben de bunları derledim. İlgili konulara rastlayınca onun belgelerine ekledim. Çeşitli kaynaklardan doğrulamaya çalıştım. Önünüzdeki kitap bu yöntemle yazıldı. Sonra da yayınlattım. Babama söz vermiştim. İnternet üzerinden İngilizce ve Türkçe olarak yayınlamayı tercih ettim. Diğer dillere çevrilmesi için 'Multitranslator' programının indirilmesi yeterlidir. Kitabın internetten kopyalama ücreti olan 1 Valideum Orta Anadolu Cumhuriyeti Galatyalılar Araştırma Vakfı’nın hesabına yatmaktadır. Görüş, düşünce ve eleştirilerinizi sosyal medya hesaplarıma gönderebilirsiniz.”

Sadece ilgimi çekmemiş, merakımı bayağı zorlamıştı.

Okumaya başladım…













































Bölüm I. Osmanlı'nın son yılları.





Keltlerin izinde



Haziran 1955, Edinburgh, İskoçya, İngiltere.



Merak etmeye başladığım, bilmediğim her şeyi öğrenmeye çalıştığım zamanlardı…

Biz kimiz? Başkalarından farklı mıyız?

Bu soruları ilk olarak kaç yaşındayken sormuştum? Tam olarak hatırlamıyorum. Çocukluktan ergenliğe geçme yıllarımdı galiba. Benden büyük erkek ve kız kardeşlerim bu tür şeyleri hiç merak etmezlerdi. Bu nedenle bazen beni küçümserler, onlardan farklı olduğumu göstermek için aşırılığa kaçtığımı söylerlerdi. Ağabeyim arada sırada kaşlarını çatarak, işaret parmağını gözüme sokarcasına sallayarak, böyle devam edersem kafayı sıyıracağımı iddia ederdi. Beni hiç anlamadıkları, hatta anlamak istemedikleri belliydi.

Peki, sorularımın kökeninde yatan neydi?

İskoçya Glasgow'da büyük bir konakta birlikte yaşayan aile büyüklerimizin, çok küçük yaşlarımdan başlayarak bana anlattıkları öyküler ve masallar mıydı?

Çok uzun boylu, gizemli erkek ve kadınlar, falcılar, şifacılar, büyücüler, içeriği bilinmeyen iksirler, büyülü değnekler...

Dedemle babamın geçmişimiz hakkındaki konuşmalarının üslûbu, merak uyandırıcı ve şaşırtıcı olması mıydı merakımı sürekli dürten?

Bazen dedem ve babamın beni aralarına almayacaklarından ve yanlarından kovalayacaklarından korktuğumu da anımsıyorum. Sanırım bunların hepsi benim merakımı uyandırıyor hatta kışkırtıyordu. Bunun kesin cevabını bu satırları yazdığım orta yaşlılık dönemimde bile tam olarak bilememiş olmak ne tuhaf…

Baba tarafımdan atalarımız 30 Yıl Savaşları sonunda İngiltere'ye göç eden Almanlardan idi. Dedem “sir” unvanlı, çok zengin biriydi. 1875'te Süveyş Kanalı hisselerinden alarak çok para kazanmıştı. Bu gün yetmiş yaşında olan babam da milletvekilliği yapmış, hala hatırı sayılan bir büyük toprak sahibidir. Her ikisi de İskoç Mason Derneği üyesiydiler. Ve iyi birer Protestan’dılar.

Benim gibi...

Arada artık unutulmaya yüz tutmuş eski İskoçça diliyle konuşurlardı. Anlamazdık. Onlar da anlaşılmasın diye yaparlardı zaten.

Sık sık Edinburgh’a 10 kilometre mesafedeki Rosslyn Şapeli’ne giderdik. Kelt atalarımızdan William Wallace’ın 13. Yüzyılda İngilizlere karşı savaştığı yerlerden birindeydi. Kırk yılda inşa edilmişti. Avrupa’nın en iyi duvar ustaları getirtilmiş ve kendileri için Rosslyn kasabası kurulmuştu. İskoç Masonlarının hacca gittikleri bir yer olmuştu. Aile soyadımızın da Wallace olması bir rastlantı değildi.

Anne tarafım da ilginç bir geçmişe sahiptir. İskandinavya'dan İskoçya'ya yağma için gelen Vikinglerin soyundan geliyordu. Bazıları geçici anlaşmalar uyarınca geri dönmemiş ve İskoçya'da yerleşmeyi yeğlemişti. Daha sonra çoğu öldürülmüştü. Ama annemin ataları yerlilerle evlilik bağıyla bağlandıkları için hayatta kalabilmişlerdi. Annem sık sık onları anlatırdı. O zamanlar Avrupa'nın kuzeyi Hristiyanlığı kabul etmemişti. Vikinglerin birçok tanrıları vardı. En büyüğü Odin idi. Yani, özetle, anne soyum babamınkilere göre, İskoçya'nın çok daha eski kabilelerindendi.

Liseyi bitirmeden eski çağ tarihine ve tarih öncesine ilgim de bu anlattıklarımdan kaynaklandı sanırım. Atlantik Okyanusu'na gömülen efsanevi Atlantis kıtası ile Büyük Okyanus'a gömülerek yok olan Mu kıtası ve o üstün insanların uygarlığı hakkında ne bulduysam okuyordum. Mu devletine bağlı olan Asya'nın ortasındaki Uygur devleti de çok ilginçti.

Sonunda ne mi oldu?

Atalarım olan Keltler bir türlü yakamı bırakmadı.

James Churchward adlı İngiliz albayı da dedem ve babam gibi, yaşamımda bana yön verenlerden biri oldu. Onu dedem vasıtasıyla tanımıştık. Ünlü bir araştırmacı, kâşif ve tarihçiydi. Sorgulayıcı ve çok meraklı biriydi.

Be de onun gibiyim…

Hindistan’da görevliyken Naacallar tarafından anavatandan getirilen 10 bin kadar kil tablet bulmuştu. Çoğu yaratılış ve Kozmik Güçlerin işleyişi hakkındaydı. Eski öğretmeni bu yazıların kodlarını çözmüş ve Churchward da İngilizceye çevirmişti. Bu tabletlerin bazıları en az 12 bin yıllık olmalıydı.



Burada okumaya ara verdim. Benim de, yani Önder Üsküplü’nün de tarih öncesine karşı aşırı derecede meraklı olduğumu ilave etmeliyim. Hatta sevgili arkadaşım Hasan Algan benim meraklıdan öte, saplantılı olduğumu söyler. Churchward’ı unutmam olanaksızdı. Okuduğum kitaplarda ve makalelerde onun hakkında anlatılanları bir yerlere not almıştım. Ama tabletlerin 12 bin yıllık olduklarını hatırlayamadım. Bu tarih bana Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe’yi hatırlattı. Google adlı ansiklopediye sordum. Evet yanılmamıştım. Orada bulunan kalıntılar da 12 bin yıllıktı.

Okumayı sürdürdüm. Scott Wallace devam ediyordu…



Churchward bu tabletleri derleyip 1931-1935 yılları arasında kitap haline getirmişti. Bir yıl sonra da ABD'de ölmüştü. Seksen dört yaşındaydı.

Otuz üç yaşına bastığımda tanıştığım esrarengiz Alman Sebottendorf da, dedem, babam ve Churchward gibi hayatıma yön veren önemli insanlardan biri oldu. Benden on yaş daha büyüktü. Konstantinopolis'e yerleşmiş Baron Heinrich Von Sebottendorf tarafından evlat edildikten sonra Baron Sebottendorf adını kullanmaya başladığı söylenirdi. On dört yaşında okültik eğitimler... Yirmi iki yaşında Mısır’da... Yirmi beş yaşında Konstantinopolis’te... Kabala, simya ve Gül Haç hakkındaki bilgilerini geliştirme... Otuz yaşında Bektaşi... Otuz altı yaşında Osmanlı vatandaşlığı... Balkan Savaşında Osmanlı ordusunda savaşırken yaralanarak Almanya’ya dönüş… Alman okült ve mistik liderlerle temas... Gizli Thule örgütünü kurup, merkezini Konstantinopolis'e taşıma...

Tarihçi kimliğimle, o yıllarda Kelt geleneğini ve sembolizmini inceliyordum. Bununla ilgili güzel bir koleksiyon toplamıştım. Dağ aşireti (Highland) İskoç soyumu daha ayrıntılı araştırıyordum. Bu sayede Eski Mısır, Mezopotamya, Yunan, Roma ve Yahudi tarihi uzmanı olmaya başlamıştım. Dahası, Atlantis ve Mu gizemlerini yerinde araştırmaya karar vermiştim. Bilim dünyasındaki genel kanı, kıtaların kısa sürede batmasının fiziken mümkün olmadığı ve “kayıp kıtaların” sadece birer efsane olduğu yönündeydi. Bilim adamı olarak bunu desteklemeliydim. Ama bunun etraflıca araştırılmadığına inanıyordum. Mısır firavunları Atlantis'in hayatta kalan üstün insanların torunları olabilirdi. Thule'nin üstün insanları da aynı kökenden geliyor olamaz mıydı?

Çok önemli bir tezim daha vardı...

Avrupa'nın batısına Asya'nın iç bölgelerinden geldiği sanılan Keltler de Mu federasyonuna bağlı Uygurlara mensup olabilirdi. Türklerin ataları Uygurlar da Asya’da üstün insanların yaşadığı topraklarda yaşamıştı. Onların torunları, atalarının sakladıkları birikimlerini Horasan’dan İran'a ve oradan da Anadolu bölgesine getirmiş ve İslam dinine uyarlamayı başarmış olabilirdi.

Bunun izlerini sürecektim…

MÖ Üçüncü yüzyılda Keltlerin önemli bir kısmı kâhinlerin uyarısıyla Avrupa'nın batısından Anadolu'ya gitmişti. Orada Galatlar adıyla yüzlerce yıl devletler kurmuş, savaşmış, yerlilerle karışmışlardı.

Anadolu'da ikinci vatanlarını mı kurmuşlardı? Yoksa asıl vatanlarına geri mi dönmüşlerdi? Ya da asıl merkezleri olan Uygur Diyarı'na döndüklerini mi sandılar? Anadolu'yu Asya'nın orta bölgesi olarak kabul etmiş olamazlar mıydı?

Nevşehir yakınlarındaki Hacıbektaş'ta ve Konya’da bazı izler olabileceğini Bektaşi Baron’dan öğrenmiştim. Kapadokya’daki yeraltı mağaralarında ilk Hristiyanların saklanması da bir rastlantı mıydı?

Keltler’in yani Galatyalıların Anadolu’da asimile edildiği doğru muydu?

Haçlı Seferleri'nden sonra Avrupalılar Anadolu'ya neden “Türkiye” adını vermişlerdi?

Bu soruların yanıtlarını arayacaktım…

Bu izlerin peşindeyken, koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüne tanık oldum. Uygur Türklerinin torunlarının kurdukları son devletin son dört yılını onlarla birlikte yaşadım. Avrupa'yı, Orta Doğu'yu harap eden bu depremde başkalarıyla da tanıştım. Onların anılarını da toplayıp derlemeye çalıştım.

Bu romanda beni sık sık göreceksiniz. Ama asıl karakter ve kahraman ben değilim. Bana kalırsa, belli başlı karakterlerin hepsi kendi çapında birer kahramandır. Hepsi için farklı romanlar yazılabilir. Belki bazıları ya da onlara yakın olan birileri diğer kahramanların romanlarını yazmıştır. Bilemiyorum. Ama iyice araştıracak zamanım olmadığını da itiraf etmeliyim.

Amacımın heyecanlı, sürükleyici ve gerilim dolu bir öykü anlatmak olmadığını da söylemem gerekiyor. Piyasada bu konuda çok fazla örnek var zaten. Ama ben bu yaşadıklarımı ve duyduklarımı yazmalıydım. Bu bilgilerin yok olup unutulmalarına izin veremezdim.



Scott Wallace

Haziran 1955

Edinburgh, İskoçya, İngiltere























***



1 Kasım 1918 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Barışa doğru...

Bulgaristan'ın 29 Eylül'de Müttefiklerle ateşkes imzalamasından sonra, 8 Ekim'de ateşkes talep eden Osmanlı tarafının isteği ile 31 Ekim'de Mondros Ateşkes'i imzalandı. Osmanlı Devleti siyasi, askeri ve ekonomik açıdan fiilen bitti. Dört yıldır devam eden Büyük Savaş'ta ölen 15 milyon insandan 1 milyon 600 bininin Türk olduğu ve son on yıl içinde bir milyon Türkün göç etmek zorunda kaldığı hesaplanıyor.

Yakında büyük müttefik Almanya'nın da ateşkes imzalaması bekleniyor.









***

Konstantinopolis’e dönüş



Kasım 1918, Konstantinopolis (İstanbul).



Kompartımanın kapısından başını uzatan ve hemen kaybolan kısa boylu zayıf asker ona ne kadar benziyordu. O garip delikanlıya...

Zaman yavaş yavaş geriye doğru aktı. Geçen yıl bu zamanlar Kudüs'ten kuzeye doğru geri çekildikleri o akşamüzerine geldi ve durdu...

Neden ağlıyorsun asker! Türk askeri ağlamaz aslanım!”

Yere çökmüş olan çelimsiz asker karşısında bir Türk zabitini (subayını) ve arkasındaki emir erini görünce ayağa fırladı. Ağzı burnu kan içindeydi. Esas duruşa geçti. Boyu orta ve kısa arasındaydı. Çok zayıftı. Heyecandan tüfeğini yerde unutmuştu. Üstü başı toz içindeydi, pantolon dizleri parçalanmış, postallarının tabanları ayrılmıştı. Kolağası’nın (Kıdemli Yüzbaşı) yerdeki tüfeğine bakarak elini uzatmasıyla kendini toparladı, hızla yere eğildi ve tüfeğini aldı.

Kudüs'ü teslim ettiğimize mi üzülüyorsun asker?”

Anlamsız bakışlar…

Kolağası Hüseyin Üsküplü kendine kızmıştı. Bu genç delikanlının savaşın ayrıntılarını bilmesi mümkün değildi. Sadece on kişilik mangasındaki, bilemedin, kırk kişilik takımındaki görevini yapıyordu.

Lanet olası İngilizler önceki gün Osmanlı mevzilerinin bir kısmını ele geçirince savunma hattı yarılmıştı. Ama şükürler olsun, yoğun yağmur altında daha fazla ilerleyemiyorlardı. Geriden ihtiyat birliklerinin gelmesini ve cephane ikmali yapılmasını bekliyorlardı. Bu sırada Üçüncü Türk Kolordusu inanılmaz bir emir almıştı.

Geri çekilin!

Kudüs'ü savunmadan İngilizlere terk etmiş, tüm gece kuzeye doğru yürümüşlerdi. Yıldırım Orduları'nın Alman komutanının “Şehirdeki üç dinin kutsal yapıları zarar görmesin” diyerek Kudüs'ü teslim ettiği konuşuluyordu. Şimdi Kudüs'ten on beş yirmi kilometre kuzeyde bir Arap köyünün yakınlarındaydılar.

Adın nedir evlat?”

Hüseyin, komutanım.”

Adaşız demek. Kaç yaşındasın?”

On dokuz komutanım.”

Kolağası Hüseyin yirmi yedi yaşındaydı. “Evlat” sözcüğünü ağız alışkanlığı olarak sıkça kullanırdı. Derin bir nefes aldı.

Memleket?”

Samsun.”

Asker biraz rahatlamıştı. Kolağası matarasını uzatarak biraz su içmesini söyledi ve sorusunu yineledi:

Güzel. Şimdi bana neden ağladığını söyle bakalım.”

Yine sessizlik…

Çekinme oğlum, aramızda kalacak. Söz veriyorum.”

Kolağası kendilerini izleyen diğer askerlere el işareti yaparak uzaklaşmalarını istedi. Delikanlı gözlerini yerde gezdirerek ağır ağır konuşmaya başladı.

Bir Alman subayı beni dövdü. Arkadaşlarımın gözleri önünde. Hiç birimiz engel olamadık.”

Delikanlı tekrar ağlayacak gibi oldu. Kolağası genç adaşının omuzundan tutarak oturmasını söyledi. Kendisi de yanına oturdu. Emir eri Mahmut'a da oturmasını işaret etti. O da anlatılanların etkisinde kalmıştı. Gözleri yerde başını iki yana sallayıp duruyordu.

Kolağası Hüseyin’in sesi daha yumuşak ama daha emrediciydi. “Şimdi bana olayın nasıl olduğunu tane tane anlat adaşım.”

Samsunlu Hüseyin zoraki bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Anlatmaya başladı. Olay 10 dakika önce burada olmuştu. Arka çantasına sırtını vererek yol kenarında biraz dinlenmeye çalışıyordu. Çok yorgun ve uykusuzdu. Günlerdir kuru peksimet ve su dışında bir şey yememiş, içmemişti. Üstelik canı çok sıkkındı. Birçok arkadaşı bu çöllerde şehit olmuştu. Yaralananları ve tutsak düşenleri de unutamıyordu. Önünden geçen Alman subayını fark edememişti. Alman teğmen ayağa kalkıp onu selamlamadığı için bağırıp çağırmaya başlamıştı. Samsunlu da ayağa kalkmış, bir şey söylememiş, ama onun yüzüne dik dik bakmakla yetinmişti. Onu anlamayacağını düşünerek cevap vermemişti. Teğmen daha da sinirlenmiş ve ona tekme tokat girişmişti. Sonra da Almanca söylenerek uzaklaşmıştı. Samsunlu yere yıkılmıştı. Midesi çok ağrıyordu. Ağzından ve burnundan kan gelmişti. Bölük sıhhiye erine haber gitmişti. Ama bulamamışlardı. Bedenindeki acıdan çok bu gâvura hiç bir şey yapamamak onu kahrediyordu.

Kolağası Hüseyin çok sinirlenmişti. Yardım istenmediğinde bile, ihtiyacı olanları arayıp bulan damarı hemen öne çıkmıştı. Ayağa fırladı ve o teğmeni, o deyyusu kendisine göstermesini istedi. Samsunlu'nun arkadaşlarından biri yanına geldi ve sertçe topuklarını vurdu. Uzakta duruyordu ama konuşulan konuyu anlamıştı. Alman subayı tanıyordu. Onu gizlice izlemişti.

Aferin. Göster onu bana evlat!”

Öne geçen asker Kolağası’nı az ileride park etmiş Alman kamyonlarına götürdü. Sarışın Alman teğmeni yıkılmış bir taş duvarın yanına oturan arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Hava kararmaya başlamıştı. Ortalık ana baba günüydü. Toz duman arasında top arabalarını çeken öküzler, açlıktan ve susuzluktan kişneyen atlar, birliklerini bulmaya çalışan askerler, uzaklardan gelen İngiliz obüs mermilerinin patlama sesleri, uçaklardan açılan makineli tüfek ateşleri arasında geri çekilmeye çalışan birlikler...

Hüseyin bir çalı öbeğinin yanına oturdu, emir eri Mahmut'a Alman subaylarını izlemesini söyledi. İngiliz uçaklarına hedef olmamak için ateş yakılması yasaktı. Bulabilenler çıra veya mum yakarak yakın çevresini aydınlatabiliyordu. Bu sırada, Almanlar belgeleri sakladıkları küçük sandıkları yakarak aydınlanmaya ve ısınmaya başladılar. Emirler onlar için değildi sanki. Hüseyin bir süre gözlerini kapadı, çok uykusu vardı. O da en az Samsunlu kadar bitkindi. Erleri kadar yiyor, su içiyor, dinleniyordu. Birkaç dakika olsun uyumak istedi ama bu kadar gürültüde uyuyamazdı zaten. Üstelik asabı çok bozulmuştu. Derin nefesler almaya devam etti.

İki yıl önce, İran’da Rauf Bey’in emrinde Almanlarla beraber çalıştığı günler gözünün önüne geldi. Sevmeye çalıştığı fakat bir türlü sevemediği, kendilerini herkesten üstün zanneden bu insanlardan orada nefret etmişti. Aşiretlere altın dağıtıyor, Yahudileri kışkırtıyor ama Türkleri horluyor ve aşağılıyorlardı. Birden emir erinin yavaşça omuzuna dokunduğunu hissetti. Gözlerini açtı. Her şeye rağmen biraz kestirmiş olmalıydı. Akşam karanlığında nesneleri seçmeye çalıştı.

Ne var Mahmut?” dedi.

Mahmut eliyle Alman teğmeni işaret etti. Arkadaşlarından ayrılıp yan taraftaki dere yatağına yürümeye başlamıştı. Muhtemelen işemeye gidiyordu. Hüseyin hemen ayağa kalktı. Mahmut'a kendilerini uzaktan izlemesini söyledi ve teğmenin arkasından aynı yere yöneldi. Gerilerdeki topçu bataryaları da ateşe başlamıştı. Yakındaki köyden gelen köpek havlamalarını da ekleyince Hüseyin tam zamanı olduğunu düşündü. Adımlarını hızlandırdı. Bıçağını hazırladı. Teğmen bir çalının yanında işemeye başlamıştı. Ona sessizce yaklaştı. Birkaç saniye ona yeterliydi. Eliyle mayası bozuk herifin ağzını kapatarak boğazını kesti. Gıkını çıkaramadan titreyerek gebermişti. Bıçağını, bazı Arapların yaptığı gibi, âdem elmasının hemen altından kullanmıştı. Olaya hırsızlık süsü verecekti. Cebindeki para, sigara, çakmak, bisküvi paketiyle, belindeki tabancayı ve su dolu matarayı alarak oradan uzaklaştı. Kimsenin ruhu duymamıştı. Bu Teşkilatı Mahsusa eğitimleri sırasında öğrendiği tekniklerden biriydi. Mahmut yaptığı her şeyi görmüştü. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Tek kelime söyleyemedi. Kolağası Hüseyin’in bu yeteneğini ilk kez görüyordu. Komutanın sırt çantasını bir omuzuna, kendisininkini diğer omuzuna astı. Tüfeğini eline aldı. Kuzeye doğru, taburunun öncülerinin 3 saat önce yürüyüşe geçtiği istikamete yavaş adımlarla yürümeye başladılar.

Az sonra komutanının kendini daha rahat hissettiğini anlayan Mahmut sessizliği bozdu. “Bir şey söyleyebilir miyim komutanım?”

Hayırdır?”

Sizin için çok kaygılandım, onu diyecektim.”

Neden?”

Bunu benim yapmam gerekirdi. Ama siz kendinizi tehlikeye attınız. Size bir şey olsaydı, kendimi asla affetmezdim.”

Merak etme. Bu konularda iyi sayılırım. Benim özel eğitim aldığımı biliyorsun değil mi?”

Biliyorum komutanım. Ama bu kadar usta olduğunuzu bilmiyordum.”

Boğazım kurudu. Mataralarda suyumuz kaldı mı?”

Diplerinde biraz olacaktı. Alman’ın matarasını da atmadım.”

Onun her şeyini uygun bir yerde gömeceksin. Üzerimizi arayamazlar ama ne olur ne olmaz. Toprağa veya kumlara gömmeyi sakın unutma. Benim mataramı alayım.”

Kolağası durdu, son suyunu dikkatle içti. Emir eri onu izliyordu.

Sen susamadın galiba.”

Hayır efendim.”

Yalan söylüyordu. Kesinlikle susamıştı. Yapabildiği kadar, su tasarruf etmeye çalışıyordu. İşaretle biraz su içmesini istedi. Emir yerine getirildi. Adımlarını sıklaştırarak biraz daha yürüdüler. Mahmut yine sessizliği bozdu:

Bir şey daha söyleyecektim, unuttum komutanım, kusura bakmayın.”

Kusur yok. Şimdi söyleyebilirsin.”

Bundan sonra tehlikeli işleri bana yaptıracaksınız. Sadece emredeceksiniz. Benim hayatımı kurtarmıştınız. Size bir şey olursa dayanamam.”

Hüseyin durdu. Gür bıyıklı gencin yanağını okşadı. “Tamam, Mahmut, istediğin gibi olsun. Bundan sonraki benzer görevler senindir. Şimdi oldu mu?”

Sağ olun komutanım.”

Hüseyin trenin fren sesiyle Filistin anılarından sıyrıldı. Yakında bir istasyonda duracaklardı. Pencereden dışarı baktı. Evlerdeki insanlara imrendi. Yıllardır evinden uzaklardaydı. O hayatı gerçekten çok özlemişti. Duyguları, düşünceleri, hayalleri birbirine karışmaya başladı. Dudaklarında bazı kelimeler mırıldanır gibi oldu. Kaşları çatıldı, başı ve göz kapakları ağırlaştı. Elleri kucağında, koltuğunda uykuya daldı.

Binbaşı trenin düdüğünün birkaç kez çaldığını duyunca uyandı. Ter içindeydi. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Karşısında oturan yaşlı adama ve karısına kısa bir göz attı. İkisi de kayıtsızca trenin penceresinden dışarıya bakıyorlardı. Demek ki rüyasında bağırıp çağırmamıştı. Memnun oldu. Karşısındakiler gibi pencereden geçip gitmekte olan evlere baktı. İzmit yakınlarındaydılar. Yine onlardan birinde kendi ailesiyle huzur içinde yaşadıklarını hayal etti. Eşi ve çocukları ile sıcak bir yuva kurabilecek miydi? Henüz yirmi sekiz yaşındaydı. Gençti. Ama onun gibi birisi her an kuyruğu titretebilirdi. Bu gidişle daha ne kadar yaşardı?

Allah bilirdi…

Koridora çıktı, emir eri Mahmut aklına geldi. Göremedi, yine kayıplara karışmıştı.

Ya sigara içiyordur, ya da savaş öykülerini anlatacağı dinleyicilerle takılıyordur.

Koridorda rastladığı yaşlı adam ona Yusuf Amca’yı hatırlattı. Ailesinden sonra ilk fırsatta onu görecekti. Balat’ın aksakallı en tatlı ihtiyarını. Bir yıldır hiç haber alamamıştı. Acaba bakırcı dükkânı hâlâ yerinde miydi? Kahve fallarına devam ediyor muydu?

Trenin düdüğü birkaç kez çaldı yine. Üniformasını düzeltti. Ceketinin yan cebine el attı. O tarafta kabarık bir nesne yoktu. Mendili vardı. Her zamanki gibi sigara paketi ve kibriti diğer cebindeydi. Bir sigara yaktı. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladı. Artık düşman işgali altındaydılar. Atalarından aldıkları mirası koruyamamışlardı.

Lanet olası İngilizler bizi yendiler. Geri çekildik. Yine geldiler ve sonunda bizi Orta Doğu’dan kovdular. Şimdi de başkentimizdeler, İstanbul’dalar.

Subaylarımız ve askerlerimiz korkak mıydılar? Hayır, Alman komutanların emrinde bile çok iyi savaşmışlardı. Ama Arapların ihaneti, hastalık, yorgunluk ve açlık sonumuzu getirmişti. Bir süre tren tekerlerinin raylardan gelen ninnisini dinledi. Sigarasından derin bir nefes daha çekti. Boynunu ve omuzlarını gerdi, sonra gevşetti.

Birden, Filistin’de yaralanan kolunun sızlaması arttı. Zihni Filistin savaşına döndü yeniden. Albay İsmet’in kolordusunda Teşkilatı Mahsusa irtibat subayı iken, savaşta subay kaybının çok fazla olması nedeniyle, karargâhtan birliklere çok sayıda subay kaydırılmıştı. Yüzbaşı Hüseyin de bu arada cephedeki piyade bölüklerinin birine komutan atanmıştı. Beş yıl önceki Balkan savaşındaki deneyiminden yararlanmak istemişlerdi. Sonra kolağası rütbesine yükseltilmişti. Şehit düşen tabur komutanı yerine, taburun en kıdemlisi olarak, emir komutayı üstlenmişti.

Pencereden dışarı bakmaya, sanki üzgün ve yorgun olduğunu seslendirmeye çalışan evleri izlemeye devam ediyordu.

Bu evlerde yaşayanların çoğu göçmenler olmalı.

Doğup büyüdüğü toprakların kokusunu duyar gibi oldu.

Makedonya – azametli sıradağlar, sarp zirveler, Struma ve Vardar nehirleri, çağlayanlar, çınar ve kavak ormanları, verimli ovalar, davar sürüleri.

Makedonya – İmparatorlukların metresi; Romalılar, Bizanslılar, Sırplar, Osmanlılar. Farklı ırklar ve dinler. Kaçınılmaz çatışmalar ve acımasız savaşlar.

Ve elbette, zayıflayan Osmanlı Hükümetine karşı ayaklanma.

Çete muharebeleriyle bunalan Makedonya’da asayişi sağlayabilmek için taburlar on beş, yirmi parçaya dağıtılmış, bölükler demiryolları boyunca serpiştirilmişti. Akrabalarının çoğunun Üsküp’te Makedon komitacılar tarafından öldürüldüğünü hatırladı. Hem iğrençlikleriyle hem de kalleşlikleriyle ünlüydü şerefsizler. Babası ve annesi her şeylerini geride bırakarak aileyi kurtarmıştı.

Osmanlı ordusunun en başarılı olduğu yer Edirne’nin kahramanca savunmasıydı. “Deli” Şükrü Paşa’yı saygıyla ve rahmetle andı. Bulgarlara ve Sırplara beş ay dayanmışlardı, ancak yardım ümidinin kalmaması üzerine, Selimiye Camisi gibi şaheserlerin mahvını önlemek için teslim olmayı uygun bulmuştu. Her zaman bu tür saygı duyulan delilere ihtiyaç vardı. Peki, Selanik Kolordu Komutanı Hasan Tahsin Paşa'ya ne demeliydi? Tek kurşun atmadan şehri Yunanlılara teslim etmişti.

Ordunun yüz karasıydı namussuz!

Bu hain herifin evini sarhoş Bulgar askerleri basınca, defolup Fransa’ya gittiğini duymuştu. Gerçekten ilginçti. Aynı ortamlarda yetişen ve üst rütbelere yükselen subaylar arasında kahramanlar da vardı, korkaklar da. Aralarından böylesine ürkek, böylesine korkak, böylesine köle ruhlu ve zayıf çıkabiliyordu. Bütün milletlerin tarihinde bu tipler eksilmiyordu zaten.

Gayrimüslim tren görevlisinin duyurusu düşüncelerini silip attı: “Konstantinopolis'e yaklaşıyoruz. Herkes kimlik ve seyahat belgelerini hazırlasın. Gebze’de trene binecek işgal kuvvetlerinin askerleri kontrol yapacaklar. Eşyalarınıza da bakabilirler.”

Ahlaksız herif, artık İstanbul demiyordu. Bakalım daha neler duyacak, neler göreceklerdi. Binbaşı kompartımanına döndü, yerine oturdu. Az sonra Mahmut kapıda göründü. Her şey yolunda anlamına gelen bir el işareti yaptı. Hüseyin alçak sesle “tamam” dedi, elinde olmadan üst sol cebinde taşıdığı nüfus kâğıdını yokladı. Yerindeydi. Bir sigara daha yakacaktı. Vazgeçti. Pantolon cebindeki siyah Oltu taşından yapılmış tespihini çıkardı. Bunu sık sık yapıyordu. Hem sigaralarını idareli kullanıyordu, hem de zararlarını biraz olsun azaltıyordu.

Trakya’da altı aydan fazla bölük komutanı olarak katıldığı Balkan Savaşı günlerine döndü yeniden. Yarbay Enver’i hatırladı bu kez. Hükümet darbesi yapmıştı. Gerekçesi Osmanlı Devletinin Balkanlar’daki ağır yenilgisiydi. Altı ay sonra da Edirne’yi kurtarmıştı. Ganimet paylaşımı nedeniyle birbirlerine düşen Balkanlıların zayıflığını iyi değerlendirmişti. Hüseyin de Edirne ve Kırklareli’ni kurtarma harekâtında görev almıştı. Komutanların dikkatini çekmesi de bu sıralarda olmuştu. Ardından Teşkilatı Mahsusa için aday seçilmişti.

Ondan sonra, otuz yaşlarındaki Yarbay Enver hızla tırmanışa geçmişti. Osmanlının zayıfladığı dönemlerde subay ve paşaların, siyasi görüş farklılıkları nedeniyle savaşta dahi birbirine yardımdan yüz çevirmesi çok vahim sonuçlar doğurmuştu. Hatırladığı kadarıyla, kırk yıl önceki 93 Harbinde, Tuna Cephesinde de benzer hainlik yaşanmıştı. Rusların taarruzlarından bunalan batı ordusunun yardımına birlik gönderebilecek durumdaki doğu ordusunun komutanı bunu yapmamıştı. Nedeni ise çok basitti: Kıskançlık! Vatanın ve milletin çıkarları hiçe sayılmıştı.

Ne kadar acıydı, ne kadar vahimdi.

Böylece, Ruslar Tuna Nehri’ni kolayca geçmişlerdi.

Subayların siyasete bulaşması ordunun gücünü çok düşürür.

Kurmay Okulu'ndaki öğretmeni Mehmet Albay’ı anımsadı. Takdir ettiği öğretmenler arasındaydı. Ona askerin siyasete bulaşmasının sonuçlarını sormuştu. Albay'a göre cevap basitti: Bulaşmamalıydı! Ama çok önemli bir istisna durumu vardı. Ülke uçuruma gidiyorsa ve başka çare kalmamışsa asker siyasete geçici olarak el atabilirdi.

Hüseyin’in midesi yine yanmaya başladı. Bu ona İran’dan kalan bir hatıraydı. Filistin’deki kolordu revirinin doktoruna göre midesinde yara vardı. İçkiyi bırakacaktı. En azından çok azaltacaktı. Gerginlikten kaçınacaktı. Ağır yemekler yemeyecekti. “Olur,” demişti. Sonra da gülerek devam etmişti, “Akşam hanıma söylerim.”

Şimdi canı yine sigara istedi. Bir sigara yakarak dumanını içine çekti. Bekledi. Nikotinin kanına karıştığını hissetmeye çalıştı. Dumanı burun deliklerinden çıkardı. Doktor sigarayı da azaltmasını söylemişti galiba. Ama ondan çekindiği için yarım ağızla geveleyebilmişti.

Gülümsedi...

Balkanlar'da başka hatalar da yapılmıştı. Savaştan önce bölgeden 75 bin asker terhis edilmişti. Birliklerimizdeki yaygın eğitimsizlik ve zayıf lojistik yanında istihbarata da önem verilmemişti. 1912 kışı gözlerinin önüne geldi. Muharebeyi kesme görevini hakkıyla yapabilen bir tek Hüseyin’in bölüğüydü. Şehit ve yaralılarını geride bırakmamıştı. Ama tümenin diğer birliklerinde bozgun çıkmıştı. Silahlar ve cephaneler Bulgarlara kaptırılmıştı. Seksen kilometrelik Kırklareli-Vize-Saray-Çatalca arasındaki geri çekilmeyi yirmi dört saatlik yaya yürüyüşle yapabilmişlerdi. Bunun on dört saati geceleyin olmuştu. Bulgar ordusu Çatalca'ya kadar ilerleyerek, İstanbul'u tehdit ediyordu.

Tahrip olan toplar… Hurda araçlar… Terk edilen köylerden, kasabalardan tüten dumanlar… Yollarda ağlayan, inleyen kadınlar, çocuklar, yaşlılar…

Kompartımanın kapısının sertçe açılmasıyla düşünceleri kesildi. Yıpranmış üniformasının kente bu günlerde geldiğini yansıttığı bir İngiliz astsubayı ile arkasındaki yorgun bakışlı iki İngiliz askeri tüfekleri omuzlarına asılı durumda kendilerini gösterdiler. Esmer tenli yüzlerine bakınca ikisinin de sömürgelerden birinden askere alındığı belli oluyordu.

Documents, please.”

Kapıda pardösüsünün yakasını kaldırmış bir sivil daha göründü. İngiliz’den daha sert ve yüksek sesle Türkçe konuştu:

Belgelerinizi çıkarın!”

Aksanından Ermeni olduğu belliydi. Şapkasının siperliğinden güç almaya çalışan bakışlarındaki düşmanlık ve kini saklamaya gerek duymuyordu. İngiliz astsubay önce üniformasına yabancı olmadığı Hüseyin’in kimlik belgesine uzandı. Arap harflerini güçlükle okuyabildiği belliydi. Kontrol etmesi için Ermeni tercümana uzattı. Kompartımandaki diğer yolcular ellerinde kimlik belgeleri, merakla ve kuşkuyla olan biteni izliyorlardı.

Items also, please!”

İngiliz astsubayın isteğini kimlikleri kontrol eden tercüman tekrarladı:

Valizlerinizi ve çantalarınızı kucaklarınıza açın!”

Çevirmen “Lütfen” sözcüğünü iki kez atlamıştı. Ya anasının gözüydü ya da andavallının teki. Binbaşı ayağa fırlayıp bu densizlere ikişer Osmanlı tokadı atmayı düşündü. Tek başına hepsini on on beş saniyede tahtalıköye gönderebilirdi. Ayağa fırlaması, astsubayı devirmesi, iki sömürge askerinin arasına girip onları tepelemesini zihninde canlandırdı. Ermeni deyyusu, yere diz çöküp yalvarması için, en sona bırakacaktı. Çatık kaşlarıyla onları dik dik süzüyordu. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştı. Osmanlı Ordusu’nun en büyük tokatçıları olan ‘Delibaş’ları hatırladı. Eğitimlerinde her gün mermer tokatlayarak yetiştirildikleri için, çok kuvvetli ellere ve kollara sahip olurlardı. Hüseyin de bu alanda fena sayılmazdı.

İngiliz astsubay kısa sürede aramasını tamamladı, sonra da yolcuların ayaklarını kaldırmalarını işaret ederek ahşap oturma yerlerinin altına göz attı. Sağ elinin başparmağını kaldırarak her şeyin yolunda olduğunu işaret etti. Dağıtması için kapıya en yakın oturan yolcuya bütün belgeleri verdi, kapıyı yine sertçe kapatıp yandaki kompartımana yöneldi. Diğerleri de onu izlediler.

Hüseyin kompartımandaki yolcuların yüzlerini incelemeye başladı. Hepsi de ilk kez yaşadıkları bir olayın rahatsız edici, hatta gelecek günlerin daha kötü olacağını haber veren ve yürekleri karartan etkisinde kalmış gibi görünüyorlardı. Besbelli Balkan göçmeni değillerdi. Olsalardı buna fazla önem vermezlerdi. Çoktan alışmış oldukları sıradan bir olay sayarlardı.

Gazi Binbaşı tereddüt içindeydi. “Herkese geçmiş olsun” derken gülümseyemedi.

Cevap yoktu…

Diğer yolcuların kendisine bakarlarken, içlerinden “Bunların sorumlusu sensin!” dediklerini duyar gibi oldu. Ardından “Vatanı savunmanız için yıllardır ne fedakârlıklar çektik. Hepsi boşunaymış!” sözlerini gözleriyle ifade eder gibiydiler.

Can sıkıntısını gizleyemedi. Oturduğu yerden kalktı. Tekrar koridora çıktı. Kompartımanlarda seyahat edemeyenlerin arasına katıldı. Belki de bu zavallı insanlar haklıydılar. Fakat İngilizlere karşı savaşın Bulgarlara karşı yapılandan çok daha zor olduğunu bilemezlerdi ki! Bu kez ihanet edenler içimizdeki gayrimüslimler değildi. Sözde din kardeşlerimiz Müslüman Araplardı. Osmanlı’ya karşı İngilizlerin yanında savaşa girmişlerdi! Bu hainlik insanın kanına daha çok dokunuyordu. Kızgın çöllerde dünyaya egemen olan bir devletin silahlı kuvvetleriyle belki daha iyi mücadele edebilirlerdi. Ama bu ihanet her şeyi yüz kat berbat hale getirmişti. Hem de İslam halifesi ve Osmanlı Sultanı’nın cihat fetvasına rağmen!

Ama sakin kafayla düşününce, asıl suçlunun tüm Araplar değil, onları yöneten emir ve şeyhler olduğunu anlardınız.

Şerefsizler!

Bunu elinde olmadan yüksek sesle söylemişti. Yanındaki yaşlı adam ona doğru döndü, kaşları çatılmıştı. “Kusura bakma amca, kendi kendime söyleniyorum.” dedi. Bunları bu insanlara nasıl anlatacağını düşündü. Vaz geçti. Onlar artık geçmişi değil, bundan sonrasını düşünüyorlardı.

Nedenine değil sonucuna bakıyorlardı...

Savaş yıllarının ardında hayatta kalmışlardı, ama ne pahasına? Kim bilir hangi canları yitirmiş, hangi acıları çekmişlerdi.

Hüseyin az ilerideki koridor pencerelerinin birinde boş bir yer buldu. Yarıya kadar açıktı. Kollarını kenarlara dayayarak dışarıyı seyretmeye koyuldu. Yüzü gölgelendi, bakışları kaydı. Düşüncelerine devam etti.

Mekke Emiri Şerif Hüseyin dağıttığı bildirilerde “Türkler İslamiyet’ten ayrıldığı için öldürülmeyi hak ettiler” diyordu. Üstelik bu hain Arap, peygamber soyundan geliyordu. Güya Haşimiler sülalesindendi.

Hepsi palavra!

İngiliz altınları Müslümanlık, halife gibi tüm değerleri silip atmıştı.

Ahlaksız herifler!

Bu kez içinden söylemişti. Bedevi aşiretlerinin gözlerindeki öfkeyi unutamamıştı. Arap çocuklarının Türklere bakışlarındaki dostluk, yerini donuk gözlerle bakmaya bırakmıştı. Onları kim bilir ne yalanlarla Türklere karşı kin tutmaya zorlamışlardı.

Çevredeki Araplar Osmanlı ordularının erzak depolarını soyuyor, sonra da karaborsada satıyorlardı. İngiliz casusları Osmanlı’ya çalışan müteahhitlerin arasına sızmışlardı. Haber toplamaları çok kolaydı. Çoğu zaman en zayıf yerlerimizi belirliyor, oralara saldırıyorlardı. Arap köylüler artık kâğıt para almıyor, altın para istiyordu. O da Almanlarda bulunuyordu. Hayvan kiralamak bile çok zorlaşmıştı.

Namussuzlar!

Peki, dostumuz diye geçinen Almanlara ne olmuştu? Trenlerimiz Almanya’dan getirilen kömürle çalışıyordu, ikmal de Almanlara bağlıydı. Uçakları tahrip edilene kadar işimize çok yarayan hava keşfi yapıyorlardı. Erkânı Harbiye (Genelkurmay) dâhil üst makamlarda hep onlar vardı.

Hepsi tamamdı, ama…

Hüseyin tespihini çıkardı, hızla çekmeye başladı.

Filistin’de Alman ordu komutanından aldığı Almanca ve Osmanlıca yazılarla süslenmiş takdir belgesi aklına geldi. Valizindeki belgelerin arasında bir yerde olmalıydı.

Daha üzücü, saçma, ya da gülünç olanı ise, Osmanlı savaşa girmeden, Almanların Doğu uzmanlarının, cami ve pazarlarda Alman İmparatorunun gizlice İslam Dinini seçtiği söylentileri yaymaya başlamasıydı. Hatta Alman İmparatoru kılık değiştirerek Mekke’ye Hacca bile gitmişti! Kur’an’da İmparator Wilhelm’in müminleri kâfirlerin boyunduruğundan kurtarmak için Allah tarafından görevlendirildiğini gösteren esrarengiz ayetler bile bulunmaktaydı!

İran’da şahı ve Afganistan’da emiri baskı altına almak için altın, silah ve kışkırtıcı yayınlar da işe yarayacaktı mutlaka.

Kayzer Wilhelm Doğu İmparatoru olacaktı: “Der Kaiser des Osten!” veya diğer adıyla “Hacı Wilhelm Muhammed!”

Yarabbi ne aptalız!

Binbaşı aptallığa bu kadar tahammül edecek hale nasıl geldiklerini düşündü. Gülümsemeye çalıştı, beceremedi. Dışarıda uzayıp giden görüntülere takıldı bir süre. Başka şeyler düşünmeye çalıştı.

Güzel şeyler, mutlu günler…

Binbaşı Hüseyin aniden irkildi. Biri omuzuna çarpmıştı. Geriye döndü. Zayıf bir Türk askeriydi. Kendisine dikkatle bakan subayı görünce toparlandı ve eliyle selamladı. Hüseyin selama karşılık verdi ve gülümseyerek seslendi. “Hayrola evlat?” Asker saygıyla cevap verdi “Bir arkadaşıma bakıyordum, komutanım,” dedi ve ekledi, “Rahatsız ettim, kusura kalmayın.” Yavaşça geri döndü ve yolcuların arasına karıştı.

Tren düdüğünü aralıksız öttürmeye başladı. Haydarpaşa garına giriyorlardı. Öğle vaktiydi. Adana’dan başlayan ve üç gün süren yolculuğun sonuna gelmişlerdi. Aniden sağanak yağmur yağmaya başladı. Peronların çatısına vurarak çıkardığı seslerle trenin raylar üzerinde çıkardığı fren sesleri birbirini bastırmaya çalışıyor gibiydi. Başını pencereden dışarı uzattı. Diğer pencerelerden de dışarı uzanmış insanlara baktı bir süre. Platform el sallayıp ağlaşan insanlarla doluydu. Bütün trenler gibi bu da yığınla subay ve asker taşıyordu. Hepsi yıkılmış bir devletin askerleriydi artık. Anılarının tatsız yönlerine gömülmüşler, ürkek gözlerle çevreyi inceliyorlardı. Buradaki yaşamın onların alıştıklarından çok farklı olduğunu etrafa duyurmaya çalışıyor gibiydiler. Trenin çıkardığı buharların içinden dışarıya bakan hayaletlere benziyorlardı.

Binbaşı Üsküplü acele etmedi. Diğer kompartımandaki yolcuların koridora çıkmasını bekledi. Sonra ağır ağır yerine gitti ve valizini alan emir eri Mahmut'la buluştu. Üniformasını düzeltti, kaputunu giydi. Vagon penceresinden dışarıya baktı. Kardeşine telgraf çekmişti. Yolcuları karşılamaya gelenler arasında tanıdık bir sima aradı gözleri. Kimseyi göremedi. İçini çekerek vagonun çıkış kapısına yöneldi. Perona adımını atar atmaz kendisine seslenildiğini duydu, deniz tarafındaki kapıdan el sallayarak kendisine yaklaşan kardeşi Sabri’yi gördü. Oğlu Mehmet’i elinden sıkıca tutuyordu. Onların arkasında da Hüseyin’den dört yaş küçük teyze oğlu İsmail hafifçe topallayarak onlara yetişmeye çalışıyordu. Galiçya Cephesinde aldığı ağır yaraların etkisinin azaldığını kanıtlamak ister gibiydi. Hasretle birbirlerine sarıldılar. Sabri’yi üç yıldan fazla süredir görmemişti. Kollarından tutarak geriye çekildi ve her zamanki şakalarından birini yaptı:

Biraz zayıflamışsın koçum, hanım iyi bakmıyor mu yoksa? Tanıdıklarım arasında en sıska hâlâ sensin.”

Sonra oğlu gibi sevdiği yeğeni Mehmet’i kucağına aldı. Dört yaşına girmişti. Sıkıca sarıldı, kokladı, kokladı, yanaklarından, boynunun arkasından öptü. Onu kucağından indirmeden yaşlı gözlerle onları seyreden İsmail’e diğer koluyla sarıldı, alnından öptü.

Benim aslan yürekli gazi kardeşim. Seni tahminimden iyi gördüm. Filinta gibisin maşallah!”

İsmail piyade başçavuşuydu. Son olarak savaş başlamadan birkaç gün önce görüşmüşlerdi. Birliği Avusturyalıların yardımına giderek, Galiçya cephesinde Ruslara karşı çarpışmıştı. Bir piyade takım komutanı olarak görev yapıyordu. 1916 sonlarında, düşman topçusunun şarapnellerinden yana şansı yaver gitmemişti. En yakın Avusturya askeri hastanesine sağ olarak ulaştırabilmişlerdi. Bir seri ameliyattan sonra hayati tehlikeyi atlatmıştı. Aylar sonra seyahat etmesinde bir sakınca görülmeyince taburcu olmuş ve hava değişimini geçirmek üzere annesi Didar Hanım'ın yanına İzmir’e gitmişti. Hava değişimi sona erince Hüseyin’in de araya girmesiyle Teşkilatı Mahsusa’da görev verilmiş ve İstanbul’a Rami kışlasına atanmıştı. Hüseyin’in annesi Reşide Teyzesinin evinde üst katta kalıyor, geçinmelerine de yardım ediyordu. Hüseyin ona Galiçya'lı İsmail lakabını takmıştı.

On beş yaşındayken geçirdiği verem hastalığını güçlükle atlatan kardeşi Sabri’yi ise ciğerlerinden rahatsız olduğu için askere almamışlardı. Çürüğe çıkarıldığı için çok üzülmüştü. Bütün arkadaşları cephelerde vatan için çarpışırken, kendisi İstanbul’un yoksul bir semti olan Balat’ta manifaturacılık yapmak zorunda kalmıştı. Dükkân o sıralarda ağır bir grip salgınında hayatını kaybeden babalarına aitti. Sabri komşulardan mazbut bir ailenin kızı Nahide ile görücü usulü evlendirilmişti.

Garın çıkış kapısına doğru yürürken, Hüseyin aniden durdu. Diğerleri de ona uydular. Filistin cephesindeki Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa yataklı vagonun penceresindeydi. Elinde sigarası, mavi gözleriyle perondakilere bakıyordu. Yaveri Yüzbaşı Cevat Abbas yanındaki penceredeydi.

Cevat Harbiye’den Hüseyin'den önce mezun olmuştu ama kurmay olmadığından rütbesi Hüseyin’den düşük kalmıştı. Dikkatle çevreyi inceliyordu. Hep böyle pür dikkat ve alarmda olurdu. Ona göre, her yerde bir hain bulunabilirdi. Sık sık sohbet edip kafayı çektikleri sırada Hüseyin ile bu konuda iyi anlaşırlardı. Bu ülke hainlerden çok çekmişti. Çekmeye de devam ediyordu. Hainlere geçit verilmemeliydi, görüldükleri her yerde tereddüt edilmeksizin icaplarına bakılmalıydı. Hem de herkese ibret olacak şekilde! Acımak yoktu.

Cevat iş almak için birbirinin önüne geçmeye çalışan hamallardan birine işaret etti. Valizleri almak üzere trene binmesini istedi. Hamalın girdiği kapıdan genç Paşa üniformasını silkeleyerek perona indi ve karşılamaya gelen arkadaşlarının boynuna sarıldı. Hüseyin sağanak yağmura aldırmadan, kıpırdamadan onları seyrediyordu. Sabri bu Paşa'yı tanımamış, ama önemli biri olduğunu anlamıştı. İsmail ise tanır gibi olmuş, ama çıkaramamıştı.

Abi kim bu Paşa?”

Hüseyin gözlerini komutanından ayırmadan yanıtladı.

Filistin cephesindeki ordu komutanımız Mustafa Kemal Paşa.”

İsmail’in gözleri parlayıverdi. Heyecanla konuştu. “Evet, yahu! Nasıl da tanıyamadım! Üç yıl görev yaptığım Çanakkale’yi nasıl unuturum?” Sağ elinin içiyle alnına hafif bir tokat attı. “Ben 11. Tümende takım komutanıydım, Mustafa Kemal de 19. Tümenin komutanıydı. O zaman rütbesi albaydı. Onun tümeni savaşta çok iyi çarpışmıştı. Aramızda hep konuşurduk. Hepimiz onun emrinde çalışmak isterdik.”

Sabri araya girdi. “Ben gidip elini öpeceğim.”

İlk adımını atmıştı ki, Hüseyin kardeşinin koluna yapıştı. “Acele etme yahu. Paşa'nın emir subayına baksana, ne kadar tedirgin. Görmüyor musun? Seni kötü niyetli biri sanabilir.”

Gar çıkışına daha önce varmak için ellerinde eşyalarıyla birbirini geçmeye çalışan yolcular, yağmura aldırış etmeden peronun ortasında hareketsiz duranlara tuhaf tuhaf bakıp geçiyorlardı. Koltuk değnekli bir asker elleri dolu olduğundan başıyla üstünkörü bir selam vererek aralarından geçti. Binbaşı yanındakilerle genç Paşa ve arkadaşlarına bakarken, onların neler hissettiklerini anlamaya çalıştı. Sevinçli görünüyorlardı ama bu sevinç buruktu, kırılgandı. Gölgelenmiş bir sevinçti. Geride bıraktıkları olayları neresinden başlayarak anlatacaklarını bilemiyor gibiydiler. Belki de kaderlerinin hangi olaylara gebe olduğunu tahmin edemeyişin sıkıntısını gizlemeye çalışıyorlardı.

Aslında onlarınki değil kendi duygularım bunlar…

Sonunda herkes İstanbul’a sağ salim ulaşmışlardı. Bunda da bir hayır vardı. Hayat devam ediyordu. O anda aralarından geçen bir çavuş bir adım sonra önemli bir şey hatırlamış gibi geriye döndü. Paşa’yı göstererek yaklaşmakta olan askerlere seslendi:

Dikkat! Sağda Mustafa Kemal Paşa!”

Askerler bu komuta uyarak hemen toparlandı ve Paşa’yı selamlamaya başladı. Paşa selamlarına karşılık verdi ve çavuşu yanına çağırdı, yanağını okşayarak konuştu.

Emrimi bu kahramanlara sessizce ilet çocuk. Silahlarını vermesinler, evlerine götürsünler. Onlara ihtiyacımız olacak.”

Gözleri parlayan çavuş emri yavaşça en yakındaki askere fısıldadı ve ilave etti: “Bu emri herkes diğerlerine de iletecek!” Askerler açıktaki silahlarını olabildiğince saklayarak, sessizce peronu boşaltmaya başladılar.

Bu sırada Cevat Abbas valizleri taşıyan iki hamalla komutanının yanına geldi. Her zamanki gibi çevreyi gözden geçirdi. Kendilerine dikkatle bakmakta olan Hüseyin ve yanındakileri görünce elini tabancasına attı. Kaşlarını çatarak onlara doğru ilerledi. Yakası kalkık kaputu ve kalpağı nedeniyle önceden fark edemediği Hüseyin’i görünce yüz hatları yumuşadı, “Vay, Hüseyin Binbaşım, bu sen misin?” Kollarını açarak sarıldı, “Görüşmeyeli uzun zaman oldu,” dedi. “Sağ ol Cevat Yüzbaşım, Adana’dan beri ben de trendeydim. Ama sizi rahatsız etmek istemedim.” Cevat Abbas kendilerini duyarak onlara dönen Mustafa Kemal Paşa’ya bilgi verme ihtiyacı hissetti. Yanına gitti. Hüseyin’i göstererek alçak sesle bir şeyler söyledi. Paşa dudaklarını büzerek ve başını yana doğru eğerek dinliyordu. Yaver işaret ederek onu yanlarına çağırdı. Hüseyin heyecandan yutkunarak ilerledi ve topuklarını vurarak eliyle selam verdi “Kurmay Binbaşı Hüseyin Üsküplü, emredin komutanım!” dedi. Paşa da eliyle selamı aldı ve Hüseyin’in elini sıktı.

Filistin’de berabermişiz demek. Hangi birlikteydin?”

3. Kolordudaydım. Komutanımız Albay İsmet'in karargâhındaydım. Sonra bölük ve tabur komutanı olarak devam ettim komutanım.”

Paşa gözüyle Hüseyin’i ölçüp biçiyor gibiydi, “O zaman çok yakında binbaşı oldun.”

Evet, komutanım. İki ay kadar oldu.” Paşa ona devam etmesini isteyen bir el hareketi yaptı. “Şam ve Halep’e kadar çekilme harekâtının her safhasında oradaydım paşam. Siz de 7. Ordu Komutanımız idiniz.” Mustafa Kemal sevecen bir bakışla iç geçirdi, “Hem yaptığımız harekâtı, hem de bundan sonrasını senin gibi değerli bir subayın ağzından dinlemek isterim. Cevat sana uygun bir zamanda randevu versin. Görüşelim.”

Baş üstüne komutanım.”

Cevat sağ elini kaldırarak başparmağını gösterdi ve Hüseyin’e fısıltıyla sordu: “Yeni görevin nerede?”

Erkânı Harbiye (Genelkurmay) Harekât Dairesi'nde olacağım.”

Tamam, ararım.”

Mustafa Kemal Paşa “Karşıya geçecekseniz, beni karşılamaya gelen motora binebilirsiniz Binbaşım.” dedi. Hüseyin yanındakilere bakınca, Paşa hemen durumu anladı ve ilave etti, “Hep birlikte gelin. Yerimiz var.”

Sağ olun Komutanım, izin verirseniz kardeşim, kuzenim ve emir erim elinizi öpmek istiyorlar.” Paşa el öptürmedi, gülümseyerek hepsinin ellerini sıkmakla yetindi. Sonra kendisini karşılamaya gelen iki kişiyle konuşarak yürümeye başladı. Yaver Cevat hamallarla beraber onları izlerken, Hüseyin’e işaret etti, “Gidiyoruz.” Hüseyin Mehmet’i kucağına alarak, onları izledi. Sabri, İsmail ve Mahmut heyecanla kafileye katıldılar. Paşa ile birlikte olmayı akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi. Sağanak yağmur hafiflemişti. Hüseyin çıkış kapısına yürümekte olan diğer insanlara göz gezdirdi. Acaba akıllarında ve gönüllerinde ne tür düşünceler vardı? Bu insanları yeniden uzun soluklu bir mücadeleye razı edebilmek mümkün müydü? Çoğu yorgun ve bezgin görünüyordu. Kaderlerine razı olmuş gibiydiler.

Artık yolun sonuna geldik galiba.

O anda, valizini sıkıca tutmuş, hızlı ve kararlı adımlarla kendilerini geçmeye çalışan, yıpranmış sivil giysileri içindeki orta yaşlı adamı gördü. Diğerlerinden daha farklı görünüyordu. Hüseyin’e kısa bir bakışla ciddi bir selam verdi ve kalabalığa karıştı. Adam sanki az önce aklından geçenleri duymuştu. Bu gözler “Her türlü zorluğa dayanabilirim, yılmak nedir bilmem” diyordu. Her şeye rağmen umudunu yitirmemişti. Sanki diğerlerine moral aşılamak için birileri tarafından görevlendirilmişti. Hüseyin de etkilenmişti. Sağlıklı ve temiz tohumların sarp kayaların çatlaklarında dahi filizlendiğini hatırladı. Biraz daha uygun ortamlarda bereketli ürünlere dönüşeceğini herkes bilirdi. Önemli olan yılmadan yorulmadan çalışmaktı.

Çıkıştaki kontrol noktasında kimlik kontrolü yapan yıpranmış üniformalı, asık suratlı Osmanlı zaptiyelerine üzülerek baktılar. Dışarı çıktılar. El açıp yardım dileyen, avurtları çökmüş insanlara ceplerindeki bozuk paraları verdiler. Rıhtımda Paşa’yı bekleyen askeri ulaştırmaya ait köhne bir istimbota bindiler. Kıç taraftaki direğinde al renkli Türk bayrağı dalgalanıyordu. Yanındaki levhada “Kartal 2” yazan teknenin kaptanı üzgün bir sesle “İşgal kuvvetlerinin donanması Boğaz’a giriyor. Geçiş izni verilmedi. Biraz bekleyeceğiz Paşam,” dedi. Boynunu büküp, iki elini de havaya kaldırdı ve ilave etti “Bu günleri de görecekmişiz demek ki.” Aksanından Karadeniz uşağı olduğu belliydi. Tayfalardan birine başıyla işaret verdi. Az sonra çay servisi başladı.

Düşman savaş gemilerinin kahreden geçit törenini birkaç bardak çay içerek ve sohbet ederek iki saat kadar beklediler. Mustafa Kemal Doktor Rasim Ferit diye hitap ettiği arkadaşından başkentte yaşananları anlatmasını istemişti. Arada Trablusgarp (Libya) ve Balkan Savaşlarındaki anılarından da söz ediyordu. Paşa ilgiyle dinliyordu. O da hükümetin onu görevden aldığını, hemen başkente gelmesini istediğini kısaca özetledi. Daha önce Filistin’de yaşadıklarını da anlattı. Hüseyin rüzgârın kendisine ulaştırdığı konuşmalardan bazılarını duyabiliyordu. Paşa’ya göre, iki hafta önce imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması, Türklerin tarih boyunca imzaladığı en ağır şartları taşıyordu. Savaşın son ayındaki kayıpları çok fazlaydı. Buna yüreği yanıyordu. Hüseyin’in kabaca bildiği rakamları tek tek sayıyordu. Yetmiş beş bin tutsak, üç yüz altmış top, sekiz yüz makinalı tüfek, iki yüz elli motorlu araç, doksan lokomotif, beş yüz kadar vagon. Bunlara şimdi çok fazla ihtiyaç olacaktı. Direniş kaçınılmazdı. Elde kalan ne varsa onunla işe başlanacaktı. Sonrası nasıl olsa gelecekti.

Uzakta, Marmara Denizinden gelen gemiler Boğaz’ın girişinde, sırayla Dolmabahçe Sarayı yakınlarında demir atıyorlardı. Denizi doldurmuş çelik ormanı genişlemeye başlamıştı. Çoğunda İngiliz bayrağı görülüyordu. Fransızlar ikinci sıradaydı. Birkaç tane de İtalyan vardı aralarında. Mustafa Kemal Paşa heyecanla salladığı ellerini kullanarak Toros tünellerinin müttefikler tarafından işgalini, İskenderun’a çıkacak İngilizlere ateş emri vermesini ve Başbakan Ahmet İzzet Paşa’nın bu emri iptal ettirmesini anlatıyordu. Hitaplardan eniştesi olduğu anlaşılan şahıs ta onu sürekli yavaş sesle konuşmaya davet ediyordu. Yerin kulağı vardı. Zaman dikkatli olma zamanıydı. Paşa, “Tamam, anladım” dercesine başını salladı ve sözlerini bitirdi, “İngilizler ne isterse yerine getirilmemelidir. Onlara engel olmaya çalıştığım için, ordular grup komutanlığı görevime son verildi ve İstanbul’a çağrıldım.”

Konuşmalara kulak veren yalnız Hüseyin değildi. İsmail de Çanakkale’den tanıdığı Paşa’yı dinliyordu.

Ne tuhaf değil mi abi?”

Nedir tuhaf olan İsmail?”

Çanakkale’den savaşarak geçemeyen gemiler, şimdi elini kolunu sallayarak, gözlerimizin içine bakarak, hatta bizimle alay ederek İstanbul’a demir atıyorlar.”

Haklısın. Ben de başka bir şey düşünüyordum.” İsmail’in sorar gibi bakışlarına karşılık vererek devam etti. “İngilizlerin İskenderun’a çıkmalarına izin vermeyen Paşa bunları görünce kahrolmuştur.”

Mustafa Kemal bu konuşmaları elbette duymamıştı, ama duymuşçasına yüzünü buruşturarak gümüş tabakasından bir sigara çıkardı, arkadaşlarına uzattı. Artan rüzgârda eniştesinin uzattığı çakmağıyla sigarasını yaktı ve ilk mavi dumanını havaya üfledi. Yağmur durmuştu, ama havada bıraktığı nemiyle üşütmeye devam ediyordu. Sonunda Sirkeci yönüne hareket ettiler. Bazı savaş gemilerinin çok yakınından geçtiler. Güvertelerindeki yabancı denizci erler tehdit edici, soğuk ve aşağılayan gözlerle onlara bakıyorlardı. Motordakiler de aynı soğukluktaki bakışlarla cevap verdiler. Hüseyin kucağındaki Mehmet’e sağ taraflarındaki heybetli Selimiye kışlasını gösterdi. Çocuğun akan burnunu mendiliyle temizledi. Sabri gülümseyerek araya girdi “Amcası, Mehmet buraları ilk defa görüyor.” Dalgalarla boğuşan motor nedeniyle, Mahmut valizleri sımsıkı tutmuştu, o da hayran gözlerle etrafı seyrediyordu. İsmail, “Doğrusu ben de uzun zamandır buralara gelmemiştim, benim için de iyi bir değişiklik oldu” dedi. İşgal gemilerinin yanından geçmeye devam ediyorlardı. Mustafa Kemal Paşa gemileri göstererek, sert bir tavırla ve kaşlarını çatarak konuşuyordu. “İngilizler Osmanlı hükümetine önce yumuşak davrandılar. Çanakkale Boğazındaki mayınların temizlenmesinden sonra savaş gemilerini İstanbul’a getirdiler. Petrol bölgesi Musul’u da işgal ettiler. Ama göreceksiniz, geldikleri gibi gidecekler!”

Cevat Abbas araya girdi: “Bunları siz kovacaksınız Paşam!” dedi.

Mustafa Kemal Paşa gülümsemekle yetindi, düşüncelere daldı, biraz sonra “Bakalım!” diyerek kısa bir yanıt verdi.

Motor bir süre daha yol aldıktan sonra homurdanarak Sirkeci’ye yanaştı. Paşa’yı karşılamak üzere resmi plakalı bir otomobil rıhtımda hazır bekliyordu. Arkadaşları ve yaveri valizleri bagaja koyarken Paşa Hüseyin’e dönerek el salladı ve aracın sağ arka koltuğuna oturdu. Eniştesi de yanına yerleşti. Cevat Abbas şoföre “Akaretler, 76 numara” diyerek öne oturdu ve kapılar kapandı. Hüseyin aracın dışında Mustafa Kemal Paşa’yı hazır ol vaziyetinde eliyle selamladı. Bir süre uzaklaşan aracın arkasından baktı. Arkasına döndüğünde Doktor Rasim Ferit’i gördü. Doktor gülümseyerek “İyi günler binbaşım,” dedi ve Sirkeci yönüne doğru yürümeye başladı.

Yağmur tekrar başladı. Bu arada kucağındaki Mehmet’i sıkıca tutan Sabri iki atlı bir landoyu çevirmiş, Mahmut ta valizi arkasına yerleştirmişti. Arabacıya “Balat’a gidelim, orada evimizin yerini tarif ederiz” diyerek kapıları kapattılar. Sabri “Şansımız varmış. Bu aralar üstü kapalı lando bulmak zorlaştı. Yoksa yağmur altında faytona binmek zorunda kalacaktık. Neyse ki şemsiyemi yanıma almıştım.”

Hüseyin Mehmet’i tekrar kucağına aldı. Yanaklarından öptü, karşısında oturan kuzenine dönerek, “İşler nasıl Galiçyalı İsmail?” diye sordu. İsmail fesini geriye itti, kaşlarının arasındaki et benini kaşıdı. “Nasıl olsun ağabey, yuvarlanıp gidiyoruz, işte,” diyerek çevresine göz gezdirdi ve daha kısık bir sesle devam etti.

Teşkilat bundan sonra ne yapılacağını konuşuyor. Belki duymuşsundur. Büyükler direniş kararı aldılar.”

Hüseyin diğer eliyle Sabri’nin elini tutarak “Uygun olur, hemen pes etmek yok. Vatanı yabancıların insafına terk edemeyiz. Mustafa kemal Paşa’yı hepimiz duyduk.” dedi. Sabri hem ağabeyinin hem de oğlunun gözlerine bakarak “Yerden göğe kadar haklısın abi. Bu yüzden ben de üç ay önce Teşkilat’a başvurdum, görev istedim. Senin ismini de kullandım bu arada,” deyince Hüseyin’in yüzü aydınlandı, kardeşinin elini daha güçlü sıktı. Onu ne kadar takdir ettiğini gösteren gülümsemeyle “Çok iyi yapmışsın, ben de senden bunu beklerdim zaten,” diye cevap verdi. “Sağ ol abi, hastalığım nedeniyle beni askere almadılar diye içim içimi yiyordu, biliyorsun.” Ağabeyi gülümsedi “Alp, ne demek biliyor musun?”

Sanırım cengâver anlamında.”

Evet, savaşçı, yiğit kişi, cesur, gözü pek gibi anlamları vardır. Ama orduya gerektiğinde katılan milislere de deniyor. Senin gibi.”

Sağ ol abi, beni şımartıyorsun.”

İsmail duyduklarına şaşırmış görünerek konuşmaya katıldı, “Aşk olsun Sabri abi, ben bile yeni öğrendim, insan Teşkilat’a başvurduğunu hiç haber vermez mi? Belki benim de faydam dokunurdu.”

Sabri, ağabeyinin tuttuğu elini kurtararak başına götürdü, “Hay benim akılsız başım. Haklısın İsmail. İş güç arasında hiç aklıma gelmedi. Kusuruma bakma.” Sonra da eliyle onun dizine vurarak gönlünü almaya çalıştı. İçinden Teşkilat’ın en önemli ilkelerinden birini tekrarladı: Durumunuzu en yakın aile fertlerinden bile gizleyeceksiniz… Şimdi bunu bozmuştu.

Yağmur hızlanıyordu. Cibali’deki Reji tütün fabrikasını geride bıraktılar. Sabri, ağabeyinin dikkatle fabrikaya baktığını görünce, “Bizim mahalleden birkaç kişi burada çalışıyor. Maaşları fena değil. Hatta bu zamanda iyi bile sayılır.” dedi. Hüseyin dalgın dalgın yanıt verdi, “İyidir elbette. Yabancılar savaş falan demediler, dünya kadar para kazandılar.”

Sabri kentin sorunları hakkında bilgi vermeye başladı. Millet sefalet içindeydi. Ekmek kuyrukları her gün daha da uzuyordu. Şeker ve gazyağı karaborsadaydı. Savaş zenginleri dışında kimse bu ihtiyaç maddelerinin yanına yaklaşamıyordu. Rüşvet, yolsuzluk ve vurgun salgın gibiydi, her yeri sarmıştı. Cephelerden gelen binlerce yaralı bulaşıcı hastalıkları da İstanbul’a getirmişti. Hastanelerde yer kalmadığından büyük camilere yerleştirilmişlerdi.

Az sonra, bozuk yollardaki yağmur birikintilerine girip çıkarak Fener’deydiler. Ceketleri yamalı, avurtları çökük iki çocuğun yanından geçtiler. Bir cumbanın altında yağmurdan korunmuşlardı. Biri simit, diğeri de gazete satmaktaydı. Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin önünden geçerek ara yola girdiler, dar ve yağmurdan dolayı ıssızlaşan sokaklardan geçerek Balat’a ulaştılar. Dükkânların çoğu kapalıydı. Arabacıya yolu sık sık tarif ederek sonunda eve ulaştılar. Cumbadaki pencereden onların yolunu gözleyen annesi Reşide Hanım, pencereyi heyecanla açarak onlara el salladı ve gözden kayboldu.

Hüseyin ve Sabri’nin annesi Reşide Hanım aileye ait üç katlı kâgir evin üst ve orta katında, en küçük kardeşleri on sekiz yaşındaki Ayşe ile birlikte yaşıyordu. Ellerinden iyi derecede gelen terzilik sayesinde kimseye muhtaç olmadan geçinip gidiyorlardı.

Evin kapısı açıldı, annesi ve Ayşe sevinç çığlıkları atarak Hüseyin’in boynuna sarıldılar. Sonra da ağlamaya başladılar. İsmail landonun arabacısına hesabı öderken, Mahmut valizleri aldı, eve yöneldi.

Sabri kucağında oğluyla eve yöneldiğinde kendisine seslenildiğini duydu. Arkasına döndüğünde gülümseyerek kendisine yaklaşan karakaşlı, kara gözlü tavla arkadaşı Vartan’ı gördü. “Gözün aydın Sabri, ağabeyin sağ salim geldi sonunda,” diyerek elini uzattı. Uzanan eli sıkan Sabri yanıtladı, “Sağ ol arkadaşım, dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.” Vartan muzip bir tavırla sürdürdü konuşmasını, “Akşama Fikret’in kahvesine gelebilecek misin?”

Bakalım, ağabeyimin durumuna bağlı.”

Senden intikamımı alabilmek için sabırsızlanıyorum.”

Sabri güldü, “Görüşürüz.” Kucağındaki oğluna sıkıca sarıldı, sokak kapısını yavaşça kapattı. Eşi Nahide içeride onları bekliyordu. O gün Üsküplü ailesinde bayram havası vardı. Hüseyin uzun zamandır hasret kaldığı sıcak suyla ve sabunla banyo yaparken, Reşide Hanım ilk göz ağrısı oğluna en beğendiği yemekleri hazırladığı masayı donattı. Ailenin reisi sonunda yuvaya sağ salim dönmüştü. Artık kendini daha güçlü, daha sevinçli ve daha rahat hissedecekti. Ailece çok şanslıydılar. Reşide Hanım sık sık dua ediyordu: “Ya rabbim, ne olur bu mutluluğumuzu bundan sonra devamlı kıl!” Çevrelerine baktıklarında, sekiz yıldır, aralıksız devam eden savaşların insanlara verdiği acıyı, yıkımı her yerde görebiliyorlardı. Annesi çok sevdiği şarkıyı söylemeye başladı:

Sevmek seni bir suç ise,

Affet günahımı ey sevgili,

Diz çöküp yalvarayım,

Bırak dizinde ağlayayım,

Zalimsin, cazipsin, çok haşinsin,

Sevgilim son eşimsin.

Nakaratlarda hep birlikte Reşide Hanım'a katıldılar. Yemekten sonraki kahve ve çay faslı kısa sürdü. Yorgun binbaşı üst katta kendisine hazırlanan odasındaki lavanta kokan tertemiz yatağına uzanır uzanmaz derin bir uykuya daldı. Yandaki odadan gelen İsmail'in horlamalarını duymasına imkân yoktu. Diğer odaya yerleşen Mahmut ise komutanının horultusunu duyana kadar yatağa girmedi. Sonunda o da temiz yatağın tadına bakar bakmaz uykuya teslim oldu.









***

12 Kasım 1918 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Büyük Savaşın Sonu...

Avusturya-Macaristan'dan on gün sonra Almanya da on birinci ayın on birinci günü, saat on birde ateşkes anlaşmasını imzaladı. İmparatorun hükümeti 9 Kasım günü düşmüş, yerini geçici Alman Cumhuriyet Hükümeti almıştı. İmparator Wilhelm'in Hollanda'ya iltica ettiği sanılıyor.









***

Gizli Servis



Kasım 1918, Londra.



Barış coşkusunun zirve yaptığı haftalardı…

Bulutların güneşi örtmediği ender saatlerden biriydi. Sonbaharın son günlerinde böyle fırsatları yakalamak kolay değildi. Yüzlerce Londralı Thames kıyısındaki kafelerde oturmuşlar, Büyük Savaş'ın bitmesini kutluyorlardı. Her yaştan erkek ve kadınların sevinçli sohbetleri, gülüşmeleri, hatta kahkahaları izlenmeye değerdi. Savaşta ıssızlaşan bu yerler artık canlanıyordu. Bu güzel zamanın tadını kaçırmamak için yarışır gibiydiler. Ancak, barışın geldiğine inanamayanlar azınlıkta değillerdi.

Kafelerden en kalabalık olanın kaldırıma en uzak masasında tek başına oturan Hintli garsona kahvesini tazelemesini işaret etti. Onu görenler, esmer tenli, gözlüklü yabancının, bu dönemde dahi şişmanlayabilen şanslı ve tuzu kuru biri olduğunu düşünebilirdi. Ama onun otuz yıldır aralarında yaşadığını bilemezlerdi.

Mustafa Sagir gazetesini okuyordu ama aklı başka yerlerdeydi. Almanya’nın Petersburg’daki büyükelçisine yapılan suikastın ayrıntılarını düşünüyordu. Dört ay önce gerçekleşmişti ama bütün ayrıntılar hala belleğindeydi. Bunlar asla yazılmazdı. Odaları aranabilirdi. Daha kötüsü yakalanabilirlerdi. Ele geçen yazılı bir belge casuslukla suçlanmaları için yeterliydi. Cezası da her yerde aynıydı: Ölüm. Bunun asılarak ya da kurşuna dizilerek yerine getirilmesi ülkeden ülkeye değişebilirdi. Belge olmayınca İngiltere’yi resmen suçlayamazlardı. Ama işkence kaçınılmazdı. Konuşup itiraflarını yazması ve imzalaması istenirdi. Bunun nasıl atlatılacağı da kurslarda öğretilmişti. Ülkeler arasında casus değişimi yapılana kadar dayanabilirse şanslıydı.

Raporunu sözlü olarak verecek, Sonra karargâhtaki özel odada el yazısıyla kaleme alacaktı. Otomobille gelen iki suikastçı pencereden attıkları bombayla Büyükelçi Kont Graf von Mirbach’ı öldürmüştü. Olayın arkasında Rus Gizli Servisi ÇEKA’nın olduğu sanılıyordu. Sovyet Hükümeti ile Alman İmparatorluğu arasında barış yapılmasına karşıydılar. Bazı yorumcular da bu suikastın arkasında İngiltere’nin bulunduğunu iddia ediyordu. Hatta daha ileri giderek, Alman Mareşal Eichhorn’un Kiev’de öldürülmesinin de aynı planın bir uygulaması olduğunu söylüyorlardı.

Mustafa Sagir garsonun tazelediği kahvesine uzandı. Varsayımlardan biri doğruydu. Petersburg’daki İngiliz ajanları bu başarıdan sonra ödül alacaklardı. Bolşeviklerle araları bozulan Sosyalist Devrimci Parti (SDP) üyesi iki Rus’u devşirmek ve bu eylemlere hazırlamak için altı ay çalışmışlardı. Sagir o günlerde Majestelerinin İstihbarat Servisi'nin seçkin elemanlarından Yarbay David Nelson’un emrinde Kiev, Petersburg ve Moskova’da görev yapmıştı. Bu ilginç İngiliz subayını tanıdığı için şanslıydı. Siyah saçlı, ince bıyıklı, atletik görünüşü, Nelson’un kırk yaşına merdiven dayadığını gizliyordu. Bazı makyaj hilelerinin de genç görünüşüne katkıları vardı. Kadınların gözünde beyaz atlı prens sayılıyordu. Ama o evlilikten uzak durmaya kararlıydı. Sık sık görünüşünü ve kimliğini değiştiriyordu. İstihbarat dünyasının ortalıkta fazla görünmeyen, dikkat çekmeyen ama şeytani zekâya sahip ajanlarından biriydi. Rusça, Arapça, Farsça ve Türkçe bilmesi onu İngiltere ve Rusya arasındaki Büyük Oyun'un gizli aktörleri arasına sokuyordu. Deniz kuvvetlerinden İstihbarat Servisi’ne geçmişti. Mısır’da, İngilizlere karşı örgütlenen Hizbul Vatan Partisi ile Türk İttihatçıların arasını Nelson bozmuştu. Hristiyan Kıpti Başbakan'a düzenlenen suikastı Kıptiler ve Müslümanlar arasındaki düşmanlığı tahrik için kullanmıştı. Genel vali General Kitchener bu yüzden Nelson'u çok severdi ve onu her zaman desteklemişti. Kitchener Büyük Savaş'ta Savaş Bakanı olunca Nelson daha da güçlenmişti.

Mustafa Sagir de o sıralarda ilk görev yeri Mısır’daydı. Arapça öğrenmeye gelmiş bir Hintli kimliğiyle Mısır milliyetçilerinin başkanları ile yakın dost olmuştu. Onların içyüzlerini ve amaçlarını ayrıntılı bir raporla üstlerine bildirmişti.

Yarbay Nelson ile ilk kez İran’da birlikte çalışmışlardı. 1915'te Türklerin Teşkilatı Mahsusa örgütü ile ortaklaşa, İran’daki İngiliz çıkarlarını baltalamaya çalışan Alman istihbaratçılarını izlemişlerdi. Kader onları 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya’da yeniden bir araya getirmişti. Mustafa Sagir acele bir Rusça kursundan geçmiş, Tacikistanlı bir tüccar kimliğini edinmişti. Hint Müslümanı olarak tipine en uygun rolü bulmuşlardı.

Kahvesinden bir yudum daha alırken kafeinin damarlarında hızla dolaşmaya başladığını hissetti. Her zaman farklı kafe ve restoranlara gidiyordu. Dikkat çekmemek için bunu yapmak zorundaydı. Boynunu rahatlatmak ister gibi yaparak çevresini taradı. Bir anormallik yoktu. Çatalıyla küçük bir parça pastayı ağzına attı, tekrar Rusya hakkındaki raporunu düşündü. SDP Alman büyükelçisinin ve mareşalinin suikastlarından sonra Moskova’da ayaklanmıştı. Ancak Lenin ve Troçki ayaklanmayı SDP’yi yok etmek için kullanmıştı. Rusya’da tek partili proletarya diktatörlüğünün önünü açmışlardı. İngiltere ava giderken avlanmıştı. Operasyona devam etmişlerdi. Bir ay sonra, SDP üyesi Fanya Kaplan’ın suikast girişiminde Lenin yaralanarak kurtulmuştu. Ama üçüncü suikast da istenen sonucu vermemişti. Tam tersine Rus Komünistler daha da güçlenmişti. Bundan sonra İngiltere hükümeti askeri gücün kullanılmasına karar vermişti.

Sagir saatine baktı. Zaman yaklaşıyordu. Hesabı ödeyerek kafeden dışarı çıktı. Bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Londralılar kısa süren güneşli havalara alışmıştı. Şemsiyesini açtı ve Savaş Bakanlığı’na komşu Whitehall Sokağı’na yürümeye başladı. Güneş batmayan imparatorluk buralardan yönetiliyordu. İngilizler bununla övünüyorlardı ama dünyayı yönetmek kolay değildi. Özellikle Büyük Savaş İngiltere'yi çok yıpratmıştı. Sagir Londra’nın gittikçe ağırlaşan bu yükten yorulduğunu hissediyordu. Ona İngiliz siyasetini tek cümlede nasıl tanımlayacağını sorsalar cevabı hazırdı: “Önde gelen insanları ve böylece ülkeleri birbirlerine kırdırtma becerisi.”

Kendisinden başka hiçbir gücün gelişmesini asla istemeyen bu siyaset, rakip güçlerin liderlerini sürekli gözetim ve denetim altında tutmaya çalışıyordu. Buna karşı çıkmak isteyenlere ise inanılmaz kertede merhametsiz davranıyordu.

Sagir geçen bir otomobilin su sıçratmasından kaçınır gibi yaparak gerisini kontrol etti. Sorun yoktu.

Önce emniyet!

Derslerde ilk öğretilen kural buydu. Buna uymayanların sonu belliydi. Şanslıysa ani ölüm! Değilse insana büyük acılar veren işkenceler sonrası, yavaş yavaş ölüm! Katolik engizisyonu hakkında okuduklarını anımsadı. İçi ürperdi. Zanlıyı asla öldürmezlerdi. Bunun kitabını dahi yazmışlardı.

Ölümün dahi güzeli vardır.

Serüven dolu bu tehlikeli ve gergin yaşamdan bir an önce çıkıp, sakin bir dünyaya dönmek istediğini söylediği zamanlar artıyordu. Belki de doğduğu, ailesinin hâlâ yaşadığı topraklara, Peşaver’e yerleşmeliydi. Birikimleriyle İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da bahçe içinde bir villa satın alması zor olmayacaktı. Anılarını yazabilir, felsefeye daha fazla zaman ayırabilirdi. Ama tam aksine bu hareketli ve heyecanlı, serüven dolu hayatı özlerdi. Çok alıştığı bu çağdaş ve Hristiyan toplumun yaşam tarzını ülkesinde bulamayacağı da belli değil miydi? Mevlana’nın şaşı görme felsefesini hatırladı. Ona Batı’da Rumi diyorlardı. Gülümsedi.

Sagir dış kapının kenarındaki kabartma siyah harflerle yazılmış sarı pirinç levhayı okuyabilmek için gözlüğünü düzeltti.

Falcon Limited Gemicilik ve İhracat Şirketi”

Bu binaya ilk kez geliyordu. Şemsiyesini silkeleyerek kapattı. Dış kapının ziline basar basmaz açıldı. Beş adım ilerideki başvuru masasına yöneldiğinde kapı arkasından sertçe kapandı. Masanın gerisinde oturan ciddi ve asık suratlı görevliye kimliğini uzattı. Görevli, hassas bir deney yapan bilim adamı ciddiliğiyle Sagir’in gözlerine baktıktan sonra, önündeki defterde aradığı sayfayı buldu. Ziyaretçinin yüzüne tekrar bakarak gülümsemeye başladı.

Buyurun Bay Sagir. Hoş geldiniz.”

Gizli Servis’in yönetimi buradan yapılıyordu. Sagir‘in daha önceleri ziyaret ettiği Vauxhall Bridge Caddesindeki büroları buraya taşınmıştı. Aynı binayı Postane ile paylaşıyorlardı ve artan personel nedeniyle yetersiz kalmıştı. Avrupa Savaşı'nda Majestelerinin Gizli Servisi'nin rolü ve iş gücü çok artmıştı. İstihbarata yatırım yapmak daha ekonomik ve etkiliydi. Sömürgelerden asker toplanması zorlaşıyordu. Bu imkânı daha fazla zorlamamak gerekiyordu. İngiltere topraklarında yaşayanların da askerliği tercih etmedikleri anlaşılmıştı. Askeri güç çok pahalıydı ve oldukça dikkatli kullanılmalıydı. Bu yüzden Dış İstihbarat Kısmı askeri istihbarat ile çok yakın çalışmıştı. Hatta örtülü olarak MI1 (c) adıyla Savaş Bakanlığı içine alınmıştı. Taze bir devrimi arkasında bırakmaya çalışan Bolşeviklerin başarıları özel önlemler alınmasını gerektiriyor, Gizli Servis Rusya'daki faaliyetlerine ağırlık veriyordu. Örgütün ismi de sık sık değiştirilmişti: Dış İstihbarat Servisi, Gizli Servis, MI1 (c), Özel İstihbarat Servisi, C's Örgütü. Son olarak ta Gizli İstihbarat Servisi (SIS) adı kabul edilmişti.

Sagir ikinci kata geldi. Saatine baktı, randevusuna yirmi dakika kadar zamanı vardı. Kafeteryaya yöneldi. İçeride yedi kişi vardı. Alışkanlıklarından biriydi. Ortamı ve insanları hemen kısa süreli belleğine kaydederdi. İleride işine yarayanları da uzun süreli belleğine aktarırdı. Eğitim her şeyi hallederdi. Bir kahve istedi. İngiltere’nin kahve ile tanışması aklına geldi. Gülümsedi. 1650’lerde Oxford Üniversitesinde ilk kez bir Türk mülteci kahve pişirmiş ve çok tutulmuştu. Türk kahvesi deyiminin bundan sonra ünlendiği anlatılırdı.

Aralarında sohbet eden meslektaşlarına göz gezdirdi. Biri bitkin olduğunu gizler gibiydi. Diğeri yanındakine daha zeki olduğunu göstermeye çalışıyordu. Bir diğeri büyüklük taslar gibiydi. Müslüman Hintli bir tiyatro oyunu izler gibiydi. Bazıları çok komikti. Bazılarının da saklamaya çalıştıkları çirkinlik ve küstahlığın boyaları dökülüyordu. Ama Nelson gibiler farklıydı. Gerçek istihbaratçı görünmez ve isimsiz olmalıydı.

İstihbarat ve örtülü operasyonlar buradan planlanıyor ve yönetiliyordu. Stratejik amaç askeri güç kullanmadan hedef ülkeyi kontrol etmekti. Örtülü operasyonlarla toplumda güvensizlik, uyumsuzluk ve karmaşa yaratılırdı. Böylece ekonomi, eğitim, kültür, dil ve din alanlarında yıkım kolaylaşırdı. Kaynakların daha etkin kullanılması için kilit personele ve özellikle liderlere odaklanmak gerekirdi. Sistemin can damarı onlardı. Cesaret, azim ve sabırla işe yaramaz, uyuşuk, ilgisiz insan yığınlarını canlandırabilir, eyleme geçirebilirlerdi.

Sagir, Müslüman bir istihbarat elemanı olarak, bu tür SIS operasyonlarında önemli bir yer edinmişti. Hint Müslüman çocukları arasından İngiliz İstihbarat Okuluna seçilmişti. İngiliz Büyükelçisi bahçede oynayan Mustafa’yı görmüştü. Kurnaz hareketleri, oyundaki üstünlüğü ve arkadaşlarıyla İngilizce konuşabilmesi dikkatini çekmişti. Ailesiyle konuşarak İngiltere’de eğitim görmesini istemişti. Sevgili annesi çok itiraz etmişti, ama babası oğullarının geleceği için eşini ikna etmeyi başarmıştı. İngilizler yamandı gerçekten. Onlar hakkındaki şakayı hatırladı: Bir suda iki balık kavga ediyorsa, beş dakika önce oradan bir İngiliz geçmiştir.

Sagir Operasyonlar Dairesi'nde Doğu Şube Müdürü ile görüşecekti. Doğu demek Avrupa’nın doğusu demekti. Kendisinin de mensup olduğu ikinci ve üçüncü sınıf insanların yaşadığı topraklar demekti. Hızla gelişmekte olan Batı sanayisine gereken ham madde ve ucuz işçi kaynakları oralardaydı. En önemlisi, Doğu'nun uygar Batı tarafından yönetilmesi gerekiyordu. Avrupa’yı yüzyıllardır ürküten despot Osmanlı Türkleri sömürgecilerin önde geleniydi. Orta Doğu’yu dört yüz yıl ezmişlerdi. Az kalsın İspanya’daki Müslümanlarla birleşeceklerdi. Ama artık Türklerin Orta Doğu’su Batı’nın Orta Doğusu olacaktı. Önemli bir nokta daha vardı. Batı demek İngiltere demekti. Diğerleri yardımcı rol kapabilirdi ancak. Bunu kabul etmeyen Fransa ve Almanya ile sürekli kapışmışlardı.

Sekreteri Sagir'i tam zamanında Doğu Şube Müdürü'nün makamına aldı. Elli yaşlarındaki deneyimli istihbaratçı sözü uzatmadan konuya girdi. Ödül töreninden sonra, Yarbay Nelson ile Afganistan'a gideceklerdi. Afgan Emiri ile ilgili sorunlar ciddileşmişti. Dil Okulu'nda iki aylık Afganca kursu göreceklerdi. Ülkedeki eğitimli kesim Urduca da konuştuğundan Sagir için fazla sorun olmayacaktı.









***



25 Aralık 1918 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Osmanlı Sultanı İngilizlerin Türkiye’nin yönetimini ellerine almasını istiyor!

Bir ay önce çoğunluğu İngilizlerden oluşan askerler Osmanlı başkentini işgal etmiş, meclisi basmış ve kapatmıştı. Milliyetçi milletvekilleri Malta’ya sürgüne gönderildi. İtilaf devletleri, Türk halkının tepkisini çekmemek için, işgalin geçici olduğunu; amacın Padişahlığı, halifeliği, azınlıkları korumak olduğunu; Padişahlık makamının kaldırılmadığını ve Konstantinopolis'ten (İstanbul’dan) verilecek kararların geçerli olduğunu duyurmuştu. Konstantinopolis Türk basını bunu ‘Kara Gün’ olarak kaydetmişti.

Türk milliyetçileri işgale direnmeye başlıyor.









***

Beyazıt Şubesi



Aralık 1918. Konstantinopolis (İstanbul).



Dağların dağlara kavuştuğu günlerdi…

Binbaşı Hüseyin Üsküplü Balat’taki evinden her zamankinden daha erken çıktı. Aralık ayı ortaları olmasına rağmen kısa süreceği belli olan güneşli havadan yararlanabilirdi. Emir eri Mahmut akrabalarından biri çok hasta olduğundan, ziyaretine gitmek için izin almıştı. Draman yokuşunu tırmanırken Hüseyin'in aklı geçen gece annesinin söylediklerine takılıp kaldı. Herkes yattıktan sonra baş başa kalmışlardı.

Yıllar geçiyor oğlum. Kardeşin Sabri yuvasını kurdu, Ayşe nişanlandı, yakında onun da mürüvvetini göreceğiz inşallah. Şimdi gözüm senin üzerindedir. Yirmi sekiz yaşını dolduruyorsun. Savaşlardan dolayı haklı olarak evlenmeyi düşünmedin. Ama artık bunun zamanı geldi.”

Kendinden emin bir gülümsemeyle dinlediği annesine sevgiyle bakmış ve cevap vermişti. “Anne ülkenin içinde bulunduğu durumu sana anlattım. Savaşın bittiğini kim söylemiş? Bizi çetin mücadeleler bekliyor. Evlilik bana uzak şimdilik. Biraz daha bekleyelim. Bakalım zaman ne gösterecek?”

Ama annesi ısrarcıydı. “Oğlum, kısmet diye bir şey vardır, unuttun mu?”

Şaşırmış gibi görünmemeye çalışmıştı. “Ne kısmeti anne?”

Reşide Hanım oğlunun gözlerine dikkatlice bakarak konuşmayı sürdürmüştü: “Dayımın en büyük oğlu İbrahim Bey'i biliyorsun. Onlar bizden önce Üsküp'ten İstanbul'a geldiler. Böylelikle, bizim gibi her şeylerini geride bırakmadılar. Servetlerini fazla yitirmediler. Şimdi Şişli'de güzel bir konakta yaşıyorlar.”

Hüseyin kaşlarını çatmıştı. “Evet, anne, bu nedenle, bizi arayıp sormamalarına şaşırmıyorum. Özellikle babam öldükten sonra, onlara yük oluruz diye korkuyorlar.”

Terziliğim sayesinde kimseye muhtaç olmadan geçinip gidiyoruz çok şükür evladım. Ayşe de öğrendi inceliklerini. Baban ölünce kardeşin Sabri kasap dükkânını devretti. Etlerle kemiklerle uğraşamıyordu. O parayla manifaturacı dükkânı açtı. Çok şükür gayet güzel işletiyor.”

Hepiniz de sağ olun. Ama dahası da var, annem benim. İbrahim denen adam Sultan'ın ve Damat Ferit'in yanında görev yapıyor. Onlara hoş görünüyor. Bu sayede de ödüllendirildi. Daha da yükseleceği konuşuluyor. Benim anlayışıma çok ters bir yolda yürüyor. Bu yüzden, onun akrabam olduğunu kimseye söyleyemiyorum.”

Evet. Ticaret Bakanlığı’nda daire başkanıymış. Ama o yapmasa bu göreve atlayacak o kadar çok insan var ki oğlum. Hayatın gerçeklerine bakmak lazım. Yarın ne olacağı belli değil.”

Beni hiç ilgilendirmiyor anne. Kusura bakma.”

Reşide Hanım anlamlı bir gülümsemeyle oğlunun saçını okşamıştı. “Peki, onun kızı Hanımşah'ı hatırlıyor musun?”

Hüseyin de annesinin elini okşayarak cevap vermişti. “Şimdi anladım, kısmetten neyi kastettiğini. Seni gidi seni!”

Kadın gözünden hiç bir şey kaçmaz Hüseyin. Sen Balkan savaşından sonra İstanbul'da çalışırken, Hanımşah ta Amerikan Kız Koleji'ne gidiyordu. Hafta sonları sen eve gelince o da mutlaka burada olurdu. Unuttun mu?”

Kız kardeşim Ayşe ile iyi anlaşıyorlardı sanırım.”

Elbette hayır. Kız seni görmeye geliyordu. Sanırım hâlâ sende gözü var.”

Abartıyorsun anne.”

Hiç de değil. İki yıl önce mezun oldu. Şimdi Kasımpaşa tarafındaki bir ortaokulda öğretmenlik yapıyor. Sen yokken, ayda bir bize geldi, laf arasında hep seni sordu.”

Bu tür şeyler aklında olmamasına rağmen, Hüseyin gururunun okşandığını hissetmişti. Reşide Hanım ortamın yumuşadığını anlayarak, devam ediyordu. “Dahası da var. Hanımşah'ın annesi Kâniye Hanım da bu konuda kızını destekliyor sanırım. Son zamanlarda üç kez bana geldi. Ben de sadece bir kez ziyareti iade edebildim.”

Yani?”

Annesi oğlunun isteksizce cevaplarını umursamıyordu. “Yanisi şu. Senin gibi yakışıklı bir kurmay subayı damat istiyor bana kalırsa. Hem Hanımşah'ı henüz görmedin.”

Evet, uzun zaman oldu. Belki de görsem tanıyamam.”

Ben sana yardım edeyim. Görür görmez ondan başkasına bakamayacaksın.”

Kaynanaya bakın. Gelinini neredeyse göklere çıkaracak!”

Hanımşah şimdi 22 yaşındadır. Orta boyludur, narindir, ela gözlüdür, kumral güzelidir. Daha anlatayım mı evlatçığım?”

Hüseyin savunmasının işe yaramayacağını anlamıştı. “Anlaşılan siz hanımlar gizli gizli bu işi kotarmışsınız. Peki, kızı ve babası da aynı şeyi düşünüyor mu?”

Sen onu bana bırak. Yeter ki 'hayır!' deme oğlum.”

Bakarız, anne.”

Hüseyin konuşmayı onay vermeden bitirerek yatmaya gitmişti. Ama annesini üzmemek için, yumuşakça olumsuz işaret vermişti.

Sabahleyin de annesini görmeden dışarı atmıştı kendini. Ama Reşide Hanım’ın bu işin peşini bırakmayacağı belliydi. Hızlı adımlarla Draman ve Çarşamba’yı geçti. Yelek cebindeki saatini çıkarıp baktı. Fatih Camisine on sekiz dakikada gelmişti.

Paslanmaya başladım.

Erkânı Harbiye (Genelkurmay) Harekât Dairesinde göreve başlayalı bir ay kadar olmuştu. Kadro görevi Teşkilatlanma Şubesi Müdürlüğü idi. Osmanlı Ordusunun Mondros Ateşkes Anlaşması hükümlerine göre küçültülmesine çalışıyorlardı. Birliklerin konuşu, kuruluşu ve kadroları tek tek inceleniyordu. Personel Dairesi ile birlikte, kadro fazlası personelin emekliye ayrılma işlemleri zamanlarının çoğunu alıyordu. Erlerin terhis işlemleri neredeyse tamamlanmıştı. Levazım ve İkmal Dairesi ile de kadro fazlası silah, mühimmat ve malzemenin ayarlamasını yapıyorlardı. Bu listeler, sürekli olarak, pis pis sırıtarak boy gösteren işgalci subaylar tarafından her aşamada denetleniyordu. Hüseyin ilk fırsatta bu şımarık heriflerin fiyakasını bozacaktı.

Köşedeki fırından iki tane poğaça aldı. Dairedeki çayın yanına kahvaltılık için yeterdi. Sonra poğaçanın birini yürürken yemeye karar verdi. Temiz ve soğuk havada yürümek iştahını açmıştı. Solunda kalan görkemli camiye gözleriyle selam verdi.

Ey İstanbul'un büyük Fatihi! Bu güzel şehrin yüzlerce yıl sonra tekrar Hristiyanların eline geçeceğini düşünmüş müydün?

Hızla hesapladı, fetihten bu yana 465 yıl geçmişti. Hazindi. Şimdi orduyu dağıtıyorlardı. Ülkenin yok olmaya başlamasının somut adımlarıydı bunlar. Oysa silah hakkında ne destanlar, ne şiirler yazılmıştı. Hepsinden acısı da “Silah namustur!” diyerek Harbiye’de öğrendiklerini yalayıp yutmaktı. Emekli edilenler, kurt ve sırtlan sürülerinin başıboş dolaştığı sivil hayat ortamında çok yetersiz maaşlarla, başlarının çaresine bakacaklardı. Kadro fazlası silah, mühimmat ve malzemeler İstanbul'da ve Anadolu’da bulunan çeşitli depolarda toplanıyordu. Bunlar, trenler, işgalcilerin kamyonları, at arabaları, kağnılar, ne bulunursa onunla taşınıyordu. Henüz taşınamayıp, emniyete alınamayan silahların ise kamaları, mekanizmaları sökülüp, çalışamaz duruma getiriliyordu.

Ama bunlara boyun eğmeyenler de vardı…

Hüseyin’e, iki gün önce Teşkilatı Mahsusa Örgütü’nün önemli ismi Kara Kemal’in bir notu ulaşmıştı. Cuma akşamı Teşkilat’ın Karagümrük’teki güvenli evine gelmesi isteniyordu. Adres verilmemişti. Bir fedai gelip, sivil giysili Hüseyin’i Balat’taki evinden alıp Karagümrük’teki eve götürecekti. Enver Paşa’nın bile, izin almadan, Kara Kemal’in karşısında oturamadığı söylenirdi. Arabacıları, takacıları, sandalcıları, hamalları, motorcuları ve hemen hemen tüm esnafı o örgütlemişti. Haliç’teki Karadenizlilerin takaları da onun emrindeydi. Bu yüzden çok sayılırdı.

Hüseyin, kuruluşundan dört ay sonra Teşkilatı Mahsusa’ya girmişti. Örgüt’ü Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Enver Paşa 1913 sonlarında kurmuş, başkanlığına da Yarbay Süleyman’ı getirmişti. Her şey büyük bir gizlilik içinde yürütülüyordu. Bunun için Örgüt'e girenler siyah bir Türk bayrağına sarılı Kur’an üzerine yemin ediyordu. Hüseyin Örgüt’ün ünlü fedaileri Yakup Cemil, Sapancalı Hakkı, Filibeli Hilmi, Mümtaz Bey, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi Hacı Sami ile de tanışmıştı. Hepsi de gözünü budaktan sakınmayan tiplerdi. Kuşçubaşı Eşref ve Kuşçubaşı Sami hapishanelerde yüz kızartıcı suçlar dışında kalan deneyimli silahşörlere af çıkartarak, kurdukları gönüllü müfrezelere dâhil etmişlerdi. Enver Paşa, muzaffer bir komutan olarak Edirne’ye girmesini biraz da Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri’nin çetelerine borçluydu. Böylece Enver Paşa ve İttihat ve Terakki’nin saygınlığı artmıştı. Teşkilatı Mahsusa daha sonra Batı Trakya’ya girmiş, Bulgarları bölgeden süpürmüştü.

Hüseyin o akşam evine gelen fedai ile beraber Karagümrük’e gitti. Fedai sessiz ve iri yarı biriydi, paltosunun yanındaki şişkinlik silahlı olduğunu belli ediyordu. Öyle olmalıydı. Ahşap ve gösterişsiz bir evin üst katına çıktılar. Kara Kemal etrafına oturdukları masanın yanında iki kişiyle hararetli olarak bir şeyler tartışıyordu. Eliyle işaret ederek yanlarına gelmesini istedi.

Hoş geldin Hüseyin. Nasılsın bakalım?”

Sağ olun efendim, iyi diyelim iyi olalım.”

Bu arkadaşlar, Örgüt’ün Merkez Komitesi üyeleri Selami Bey ve Hüsamettin Bey, seni tanıyorlar zaten.”

Hüseyin gülümseyerek ikisinin de elini sıktı. Yarbay Hüsamettin ile dört yıl önce Teşkilatı Mahsusa'ya girişlerinde aldıkları eğitim sırasında tanışmışlardı. Fedai subaylardan olduğunu duymuştu. Büyük Savaş'ta Alman denizaltılarında Avrupa'da, Afrika kıyılarında, Karadeniz'de uzun süre görev yapmıştı. Selami Bey’i çıkaramadı. Kendisine ayrılan dördüncü iskemleye oturdu. “Sizi dinliyorum,” dercesine karşısındaki insanlara baktı. Odayı güçlükle aydınlatan idare lambasının ışığında görülen yüzlerdeki huzursuzluk hemen göze çarpıyordu. Sobada yanan odunların çıtırtısı dışında kimseden ses çıkmıyordu. Kara Kemal hemen konuya girdi:

Bu evde fazla kalmıyoruz. Ancak gerekli durumlarda kullanıyoruz. Şu sıralarda kimse kimseye güvenmiyor. Bu yüzden hemen konuya gireceğim, Hüseyin.”

Sizi dinliyorum efendim.”

Seni takdir ettiğimi bilirsin. Bu yüzden Erkânı Harbiye'ye (Genelkurmay) atanman için biz devreye girdik. Ülkeye eskisi gibi bağlılıkla hizmet edeceğine eminim.”

Sağ olun, teveccühünüz.”

Enver Paşa yurt dışına kaçmadan önce Teşkilatı Mahsusa'yı resmen tasfiye etti. Tasfiye sonrası silah ve cephaneler gizli depolara aktarılmaya başlandı. Örgüt kadrolarının büyük bölümü, yakında başlayacak milli mücadeleye katılacak. Seçtiğimiz bazı arkadaşlar da İstanbul’da çalışmaya devam edecek.” Kara Kemal sesinin duyulmasından çekinir gibi, daha alçak bir tonla devam etti. “Yakında işgalciler ve Padişah yanlıları tarafından ittihatçı ve Teşkilatı Mahsusacı avı başlatılacak. Bunlara karşı zorlu bir mücadele vereceğiz. Yeniden teşkilatlanma çalışmalarımız devam ediyor. Erkânı Harbiye'deki asıl görevine ek görev olarak, kabul edersen, seni Beyazıt Şubesi Müdürü yapmak istiyoruz. İşin çok, biliyoruz ama bunu senden iyi yapacak adamımız yoktur.”

Hüseyin biraz düşündü. Enver Paşa hakkındaki bilgilerini yokladı. 1913'teki Babıali baskınından sonra iktidara el koymuş, daha sonra, hızla albaylığa, paşalığa ve harbiye nazırlığına (savaş bakanlığına) tırmanmıştı. Enver, Sultan Reşat’ın yeğeni Naciye Sultan ile evlenince çok daha güçlenmiş ve durdurulamamıştı. Başkomutan Vekili olur olmaz binlerce subayı emekli etmişti. Aralarında değerli büyükleri ve arkadaşları da vardı. Balkan bozgununu onlara fatura etmişti.

Birisini tanımak mı istiyorsun? Eline güç vereceksin…

Almanların tarafında savaşa girilmesini de bir olupbittiyle becermişti. Almanlar Enver Paşa’yı avuçlarına almışlar, işi bitirmişlerdi. Sonuçta babamızın oğlu değillerdi, bizi amaçları için kullanmışlardı. Hüseyin Almanları takdir ederdi, ama sevmezdi. Siyaset bir zekâ işiydi. Cart curtla olmazdı. Ama ona karşı çıkmak kimin haddineydi. Hemen canına okunurdu. Başkomutan vekili iyi günündeyse, adamakıllı azarlanmakla paçayı kurtarırdı.

Muhataplarının gözlerine bakarak yanıt beklediğini fark etti. Tereddütsüz bir şekilde cevap verdi: “Emriniz olur, efendim.”

Sağ ol Hüseyin, bu cevabı alacağımı biliyordum zaten. Şimdi senden istediğim, seninle çalışmasını uygun bulduğun dört arkadaşının ismini bize bildirmen. Bunların tamamını veya birkaçını senin emrine vereceğiz.”

Anlaşıldı efendim.”

Unutmadan söyleyeyim, asıl görevinde yaptığın teşkilatlanma çalışmalarının bir kopyasını bize vermelisin. Bu çok önemlidir Hüseyin. Özellikle fazla silahların, mühimmatın miktarı, nereye taşınacağı, ne zaman taşınacağı gibi bilgilere ihtiyacımız olacak.”

Merak etmeyin. Nasıl haberleşeceğiz?”

Karargâhta senin çalıştığın Harekât Dairesinde Başçavuş Hakkı adında güvenilir bir elemanımız var. Seninle irtibata geçecek. Onun vasıtasıyla haberleşeceğiz. Haberleşmenin gizliliğini sana anlatmaya gerek görmüyorum. Herkesten daha titiz olduğunu biliyorum, Hüseyin.”

Anlaşıldı.”

Burada fazla kalmadığımız için sana bir şey ikram edemedik, alacağın olsun, tamam mı?”

Sorun değil efendim.”

Kara Kemal ayağa kalktı, diğerleri de ona uydu. Masanın diğer tarafından ellerini uzatarak vedalaştılar. “Teşekkür ederim. Güle güle Hüseyin.”

Dışarıda kar yağıyordu. Hüseyin paltosunun yakasını kaldırdı, atkısını boynuna sıkı sıkı doladı. Edirne Kapısı'na giden caddeyi, hemen kenarındaki sarnıcı ve çukur bostanı geride bırakarak, karla kaplanmış, oldukça zayıf aydınlatılmış yolda yokuş aşağı yürümeye başladı. Ellerini ceplerinden çıkardı. Kaymamaya dikkat ederek yavaş adımlar atıyordu. Birden, izleniyormuş duygusunu yaşadı. Kalbinin atışlarının ve damarlarındaki kanın hızlanmaya başladığını hissetti. Daha dikkatli olmalıydı. Kim bilir kaç dakikadır peşindeydi bu yabancı. Ya da yabancılar! Sağ dirseğiyle kemerinde hazır bekleyen tabancasını yokladı. Oradaydı. Silahına davranabilmesi için gereken hamleleri düşündü. Sol dirseğiyle de diğer yandaki bıçağını yokladı. O da yerindeydi. Zihninden peşindeki kişiyi ya da kişileri geri döner dönmez nasıl bir durumda göreceğini hesapladı. Aniden durdu, paltosunun düğmelerini açarak iç cebinden sigara paketini çıkardı, içinden bir sigara aldı ve dudaklarına götürdü. Şimdi tabancası yeleğinin altındaydı. Kibrit arar gibi yaparak, tabancasını kavradı ve başparmağıyla emniyetini açtı. Aniden geri döndü. Arkasındaki gölgelerden birinde kendisine doğru yürüyen adamı hemen fark etti. On on beş adım gerideydi. Bağırdı:

Kıpırdama ulan, yakarım!”

Adam hemen durdu ve ellerini yukarıya kaldırdı. Hüseyin kaymamak için yavaş ve dikkatli adımlarla adama yaklaştı, yüzünü seçmeye çalıştı.

Abi, benim, sakın ateş etme!”

Hüseyin bu akşam kendisine refakat eden fedaiyi hemen tanıdı. “Gözün kör olmasın be adam! Az daha seni vuracaktım. Peşimde ne arıyorsun?”

Fedai ellerini indirdi, “Sen evden çıktıktan az sonra, Kemal Abi’nin emriyle ben de peşinden geldim. Ne olur ne olmaz diyerek, seni uygun bir mesafeden izliyordum. Yanında değildim. Çünkü seni izleyen varsa, ben de onun arkasında olacaktım.”

Hüseyin tabancayı tekrar emniyete aldı ve beline yerleştirdi. “Doğrusu ben de bu karanlıkta yalnız başıma döndüğüm için kaygılanmıştım, iyi düşünmüşsünüz,” diyerek paltosunun önünü ilikledi. Birlikte ara sokaklardan Balat’a kadar yürüdüler. Evin karşısındaki kahvehanenin ışıklarını görünce Hüseyin “Bu havada bu kadar zahmet ettin, sana sıcak bir çay borçlandım,” diyerek fedainin itiraz etmesine fırsat vermeden kolundan tuttu ve içeri girdiler. Sıcacıktı. Köşedeki masada tavla oynayan kardeşi Sabri onları görür görmez el sallayarak yanına çağırdı. İskemlelerine kurulurken Sabri konuşmaya devam ediyordu. “Hem hesapları da tavlada yenilen ödüyor. Siz de kazançlı çıkacaksınız,” diyerek kahkahayı savurdu. Hüseyin ve fedai paltolarını iskemlelerinin arkalarına asarak masaya yanaştılar.

Tavla rakibi Ermeni Vartan idi. Gelenleri selamladı. Hüseyin de başıyla selamı aldı. Geldiği gün kısa sürelik bir bakışmaları olmuştu. Bu adamda hoşuna gitmeyen bir şeyler vardı. Gıcık kapmıştı bir kere. Ama nedeni Ermeni olması değildi. Bir tür olumsuz enerji yayıyordu. Uğursuz bir havası vardı. İçinden bir ses ona dikkat etmesini söylüyordu.

Fedaiyle çaylarını içerlerken havadan sudan konulardan konuştular. Sabri’nin neşesinden kazanmakta olduğu anlaşılıyordu. Zarları elinden bırakmadan ocaktaki çaycıya seslendi, “Nurettin, oğlum, çaylarımızı tazeleyiver.” Sonra Hüseyin’e dönerek gülümsedi, “Kahveleri kalmamış, bu yüzden çay içiyoruz ağabey,” hemen ardından rakibine “Nerede kalmıştık Vartan’cığım? Hâlâ pes etmiyor musun?” dedi. Rakibi “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, Sabri,” diyerek simsiyah kaşlarını çattı. “Sonunda senden intikamımı alacağımı seyirciler de görecek. Ben en umutsuz oyunu bile galibiyetle bitirmesini bilirim.” Zarları atmadan “Hüseyin Bey, artık sizi de aramızda görmek isteriz. Umarım kardeşinizden daha iyi tavla oynarsınız. Çünkü sadece şansıyla oyun kazanıyor. Başka bir yeteneği yoktur,” dedi.

Hüseyin tavlanın öyküsü hakkında yaşlı birinden dinlediklerini hatırlamaya çalıştı. 1400 yıl önce Persler ortaya çıkarmıştı. Sonra Araplara, oradan da dünyaya yayılmıştı. Zarlarla oynandığından bazı İslam âlimlerince kumar ve günah kabul edilmişti. Ama halk tarafından oynanması engellenememiş, aksine dünyanın en sevilen oyunlarından biri olmuştu. Öyküsü akılda kalıcıydı. Hint imparatoru elçisiyle Pers şahına çok değerli bir satranç takımı armağan etti. İçinde bir not vardı: “Daha çok düşünen, daha iyi bilen, daha ileriyi gören kazanır. Hayat budur.” Pers şahı en akıllı vezirine oyunu çözmesi ve Hint imparatoruna armağan edilmek üzere başka bir oyun geliştirmesini istedi. Vezir haftalar sonra satrancın her taşının hareketini ve oyunu çözdü, arkasından tavlayı icat etti. Yaşam anlatılıyordu. Senenin birliği olarak tavla bir tanedir. Dört köşesi dört mevsimi, içindeki karşılıklı altışar hane on iki ayı, pulların toplamı ayın otuz gününü, siyah-beyaz pullar gece ve gündüzü, karşılıklı on ikişer hane günün yirmi dört saatini simgeler. Hint imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlandı: Evet, çok düşünen, daha iyi bilen, daha ileriyi gören kazanır. Ama biraz da şans gerekir. Zarlar bunu simgeler. İşte hayat budur. Masadakiler oynarken Hüseyin bunları anlattı ve tavlacılar şimdiye kadar bunu hiç merak etmedikleri için kendilerine kızarak gülüştüler. Elbette şans göz ardı edilemeyecek bir gerçekti. Kimin önüne ne zaman çıkacağı bilinemezdi.

Çayını bitiren fedai izin istedi ve kahveyi terk etti. Az sonra tavla partisi bitti ve Sabri galip geldi. Vartan bozulduğunu belli etmemeye çalışarak, Hüseyin’e döndü: “Hüseyin Binbaşım, hangi cephedeydiniz?”

Filistin cephesindeydim.”

Ülkemiz zor günler geçirdi. Umarım bir daha tekrarlanmaz. Biz de çok acılar çektik, biliyorsunuz.”

Hüseyin üzüntülü bir tavırla başını salladı, “Aileniz de burada mı Vartan Bey?” dedi.

Hepsini kaybettim.”

Hüseyin belleğini yokladı. Ermeniler hakkındaki fazla bilgisi yoktu. Önce Bizans'ın, sonra Selçukluların ve Osmanlıların yönetimine girmişlerdi. Adana taraflarında kısa ömürlü bir Ermeni Krallığını da hatırlıyordu. Sonunda Anadolu'ya ve İstanbul'a yayılmışlardı. Yetenekli ve uysal insanlardı. Bu yüzden sadık millet olarak anılıyorlardı. İran'da iken bazılarıyla tanışmıştı. Aralarında Müslümanlığa geçenler de vardı. Sıkıntılı dönem Rusların güneye yayılmasıyla başlamıştı. Güya Ortodoksları ve Ermenileri koruma altına almışlardı. Sonra Güya Avrupalılar onları Ruslardan kurtarmaya çalışmışlardı. Hepsi de siyasi çıkarları için bu Ermenileri kullanmıştı. Olan garip insanlara olmuştu.

Çok üzüldüm. Yalnız mı yaşıyorsunuz?

Yan sokakta, teyzemin yanında kalıyorum. Eniştem Doktor Ara Kamburyan’dır. Tanır mısınız?”

Hüseyin gözlerini tavana dikti, hafızasını yokladı, “Adı yabancı değil, ama tanıdığımı sanmıyorum” dedi.

Sabri atıldı, “Doktor Kamburyan’ı Balat’ta tanımayan yoktur abi. Müslüman ya da gayrimüslim fark etmez, ama özellikle yoksullar onu çok sever ve değer verirler. Ara sıra ben de Mehmet hastalandığında ona götürürüm. Tabii hanıma da bana da bakar.”

Hüseyin takdir edercesine başını salladı, “Duyduklarıma çok sevindim, Vartan Bey, kutluyorum. Siz ne iş yapıyorsunuz?”

Yüksek Kaldırım’da bir avukatın yanında çalışıyorum. Geçinip gidiyoruz işte. Ya siz?”

Ben Erkânı Harbiye'de (Genelkurmay) çalışıyorum.”

Bu aralar çok yoğun olmalısınız. Galiba bu yüzden şimdiye kadar kahveye uğrayamadınız.”

Doğru. Ateşkes Anlaşmasından sonra bir sürü iş var önümüzde.”

Kolaylıklar dilerim, binbaşım.”

Hüseyin yavaşça kalktı “Sağ olun, çaylar için teşekkür ederim. İzninizi istemeden önce, tavla konusunda sizlerle yarışamayacak kadar kötü olduğumu itiraf etmek istiyorum. Herkese iyi geceler.”

Sabri de ayağa kalktı, “Ben de geliyorum abi, nasılsa hesaplarla ilgilenecek bir arkadaş var burada.” Gülerek Vartan’a el salladı ve dışarı çıktılar. Eve doğru yürürlerken Sabri, koluna girdiği ağabeyine “Bu akşam kahveye gelmene çok memnun oldum abi, benim için çok hoş bir sürpriz oldu. Kaç kez ısrar ettiysem seni gelmeye ikna edememiştim,” dedi ve gülümseyerek ilave etti “Ermeni’dir ama Vartan iyi bir arkadaşımdır. İleride sen de seveceksin.”

Hüseyin yine cevap vermedi…







***



27 Aralık 1918 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

İngilizler ve Fransızlar Osmanlı topraklarında yaşanan 1915 Ermeni katliamının hesabını sormaya hazırlanıyorlar.

İngiliz General Allenby durumun elverdiği ölçüde Ermenilerin memleketlerine geri gönderileceğini, arazilerinin ve tüm mallarının kendilerine geri verileceğini açıkladı.

Ermeni gönüllülerle desteklenen Fransız Birlikleri geçen ay Mersin’i ve Adana’yı işgal etmişti.









***



Savaş suçluları



Aralık 1918. Konstantinopolis (İstanbul).



İntikam meleklerinin fazla yorulmadıkları zamanlardı…

Sen Konstantinopolis'te tutukluyken, Erzurum’da deden ve erkek kardeşleri katledilmişler. Annen ve iki erkek kardeşin, dayın ve ailesiyle Erzurum'dan Lübnan'a sürgüne gönderilmiş. Dayın ve karısı Kayseri'ye yaklaştıklarında, yolda pusu kuran Kürt çeteciler tarafından öldürülmüşler.” Eva sözlerine devam edebilmek için duraklamış, hafifçe öksürerek boğazını temizlemişti. “Dayının kızını birileri kaçırmış. Ondan hiç haber alamamışlar. Ama Kayseri'de iyi insanlar da varmış. Orada dedenin ortağı Hacı Amca annenleri bir kaç haftalığına evine almış ve korumuş. Bizler o sırada Konstantinopolis'teyiz, kayınpederim de milletvekili olduğu için kurtulduk.”

Eva Teyzesi o kötü günleri anlatmaktan hep kaçınırdı. Ama sonunda, Vartan'ın ısrarlarına dayanamamış ve geçen akşam gözyaşları eşliğinde olanları anlatmıştı. Eniştesi Doktor Kamburyan bunları tekrar işitmek istemediğini söyleyerek odasına kitap okumaya çekilmişti.

Bunları nasıl öğrendin teyze?”

Amerika'ya giden en küçük kardeşin Hagop iki gün bizde kalmıştı. Her şeyi o anlattı.”

Keşke onu ben de görebilseydim.”

O da çok istedi ama Marsilya'ya giden gemiye yetişmesi gerekiyordu. Oradan da başka bir gemiyle New York'a geçecekti. Hatta senin de Amerika'ya gelmen için not bıraktı. New York'taki göçmen bürosuna adresini bırakacağını söyledi.”

O notunu okumuştum. Ama burada yapacak çok işlerim var teyze. Ben buraya aitim. Gidemem. Sen devam et lütfen.”

Annen bu zorluklara dayanamamış, Tarsus'ta çok hastalanmış ve kısa süre sonra ölmüş. İki erkek kardeşin anneni gömdükten sonra, Adana üzerinden günlerce yürüyerek Halep'e ulaşmışlar. Zorlukların geride kaldığını düşünmüşler. Yardımları olur diye Ermenileri aramışlar. Sonunda kalenin yanında yaşayan Ermenileri bulmuşlar. Yaşlı biri kardeşlerini evinde konuk edip öykülerini dinlemiş. Ertesi gün başka bir Ermeni’nin dükkânına gitmişler. Onlara milletimiz için savaşmak isterlerse yardımcı olacakmış. Kabul etmişler. Kardeşlerini Nablus'a Fransızlara göndermiş. Orada Ermeni gençlerden bir birlik oluşturuyorlarmış.”

Vartan çoktan ıslanan mendiliyle gözyaşlarını silerken hıçkırarak konuşabilmişti. “Aferin kardeşlerime. Onlarla övünüyorum.”

Eva Teyze bardağından birkaç yudum çay içerek kendini toparlamaya çalışmıştı. Devam etmişti, ama sesi daha zayıf çıkıyordu. Sözcükler dilini yakarcasına sık sık duraklıyordu. “Yaşlı Ermeni'ye göre, Ermeni göçmenleri Fransız ordusuna önemli bir fırsat imiş, asker toplama sıkıntılarını hafifletiyormuş.”

Eva Teyze çayları tazeledikten sonra ağlamaya başlamıştı. “Hemen hemen bütün sevdiklerimi kaybettim, oğlum. Ama ben hala hayattayım. Bazen kendimi suçluyorum. Tanrıdan beni bir an önce onların aralarına almasını istiyorum. Hiç olmazsa onları rüyalarımda görmek için yalvarıyorum.” Ardından elini kalbine götürmüştü, nefes almakta zorlanmaya başlamıştı. Vartan hemen Doktor Kamburyan'ı çağırmış ve teyzesini yatağa taşımışlardı. Tansiyonu çok yükselmişti. Stetoskopuyla kalbini ve ciğerlerini dinledikten sonra, ona ilaçlarından birini vermişti. Şakaklarını ve alnını ovmuştu. Kolonya ile rahatlatmıştı. Yarım saat sonra da uyuya kalmıştı.

Vartan 1911 yılından bu yana Balat’ta, Eva teyzesinin üç katlı kâgir evinde kalıyordu. Ona üst kattaki odayı vermişlerdi. Eniştesi Ara Kamburyan da iyi bir insandı. Saçları bayağı dökülmüştü. Şişman sayılırdı. Pek sağlıklı değildi. “Mum dibine ışık vermez,” diye kendisiyle alay ederdi. Doktor Muayenehanesinde Türk, Rum, Ermeni, Yahudi demez, fakirlerden ücretinin yarısını alırdı. Çok yoksullardan para almazdı. Bazen onlara hazır ilaçlarından bedava verdiği de olurdu. Bu yüzden Balat’ta çok sevilirdi. Ara hobi olarak ut çalardı. Ufak tefek Türkçe ve Ermenice besteler de yapardı. Ut çaldığında bazen Eva da tefiyle eşlik eder, şarkıyı mırıldanırdı. Bu mutlu olduğu ender zamanlardandı. Çünkü zamanının çoğunu yas tutarak ve dualar ederek geçirirdi. Ermenilerin günahları dolayısıyla Tanrı'nın gazabına uğradığını düşünürdü.

Sevgili teyzesine nasıl anlatacaktı? O kaçıncı Tanrı idi? Tanrı'nın biricik Oğlu muydu? Yoksa Kutsal Ruh mu? Ya da onun indiği yer olan Ermenistan’daki Eçmiyazin mi? Hepsi de zırvaydı…

Vartan sabahın erken saatlerinde kalktı. Eniştesi de uyanıktı. Durumunu sordu. “Eva iyi merak etme, sen işe gidebilirsin. Ben biraz daha evde kalacağım zaten” dedi. Eminönü’nde Haliç vapurundan indiğinde, gecenin üzücü etkisini üzerinden atamamıştı. Rüzgârdan güç alan kar hafiften atıştırıyordu. Aralık ayının son günlerinden biriydi. Gün yavaş yavaş ışıyordu. Paltosunun yakasını kaldırdı, boyun atkısının gevşekliğini giderdi, teyzesinin her zamanki gibi özenle hazırladığı sefer tasını sıkıca tutarak köprüye yöneldi. Yanından geçen faytonun atlarının ve tekerleklerinin çıkardığı seslerin temposuyla yürüdüğünü fark etti. Gülümsedi. Galata köprüsünün girişini emniyete alan tenleri siyaha çok yakın, Afrika kökenli Fransız askerlerine eliyle selam verdi, Fransızca seslendi: “Bonjour messieurs! (İyi günler beyler!)” Soğuktan korunmak için önlerindeki yarısı kesik bidonda yaktıkları geceden kalma odun ateşi cılız alevleriyle karla mücadele ediyordu. Askerler çok üşüdüklerini gizlemeye gerek duymuyorlardı. Onlar da silahlarını kaldırarak selama karşılık verdiler.

Vartan iki aydır kendini çok daha iyi hissediyordu. Kendilerine yüzyıllarca kan kusturan Osmanlı ölmüştü. Şimdi de cenazesi kaldırılıyordu. Ne büyük mutluluktu. Teyzesinin duaları kulaklarında çınladı:

Göklerdeki babamız, adın kutsal kılınsın. Egemenliğin gelsin. Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de senin istediğin olsun. Âmin.”

Yağan karın her zamankinden farklı olarak, kendisini üşütmek yerine, enerji verdiğine inanamadı. Çok sevdiği “Gulo” isimli Ermeni türküsünü mırıldanarak Karaköy’e kadar geldi. Muş’un bir köyünde yaşayan güzeller güzeli Ermeni kızı Gülizar'ın Kürt Beyi tarafından kaçırılmasını anlatırdı.

Konstantinopolis'i (İstanbul’u) gözetlemekten yorulmayan Galata Kulesi’ne günlük selamını verdi. Bu semt uzun zamandır Konstantinopolis'in ticaret ve para merkeziydi ve buna devam ediyordu. Borsa, gümrük, yabancı şirketlerin merkezleri, mağazalar buradaydı. Onlara kiliseler, manastırlar ve hastaneler eşlik ediyordu. Galata Bedesteni Konstantinopolis'te en önemli satış merkezlerinden biriydi. Ticaret, maliye ve sanayi buradan kontrol edilirdi. Çoğu Yahudilerin, birazı da Ermenilerin elindeydi.

Önüne geldiği Osmanlı Bankası’na da günlük selamını esirgemedi. Kırım Savaşı sonrasında borç batağına düşen Osmanlı Sultanının izniyle ve İngiliz sermayesiyle kurulmuştu. Sonra Fransızlar da ortak olmuştu. Perde arkasında Yahudilerin olduğunu herkes bilirdi. Banka para basmanın yanında imparatorluğun hazinedarı da olmuştu. Ama Büyük Savaş sırasında işleri aksamıştı. Osmanlı’nın savaştığı Fransa ve İngiltere uyruklu müdürlerin görevlerini bırakması ve para basma ayrıcalığından vazgeçilmesi şartıyla, bankanın faaliyetlerine izin verilmişti. Banka da, şubelerinin çoğunu kapatmak zorunda kalmıştı.

Yüksek Kaldırım’daki avukat arkadaşı Arto Dinkyan’ın yazıhanesi de buradaydı. Vartan on altı yıl önce, Taşnak örgütüne girince Hukuk Fakültesi’ni terk etmişti. Ama kaderin cilvesi, hukuk onu bırakmamıştı. Şimdi arkadaşının yardımcısı olarak çalışıyordu. En önemli işleri, sürgün sırasında canlarını, mallarını mülklerini yitiren Ermenilerin davalarıyla ilgilenmekti. Özellikle belgelerin toplanmasına çok zaman harcıyorlardı.

Vartan yanından geçtiği dilencinin eline bir kuruş tutuşturdu. Bu gün kendini her zamankinden daha iyi hissediyordu. Az sonra Arto’nun caddeye bakan yazıhanesindeydi. Anahtarıyla kapıyı açtı, içeri girdi. Arto’nun küllüğü yine sigara artıkları ile doluydu. Masasının üzeri darmadağınıktı. Pencereyi açtı, soğuğa rağmen temiz havanın zararı olmazdı. Islık çalarak çalışmaya başladı. Sobanın içindeki külleri küçük küreğiyle kovaya doldurdu. Çöp sepetiyle beraber kapının dışındaki büyük çöp bidonuna boşalttı. Yazıhanenin arka bölümüne geçti. Çuvallardaki odunlardan bir kucak aldı, sobayı doldurdu. Birkaç çıra parçası ve eski gazete kâğıtlarıyla tutuşturdu. Kömürleri kalmamıştı. Karaborsacılar çok nazlanıyorlardı. Bu gün bir ara tanıdığı birkaç kömürcüye uğraması gerekiyordu. Sinirli sinirli gülümsedi.

Stokları el altından satıyorlar namussuzlar.

Masaların tozunu aldıktan sonra yine karaborsadan aldıkları çayı demledi. Şekerleri de bitiyordu. Onu da hafızasına yazdı. Arto'ya kalsa yandıklarının resmiydi. Bu işleri hep ihmal ederdi. Pencereyi kapatırken kapı açıldı ve Arto’nun yusyuvarlak ve gülümseyen çehresi göründü. Ağzından buharlar çıkararak nefeslenirken her zamanki olumlu havasını da beraber getirdi.

Yine erkencisin Vartan, sen olmasan ben ne yaparım bilemiyorum.”

Paltosunu çıkardı, vestiyere astı. Mendiliyle terini sildi. Bu soğukta dahi terleyebiliyordu. Masasına doğru yürüdü, koltuğuna oturdu. Her şeyin bıraktığı gibi değil, derli toplu ve temiz olduğunu fark etmedi bile. Evrak çantasını masanın üzerinde açarken bir şey hatırlamışçasına aniden ayağa kalktı ve homurdandı, “Tüh, dün sana söylemeyi unuttum. İşi gücü bırak, hemen Kroker Otel’e git, İngiliz Yüzbaşı Bennett seni görmek istiyor. Yerini biliyor musun?”

Vartan şaşırmış gözlerle arkadaşına döndü, “Biliyorum, elbette. Ama ben o İngiliz yüzbaşıyı tanımıyorum ki, neden görüşmek istiyor acaba? Hayırdır.”

Arto gözlüklerinin camlarını mendiliyle silerken cevap verdi, “Geçen gün Şişli’de bir arkadaşın evinde karşılaştık. Benim Ermeni olduğumu öğrenince çok ilgilendi. Çektiğimiz acılardan dolayı çok üzgün olduğunu söyledi. İttihat ve Terakki yönetimindekilerden hesap sorulacakmış. Hazırlık yapılıyormuş. Güvenilir Ermenilere ihtiyaçları varmış. Benim aklıma hemen sen geldin, kısaca senden bahsettim. Cebinden çıkardığı defterine bazı notlar aldı. En kısa zamanda kendisini görmeni istedi. Umarım yanlış bir şey yapmamışımdır.”

Vartan pencereden dışarı bakarak kısa bir süre düşündü, “Tam tersi, doğru olanı yapmışsın Arto. İnsanlarımıza ilgilendiğimiz davalar dışında da yardımım dokunacaksa çok memnun olurum,” diyerek devam etti, “Dosyalarla ilgili biraz işim kalmıştı. Onları halleder etmez giderim. Taşnakçı olduğumu da söylemişsindir mutlaka.” Arto mahcup bir baş işareti yaptı. Arkadaşının bundan onur duyduğunu biliyordu.

Vartan küçük mutfağa giderek ikisine de birer bardak çay doldurdu, birer kaşık şeker ekledi ve masasına geçti. Dava dosyalarını düzenlerken bir yandan da geçmişini düşünüyordu. Osmanlı’da güçlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti, hareketi Türkiye’de yaymak için 1907 sonunda Taşnaksutyun Ermeni Devrimci Federasyonu ile ittifak yapmıştı. İlginç günlerdi. Vartan da çalışkan bir Taşnak üyesi olarak bu ortaklıkta Konstantinopolis'te görev almıştı. O zaman 28 yaşındaydı. Bu sayede birçok ittihatçıyı tanımıştı. Ortak noktaları fazla değildi. Ama başta geleni, Taşnakçıların da, ittihatçıların da “Kızıl Sultan” dedikleri Sultan Abdülhamit’i hiç sevmemesiydi. Taşnak örgütü 1890’da Kafkasya’da ortaya çıkmıştı. Ayaklanma yoluyla bağımsızlığa ulaşmak için devrimci gruplar yetiştiriyordu. Vartan Hukuk Fakültesi ikinci sınıfta bu örgütle tanışmış ve daha sonra da fakülteyi terk etmişti. İngilizlerin kendisiyle ilgilenmesinin nedeni bu olabilirdi. Anadolu’daki hapishanelerden serbest bırakılan ve Ermenistan’dan gelen komiteciler işgal yönetiminin de desteği ile Konstantinopolis'te toplanıyorlardı. Hınçak, Taşnak ve Ermeni Savunma Komitesi adları altında örgütlenip eylemlerine başlayacaklardı. Ayrıca, Ermeni komitecileri İngiltere tarafından örgütlenen Konstantinopolis polis teşkilatında da aktif görevler alıyorlardı.

Türklerden intikam alma fırsatını kaçırmamak gerekiyordu...

Dosya işlerini bitirince ayağa kalktı, vestiyere yürürken derin konulara dalmış olan arkadaşına seslendi, “Ben çıkıyorum, bir şey istiyor musun?” Okuma gözlüklerini çıkaran Arto “Çok geç kalma, bu gün adliyede işim yok, burada bir iki iş görüşmem var, seni merakla bekleyeceğim,” dedi ve dosyalarına gömüldü.

Kar yağışı durmuştu. Vartan kaygan zeminde kaymamaya dikkat ederek, Yüksek Kaldırım Sokağı’ndan Pera’ya yokuş yukarı yürümeye başladı. Şimdi de rüzgârla karışık ayaz başlamıştı. Paltosunun yakasını kaldırdı, kaşkolünü boğazına sıkıca doladı. Az sonra Tepebaşı’ndaki ünlü Kroker Oteli’ndeydi. Amerikan Büyükelçiliğinin bitişiğinde, Pera Palas’ın biraz ilerisinde Konstantinopolis'e tepeden bakar gibiydi. Mekânın İngilizlerin sorgulama merkezi olduğu biliniyordu. Vartan buraya yabancı değildi. İktidardaki İttihat ve Terakki’ye muhalefet eden Ahrar Partisi on yıl önceki 31 Mart ayaklanmasını burada planlamıştı. İngiliz diplomatların da katıldığı toplantılar sonrasında kitleler “Din elden gidiyor!” söylemiyle sokağa dökülmüştü. İttihat Terakki'ye lanetler yağdırılıyordu. Çok kan dökülmüştü. Sonrasında ittihatçılar şehre hâkim olmuş, isyancı askerler teslim olmuştu. Anadolu’ya kaçmak isteyenler ise, gönüllü olarak orduya katılan Bulgar, Sırp, Arnavut ve Ermeni çeteleri tarafından öldürülmüştü. Vartan da aralarındaydı.

Derin bir nefes alarak otelin ön kapısındaki görevliye kimliğini gösterdi ve içeri girdi. Loş salonun dibindeki masaya yönlendi. Sert görünmeye çalışarak, kendisine dikkatle bakan diğer görevliye yaklaştı. “İyi günler, adım Vartan Saatçıyan, Yüzbaşı Bennett’i görmeye geldim,” dedi. Sert bakışlı görevli kimlik belgesini inceledikten sonra, telefonla birileriyle konuştu. Gerekli izni aldıktan sonra, asansörü işaret ederek “Beşinci katın düğmesine basın, Yüzbaşı sizi bekliyor,” dedi. Vartan asansörle yukarı çıktı, kapıyı açtı ve karşısında izbandut gibi bir Osmanlı hafiyesini buldu. Hafiye aşağıdaki adamdan daha asık bir suratla Vartan’a yaklaştı, kollarını havaya kaldırmasını söyleyerek, sert hareketlerle üstünü aramaya başladı. İşini bitirince eliyle işaret ederek kendisini takip etmesini istedi. En dipteki odanın kapısını aralıklarla üç kez tıklattı ve kapının açılmasını bekledi. Kapı kilidinin içeriden anahtarla açılma sesini duydular. Kapı açılınca bir İngiliz askeri Vartan’ı içeri aldı ve arkasından kapıyı kilitledi. Burası süit bir daireydi, girişteki pencereden Haliç’e bakıyordu. Yandaki kapı da makam odasına açılıyor olmalıydı. Asker iç kapıyı tıklatarak açtı ve yüzbaşıya İngilizce olarak konuğunun geldiğini söyledi. Bennett odanın uzak köşesindeki masasında bazı belgeleri okuyordu. Başını kaldırdı ve resmi bir ifadeyle ve düzgün bir Türkçe ile “Hoş geldiniz Vartan Saatçıyan, sizi bekliyordum,” dedi ve oturması için masasının önündeki koltuğu gösterdi. Belgeleri masaya bıraktı ve sessizce konuğunun yüzünü inceledi. Vartan da hafifçe gülümseyerek yaşı yirmilerde gösteren genç yüzbaşıya bakıyordu. Bennett ciddiliğini koruyordu. Sivil elbise giymişti. Beyaz tenliydi, bıyığı yoktu, bir askerden çok bir öğretmene benziyordu. Vartan içinden “Seni gidi melek yüzlü şeytan,” dedi.

Umarım, koridorda üstünüzü arayan Ömer size sert davranmamıştır, Vartan Bey. Kendisi padişah hükümetinin emniyet teşkilatına mensuptur. Bir hafta önce Konstantinopolis (İstanbul) Emniyet Teşkilatı’nı benim emrime verdiler, buranın güvenliğini sağlamak için birkaç eleman gönderdiler. Ömer onların en iyisidir. Kulakları iyi işitmediğinden, benim de işime geliyor.”

Vartan gülümsemesini devam ettirerek “Sorun değil yüzbaşım, ben böyle durumlara alışık sayılırım,” dedi.

Bennett masasından yavaşça kalktı, yan taraftaki dolaba gitti, raflardaki belgeler arasından bir dosya çıkardı ve tekrar koltuğuna oturdu. Dosyanın kapağını kaldırarak, kısa bir süre yazılanlara göz attı. “Daha önce de okumuştum, sadece hatırlamak istedim. Avukat Arto da sizden söz etmişti.” Dostça bir bakıştan sonra önündeki kâğıttan ağır ağır okumaya başladı. “Vartan Saatçıyan, 1880 Erzurum doğumlu. Türkçeyi aksansız konuşur. Bekâr. 1902’de Konstantinopolis Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni terk ederek Taşnak Örgütüne katıldı. 1905’te, Sultan Abdülhamit’e suikast yapan gruba daire kiraladı. Sonra onları Bulgaristan’a kaçırdı.”

Vartan şaşırdı ama gülümseyerek belli etmemeye çalıştı.

Bunlar gerçekten Şeytan gibiler.

Genç Yüzbaşı İngilizce yazıları Türkçeye çevirirken arada duraklıyordu. Devam etti. “Vartan örgütte yükselmeye devam etti. 1908’de Avukat Arto Dinkyan’ın yardımcısı oldu.” Bennett konuğunun etkilendiğinden emin olarak hızlı bir bakış fırlattı ve devam etti. “Osmanlı Dışişleri Bakanı Gabriel Noradunkyan Vartan’ın manevi babasıdır. Vartan Sultan Abdülhamit’in 1913’te görevden uzaklaştırılması kararını duyuran heyetteki Aram’ın da arkadaşıdır.”

Bu deyyuslar yatak odama da girmişlerdir!

Vartan artık hayretini gizlemekte zorlandığını hissetti. Sırtı terlemeye başlamıştı. Yüzbaşı devam etti. “Heyecan yapmaya gerek yok. Sadece işimi iyi yapmaya çalışıyorum. Majestelerin hükümeti bunun için bana maaş veriyor.”

Sorun yok, yüzbaşım. İyiyim ben.”

Güzel. Osmanlı hükümeti Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ıslahat yapılmasını savsakladı, Büyük Savaş’a girince, Ermeniler Rusları destekledi ve şiddete başvurdu. Sen de katıldın.” Bennett artık “Sen” diye hitap ediyordu. Nezaketi bırakmıştı. Vartan başıyla onayladı. “Bitiriyorum. Son notum şöyle: Osmanlı hükümeti 24 Nisan 1915 genelgesiyle Ermeni komite merkezlerini kapattı ve üç yüz elebaşıyı tutukladı. Sen de aralarındaydın. Bundan sonra uygulanan zorunlu göçte ailen Erzurum’dan Lübnan’a gitti. Çoğunun yollarda öldüğü sanılıyor. Seni bir yıl sonra serbest bıraktılar.”

Vartan yavaşça başını indirerek onayladı. Saklayacak bir şeyi yoktu. Balat’taki Türk arkadaşlarına ailesini aramak için Lübnan’a gittiğini söylemişti. Onlar da inanmışlardı. Zaten çoğu ellerinden geldiğince Ermeni arkadaşlarına destek çıkmıştı.

Yüzbaşı elindeki kâğıdı masaya koydu ve arkasına yaslandı. On beş yirmi saniye kadar sustu ve pencereden dışarıya baktı. Şaşıran konuğunun duyduklarını hazmetmesini bekledi. Bu arada Vartan, Bennett’in yanındaki kitaplıkta bulunan çerçeveli resme bakıyordu. Apoletli ve madalyalarla dolu üniformasıyla Kral 5. George olmalıydı. Yüzbaşı konuğuna döndü. “Seni neden çağırdığımı merak ediyorsun, değil mi?”

Bu da sorulur mu yüzbaşım. Meraktan ölüyorum.”

Savaş sırasında bazı Türklerin Ermenilere çok kötü davrandıklarını, yüz binlerce Ermeni’yi, kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden yaya olarak sürgüne gönderdiklerini biliyoruz. Çok acı çektiniz, Çok insanınızı kaybettiniz. Mallarınıza da el konuldu. Bunun için çok üzgünüz Vartan.”

Sağ olun.”

Yüzbaşının çatılan kaşları açıldı. “Elbette bunu yapanlara hesap sorulacaktır. Ama İttihatçı elebaşlarının yurt dışına kaçtıklarını duymuşsundur.” Vartan yine başıyla onayladı. “Şimdi sadede geliyorum. Birçok savaş suçlusu ittihatçı Türk’ün hâlâ Konstantinopolis'te olduğunu biliyoruz. Bir kısmının isimlerini elde ettik. Kalanlarının da isimlerini belirlemeye çalışıyoruz. Senden, eski bir Taşnak militanı olarak, bu gayretlerimize katkıda bulunmanı istiyorum.”

Vartan yüzbaşının boynuna sarılmamak için kendini tuttu. Elinde olmadan sırıtmaya başladığını hissetti ve kendini son anda engelleyebildi. Annesi, dayısı, kız kardeşi ve diğer akrabalarının ıstıraplı yüzleri gözlerinin önüne geldi. Sesindeki heyecanı gizlemeye çalışarak, “Bu benim için büyük bir onurdur, Yüzbaşım,” dedi.

Güzel, ben de bunu umuyordum zaten. Her gün öğleden sonra buraya gelecek ve bizimle birlikte çalışacaksınız.”

Her gün mü?”

Evet, ama sadece belirli bir süre için. Çok uzun sürmeyeceğini düşünüyorum. Başka kaynaklarımız da var. Avukat Arto’nun da yardımcı olacağına eminim. Bunun karşılığında yürüttüğünüz hukuk davaları için desteğimizi alacaksınız. Boşuna üstünüzü başınızı paralamamış olursunuz.”

Anlaşıldı. Bana uyar. Arto da sorun çıkarmayacaktır sanıyorum.”

İyi olur. Belirlediğin savaş suçlularının isimleri de listelere dâhil edilecek. Ayrıca diğer isimlerin doğrulanmasına da yardım edeceksin. Kendi arkadaşlarından da bilgi alabilirsin. Ama bizden bahsetme sakın. Suçluların ortadan kaybolmasını istemiyoruz. Önceliği bu konuya vermelisin. Acele edip, onları bulundukları yerlerde gözaltına aldırıp, sorgulatacağız. Sonra da Divanı Harp Mahkemesine sevk edilecekler.”

Anlaşıldı yüzbaşım, merak etmeyin, ağzım çok sıkıdır.”

Hizmetleriniz için hakkın olan ücreti alacağını söylemeyi unuttum. Son bir şey daha Vartan.”

Nedir yüzbaşım?”

Sadece bedenine değil, aklına ve kalbine de ihtiyacımız var.”

Elbette Yüzbaşım.”

Sana güveniyorum. Otelin en üst katı tamamen bize aittir. Yandaki odada yardımcım Smith’i görürsün. Diğer ayrıntıları onunla halledersiniz. Zamanım çok az olduğundan bir ikram yapamadım. Şimdi acele bir işim var. Gelecek sefer birer kadeh viski içeceğiz. Söz veriyorum. Şimdi gidebilirsin Vartan, güle güle.”

Bennett ayağa kalkarak elini uzattı. Vartan yarı şaşkın, yarı memnun, girişte çıkardığı paltosunu eline aldı ve yandaki odada kendisinden istenenleri yerine getirdi. Altı adet vesikalık fotoğrafı gelecek sefer getirecekti. Özellikle buraya gelişte ve ayrılışta kendisini takip eden olup olmadığına çok dikkat edecekti. Aynı şeyi dışarıda da yapmasını öğütlemişlerdi. Unutmamalıydı, takip edilmemek te o kadar iyi sayılmazdı. Gittiğin yeri biliyorlarsa takip etmeye gerek duymazlardı. Yazıhanede ve evde de aynı dikkati esirgememeliydi.

Deneyimli komiteci Kroker Oteli’nden dışarı çıkmadan önce, kapı kenarındaki aynaya baktığında kendini tanıyamadı. Yüzü heyecandan kıpkırmızıydı.

Her şeyimi biliyorlar. Bana istediklerini yaptırabilirler.

Yıllarca çekilen acılardan sonra güzel şeyler ufukta görünmüştü. Ama işin tatsız olan tarafı da vardı. Kafası allak bullak olmuştu. Tünel girişine nasıl geldiğini hatırlamadı. Asmalı Mescit sokağındaki pasaja girdi. Birkaç eski eşya satıcısının vitrinlerine göz gezdirdi. Sonra kahvecinin koridora sıraladığı küçük masalardan birine oturdu. Garson çocuğa seslendi.

Bana okkalı bir Türk kahvesi, sade olsun!”























***



27 Ocak 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Savaş esirlerinin durumu endişe veriyor...

Rusya ve Mısır'daki Türk esirlerinin her türlü yardımdan mahrum olduğu, binlercesinin hastalık ve açlıktan öleceği, buna meydan vermemek için Kızılhaç'ın yardım etmesi ve tarafsız bir heyetin sağlık durumlarını tespit etmesi isteniyor.









***

Mısır'da





Ocak 1919, İskenderiye, Mısır.



Tarih Dede’nin öğütlerinin daha iyi duyulabildiği bazı yerler vardı…



İki saat sonra İskenderiye’de olacağız. İnecek yolcular için hazırlık uyarısı!”

Elindeki çanıyla duyuruyu tekrarlayan çığırtkan çocuk yanından geçtiğinde, Scott Wallace gözlerini açtı. Güvertedeki şezlonga uzanıp, Ocak ayı ortasında Akdeniz güneşinin zevkini çıkarırken içi geçmişti demek. İskoç gazeteci okuduğu kitabını kucağına düşürmüştü. Yeleğinin cebindeki saatine göz attı. Öğleden sonra biri gösteriyordu. Bir saat kadar kestirmiş olmalıydı. İngiltere'den ayrıldıktan sonra hep doğuya gitmişler ve kaptanın uyarısıyla saatleri iki kez ileri almışlardı. Birincisi Sicilya açıklarındaydı. İkincisi de uykuya dalmadan az önceydi. Dünyadaki saat farklarının düzenlenmesini hatırlamaya çalıştı. Böyle ilginç ama gereksiz ayrıntılar da ilgisini çekiyordu. Bilgili olduğunu kanıtlamaya çalıştığını düşünenler de olabilirdi. Her neyse. Bunun öncüsü batmayan güneş imparatorluğunu yöneten İngiltere olmuştu. Bu birçok sorunu çözebilirdi. Ortaya atan Sandford Fleming idi. Kırk yıl kadar önce ABD'de düzenlenen Meridyen Konferansı ile dünyadaki zaman dilimleri belirlenmişti. Tüm dünya 24 saatlik dilimlere bölünmüştü. Başlangıç meridyeni olarak İngiltere'nin Greenwich Gözlemevi'nin seçilmesi de onun becerisiydi. Artık dünya bu meridyene olan uzaklığına göre saatlerini ayarlamaya başlamıştı.

Sonunda uyandınız, Bay Wallace.”

Scott gözlerini kırpıştırarak doğruldu. Yanındaki şezlongda kendisine gülümseyerek bakan Bay Rana ile göz göze geldi. Kırk yaşlarındaki Hint asıllı İngiliz tüccar ile yol arkadaşı olmuşlardı.

Okuduğunuz kitabı gördüm, Bay Wallace. Ben de Charles Dickens hayranıyım.”

Scott kitabını eline aldı, ayağa kalktı ve şezlongu oturma vaziyetine getirdi. Yerine otururken zayıf bir sesle yanıtladı, “Kitabımı okuyordum, ama dalmışım demek. Dickens adına çok memnun oldum Bay Rana.”

Sagir yol arkadaşına adının Rana olduğunu söylemişti. Gemiden bilet alırken de asıl adını bu şekilde vermişti. Devam etti. “Romanlarının haftalık ya da aylık yayınlar şeklinde çıkması onu ünlüler arasına sokmuştu. Dizi yayınların öncüsüydü.”

Evet, yaratıcılığın sınırı yoktur. Ben de bu yönünü beğenirim.” Scott “Yaratıcılığın Tanrı vergisi olduğunu” eklemek üzereyken, vazgeçti. Şu anda edebiyat tartışmaları için hazır değildi. Ama Rana ısrarcıydı. “Dickens’in karakterlerini gerçek hayattan seçerek ve okuyucularının eleştirilerini de değerlendirerek geliştirdiğini biliyor musunuz?” Scott kısa kesmek isterken, elinde olmadan hayret etmiş gibi görünmeyi tercih etti, kısaca yanıtladı, “Yo, hayır, bilmiyordum. Kendi zihninde yarattığını sanıyordum.” Rana söylev fırsatını kaçırmadı, “Dickens öykülerine güncel olayları serpiştirmekte de ustaydı.” Scott dudaklarını büzerek bir süre düşünüyormuş gibi yaptı. Konuyu değiştirmek için aniden sordu. “Bir gece önceki iddialı satranç partisinde sizi seyrettim. Çok iyiydiniz.” Hintli gülümseyerek cevapladı, “Teşekkür ederim.” Scott gülümseyerek devam etti, “Bu konuda çok farklısınız Bay Rana. İki saat sonra ayrılacağımıza göre, bana birkaç satranç dersi vermeye ne dersiniz?” Scott çantasından çıkardığı piposunu doldurmaya başladı. “Memnuniyetle Bay Scott, ama iki saatte ne öğrenebileceğinizi düşünüyorsunuz?”

Öğrenme konusunda iyi sayılırım.” İskoç gazeteci piposunu yakarken kahkahayı patlattı. Diğer yandaki yolcular da kendilerini tutamadan gülümsemeye başladılar. Sagir “O zaman şöyle başlayabiliriz Bay Wallace,” deyince gazetecinin gözleri parladı. “Hafızanıza da güveniyor musunuz?”

Bilmem, o konuda da fena olmadığımı düşünüyorum.” Şimdi genç adamın gözlerinde biraz şaşkınlık okunuyordu. “Size, ‘Yüz kadar şampiyonluk karşılaşmasını ezberlemeniz gerekiyor’ dersem, ne cevap verirsiniz?”

Yüz adet mi? Dalga geçmiyorsunuz değil mi?”

Korkarım, hayır. Bunun epeyce zamanınızı alacağını biliyorum. Ama isterseniz elli de diyebilirim.”

Devam edin lütfen.”

Önünüzde 64 kareli bir satranç tahtası ve on altı beyaz, on altı siyah taş olacak. Bu elli karşılaşmayı birer birer ve adım adım oynayacaksınız.”

Elli veya yüz şampiyonluk karşılaşmasının hamlelerini nereden bulacağım?”

Bunun için size bir kitap adı tavsiye edebilirim. İngiltere’deki büyük kitapçılarda bulabilirsiniz. Hamleleri kaydetmek için cebirsel notasyon kullanmayı biliyorsunuz değil mi?”

Gazetecinin gözleri ışıldadı. “Ae5 yazıldığında, atın e5 karesine gittiğini gösterir. Bu değil mi?”

Güzel. İlk karşılaşma için bir hafta çalışacaksınız. Defalarca tekrar edeceksiniz. Hamleleri ezberleyinceye kadar. Bunu yapabilir misiniz?”

Sanırım, evet.” Scott’ın yüzü ciddileşmeye başlamıştı.

İkinci hafta bu karşılaşmayı sadece zihninizden yapacaksınız. Satranç tahtası da yok, taşlar da.”

İş zorlaşmaya başladı, Bay Rana.” Yarı şaka yarı ciddi kızar gibi kaşlarını çattı.

Dickens’in romanlarını yazmasına benzetelim. Karakterleri ve öyküyü başından sonuna kadar zihninde canlandırabildiğine bahse girerim, Bay Wallace. Siz de karşılaşma için aynı şeyi yapacaksınız.”

Çok güzel bir benzetmeydi, teşekkür ederim.”

Böylece saldırı ve savunmanın inceliklerini, işe yarayacak hileleri anlamaya çalışacaksınız. Bunu zihninizden yapabildiğiniz takdirde dersimiz bitmiştir. Ondan sonra daha farklı satranç stratejisi kitaplarını okuyabilirsiniz.”

Anladığım kadarıyla siz bu aşamalardan geçmişsiniz, değil mi?”

Yıllar önce aylarca yatağa bağlı kalmak zorundaydım. Bu sayede satranç yeteneğimi geliştirdim. Karşılaşmaları ezberledim. Artık oyuna başladığımda sonunu görebiliyordum.”

Umarım, ben de aynı seviyeye gelirim.”

Hafızanızı güçlendirebilmek için aldığınız gıdalara da dikkat etmelisiniz. Balık, yumurta, çikolata, brokoli, kırmızı lahana, kırmızı soğan, kuşkonmaz ve ıspanak gibi sebzeleri, yaban mersini, çilek, böğürtlen gibi meyveleri önerebilirim.”

Teşekkür ederim Bay Rana. Son bir sorum var. En sevdiğiniz oyunu birkaç cümlede özetlemenizi isteyebilir miyim?”

Sagir gözlerini kapatarak biraz düşündü. “Zor bir seçim. Sanırım şu oyunu önereceğim. Vezirimi ve diğer önemli taşlarımı rakibe kaptırmış gibi yaparak, onun kendine güvenini artırmak, sonunda kale taşımın yardımıyla bir piyonu gittiği son kareden sonra terfi ettirerek vezire dönüştürmek ve rakibi birkaç hamle sonra mat etmek.”

Scott sağ elinin başparmağını kaldırarak takdirini gösterdi, “Yıkıcı darbeyi vurabilmek için zayıf görünmek. Çok etkileyici.”

Bu oyunu usta oyunculara yaparken çok dikkatli olmak gerekir. Taktiğinizi anlamamış gibi yaparak onlar da sizi aldatabilir. Bu durumda kendiniz mat olabilirsiniz Bay Wallace. Sözünü ettiğim elli veya yüz karşılaşmada bunun birçok örneğini bulabilirsiniz.”

Scott ayağa kalktı, “Çok teşekkür ederim, Bay Rana. Dediklerinizi unutmayacağım. İngiltere’ye döner dönmez bu konuyu çalışmaya başlayacağım. Şimdi izninizi rica ediyorum. Kamaramdaki eşyalarımı toplamam gerekiyor.”

Güle güle Bay Wallace. Hindistan’daki işim bittikten sonra ben de İngiltere’ye döneceğim. Tekrar karşılaşmayı diliyorum.”

Genç gazeteci hafif aksak adımlarla uzaklaşırken, Sagir onun arkasından gülümseyerek baktı. Araları en çok yedi sekiz yaş olmalıydı. Bu yaştaki enerjisini, azmini, kazanma hırsını kıskanıp kıskanmadığını düşündü. Geminin kalın düdüğü birkaç kez öttü. İskenderiye’den hareket sekiz saat sonraydı. Hindistan’a kadar daha beş günlük yolları vardı. Hindistan’a devam edecek yolcular kenti görebilirlerdi. Hava sakindi. Çevreyi gezmek için bire birdi. İngiliz bayrakları ile süslenen liman girişindeki büyük kapının dışındaki kalabalığın gürültüsü gemiye kadar geliyordu.

Biraz sonra Sagir de yolcuların çoğu gibi limandaydı. Rıhtımda ve açıkta birçok gemi ve tekne göze çarpıyordu. Silahlı İngiliz askerleri ve yanlarındaki Mısırlı görevliler inen yolcuları sıraya dizdiler. Pasaportlar, biletler, kimlik belgeleri ve eşyalar kontrol ediliyordu. Dışarıya adımını atmayı başaranlar, kendilerini seyyar satıcılar, hamallar ve fayton sürücüleri arasında buluyorlardı. Yakınlarını karşılamaya gelenler de bunlardan fırsat bulabilirlerse kendilerini gösterebiliyorlardı.

Sagir sekiz yıl önce görevli olarak Mısır’a gelmişti. O zaman otuz iki yaşındaydı. Mısır İngiltere’nin ileri üssüydü. Hindistan’a ulaşabilmek için Süveyş Kanalı böylece açık tutuluyordu. Fransızların ve Almanları Orta Doğu’dan ve Asya’dan uzak tutmak için stratejik bir konumdaydı. İngiltere işgali altındaki Mısır uzun zaman önce Osmanlı başkentinden kopmuştu. Osmanlı Valisi sembolik bir yöneticiydi. Trablusgarp'ta (Libya’da) İtalyanlar ve Türkler kıran kırana savaşıyordu. Trablusgarp'a deniz yoluyla gidemeyen Türk subayları, sivil giysilerle ve çoğu da tüccar görüntüsüyle İskenderiye üzerinden atlarla, develerle savaş bölgesine ulaşmaya çalışıyorlardı. İngiliz istihbaratı bunları izliyor ve Mısır için tehlikeli olmayanları görmezden geliyordu.

Sagir iki yıl görev yaptığı Mısır’da İskenderiye’de sadece birkaç gün kalabilmişti. Bütün boş zamanını piramitler ve ünlü Nil Vadisini görmeye ayırmıştı. Kahire’de ailesinin mensubu olduğu Şii İsmailiye mezhebinin Mısır'daki izlerini de araştırmıştı. İki yüz yıl hüküm süren Fatımi Devleti İsmailiye mezhebine dayanıyordu. Fatımi halifeleri kendilerini soyca Peygamber soyundan gelen İsmail ailesine bağlıyordu. Suikastçı fedaileriyle ünlü İran’lı İsmaili önderi Hasan Sabbah ta Kahire'de eğitim almıştı. El Ezher Camii ve Medresesi (üniversite) Fatımilerin başkenti Kahire'de yapılmıştı. Şiîlik eğitim ve propagandası için kurulan Ezher, daha sonra Sünni eğitimi yapılan bir medrese hâline gelmişti. Yavuz Sultan Selim'in Memluk Sultanı Tomanbay'ı astırdığı Bab El Zuveyla da Fatımilerden Osmanlı'ya, sonra da Mısır'a miras kalmıştı.

Sagir bir fayton kiraladı, İskenderiye’nin cadde ve sokaklarını dolaştı, anılarını tazeledi.



İskoç gazeteci Scott Wallace gemiden inince, emrine verilen askeri otomobilin şoförü onu karşıladı. Büyük bir nezaket örneğiydi. Kahire’deki İngiltere Mısır Yüksek Komiserliği'nden, İngiliz Kuvvetleri Başkomutanlığı'ndan ve Londra’daki Savaş Bakanlığı Savaş Esirleri Dairesi'nden görevini kolaylaştırması için gerekli izinler alınmıştı. Esir kamplarında fotoğraf çekebilecek, esirlere armağanlar verebilecek ve serbestçe konuşabilecekti. Babasının desteği çok işe yarıyordu. Belgeleri İngilizce ve Arapça düzenlenmişti ve altı ay önce çektirdiği fotoğrafını taşıyorlardı.

Scott az sonra, yer ayırttığı Anglo American Oteli’ndeydi. Savaş sonrası dönem için yeterliydi. Balkondan Akdeniz’i seyretti. Önünde uzayan ufkun büyüsüne kapıldı bir süre.

Bundan iki bin yıl önce aynı manzaraya bakanlar acaba neler düşünmüştü?

Keyfini bir kadeh viski ve piposuyla süsledi. Otuz dört yaşındaydı. Dokuz yıldır Londra’da New State dergisinde gazeteci olarak çalışıyordu. Büyük Savaş yıllarındaki askerlik görevi bunun dışındaydı. Dergisi esir kampları hakkında bir yazı dizisi hazırlıyordu. İngilizlerin Hindistan'da, Burma'da, Malta'da, Kıbrıs' ta, Yunanistan' da, Irak'ta ve Mısır’da yönettiği esir kampları ziyaret edilecekti. Mısır’dakiler onun göreviydi. Fotoğraf makinesini bir kediyi sever gibi okşadı. Eski Çağ tarihi gibi, fotoğrafçılığa da tutkundu. Fotoğrafları ve makaleleri çok beğenildiği için, New State ile anlaşarak başka gazete ve dergiler için de çalışabiliyordu. Piposunun dumanını havaya savurdu. Mısır’da sık sık yazılarını okuduğu birçok tarihi mekânı gezecekti.

Sebottendorf buradan çok söz etmişti. Yirmi yıl önce Mısır’da bulunmuştu. Konstantinopolis'te (İstanbul’da) okültizm dersleri aldığı bir Türk ile daha sonra buraya tekrar gelmişti. Piramitler bölgesinde çalışmışlardı. Ölçülerinin kozmik ve okült anlamlarını öğrenmişti.

Scott babasına çok şey borçluydu. Onun desteğiyle, artık Dergi'nin Osmanlı topraklarındaki temsilcisiydi. Konstantinopolis'e yerleşecekti. Bu yüzden Londra'daki kitapçılardan Türkçe dili öğreten kitaplar satın almıştı. Biri 1709 yılında Londra’da basılan Thomas Vaughan'ın kitabıydı. İkincisi 1832’de Londra’da basılan Arthur Lumley Davids'in kitabıydı. Çin tarihinin Türk tarihi ile bağlantısı yanında, Uygur, Tatar, Çağatay, Moğol ve Hunlara da değiniliyordu. Üçüncü kitabı James William Redhouse'a aitti. 1855 yılında Kırım Savaşı’ndan sonra Konstantinopolis'e dönen askerler için yazılmıştı. Mutlaka dinleme ve konuşma alıştırmaları yapılmasını öneriyordu. İlk öğrendiği Türkçe cümle “Sabahınız hayır ola” idi. Konstantinopolis'e gider gitmez Türkçe dersleri almaya başlayacaktı. Türkçe ilginç bir dildi. Macarca ve Fince dillerini andırıyordu. Birçok dildeki gibi, özneden sonra fiil kullanılmıyordu. Fiil en sondaydı. Türkler Arap alfabesini kullanıyordu. Scott zorunlu olarak bu alfabeyi de öğrenmeye başlamıştı.

Scott ertesi sabah Seydibeşir Kampı’na gitti. İskenderiye’nin 15 km. kuzeydoğusunda, deniz kenarındaki küçük vadilerden birindeydi. Mısırlı şoför biraz İngilizce konuşabiliyordu. “İngiliz esir kampı ağaçlığın ardında efendim. Türk askerlerini orada tutuyorlar. Aralarında Almanlar da varmış.” Sonra, sesine gizemli bir hava vererek devam etti, “Mekke’ye hacca giden yaşlı Türkleri bile buraya getirmişler. Halk arasında dolaşan bir söylentiye göre, bazı esirleri tedavi edeceğiz derken, gözlerini kör etmişler.”

Scott iç çekerek şoföre teşekkür etti. Kampın girişinde durdular. Nöbetçi belgeleri görür görmez “Hoş geldiniz Bay Wallace, komutan sizi bekliyor,” dedi. Dikenli tellerle çevrilmiş tesise girdiler. Araç “Kamp Komutanı” levhası bulunan bir barakanın önünde durdu. Komutan kapıdaydı. “Hoş geldiniz Bay Wallace. Ben Yüzbaşı Coates. Size yardım etmekten zevk duyacağım.”

Geleneksel çay ikramı sırasında gazeteci bilgi almaya başladı. Kampta 16. Türk Tümeni’nin 430 subayı, bir o kadar emir eri, 10 imam ve Mekke’de Şerif Hüseyin tarafından yakalanıp İngilizlere teslim edilen yirmi sivil bulunuyordu. Otuz Alman subayı ve Ermeni kırımından sorumlu tutularak, Türkiye’den Mısır’a sürülen iki milletvekili de esirler arasındaydı. Coates' e Türkçe bilen bir Ermeni tercüman yardımcı oluyordu. Amerikan Büyükelçi Yardımcısı ve Kızılhaç yetkilileri de kampı ziyaret etmişlerdi.

İlk ziyaret revire yapıldı. Esirlerin sağlığıyla Doktor Üsteğmen Gillespie yönetiminde bir Ermeni Doktor ile yirmi biri Mısırlı olmak üzere yirmi altı hemşire ilgileniyordu. Esir Türk cerrahı Binbaşı İbrahim de ameliyatlara katılıyordu. Scott İngilizlerin şaşkın bakışları altında, İbrahim’e yeni öğrenmeye başladığı Türkçesiyle hatır sordu.

Herkese çiçek, tifo ve kolera aşıları yapılmıştı. Her hafta beş altı hafif sıtma vakası, her ay üç beş basilli dizanteri görülüyordu. Ciddi sağlık sorunları İskenderiye’deki İngiliz hastanesinde çözülüyordu. İçme suyu şehir şebekesinden alınıyordu, yeterliydi. Barakaların dışındaki tuvaletler ve duşlar da yeterliydi. Her gün kireçli su ve cresol ile temizleniyordu. Scott esirlerden bazılarının gözünün kör olduğu söylentileri hakkında bilgi istedi. Doktor, pencereden dışarıdaki beyaz sıvı dolu havuzu gösterdi. “Asit feniklidir. Esirler önce buraya girerler, sonra da fırçalarla mantar dâhil her türlü mikroptan arındırılırlar. Duyduğunuz, sadece birkaç göz hastası için çıkarılmış söylentidir.”

Esirlerin ahşap baraka pencereleri sineklikle korunmuştu, Jeneratörle aydınlatılıyordu. Kırk adet müzik aleti, futbol, tenis, satranç ve oyun kâğıtları, kitaplar esirlerin hizmetindeydi. Meslek sahibi olmayan askerler için kurslar düzenlenmiş ve her askerin en az bir el sanatını öğrenmesine çalışılmıştı. Cami ibadete açıktı ve elektrikle aydınlatılıyordu. Yemekhane yerli bir yüklenici tarafından işletiliyor, bir subay gözetiminde çalışıyordu. Çay, kahve, şeker dâhil günlük ücreti on kuruştu. Subaylar ayrıca kantinden veya kasabadan ilave alışveriş yapabiliyordu. Savaş Bakanlığı günlük maaş bağlamıştı, Erlere ödeme yapılmıyordu. Bazıları subaylarından para yardımı alıyordu. Diğerleri kendi imkânlarıyla geçinmeye çalışıyordu.

Scott bol bol fotoğraf çektiği diğer tesislerde de olumlu izlenimler edindi. Ama içinden bir ses gerçeğin farklı olduğunu fısıldıyordu. Özel bir denetleme düzeni alınmış gibiydi. Olması gerekenden çok daha iyiydi.

Kahire yakınlarındaki Tura esir kampı, Heliopolis esir kampı ve diğerleri de benzer durumdaydılar.

Scott İskenderiye’de esir kampını gördükten sonra, kenti gezmişti. MÖ 332 yılında Büyük İskender tarafından kurulmuştu. Antik çağda dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri buradaydı. Ama uzun zamana dayanamayıp yıkılmıştı. Daha sonra buraya Osmanlılar büyük bir kale yaptırmıştı. En yüksek kulesinde İngiliz bayrağı sallanıyordu.

Sonraki durağı İskenderiye Kütüphanesi’ydi. Mısır hakkındaki kitabından ilgili sayfayı bulmuştu. 900 bin el yazmasıyla Antik çağın önemli eserlerine sahipti. Mısır’a giren her kitabın bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı bu kütüphanede kalırdı. Yurt dışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp, buraya getirirlerdi. Eserler papirüslere yazılarak rulo şeklinde saklanıyordu. Matematik bilgini Öklit, mekanik bilimci Arşimet, tıp bilimci Herofilos, gök bilimci Eratosthenes, Batlamyus bu kütüphanede çalışmışlardı. Bazı uzmanlara göre, burada Büyük Tufan'da yok olmaktan kurtarılabilen çok önemli batıni bilgiler bulunuyordu. Fanatik Hristiyanlar tarafından Şeytan'ın izleri, büyü kitapları olarak nitelenen bilgiler...

Kütüphanenin yakılması ilginçti. 391 yılında Bizans'ın Mısır Valisi, pagan Osiris tapınağının yeri olan bir arsayı, kilise yapılması için Hristiyanlara vermişti. Temel kazıları sırasında üzerinde eski dine ait yazılar bulunan bir taşı Hristiyanlar alay konusu yapmışlardı. Bu pagan inancına mensup kalabalıkları kızdırmış ve ayaklanma çıkmıştı. İnsanlar kılıçtan geçirilmişti. Kütüphanenin olduğu bölge yerle bir edilmişti. İmparator öfkelenmiş ve kütüphanedeki tüm eserleri yaktırmıştı. Bazı tarihçilere göre tarih öncesine ait çok değerli bilgiler bu yangında yok olmuştu.

Scott bir an için kendini ayaklanma ve yangının içinde hissetti, yüreği bir kez daha kavruldu. Bir bilgi avcısı olarak çok üzülmüştü. Özetle, İskenderiye’den çok etkilenmişti. Daha sonraki yüzyıllar da ne yazık ki kitap ve bilgi katliamına tanıklık etmişti. Suriye’deki Trablusşam`ı ele geçiren Haçlılar üç milyon kitabın yer aldığı bir kütüphaneyi yakmışlardı. Moğollar, 1258 yılında zamanın dünya bilim merkezi olan Bağdat’ı ele geçirdiğinde, binlerce kitabı Dicle ırmağına attırmış, bir kısmını da kerpiç gibi kullanarak ahırlar yaptırmışlardı. İspanyollar da 15. yüzyılda Endülüs’ü ele geçirdiklerinde tarihin en büyük kitap, kütüphane, cami ve medrese katliamını yapmıştı.

İnsanoğlu ne kadar acımasızdı...

Scott İskenderiye’den sonra Kahire’ye geçmiş, piramitleri incelemişti. Mısırlılar ekinlerin kuruduktan sonra tekrar yeşermesinin insanlar için de geçerli olduğunu düşünmüşlerdi. Yani insanın fiziki yaşamının ölümden sonra da devam edeceğine inanıyorlardı. Mumyalama bu nedenle geliştirilmişti. Piramitler de firavunlar için yapılan görkemli mezarlardı. Bazı uzmanlar piramitlerin yeryüzündeki konumlarını gökteki yıldızlara benzediğini ileri sürüyorlardı. Bazılarına göre, piramitlerin boyutları dünyanın dönüş hızına göre ayarlanmıştı. İngiliz Astronom Prof. Piazzi Smyth, Büyük Piramit'in Ekvatorun kutba uzaklığının üçte birini belirleyen 30° Kuzey Enlemi üzerinde yer aldığını tespit etmişti. Tonlarca ağırlığındaki taş blokların, o devirde buraya nasıl taşındığı ve yukarılara düzgün olarak nasıl yerleştirildiği ise hala anlaşılamamıştı. Bazı iddialara göre, piramitler Tufan'dan önce yapılmıştı. Hermes (Thot) rahipleri kutsal sırlarını sonraki nesillere ulaştırmak istemişlerdi. İçlerinde ve temellerinde yeraltı galeri bulunuyordu. Scott Sfenks’i de görmüştü. Yüzünün bir firavunu temsil ettiği söylenirdi. Bedeninin aslan, boğa ve kartal karışımı olması farklı anlamlara sahipti. Nil vadisi de çok ilginçti. 12 bin yıl boyunca yaşam alanıydı. Karnak, Luksor, Ölüler Şehri, Krallar Vadisi ve Kraliçeler Vadisini görmeye de iki hafta kadar zaman ayırmıştı. Çok zevk almıştı.

Scott körüklü Zeiss fotoğraf makinasıyla Prof. Piazzi Smyth’in 60 yıl önce çektiklerinden daha iyi fotoğraflar çektiğini düşünüyordu.









***



17 Mart 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Osmanlı barışına giden yolda engeller var...

Osmanlı sultanının hükümeti endişeli. İşgale karşı çıkan Millî Hareketin bir ittihatçı tertibi olmasının ve komünistlerle işbirliği yapmasının, Barış Anlaşması çalışmalarına çok zarar vereceği düşünülüyor.









***



Yusuf ve Alman Bektaşi



Mart 1919, Konstantinopolis (İstanbul).



Her şey senin elindedir evlat. İnsanlar dış dünyaya o kadar bağlanmışlardır ki içlerindeki gücün farkında değillerdir.”

Binbaşı Hüseyin Üsküplü bunları sürekli dinlemişti yetmiş yaşlarındaki Müneccim Yusuf Amca’dan. Tekrar ettiğini yüzüne vurmadı. İhtiyar devam ediyordu. “Sorun dışımızda değil, içimizde. Nefsi, arzuları öldürmeliyiz. Cennet ve cehennem içimizdedir. Düşüncelerini dizginlemelisin. Bunun için irade gerekir. Olayları ve geleceği sen şekillendirebilirsin.

Bindikleri fayton Yedikule mezarlığını geçiyordu. Surların yıkık duvarlarının ilgiye ihtiyacı vardı. Edirnekapı tarafları daha bakımlıydı. Yöneticiler bu taraflara uğramamışlardı. Az da olsa Üsküp’ün eski şehir alanında bulunan Üsküp Kalesi’ni andırıyordu. Yedikule kapısına geldiğinde yaşlı faytoncu yardım ister gibi geriye döndü. Yusuf Amca eliyle işaret etti, “Zeytinburnu’na dönelim, Zakirbaşı Sokağı’nı bulacağız.” Kırbaç şakladı, tenha yolda devam ettiler.

Mart soğuklarının İstanbul’a kendisini hissettirdiği bir öğle vaktiydi. Sivil elbiseli Binbaşı köstekli saatine baktı. Sıkıntılı bir sesle “Saat ikiye geliyor, Amca,” dedi. İhtiyar anladım dercesine başını salladı. O da düşünceliydi. Aksakallı bakırcı ustası ülkedeki gelişmeleri gazetelerden çok daha iyi izlerdi. Hüseyin ülkenin içinde bulunduğu zor günleri düşünüyordu. Nusaybin'den dönen Ali İhsan Paşa ile bazı tanınmış kişiler İngilizler tarafından tutuklanmıştı. Tevfik Paşa Hükümeti istifa etmiş, yerine Damat Ferit Paşa Hükümeti gelmişti. İstanbul Rumları taşkınlıklarını saldırılara dönüştürmüştü. Fransızlar Kozan'ı Zonguldak ve Ereğli’yi işgal etmişti. Yunanlıların İzmir’i işgal planını, İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD’nin kabul ettiği haberleri geliyordu.

Bu hengâmede benim Bektaşi tekkesinde ne işim var?

Yusuf Amca’ya bugün için çok önceden söz vermişti. O da Hüseyin’i tekkeye kabul etmesi için Mürşit ile iki kez görüşerek ayarlamaları yapmıştı. Artık geri dönüşü yoktu. Koyu Bektaşi olan sevgili amcasını kıramazdı. Hüseyin ne zaman canı sıkılsa onun Balat’taki bakırcı dükkânına giderdi. Bazen kendisini yemeğe davet eden Yusuf Amca’nın evine giderdi. Ondan Bektaşilik hakkında bilgiler alır, karşılığında ona savaş anılarını anlatırdı. Verem hastası hanımını, can yoldaşını ve ardından oğlunu kaybettikten sonra her fırsatta Bektaşi dergâhına giderdi. Kahve falına çok iyi bakardı. Genellikle de falını tutturduğundan takma adı “Müneccim” idi. İyi bir amatör astrologdu ve dükkânın arka tarafında bir kitaplık bölümü vardı. Evinde de sayısız kitabı vardı. Sihirbaz olmadığını, yalnızca Tanrı’nın kullarına gönderdiği işaretleri değerlendirdiğini söylerdi. Sözlerini kanıtlamak için Kur'an'dan ayetler okurdu. En çok okuduğu Zariyat Suresi yirminci ve yirmi birinci ayetlerdi. “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” Vurgulamak için Arapçasını da arkasından getirirdi “Ve fîl ardı âyâtun lil mûkınîne. Ve fî enfusikum, e fe lâ tubsirûne.” Hüseyin bu iki ayeti ezberlemişti.

Bozuk yoldaki bir çukura tekerleği düşen faytonun sarsmasıyla ikisi de düşüncelerinden koptular. Hüseyin kalpağını düzeltirken tonton ihtiyara takılma zamanının geldiğini düşündü.

Yusuf Amca aklıma bir Bektaşi fıkrası geldi.”

Yaşlı adam, tespihini çekmeye devam ederken, zoraki bir biçimde gülümsedi, “Beni kızdıramayacağını biliyorsun evlat. Yine de dinliyorum seni.”

Hüseyin içinden “Orası belli olmaz ihtiyar,” diyerek anlatmaya başladı. “Bir gün üç Bektaşi namaza gitmiş. Namaz sırasında birinin etrafında arı dolaşmaya başlamış. Birinci Bektaşi ikinciye dert yanmış: ‘Etrafımda bir arı var, rahatsız ediyor, namazı bozacak diye korkuyorum.’ İkinci Bektaşi onu uyarmış: “İyi de sen konuştun, namazın zaten bozuldu, bari kov şunu da bizim namaz bozulmasın.’ Üçüncü Bektaşi dayanamamış “Neyse ki ben size uyup konuşmadım, yoksa benim namaz da bozulacaktı!’

Gülüştüler.

Az sonra, hafif yokuşu olan bakımsız yolun sonunda, ahşap, boyasız, iki katlı evi gördüler. Yıkılmaması için dışarıdan direkler dayalıydı. Issız bir yerdi. Yakınında bir çeşme vardı. Yusuf Amca “İşte geldik. Sözünü ettiğim Perişan Baba Tekkesi!” dedi. Faytoncuya parasını ödedi ve bilgi vermeye başladı. “Üç zatın ismi anılarak bu tekke zikredilir: Seyyid Mehmet Baba, Perişan Baba ve Erikli Baba. Orada kabri bulunan Erikli Baba İstanbul'un fethine katılmıştı ve kış günü erik bulmasıyla ünlüydü. Şu iki sütun onun mezarını gösterir. İleride gördüğün Yedikule Hisarı yeniçerilerin başlıca görev yerlerinden biriydi.”

Hüseyin çevreyi gözlerken bir yandan da dinliyordu. “Vakayı Hayriye’de bu tekkelerin hepsinin yıkıldığını hatırlıyorum Yusuf Amca.”

Evet. 1826’da Sultan II. Mahmut tarihin en önemli kararlarından birini aldı. Önce katliama fetva vermeyeceği düşünülen Şeyhülislamı görevden aldı. Yerine getirilen ise fetvayı verdi. Bektaşiler ve yeniçeriler farzları yerine getirmiyor, ibadeti küçümsüyordu. Kâfirdiler, şeriata aykırı hareket ediyorlardı. Öldürülmeleri vacipti! Yakalanan yeniçeriler idam edildi. Bektaşi dedebabaları da sürgüne yollandı veya idam edildi. Bektaşi tekkeleri yağmalandı, mezar taşları kırıldı. Malları Nakşibendi tarikatlarına nakledildi. Yaşananlar bir kâbus gibiydi.” Hüseyin dinlediklerin bir kısmını hatırlıyordu. Müneccim devam etti. “Zamanla olaylar duruldu. Bazı Bektaşiler Sünni kalacaklarını söyleyerek katliamdan kurtuldu. Dedebabalar, çaresizce Nakşibendi oldular. Aradan kırk yıl geçti. Annesi ve kendisi de Bektaşi olan Sultan Abdülaziz döneminde Bektaşiler daha rahat nefes almaya başladı. Bazı hayırseverler gasp edilen arazilerden satılanları alıp zaviyelere vakfetti. Ancak, Sultan Abdülhamit zamanında baskılar geri geldi. Meşrutiyetin ilan edildiği İttihat ve Terakki zamanında tekrar rahatlama başladı. Bundan sonra şu gördüğün ev, mezarlık ve yanındaki bahçe geri alındı. Sebze ve meyve yetiştirilerek masrafları kısmen karşılanıyor.”

Aradan on yıl geçmişti ama esaslı bir onarım yapılamamıştı. Güçleri ancak buna yetiyordu. Dergâhın kapısına geldiler. Üzerindeki kitabede on iki dilimli Bektaşi Tacı görünüyordu. Hüseyin altındaki mermer levhaya kazınmış yazıyı okudu:

Burası âşıkların kâbesidir. Eksik gelen tamam olur.”

Hüseyin kapının açılmasını beklerken fısıldadı, “Yusuf Amca 21 Mart günü buraya gelebildiğim iyi oldu. Senin sayende demek istiyorum.” Dergâhın kapısındaki anlayamadığı olumlu bir havadan etkilendiğini hissetmişti. Yoldaki olumsuz düşüncelerinden utandı. Binbaşıya dönen yaşlı adamın yüzü aydınlandı. “İzin alabilmene sevindim evlat. Nevruz kutlamaları bugün başlar, gece ve gündüz eşitlenir, özel bir gündür. Güneş balık burcundan çıkıp koç burcuna girer. Yeniden doğuşu ve ölümden sonra dirilişi simgeler. İrfan ve ilim diyarına doğarız bugün. Cehaletten kurtuluruz. Kırklar Bayramı da denir. Hazreti Ali’nin doğum günü ve Hazreti Muhammed’in peygamberliğinin meydana konulduğu gün olarak bilinir.”

21 Eylül’de de eşitlik oluyor değil mi?”

O da terazi burcuna denk düşer. Ölümden evvel dirilmeyi simgeler. O zaman ‘Kırmızı Perşembe’dir Bektaşiler keşkül yaparlar.”

Kapıyı açan bıyıklı ve sakallı gencin arkasından âdete uyarak kapının eşiğine basmadan içeri girdiler. İçerisi kalabalıktı. Herkesin başında on iki dilimli sarık, üzerinde çeşitli renk ve desenlerde hırkalar vardı. Kemer kuşanmış, göğüslerine on iki köşeli Teslim Taşı takmışlardı. Sağ ellerini kalplerinin üzerine koyduktan sonra, birbirlerinin ellerini öpüyorlardı. Yusuf Amca da yanında getirdiği sarığını ve hırkasını giydi, kemerini bağladı, Teslim Taşı’nı boynuna geçirdi. Müritler kendilerinden olmadığı kılığından belli olan Hüseyin’e başlarıyla selam vermekle yetindiler. O da aynen ve kibarca karşılık verdi. Bektaşi olmak isteyen bir kadın iki tanıdık Bektaşi tarafından tekkenin babasına takdim ediliyordu.

Yusuf Amca törenden sonra, Hüseyin’i uzamış siyah sakallarına rağmen yaşı oldukça genç görünen Mürşit’e takdim etti. Tekkenin babası oturduğu sedirden öne doğru hafifçe eğilerek sağ elini kalbinin üzerine koyup selam verince Hüseyin de aynı şekilde karşılık verdi. Genç Mürşit gülümseyerek konuştu:

Hoş geldiniz kardeşim. Sizi de aramızda görmekten mutlu oldum. Nefsine hâkim, kalbi zengin, zihni berrak, eli açık insanların sayılarını artırarak, daha iyi bir dünya için çalışıyoruz.”

Ayakta Mürşit’e daha yakın duran Yusuf eğildi ve sadece onun duyabileceği fısıltıyla Hüseyin’i bu özel gün için davet ettiğini, mürit adayı olmadığını söyledi. Tekke babası daha önceden konuyu konuştuklarını hatırladığını işaret ederek tekrar sağ elini kalbinin üzerine koyup başını eğdi. Daha sonra muhabbet sofrasına oturdular. Buna Ali sofrası da diyorlardı. Dergâhın baş aşçısı her gün imkânlar dâhilinde kurbanlar keser, ocağın başında türküler, ilahiler okuyarak birkaç kazan yemek pişirir, mezeler hazırlardı. Kileri elden geldiğince boş kalmıyordu. Bu kıtlık zamanında, etlisinden, sebzelisine, zeytinyağlısından, böreğine, sütlüsünden kadayıf tatlısına kadar her şey vardı sofrada. Binbaşı ev sahiplerini kırmamak için aklından geçeni söylemedi:

Harp zenginleriyle araları iyi olmalı.

Konuşma sesleri aniden kesilerek yerini saygılı bir sessizliğe bıraktı. Mürşit gözleri kapalı başı yerde olarak açılış konuşmasına başlıyordu.

Kâinat yaratılmadan önce, ruhlar âleminde Kırkların yaptığı cem yeryüzüne yansıyor. İnsanlar arasında tekrar ediliyor. Ey gönüllerimizi ve gözlerimizi iyiye döndürücü, ey geceleri gündüzlere çevirici, ey yılları yıllara ekleyen, halimizi en iyi hâle çevir!”

Hep birlikte “Âmin!” sesleri yükseldi. Sonra müritler ayağa kalktı. Mürşit'in işaretiyle üç ilahi okundu. Onu içinde on iki imamın adı zikredilen şiirler izledi:

Gece gündüz arzumanım Kerbela. Gel gidelim on iki imam aşkına. Senden başka yok sermaye elimde. Hazır olalım on iki imam aşkına.”

Sonunda sofraya geçtiler. Yusuf ve Hüseyin'e Mürşit'in solunda yer verdiler. Mürşit’in sağ yanında ise Avrupalı olduğu belli iki yabancı oturdu. Binbaşı kalabalıktan onları daha önce fark edememişti. Biri otuz otuz beş, diğeri kırk kırk beş yaşlarında görünüyordu. Birbirlerine başlarıyla selam verdiler. Bağlama, ud ve cümbüşün peşrevi eşliğinde yemekler yenmeye, sohbetlere başlandı. Yusuf fısıldayarak anlatıyordu. Önceleri şerbet içilirken Aleviliğin etkisiyle şarap ve daha sonra da rakı içilmeye başlanmıştı. Hepsinin bir yol kardeşi vardı. Evli olanlar boşanmazlardı. Törenin sonuna doğru saki derviş törene katılanlara her zamanki gibi süt ikram etti. Bektaşi Tekke Babasının gülbank duasıyla tören sona erdi. Mürşit kötülüklerin iyiliklere çevrilmesi, dışların bayındır, içlerin aydınlık olması, yüce toplantılardan ırak ve ayrı olunmaması, doğru yoldan ayrılınmaması dileklerini de eklemeyi unutmadı. Sonra herkes birbirinin Nevruzunu kutladı.

Mürşit dört özel konuğunu bırakmadı. Görevliler ortalığı toplarken, onları kendi makamına götürdü. Sohbete başladılar. Hüseyin, Mürşit ve Müneccim’in bakışmalarından ve konuşma biçimlerinden bu toplantıyı önceden planladıklarını anladı. Ne diyeceğini bilemedi. Sade giysiler içindeki sarışın, mavi gözlü, zeki bakışlı, sakallı adam kendisini tanıtmaya başladı. Bu tekkeye ikinci gelişiydi. Adı Sebottendorf idi, buralarda Bektaşi Müslüman Baron olarak biliniyordu. Alman vatandaşıydı, sonra Osmanlı vatandaşı olmuştu. Balkan Savaşında Türk tarafında savaşırken yaralanarak Almanya’ya dönmüştü.

Terleyen güler yüzlü Baron mendiliyle başını sildi. Arkaya dayalı seyrelmiş ak saçları ortaya çıktı. Hüseyin adamın geniş alnını, kılcal damarlı burnunu, küçük yumuşak ellerini, ince parmaklarını ve uzunca kesilmiş pembe tırnaklarını inceleme fırsatı buldu. Adam güzel Türkçe konuşuyordu. Ama terlemeye başlaması ilginçti. Ortam sıcak sayılmazdı. Burada Mürşit araya girdi.

Sayın Sebottendorf milli mücadeleye maddi ve manevi destek için aramızdadır. Sizden ricamız, Binbaşım, İngilizlerle mücadelemizde, Baron ve Thule örgütü ile Kuvayı Milliye arasındaki irtibatın kolaylaştırılmasıdır.”

Hüseyin'in yüzü gölgelenir gibi oldu. Ama hemen toparlandı. Beklemediği bu soruya ne cevap vereceğini bilemiyordu. Thule’nin İttihat ve Terakki’ye sızmış olduğunu ve Teşkilatı Mahsusa’nın kurulmasında yardımcı olduğunu bir yerlerde duymuş, ama üzerinde durmamıştı. Bazı İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin Mason Cemiyetine üye olduğu hakkındaki söylentiler gibi olmalıydı. Önce Müneccim Yusuf'a, sonra da beyaz tenli, sakalsız, bıyıksız, gözlüklü mavi gözleriyle gülümseyen diğer yabancıya baktı.

İzninizle arkadaşımı ben tanıştırayım.” Konuşan Sebottendorf idi. “İngiliz gazeteci Scott Wallace seçkin bir arkadaşımdır.”

Hüseyin İngiliz kimliğini duyar duymaz kaşlarını çattı. Yerinde huzursuzca doğruldu. Sanki dövüşmeye hazırlanır gibi gergindi.

Al birini vur ötekine. Bir Alman ve bir İngiliz!

Wallace durumu fark etti ve araya girdi,

Şaşırdığınızı görüyorum binbaşım. Haklısınız. Ama ben İskoç asıllıyım, atalarım da Alman kökenlidir. Protestan oldukları için 30 Yıl Savaşları sonunda İskoçya'ya göç etmişler.”

Binbaşının yüzünde biraz rahatlama ifadesini yakalamaya çalışarak devam etti.

O zamanlar İskoçya İngiltere'den ayrıydı. İki krallığın birleşmesi elli yıl sonra oldu.” Türk subayı şimdi daha uysal görünüyordu. “Belki duymuşsunuzdur. Kelt ırkından olan İskoçların çoğunluğu İngilizleri pek sevmez. Bir kısmı da Birleşik Krallık'tan ayrılma hayalleri kurar.”

Hüseyin aldığı bilgilerden memnun olduğunu gösteren bir el hareketi yaptı. İskoç gazeteci aksanlı da olsa Türkçe konuşuyordu. Gülümseyerek, “Sanırım benim de kendimi tanıtmam gerekiyor” dedi. Bu kez Yusuf Amca söze girdi, “Buna gerek yok, ben onlara senin hakkında yeterli bilgiyi verdim.” Binbaşı kaşlarını çatarak “yapma!” dercesine kendisine bakınca, mahcup şekilde gülümseyerek ellerini iki yana açtı, “Sonra sana anlatırım.” Hüseyin aynı ciddiyetle konuşmaya devam etti, “O zaman benim merakımı giderin. Neden beni seçtiniz?”

Sebottendorf da aynı ciddiyetle cevap verdi: “Geçtiğimiz haftalarda, sizden önce yüksek rütbeli birkaç tanıdıkla temas ettik. Alman kimliğim ve ittihatçılarla önceki işbirliğim nedeniyle olumlu yanıt veremediler. İngilizlerin bu yardımlaşmayı milli mücadele aleyhinde kullanacaklarından kaygılanıyorlar.”

Bu kez Mürşit araya girdi, “Ben de Yusuf kardeşimizle konuyu görüşmeyi önerdim. Sizi bize o tavsiye etti, biz de sizi buraya davet etmeyi uygun gördük.”

Sebottendorf devam etti “Amacımız on yıllardır çile çeken Türklere yardım etmektir. Bu kadar basit. Avrupa basınında mücadelenizin duyurulmasının ve Almanya'nın desteğinin iyi anlatılması lazımdır. Bize yardımcı olacağınızı umuyoruz.”

Binbaşı yaşlı Müneccim'e yine sert bir bakış fırlattı, ardından yumuşak bir tonla cevap verdi, “Pekâlâ, bu konuyu güvenilir arkadaşlarımla görüşüp, sonucu Yusuf Amca'ya iletirim.” Hüseyin Karagümrük’teki ilk toplantıda bunu gündeme getirecekti.

Az sonra tarikat ve yol kardeşleri arasında daha dinî bir hava içinde, yola girmeyenlerin katılamayacağı cem töreni başlayacaktı. “Semah” denilen ve gizli yapılan kutsal törenlerdi. Konuklar izin isteyerek tekkeden ayrıldılar. Hava çoktan kararmıştı. Yusuf Amca fayton bulabilecekleri en yakın caddeye kadar yarı karanlık yolda yürürlerken kendini savunmaya çalışıyordu.

Sana daha önceden bunu anlatmayı çok düşündüm Hüseyin. Ama sonunda bu şekilde, biraz emrivaki yaparak daha etkili olacağını düşündüm. Umarım bana kırılmadın genç dostum.”

Binbaşı tek gözünü kısıp yanıtladı. “Doğrusu sana biraz gücendim ihtiyar adam. En azından biraz olsun bilgi verebilirdin. Almanlar ve İngilizler hakkındaki berbat deneyimlerimi sana kaç kez anlattım. Unuttun mu?”

Ben de sana defalarca anlatmıştım evlat. İnsanları aynı kefeye sokmak hatadır. En kötü zannettiğin milletlerden, ya da topluluklardan çok iyi insanlar çıkar.”

Neyse, olan oldu. Denize düşen yılana sarılır. Sen böyle uygun gördüysen, bir bildiğin vardır elbette.”

Müneccim'in gözleri parladı. “Sebottendorf tanınmış astrologlardandır. El falı, muska yazıcılığı ve uzgörü alanında uzmanlaşmıştır.”

Hüseyin amcasını kızdırmak için bir fırsat bulmuştu. “Yani senden daha iyidir, onu mu demek istiyorsun?” Yusuf bozuntuya vermedi. “Bu konularda fazla görüşemedim. Ama içimden bir ses bu adamın bize çok yararlı olabileceğini söylüyor.”

Faytonda da Bektaşileri konuşmayı sürdürdüler. Özetle, dünyada yaşamasını bilmeyen cennette yaşayamazdı. Fayton Yusuf Amca’yı Atikali’deki evine bıraktıktan sonra Hüseyin’i Balat’a getirdi. Binbaşı eve gitmeden önce karşıdaki kahveye uğradı. Sigara ve nargile dumanları altında çay ve kahve içerek tavla ve kâğıt oyunu oynayanlar, oynayanları seyredenler her zamanki havalarındaydılar. Emekliler, yaşlılar ve işsizler için gidebilecekleri tek yer burasıydı. Bütün gününü bu kahvehanede geçirenler az değildi. Çalışanlar için de tatil günleri için benzer şeyler söylenebilirdi. Ülkenin içinde bulunduğu ciddi ortam buralarda hissedilmemişti. Belki de olanları geçici bir süre unutmak için buraya sığınmışlardı.

Uzak köşede Sabri, İsmail, Mahmut ve Vartan denilen Ermeni’yi gördü. Alışılmış tavla savaşına gömülmüşlerdi. Sabri’nin tavla pullarını oynatırken yaptığı sert darbeleri kapıya ulaşıyordu. Yaşadığı olumsuzluklarının hıncını tavla kutusundan alır gibiydi. Hüseyin masalarına yaklaşırken, onu önce yüzü kendisine dönük olan İsmail fark etti. Eliyle işaret ettiğinde tavlacılar da ara vererek ona döndüler. Üçüyle de tokalaştıktan sonra arkası kahvedekilere dönük olarak yanlarına oturdu. Kalpağını çıkarıp, yandaki boş iskemleye bıraktı. Kendisine sigara paketini uzatan Vartan ile göz göze geldiler. Bir sigara alarak teşekkür etti. Bu adamın farklı bir havası vardı. Etli yanakları, küçük burnu, köşeli çenesi, kalın siyah kaşları ve alnına inen sık saçları bir şeyler gizlemeye çalışıyordu sanki. Sabri, ağabeyinin her zamanki orta kahvesini söylerken, Mahmut da sigarasını yaktı. Hal hatır sormalardan sonra tavla partisi kaldığı yerden tekrar başladı. Vartan kaybediyordu. Kendini oyuna veremediği, düşünceleriyle başka yerlerde olduğu belliydi.

Hüseyin kahvesinden ilk yudumu aldığında, yan masada oyun oynanmadığını fark etti. Hararetli bir sohbet vardı. Gözleriyle tavlacıları seyrederken, kulaklarını ve dikkatini tartışmacılara yöneltti. Siyasal konular konuşuluyordu. İçinden bu aydın Balatlıları kutladı. Gelişmeleri izlemeleri ve tartışmaları ülke için umut vericiydi. Ama az sonra acele hüküm verdiğini ve yanıldığını anladı. İttihatçılar ve milliyetçiler yerden yere vuruluyordu. Onların can düşmanı Hürriyet ve İtilaf Partisi ülkeyi bu zor durumdan kurtaracak tek siyasal güçtü. Anadolu’daki gâvur Kuvvacılar başlarına bela açacaklardı. Bunları söyleyen kalın çerçeveli gözlük takan, orta yaşlı bir adamdı. Ve davudi sesiyle diğerlerinden fazla konuşuyordu. Hüseyin hissettirmeden onun yüzüne baktı. İlk kez görüyordu. Mahmut canının sıkıldığını anladığı Binbaşısının gözlerine dikkatle bakıyordu. “Emret şu adamı tepeleyeyim” der gibiydi. Gözlüklü devam ediyordu.

Sultanımızı ve Halifemizi yalnız bırakmamalıyız. Ülkeyi batıran vatan haini ittihatçıların bütün yükü Sultanımızın omuzlarına bırakarak kaçtıklarını unutmayalım arkadaşlar.” Diğerlerinden itiraz gelmeyince devam etti. “İngiltere yanlısı bir siyaset izlemekten başka seçenek yoktur. Ankara’daki sözde milliyetçiler de ittihatçıların bir devamıdır.”

Yanındakilerden biri söylediklerine karşı çıktı. Sesi pek güçlü sayılmazdı, ama yine de tartışmaya katılıyordu. “Evet, ama Cihat ağabey, beş yıl önce savaşa girerken Halife Sultan Reşat bu İngilizlere karşı cihat ilan etmedi mi?”

Hüseyin içinden gülümsedi, halife sultanın fetvası ile adamın adı aynıydı. Esaslı bir soru gelmişti. Cihat denilen adam hemen cevap vermedi. Az sonra yanıtı hazırdı.

O fetva Almanların zoruyla verildi. Halife sultanımıza kalsa bu savaşa hiç girmeyecekti. Zaten hükümeti askeri darbeyle ele geçiren ittihatçılar da Almanların kuklasıydılar.”

Diğerleri gözlüklünün son söylediklerini tartışmadan, ya da karşı çıkmadan dinlediler. Davudi ses devam etti. “Kardeşler, çok şükür burada İslam toprağındayız, işgalciler inancımıza dokunmuyorlar. Osmanlı kimliğimizi hâlâ bir taç gibi onurla taşıyoruz. Dinlerini vatanlarını kurtarmaya çalışanları suçlamamaya dikkat edelim. Onları eleştirirken sözlerinizin ölçülü ve akıllıca seçilmiş olmasına özen gösterin. İngilizlere yakınlaşmış olmalarından ötürü Halife Sultan Vahdettin hazretlerini ve onun hükümetlerini suçlamayın.”

Öylesine güvenle konuşuyordu ki artık onunla tartışmıyorlardı. Cihat ayağa kalktı, son sözlerini söylüyordu. “Arkadaşlar, dinlediğiniz için teşekkür ederim. Ben kalkıyorum, hesaplar benden bu akşam. Unutmayın, Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne katılmak isteyeni bizzat ben merkeze takdim edeceğim. Bana söylemeniz yeter.”

Sandalye seslerinden hepsinin ayağa kalkarak onu uğurladığı anlaşıldı. Hüseyin de arkasına döndü, onlara baktı. Gözlüklü Cihat’ın ağzı sımsıkı kapalı, dişleri kilitli, dudakları yapışıktı. Gözlüklerinin arkasındaki gözleri nefret doluydu. Evet, tipik bir ittihatçı ve Kuvayı Milliyeci düşmanıydı bu zırtapoz. O da kendisini süzen Hüseyin’e bir anlığına baktı. Bütün dikkatini diğerlerinin heyecanlı fakat gerçeklerden habersiz yüzüne dikmişti. Onları etkilediğinden hatta ezdiğinden emin gibiydi. Sanki Hüseyin’e meydan okur gibi masadakilere döndü: “Anadolu’da Halife Sultan’a isyan bayrağını çeken Kuvayı milliyecilerin Allahsız, dinsiz Rus komünistlerle işbirliği yaptığını unutmayın, lütfen. Tekrar Allah’a emanet olun.”

Bu deyyusa haddini bildirmem gerek.

Mahmut durumu fark etmişti. Yavaşça elini uzatarak Hüseyin’in bileğini yakaladı. Kulağına eğilerek “Bu işleri bana bırakacaktınız komutanım,” dedi. Tuvalete gideceğini söyleyerek kahvehanenin bahçesine yöneldi.

Sabri kendini oyuna kaptırmıştı, ama Vartan’ın konuşulanları dinlediği, belki de bu Cihat’ı tanıdığı belliydi. Zaman zaman bakışmaları da gözünden kaçmamıştı. İkisi de Hüseyin’in tepkisini fark etmişti. Az sonra oyun bitti, hepsinin ertesi gün işleri güçleri vardı. Kalktılar, hesapları ödeyen mağlup Vartan ile beraber kahvehaneyi terk ettiler.

Eve geldiklerinde, İsmail mahalleye yeni taşınan Cihat’ın ittihatçı ve Kuvayı Milliyeci karşıtı, Hürriyet ve İtilaf Partisi üyesi ve Parti Başkanı Damat Ferit Paşa’nın ayak işlerini yapan adamı olduğunu anlattı. En önemli gerekçesi de babasını öldüren ittihatçılardan intikam almaya yemin etmiş olmasıydı. Az sonra Mahmut gülümseyerek odaya girdi. “Artık buralarda ulu orta konuşamaz,” dedi. Başçavuş İsmail neler olduğunu anlamıştı, araya girdi: “Adamı öldürmedin değil mi Mahmut?” Sadık emir eri bozulmuşçasına baktı. “Hayır, Başçavuşum, sadece bayılıncaya kadar iyi bir dayak yedi. Karanlıkta başına neler geldiğini uyanınca anlayacaktır. Dişlerini eksik, gözlüklerini kırık bulacak. Tabii, olaya hırsızlık süsü vermek için cüzdanını da aldım.”

Hüseyin kendisine uzatılan cüzdanı açtı. Biraz para vardı. Bir de ailesine ait olması gereken birkaç fotoğraf. Başka bir şey yoktu. Bu tiplerin İngiliz istihbarat servisi ile ilişkileri olduğuna adı gibi emindi. Ona kalsa bulduğunu anında zımbalardı. Millî hareketin bir ittihatçı tertibi olduğu ve dinsiz komünistlerle işbirliği yaptığı propagandası kendilerine çok zarar verecekti. Bunu da Merkez ile konuşacaktı. Bu tipleri ayrıca izne gerek kalmadan hemen ortadan kaldırmalıydılar. Erkânı Harbiye'de (Genelkurmay) bu konuların uluorta tartışılması yasaklanmıştı. Balkan Savaşı ve izleyen savaş yıllarında, İttihat ve Terakki Partisi ile Hürriyet ve İtilaf Partisi mensubu subay ve generallerin, siyasi görüş farklılıkları sebebiyle birbirine yardımdan yüz çevirmesi çok vahim sonuçlara yol açmıştı.

Eski ittihatçıların ve Kuvayı milliyecilerin her yerde arandığını unutmamalıydılar.











***



Bilge'den Önder’e



3 Ocak 2019, Ankara.



Esrarengiz internet arkadaşım Bilge Wallace'ın ilettiği “Yirmi Bir’den Sonra” başlıklı tarihi romanı okumaya başladım. Cep telefonuma da aktarmıştım. Böylece dışardayken, fırsat bulunca bıraktığım yerden okumayı sürdürüyordum. Adam paralel evrende yaşadığını söylüyordu ama buraya kadar okuduklarımdan anladığım kadarıyla, bildiklerimden ve hatırladıklarımdan farklı bir hususa rastlayamadım.

Binbaşı Hüseyin Üsküplü’nün ailesi dışında…

Annesi Reşide Hanım, yani küçük yaşta kaybettiğim ninem anılarımdaydı. Ama Ayşe diye bir kızı yoktu. Annem ile beraber üç kız kardeşlerdi. Benim de iki dayım yoktu. Reşide Hanım’ın kız kardeşi yoktu. Burada farklı bir aile yapısı vardı.

Beynimdeki diğer Önder Üsküplü hala ikna olmadığını söylüyor. İşletildiğimi düşünüyor…

Ben de o kadar saf değilim. Zaman bulunca takıldığım konuları internetten araştırıyorum. Sonuçta ne mi buluyorum?

Diğer Önder haklı olabilir. Olağandışı bir durum yok.

Bu konuyu şimdilik hiç kimseyle paylaşmamayı yeğledim. Paralel evren iddiasıyla ortaya çıkan bu kişiyi, gönderdiği bilgileri ve romanını bir süre daha kendime saklayacağım. Bir hafta geçmişti, başka haber yoktu. Ama geçen akşam elektronik postalarıma bakarken, Bilge Bey'den gelen iletiyi gördüm. Kısa bir cümleydi:

Nasılsınız Önder Bey? Romanı açabildiniz mi? Okuyabiliyor musunuz?”

Gönülsüzce yanıtladım. “Evet. Sorun olmadı.”

Son iletinin tarihine baktım: 27 Aralık 2018 idi. Devam ettim. “Neredeyse bir hafta geçti. Sizden ümidi kesiyordum Bilge Bey.”

Yanıtı gecikmedi. Bağlantı şimdilik iyi görünüyordu. Sanki düşüncelerimi okumuştu. “İletişimin sürekli olmayacağını biliyorum Önder Bey. Uzmanlarımıza göre, sizin tarafla bağlantıda olan başkaları da varmış. Onlar da düzensiz bağlantıdan şikâyet ediyorlarmış. Nedenini bulmaya çalışıyorlar.”

Eğer hala benimle alay ediyorsa, bu işi iyi beceriyordu. Akışı bozmadım. “Bizim dünyamızda sizinle temasta olan başkaları da var demek. Bunu öğrendiğim iyi oldu.”

Roman hakkında ne düşünüyorsunuz?”

Henüz başlardayım Bilge Bey. Ama buraya kadar bildiklerimden ve hatırladıklarımdan farklı bir şey yok diyebilirim. Tekrar yazışabilirsek, daha fazla bilgi verebilirim.”

Çok memnun olurum Önder Bey. Siz de Ankara'nın bu günlere nasıl geldiğini özetleyebilir misiniz?”

Biz 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olan Ankara'da yaşıyoruz. İlk fırsatta, ben de size fotoğraflar ve videolar yollarım.”

Çok sevinirim Önder Bey. Ümitköy ve Çayyolu'nu özellikle çok merak ediyorum. İlişikte komşu devletlerin de tarihini özetledim. Ayrıca Konstantinopolis, yani İstanbul hakkında bazı bilgiler, resimler ve videolar gönderiyorum. Umarım ilginizi çekecektir. Bu arada, Türkiye Cumhuriyeti'nin bizim için yabancı bir kavram olduğunu belirtmeliyim. Sizin yazışmalarınızda sıkça geçi...”

Temas yine kesildi. Bundan sonra yazdığım teşekkür yazısına yanıt gelmedi. Yine kendi başınaydım.

Kitabı okumaya devam ediyorum...



















***



27 Nisan 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Barış ve hesap görme yan yana ilerliyor...

Osmanlı başkentinde Ermenilere zulüm yapanların cezalandırılması devam ediyor. Bu arada Yunan işgalinden söz edilmesinin, Türklerin aşırı tepki vermesine neden olacağından endişe ediliyor.









***

Cadı avı





Nisan 1919, Konstantinopolis (İstanbul).



Okların hedeften öteye atılmaya başladığı günlerdi…

Şiddetli poyrazın etkisiyle yelken direkleri güneye yatmış teknelere baktı bir süre. Hemen yanlarında, Haliç’in kıyısına bağladıkları kayıklarında yolcu ve yük bekleyen kayıkçılar aralarında sohbet ediyorlardı. Bazı sözleri, Nisan güneşinden yararlanabilmek için yürüyüşe çıkmış olan Vartan’ın kulağına çalındı:

İşler kesat arkadaşım. Akşam eve döndüğümde ekmek parası çıkarabilmişsem ne mutlu bana. Küçük oğlum zaten hastalıktan kurtulamadı, ne yapacağımı bilemiyorum.”

Ben de bu ayın kirasını ödeyemeyeceğimden endişe ediyorum.”

Yakınlardaki camiden gelen ezan sesinin eşliğinde yürümeye devam etti. Sahilden otuz kırk metre açıkta, yakaladıkları balıkları satmaya götüren iki tekne Kasımpaşa yönüne ilerliyordu. Üstlerinde paylarını bekleyen martılar aralarında cıvıldaşıyorlardı. Tersanede onarımdaki buharlı vapur ve onun yanındaki İngiliz denizaltısı görüntüyü çeşitlendiriyordu. Karşı sırtlardaki camiler ve mezarlıkları gözleyen servi ağaçları da rahatlıkla seçilebiliyordu. Daha dikkatli bakarak Ermeni kilisesini seçmeye çalıştı. İlk fırsatta Fransızların beş ay önce işgale başladığı Çukurova’ya gidecekti. Fransızların kurduğu Ermeni birliklerini görecekti. Türklere karşı başarıyla mücadele ediyorlardı.

Vartan İngiliz Büyükelçiliği tarafından oluşturulan cadı avı ekibinde görev alalı üç ayı geçmişti. Artık her gün oraya gidiyordu. Aldığı ücret günün koşullarına göre oldukça iyi sayılırdı. Tanıdığı veya karşılaştığı Ermenilerden 1915 kıyımından sorumlu olan ittihatçı Türklerin adlarını ve adreslerini öğrenip, çalışma grubuna veriyordu. Çalışma grubunun başında Konstantinopolis'te yıllarca çalışmış Andrew Ryan isimli tercüman vardı. Türk savaş suçlusu olarak belirleyecekleri adlardan oluşan “Kara listeler” kabarmaya başlamıştı. Ermenilerin kıyımında Teşkilatı Mahsusa’ya ve ordu birliklerine destek veren, örgütleyen ve yürüten herkes ‘nitelikli suç ortağı’ idi. Ermeni mallarını talan eden, Ermeni çocuklarını besleme veya evlatlık alan, kızlarını haremlerine katan, Ermenilerin el konulan zenginliklerini kendine sermaye yapan, Ermenilerin boşalttığı alanlarda kendine iş alanı yaratanlar da bu kapsamdaydı. Tehcir konvoylarına saldıran, yağmalayan çete reisleri ve çete üyeleri ise en zalimleriydi.

Ama iyiler de vardı…

Çalışmalarda Ermenilere yardım eden birçok devlet memuru ve Türk aileleri de ortaya çıkıyordu. Ateşkesten önce, Ermenilere yardım ettikleri için çok zor durumda kalmışlardı. Bunların daha fazla zarar görmemesi için, hatta ödüllendirilmeleri için de gayret gösteriliyordu. Asıl suçlular ve onların suç ortakları, başka kaynaklarca da doğrulanınca gözaltına alınıyor ve sorgulanıyordu. Daha sonra da yargılama başlıyordu. Suçluların cezalandırılması bu şekilde yürüyordu, ama uzun ve zahmetliydi. Bir grup Taşnak devrimcisi Ermeni bu işin daha hızlı yapılmasını düşünüyordu. İşin ilginç yönü, buna bazı Türklerin de destek vermesiydi.

Vartan Unkapanı Köprüsü’ne yaklaştığını fark etti. Geçenlerde bir İngiliz astsubayının anlattıklarını hatırladı. Rönesans'ın büyük ismi Leonardo Da Vinci’nin Haliç'e bir köprü yapılması teklifi kabul görmemişti. Zamanın diğer önemli ismi Mikelanj’a Konstantinopolis'e gelip köprüyü tasarlaması için yeni bir teklif götürülmüş, ama Mikelanj bu teklifi geri çevirmişti.

Geri döndü. Avukatlık yazıhanesini daha fazla kapalı tutmamalıydı. Mağdur Ermeniler birbirlerine Arto’yu ve Vartan’ı tavsiye ediyorlardı. Yazıhaneye Konstantinopolis'ten ve Anadolu’nun her yerinden şikâyetçiler geliyordu. Suçluların tüm pislikleri ortaya çıkıyordu. Bunu tüm dünyaya duyuracaklardı. Bu öykülerle birçok trajedi romanı yazılabilirdi. Örnek olarak son dava dilekçesini hazırladığı Asu'nun öyküsü geldi aklına.

Kafilemizden hastalanıp ölenleri gömdük. Yola devam ediyorduk. Soğuk, hastalık ve açlık can almak için yarışıyordu. Çıplak ayaklarımıza sardığımız bezler yırtılıyor, tabanlarımız şişiyor, kanıyordu. Geceleri ateşin etrafında toprakta uyumaya çalışıyorduk. Annemin yürüyecek hali kalmamıştı. Birkaç yaşlıyla birlikte geride kaldık, gruptan koptuk. Bizleri koruyan jandarmalar da yoktu. Mola verdiğimiz bir yerde silahlı adamlar herkesin paralarını ve değerli eşyalarını aldılar. Sonra kazdığımız hendeğin yanında sıraya soktular ve arkamızdan silah sesleri duydum. Vurulanlar çukura düşüyorlardı. Bir süre sonra kendime geldim. Yaşıyordum. Toprak altındaydım. Güçlükle nefes alıyordum. Üstümdeki toprağı kaldırmaya çalıştım. O sırada yukarıda bir hareket oldu. Tanımadığım birisi beni dışarı çıkardı. Panik içinde taze toprağı ellerimizle kazdık. Annemin ve diğerlerinin cansız bedenleri soğumaya başlamıştı. Ağlayarak, hıçkırarak üzerlerini tekrar toprakla örttük. Hepsi için dallardan bir tane haç diktik.”

Bu güne kadar Ermeni kırımından sorumlu yüz altmış kişi tutuklanmıştı. İkinci dalga için altmış kişilik ayrı bir liste hazırlanmıştı. İngilizlere göre bunların yakalanmaları Padişah'ın pısırıklığı yüzünden gecikmişti ama işler şimdi hızlanıyordu. İçişleri bakanının da ittihatçıların cezalandırma timlerinden korktuğu söyleniyordu. Bunu önlemek için İngilizler destek vaadinde bulunuyorlardı. ‘Ateşkes hükümlerine uymakta kusur etmek’ suçuyla her Türk suçlanabilirdi. ‘Savaş suçluları’ kavramı padişahın ittihatçıları cezalandırması için yeterliydi. Korkacak bir durum yoktu.

Ocak ayındaki insan avında Konstantinopolis'te kırk üst düzey görevli tutuklanmıştı. İngiliz komutanlarına ve subaylarına hakaret etmek, tutsaklara kötü davranmak, Ermenilere veya diğer ırklara zorbalık etmek, yağmaya katılmak, savaş yasalarıyla törelerini çiğnemek, gerekçe gösterilmişti. Ancak Fransızlar bu tutuklamalara karşı çıkmıştı. Onlara göre, Almanya, Avusturya ve Bulgaristan’da bu yapılmamıştı. Türklere haksızlık yapılıyordu.

Vartan önüne gelen simitçiyi görünce birden acıktığını hissetti. İki tane sıcacık sokak simiti aldı. Bunun yanına ayran veya şerbet iyi gelirdi. Çevreye bakındı. Yolun karşısındaki süt ürünleri yapmakta ünlenmiş Bulgaristan göçmeni muhallebicinin dükkânına girdi. Yola bakan bir masaya oturarak öğle yemeğini aradan çıkardı. Ardından taze muhallebiyi de mideye indirdi.

Tekrar yürümeye başladı. Konstantinopolis'teki ittihatçılar yıldırılmaya başlanmıştı. Eski Diyarbakır Valisi Doktor Reşit’in durumu bunun en açık örneğiydi. Suçu belliydi. Ermeni katliamına göz yummuştu. Ama nasıl olduysa, tutuklandığı cezaevinden kaçmayı başarmıştı. Soruşturmalara göre, bu İttihat ve Terakki’nin bir tertibiydi. Ama Reşit Bey dost bildiği kimselerin evlerinde barınamamıştı. Bazıları yardım etmekten çekinmişti, bazıları da korkmuştu. Anadolu’ya da kaçamamıştı. Beşiktaş - Nişantaşı arasındaki bayırda etrafı sarılınca, başına bir kurşun sıkarak yaşamına son vermişti.

Tutuklamalar etkili olmuştu. Padişah hükümeti üzerindeki baskı boşa gitmemişti. Ermeni Tehciri kararının altında imzası olan, olmayan tüm ittihatçılar cezalandırılmalıydı. Liberal ve dinci Hürriyet ve İtilaf Partisi daha çok kişiyi tutuklamadığı için hükümeti uyuşuklukla itham eden bir bildiri yayınlamıştı. Partinin yayın organı Peyam, Sabah ve Alemdar gazeteleri daha çok ittihatçının tutuklanması için var gücüyle çalışıyordu. İttihatçıların partisinin kapatılmasını, ileri gelenlerinin tutuklanmasını istiyorlardı. İttihatçılar darbe yapacaktı, engel olunmalıydı.

Vartan yazıhaneye döndüğünde Arto davalara yardımcı olan Rum ve Ermeni Patrikhanelerine teşekkür mektupları karalıyordu. Bir yandan da sıkıntılarını anlatıyordu. İşler çok yoğunlaşmıştı, bir yardımcı daha almayı düşünüyordu. Yazıhane de yetersiz kalıyordu. Ama davacılar beş parasızdı, ödemeleri varlıklarını geri alınca yapacaklardı. Vartan arkadaşının haklı olduğunu söyledi. İlave etti. “Aklıma bir fıkra geldi. Nasrettin Hoca kadılık yaptığı günlerden birinde, birbirlerini şikâyet eden iki adamdan birinciyi dinledikten sonra ‘Haklısın’ demiş. Ardından ikinciyi de dinlemiş ve ona da ‘Haklısın’ demiş. Yardımcısı kulağına fısıldamış ‘Hocam ikisi birden haklı olamaz.’ Hoca yanıtlamış ‘Sen de haklısın.’” Gülüştüler.

Son durumu değerlendirdiler. Ermeniler, Rumlar, hatta İngiliz yanlısı Türkler listelerin hazırlanmasına yardımcı oluyorlardı. İhbarların çoğunluğu saçma sapandı ama işleme konuyordu. Boşa zaman harcanıyordu. Çıkarcılara ve sahtekârlara dikkat edilmeliydi. İngiliz Büyükelçiliği’ndeki Ermeni-Rum Şubesi “kişi fişleri” ve “olay fişleri” tutuyordu. Kişi fişlerinde yedi yüz kadar suçlu bulunuyordu. Olay fişlerinde suç yeri ve buna karışanların adları vardı. Çoğu bilgiler Ermeni Haberleri Bürosu'ndan ya da Konstantinopolis dışındaki Ermenilerden toplanıyordu. İngiliz Askeri Haber alma şubesi de ayrı listeler hazırlıyordu. Balkan Savaşı sırasında suç işlemiş olanlar bile listedeydiler. 1913 Babıali Baskını suçundan dolayı da yüzlerce kişi kara listedeydi. Türklerin Kutül Amare’de yirmi üç İngiliz astsubayı ile birçok eri zorla sünnet ettikleri bile değerlendiriliyordu. Bir ihbarcı Ali İhsan Paşa’nın Ermenilerden yüz yirmi araba dolusu değerli halı toplatıp Konstantinopolis'e yolladığını, bunların paralarıyla kendisine Bebek’te iki yalı satın aldığını bildirmişti. Bunlar İngiltere Bakanlar Kurulu’na kadar çıkmıştı. Musul‘daki İngiliz siyasi temsilcisi kırk yıl önceki suçları da listelemişti.

Bu aşırılık işleri sulandırmaya başlamıştı...

Sıkıyönetim Mahkemesi Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’e idam cezası vermişti. Kemal Bey asılmadan önce suçsuzluğunu haykırmaya çalışmıştı. Dahası, idam sonrasında yapılan cenaze töreni büyük gösterilere ve tepkilere neden olmuştu. Bunun yayılmasına engel olabilmek için, cenazeye giden bazı kişiler tutuklanmıştı. İngilizler bazı Türk sanıkları da Malta’ya sürgüne başlamışlardı.

Cadı avı daha dikkatli yapılmalıydı…









***



23 Nisan 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Hindistan’daki İngiliz çıkarları tehdit altında...

Müttefikler tarafından aranan, Almanya'dan destek alan eski İttihatçı Türkler ile Bolşevik Ruslar ve Afganlılar arasında gelişen ittifak endişe yaratıyor.









***

Afgan Emiri



Mayıs 1919, Kabil, Afganistan.



Çinliler ne demişti? Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.

Mustafa Sagir Kabil’deki otelinde hafif bir akşam yemeğinden sonra odasına çıktı. Otele yün halı tüccarı Rana Han olarak kaydedilmişti. Hindistan’daki East Textiles & Industries Şirketi’ni temsil ediyordu.

Afganistan’a gelmeden önce Peşaver’deki ailesini ziyaret edebilmişti. Haftalarca süren Londra - Karaçi arasındaki vapur yolculuğu kendisini çok yormuştu. Denizden o kadar nefret etmişti ki, faytoncuya denize en uzak iyi bir otele götürmesini söylemişti.

Ocak ayı sonu olmasına rağmen nemli havası insanı bayıltan Karaçi’ye iki gece dayanabilmişti. Sonra trenle Lahor'a gitmişti. Ama daha önce tarihi Harappa'da iki gün kalmıştı. İndus Vadisi'ni izleyen demiryolu yapımı sırasında İngilizler tarafından tesadüfen keşfedilmişti. Pencap'daki ilk kazı merkeziydi. Arkeologlar milattan önce 322 ile 185 yılları arasında Hindistan'da hüküm süren antik Maurya İmparatorluğu'nun kalıntılarını bulduklarını sanıyorlardı. Sonra daha eski bir uygarlığı bulduklarını anlamışlardı. Milattan önce 3300'den 1300'e kadar yayılan Harappa uygarlığını bulmuşlardı. Mücevherler, süs eşyaları, iki katlı sağlam evler, tahıl depoları, belediye binaları, umumi banyolar bulunmuştu. Tüm tuğlaların aynı boyutta olması da herkesi hayran bırakmıştı.

Mustafa Sagir sonunda memleketi Peşaver’deydi. ‘Hudut Kenti’ anlamına gelen asıl vatanındaydı. Dağ insanları Patanların başkenti burasıydı. Paştunca konuşulurdu. Ünlü İpek Yolu'nun transit kentiydi. Çin'den Hindistan, İran ve ötesine giden veya geri dönen deve kervanları burada soluklanırdı. On beş kilometre uzaklıktaki Hayber Geçidi dünyaca ünlüydü. Ama Peşaver Hayber'den gelen işgalcilerden çok çekmişti. Babür İmparatoru Babür Şah 16. yüzyılda Küçük Kale'yi yani Balahisar'ı yaptırdıktan sonra, kent biraz toparlanmıştı.

Sagir doğum yerinden on yaşındayken ayrılmıştı. Majestelerinin hükümeti adına yetiştirilmek üzere İngiltere’ye gönderilmişti. On beş yıl süren eğitimden sonra, 1902’de, memleketine dönebilmişti. Babası onunla övünüyordu. Annesi ise, yıllarca hasret çekmek ve oğlunun geleceğini garantilemek arasındaki duygularıyla boğuşuyordu. İngiltere hükümeti Mustafa’yı önce özel bir yatılı okulda okutmuştu. Ödülü Oxford diploması idi. Majestelerinin istihbarat örgütü için çalışacaktı. İngiltere’ye sadık kalacağına, kralın taç ve tahtı tehlikeyle karşılaştığında hayatını feda etmekten çekinmeyeceğine Kur’an-ı Kerim üzerine yemin etmişti. Ailesi onun İngiltere hükümetinin dışişlerinde çalıştığını sanıyordu. Mustafa babasına hep doğruyu söyleyeceğine söz vermişti. Ama ailenin güvenliği için, İngiliz dışişlerinde bir memur olması gerekiyordu. Bir de evlenme konusu vardı. Kırk yaşına gelmesine rağmen hâlâ bekâr kalmasını hazmedemeyen annesinin gelin adaylarını hararetle anlatmasını da sabırla dinlemişti. Annesini kırmamak için, Kabil’deki işinden dönünce o kızları görebileceğini söylemişti. Artık oğullarının “r” harfini “ğ” olarak seslendirmesini sorun etmiyorlardı. Hatta ona yakıştığını düşünüyorlardı.

Peşaver’de üç hafta kalabilmişti. Yün halısı tüccarı olan babasının ataları Şii Nizari İsmailiyesi yandaşlarıydı. Moğolların Haşhaşinlerin Alamut kalesini yıkıp, içindekileri katlettiği kıyımdan son anda kaçıp, Afganistan’a ve Hindistan’a sığınmışlardı. 1256 yılından beri bu bağ devam etmişti. Anne tarafı da Babür İmparatorluğu mensubu Şii Türkmen soyundandı. 1800'lerde Hindistan’a gelmiş, Urduca dilini benimsemişlerdi. Mustafa Sagir'in babası ve akrabaları Nizari İsmailiyesi’nin başı, Sultan Sir Muhammed Şah'a, yani III. Ağa Han'a bağlıydılar. Sir Muhammed Şah İngilizlerin tam desteğine sahipti. Ailecek Hint Müslümanı ve İngiliz vatandaşıydılar.

Müslüman kimliği Sagir'in önemli bir kozuydu...

Peşaver’deki üç haftada baba mesleği olan yün halı ticaretinin inceliklerini öğrenmişti. Yün halı sağlıklı bir ortam sağladığından Avrupa’da çok tutuluyordu. Yün kullandıkça renkleri parlayan, güzelleşen, koku yapmayan ve canlı bir elyaftı. Aşınmaya karşı son derece dayanıklı, fazla nemi alan, gerektiğinde geri veren, kapalı yerlerde havanın kurumasını bir oranda önleyen, az toz tutan ve ezilmeyen özellikleriyle pazarlanıyordu. Yünün yüksek bölgelerde yaşayan canlı hayvandan alınmış olması istenirdi. İşçiliğinde güzel bir desen, uyumlu renkler ve sık örgü aranırdı. On beş yaşa kadar olanlar yeni halı sayılırdı. Elli ila yetmiş beş yaş arası yarı antikaydı. Yüz yaş üzerindekiler çok değerliydi.

Şimdi Peşaver’den iki yüz kilometre uzakta, Kabil’deydi. Ertesi gün Majestelerinin İstihbarat Servisi’nin seçkin elemanlarından Yarbay David Nelson ile buluşacaktı. Kendisinden üç yaş küçük bir deniz subayı idi. Yirmi beş yaşındayken istihbarat kadrosuna alınmıştı. Mısır’dan apar topar Rusya’ya gönderilmişti. Bolşevik Devrimi’nde Petersburg'ta ve sonra Moskova’da çalışmıştı. Nelson ile geçen yıl Kiev’de tanışmışlar, Moskova’da birlikte görev yapmışlardı. İyi bir ikiliydiler.

Kabil’e daha önce gelen Nelson’un yeri her zamanki gibi belirsizdi, o Sagir’i bulacaktı. Hedefleri Türklerle görüşerek Hindistan’ı ayaklandırma hareketine yeşil ışık yakan Afgan Emiri idi. Bolşevik Rusların da girdiği bu ittifak İngiliz çıkarları için ürkütücüydü.

Sabah ezanı okunurken uyandı. Soğuk bir Şubat günü başlıyordu. Karla kaplı yüksek dağları seyretti bir süre. Sonra dışarıda hareketlenen insanlara, hayvanlarına, özellikle develerine baktı. Hafızasını yokladı. Onlarca aşiretten oluşan ve yirmiye yakın farklı dil konuşulan Afganistan’ı bir arada tutan İslam dini idi. Afganlılar Dört Halife döneminde İslam ile tanışmıştı. Sonra yüzlerce yıl Türklerin, Moğolların ve İranlıların yönetimine girmişlerdi. Türklerin yönetimindeki Babür devleti 18. yüzyılda Osmanlılardan sonra en büyük İslam devleti olmuştu. Sonra iç savaşa sürüklenmiş, bundan faydalanan Hindistan’daki İngiliz kuvvetleri Afgan topraklarını işgal etmişti. Daha sonra da İngiltere ve Rusya'nın rekabeti başlamıştı.

Sagir tüm gün Kabil’in merkezini dolaştı. Yün halı işiyle ilgilenen birkaç tüccarla İngiltere’ye mal gönderilmesi için iş görüşmesi yaptı. Ertesi sabah tenha kahvaltı salonuna indiğinde, yandaki masada kendisine bakan birini fark etti. Kabarık siyah saçlı, kalın bıyıklı, keçi sakallı, yuvarlak gözlüklüydü. Rus tarzı bir giysiye bürünmüştü. Sagir hafifçe tebessüm etti.

Seni tanıdım David Nelson.

Mavi gözlü, geniş alınlı, orta boylu adam Sagir’in masasına yaklaştı ve gülümseyerek “Dobroye utro, tovariş (Günaydın, yoldaş)” dedi. Başıyla dışarıda beklediğini işaret ederek yürüdü. Sagir çayından son bir yudum alarak onu izledi. Otel kapısının dışında kar yağışı altında bekleyen faytona bindi. Nelson’un başındaki kalpağa, kürklü yakasıyla paltosuna, ayağındaki çizmelerine, deri eldivenlerine takdirle göz gezdirdi. “Rus kılığın geçen senekinden daha başarılı, beğendim” dedi. El sıkışıp, kucaklaştılar. Nelson faytoncuya Rus aksanlı bir İngilizce ile “Bala Hisar Kalesi’ne” dedi. Battaniyelere sarıldılar ve birer sigara yakarken “Anlat bakalım ortak” dedi. Faytoncu kamçısıyla burnundan dumanlar çıkan atı hareketlendirdi. “Bende anlatacak fazla bir şey yok, dostum. Sadece uzun bir yolculuk ve üç haftalık bir aile ziyareti.” İlave etti “Dün de çarşıyı gezdim, yün halılara baktım. Hepsi o kadar. Asıl haberler sendedir.” Nelson başıyla olur işareti yaparak, sigarasının dumanını diğer tarafa savurdu ve konuşmaya başladı. Bolşevik devriminden kaçan çarlık yanlısı bir tüccar rolündeydi. İngilizlerin Bolşevikleri devirmesi için buralarda çalışıyordu. Kazandığı paraları devrik çarlığı geri getirmeye çalışan Beyaz Ruslara gönderiyordu.

Fayton kentin dışına çıktı ve güneye yöneldi. Yapraklarını dökmüş seyrek cılız ağaçlar donmuş toprak yolu süslemeye çalışıyor gibiydi.

Yarbay beş hafta önce Hindistan üzerinden gelmişti. Dev hükümet binaları ve sarayları ile başkent yapılan Yeni Delhi’de kalmıştı. İngiliz sömürge yönetimi eski başkent Kalküta'yı terk etmişti. Çok para harcanıyordu. “Viceroy” denilen Genel Vali’ye göre, sıkıntılar çoğalıyordu. Büyük Savaşı kazanan İngiltere 750 bin civarında kayıp vermişti. İngiliz kontrolü altındaki İrlanda, Mısır, Afganistan ve Hindistan’da bağımsızlık isyanları çıkıyordu. İngiliz kamuoyu artık savaş istemiyordu. Hindistan’ın iyi korunmayan sınırları vardı. Sonunda İngiltere hükümeti Hindistan'ın kendi hükümetini kurmasına izin vermişti. Londra'da hukuk eğitimi alan Mahatma Gandhi Hintlilerin yükselen yıldızı olmuştu. Nelson da Genel Vali’ye Afganistan’da Emir’i ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yapacaklarını anlatmıştı.

Harap kalenin yanına geldiler. Faytondan inerek kendilerinden başka kimsenin olmadığı çevreyi gezmeye başladılar. Yarbay anlatmaya devam ediyordu. Kabil’e geldiğinde Afganistan’ı Hindistan Genel Valisi’ne bağlı olarak yöneten İngiliz birliklerinin komutanıyla temas sağlamıştı. Burada önemli bir adamları vardı. Gizli Servis’in Urducayı ana dili gibi konuşan bir elemanı Topal Molla adıyla Afganistan’da bir tekke kurmuştu. Adamları Afganistan’ın dört bir yanında, onun büyük bir evliya ve büyük bir ulema olduğunu yayıyorlar ve müritleri hızla artıyordu. Sagir takdirini belirtti, “Bu konuyu değerlendirmek çok iyi olmuş Yarbayım.” Nelson gururla mırıldandı “Evet. Bunu çok iyi biliyorsun, Afganistan toplumunun dinî hayatında tasavvuf ve tarikatların önemli yeri vardır. İslâm dünyasının ünlü tasavvuf merkezlerinden Gazne, Herat ve Belh bu bölgededir. Bunu değerlendiriyoruz.”

Sagir araya girdi. “Bir noktaya dikkatini çekerim. Tasavvuf ve tarikatları aynı kefeye koymamak lazımdır. Peygamber Muhammed’in ölümünden sonra iki önemli görüş çıktı. Biri, Arap milliyetçiliğinin önde tutulduğu görüş, diğeri İslamiyet’i evrensel bir din kabul eden görüş.”

Yahudilerin milliyetçi dinine karşı, İsa’nın evrensel Hristiyanlık dini gibi mi?”

Güzel bir benzetme. İslam’da evrenselliği benimseyenler Türklerle meskûn Horasan’a yerleştiler. Tasavvuf, İslam fetihlerinin yol açtığı aşırı zenginleşmeden kaçıyordu. Bu insanlara Sufi dendi.”

Tarikatlar herhalde.” Yarbay araya girerek cahil olmadığını belli etti.

Doğrudur. Sufiler bir tarikata girmek ve mürşide bağlanmak zorunda kaldı. O zaman da özgür irade sona erdi. Yani tarikatlar tasavvufun yozlaşmış hallerinden biri oldu. Dinin kişisel çıkarlar için istismarı her dinde olduğu gibi, Müslümanlıkta da gerçekleşti.”

Anlaşıldı. Sen tasavvufu takdir ediyorsun Mustafa Sagir.”

Dört yıl önce Almanya’da Heidelberg Üniversitesi’nde felsefe doktoramı yaparken bu konuyu tez olarak almıştım.”

Anlaşıldı. Sağol Mustafa. Şimdi görevimize geliyorum. Topal Molla dinden uzaklaşan Emir’e karşı İslami bir ayaklanma başlatmakla görevlendirildi. Onunla gizli ama yakın temasta olacağız. Müritlerinden Emir’e yakın olan iki kişi bulduk. Sen halı tüccarı olarak onlara iş ve para teklif edeceksin.”

Yeterli paramız var mı?”

Kabil’deki İngiliz birliklerinin komutanının kasasında saklanan 50 bin sterlin var. Birazını harcadım, ama kalanı işimizi görecektir.”

Bu iki Afganlı ne kadar güvenilir?”

Ben onlarla görüşmedim. Topal Molla fazla güvenmiyor. O yüzden sen de çok dikkatli olmalısın.”

Sagir başını sallayarak onay verdi. Satın alınan adamlar çoğu zaman başkaları tarafından da satın alınabilirdi. Onları sadece parayla kullanmak yetersiz kalırdı. Bu durumda, namuslarıyla, canlarıyla, aileleriyle tehdit etmek gerekirdi.

Kar yağışı durdu, ardından sert bir rüzgâr çıktı. Şehre dönmeye karar verdiler. Faytondaki battaniyelerine sıkıca sarıldılar.

Halı tüccarı Rana Han birkaç gün sonra Müslüman kimliğiyle Tarikat’ın tekkesine gitti. Yollarda yırtık pırtık giysiler içinde birçok dilencinin hücumuna uğradı. Tekke Kabil’in kenar mahallelerinden birindeydi. Taştan yapılmış iki katlı bir binaydı. Bir yanında odunluk, diğer yanında küçük bir mezarlık vardı. Kapıyı açan genç mürit, yabancıların haftada bir gün kabul edildiğini, üç gün sonra erken saatlerde gelmesini söyledi.

Üç gün sonra Tekke’ye geldiğinde zorluk çıkarmadılar. Sagir büyük bir halı serili odanın köşesindeki sedirde tek başına bağdaş kurarak oturan Molla’yı gördü. Karşıdaki duvara Arapça büyük harflerle yazılmış “Allah” sözcüğü okunuyordu. Yazının hemen altında duvara çivilenmiş kumaşlara Kur’an ayetleri işlenmişti. Sağ tarafta bir odun sobası vardı. Bembeyaz uzun sakalıyla insanda saygı uyandıran Molla’nın yanına gelerek uzattığı elini öptü. Kendilerini kimsenin rahatsız etmemesini söylediği genç müridin odayı terk etmesinden sonra iki İngiliz ajanı ayrıntıları konuştular…

Tekkenin yeni müridi Sagir hedefteki işbirlikçilerle dost olmak için acele etmedi. Bir ay sonra onları halı ticaretinde gizli ortak yaptı. Lokantalarda ve kahvehanelerde hesapları ödeyerek, sık sık para ile ödüllendirerek güvenlerini kazandı. İki mürit tekkeye Emir ve yardakçılarından habersiz gizlice geliyordu. Haydar adındaki işe yarayacaktı. Emir’in en yakınındaki çeşnicibaşısı olarak çoğu zaman gecelerini onun köşkünde geçiriyordu.

İki ay sonra, Haydar Emir’in bütün kaçamaklarını, hırsızlıklarını, gece âlemlerini anlattı. Hamid ise Emir’in seyislerinden biriydi. Ava gittiğinde veya dağ köşküne çekildiğinde Emir’in yanında oluyordu. O da arkadaşı gibi Emir’den nefret ediyordu. İkisinin de ailesi çok fakirdi. Uzun ve sert geçen kış bellerini bükmüştü. Evlerini ziyarete gittiği yollarda, sokakların ortasından geçen atık suların pis kokuları yüzünden nefesini tutmak zorunda kalmıştı. Kenti kasıp kavuran kıtlığı, yoksulluğu en çok bu insanlar yaşıyordu. Sokaklarda kadınlar ve ergenlik yaşına gelmemiş küçük kızlar Allah ve çevre korkusuyla örtünüyorlardı, Çevrede bazı çetelerin korku salan çapulcuları da cabasıydı. Sagir bu çaresiz, çelimsiz ve hastalıklı yoksulların gözünde kendi hafif göbekli görüntüsünün nasıl karşılandığını merak ediyordu.

Hayatta kalabilmek için bu insanlar her şeyi yapabilirler.

Görevini kolaylaştıran bu duruma sevindi. Ama içindeki acıma duygusu insancıl yönünü öne çıkarmaya çalışıyordu. Mantığı geri geliyor, kimseye güvenmemesi gerektiğini birçok kez yaşadığı deneyimlerine dayanarak hatırlatıyordu.

Sagir tekkedekilerle birlikte gittikleri cuma namazlarını aksatmıyordu. Vaizler, hutbede ve namaz duasında da Emir’i anıyordu. Diğer yandan da, her fırsatta ahlak bozukluğuna dikkat çekiyor, yoldan çıkmışlara nasihat ediyordu. Cemaat ise, kin dolu bakışlarını çevreden gizlemeye çalışarak tevekkülle dinliyordu. Çevrede kol gezen muhbirlerden çekiniyorlardı. Ama kendilerini soyan Emir’in ve yardakçılarının ortadan kaldırılmasına sevinecekleri de belliydi.

Mayıs ayı başında beklediği tepki geldi. Emir’in çeşnicibaşısı Haydar, ailesi için yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığını söyledi. Artık canından bezmişti. O anda, halı tüccarının gözleri parladı. Sevinç çığlıkları atmamak için kendini zor tuttu ve yoksul adamın bileğinden tuttu ve fısıldadı: “Şu haydut Emir’i de öldürebilir misin?”

Haydar dehşetten açılmış gözlerle Sagir’e bakıyordu, cılız bir sesle sordu: “Ne dedin sen?”

Beni duydun Haydar, sakin ol.”

Akşam karanlığının çökmekte olduğu ve sokakların tenhalaşmaya başladığı çevreye acele bir göz atan adam kuşkuyla cevap verdi.

Aklından bile geçirme. Beni de ailemi de kıtır kıtır doğrarlar.”

Hiçbir şey olmayacak dostum. Bunun karşılığında alacağın parayı düşün. Seni de aileni de ömür boyu ihya edecektir.”

Allak bullak olan fakirin gözlerindeki endişe hafifler gibi oldu. Halı tüccarı bastırıyordu, “Bunu kimseye sezdirmeden sessizce yapabilirsin.”

Haydar yumuşamaya başlıyordu, sesini daha da kısarak sordu, “Nasıl?”

Sagir daha önceden tasarladığı planını hemen söylerse muhatabını ürküteceğinden çekindi, “Bunu daha sonra konuşuruz. Sen de düşünürsün bu arada.”

Çeşnicibaşı olur anlamında başını salladı. Tekkedeki ilk buluşmalarından sonra kesin kararı vereceklerdi. Sagir’in planı hazırdı. Haydar’a panzehiri ile beraber zehir verecekti. Zehir on saat sonra, panzehir ise hemen etkili oluyordu. Böylece çeşnicibaşıya bir şey olmayacak, ama Emir’in kalbi muhtemelen uykuda duracaktı. Zehirin az bir miktarının tabağın dibine sürülmesi yeterliydi. Bunu kurslarda denemişlerdi. Şeffaftı, gözle görülmüyordu ve en önemlisi kokusu yoktu. Yemeğin tadında bir olağandışılık yoktu.

Tekkedeki sonraki buluşmalarında Topal Molla ve Sagir belli etmeden çeşnicibaşıyı izlediler. Hareketlerinde ve bakışlarında endişe ve korku yoktu. Hatta kendine güvenen, rahat tavırları olduğu söylenebilirdi. Birlikte dışarı çıktıklarında kararlı adımlarla yürümesi de olumlu göstergelerden biriydi. Halı tüccarı konuyu açtığında, eyleme geçmek için kendisinin bir düşüncesi olmadığını, bu konuda hiçbir deneyiminin bulunmadığını söyledi. Konuyu ailesi dâhil hiç kimseye açmamıştı. Bunun üzerine Sagir planını anlattı. Haydar dinlerken oldukça sakindi, hatta rahattı. Nefesi düzenliydi. Bir suikastı değil, sıradan bir olayı konuşuyor gibiydiler. Yaklaştığı tehlikeyi kabullenmişti. Artık ailesi yoluyla tehdit edilmesine gerek kalmamıştı. Bir sonraki buluşmalarında göze çarpmayan sıradan iki yüzüğün kırmızı olanının içindeki zehiri ve yeşil olanının içindeki panzehiri aldı. En kısa zamanda bu işi bitirecekti.

Sagir bundan sonra ortalıkta fazla görünmemeye çalıştı. Sadece bekleyecekti. Ama günler geçmesine rağmen bir haber gelmiyordu. Haydar tekkeye de katılmıyordu. Sagir ve Topal Molla görüşmemeye karar verdiler. Yarbay Nelson’dan da haber yoktu. Hiç aramamıştı. Bir fırtınanın yaklaştığından korkmaya başlamıştı. Görevi tamamlamadan Kabil’den uzaklaşmak ta doğru olmazdı. Halı işini de fazla uzatamazdı. Çarşıdaki esnafın ondan haber beklediğini biliyordu. Otelde sıkışıp kalmıştı. Kendine bir zaman tanıdı. İki gün daha haber alamazsa Peşaver’e dönecekti.

O gece yarısı odanın kapısı hızla çalınınca, Sagir yatağından fırladı. Kapıya daha sert vurmaya başladı. Kanındaki adrenalin seviyesi yükseliyordu. Kapıyı açınca sert bakışlı Afgan subayı ile göz göze geldi. Subay başıyla arkasındaki silahlı askerlere işaret ederek içeri girmelerini söyledi.

Durun, ben İngiliz vatandaşıyım” diyebildi.

Subay gözlerinden şimşekler saçarak Sagir’in pijamasının yakasından tuttu “Kes sesini pis hain!” diyerek koltuğa oturttu. Adamlarına her yeri aramalarını emretti. Yatağın altı, yatağın içi, dolap ve komodinin her tarafı, çekmecelerin alt yüzü, banyo dolabı, lavabonun altı didik didik edildi. Şok geçiren sözde halı tüccarı sonunun geldiğini düşünüyordu. Haydar yakalanıp konuşturulmuş olmalıydı. Gizlediği paraları bulup, kendisine sırıtan askerle bakıştılar. Artık sonunun neye varacağını kestiremiyordu. Neyse ki Haydar’a verdiği zehirle ilgili hiçbir iz bırakmamıştı. Afganlılar mutlaka o konuda bir delil bulmak istiyorlardı. İngiliz makamlarını ikna edip, onu idam edebilmek için bu gerekiyordu. Giysilerini çabucak giymesini istediler. Ellerini kelepçelediler ve otelin kapısında bekleyen at arabasına iteklediler. Gecenin karanlığında silahlı askerlerin arasında titreyerek onu bekleyen yazgısını tahmin etmeye çalıştı.

Kabil Cezaevi’nde kapatıldığı parmaklıklarının arkasında yaşamının dehşet dolu bir safhası başladı. Korkunun öldürücü yalnızlığıyla baş başaydı. Burada yok olup gitmek istemiyordu. Yarbay Nelson ve İngiliz makamları onu feda etmezlerdi. Bu öykü Shakespeare trajedisi ile sonuçlanmamalıydı.







***

13 Mayıs 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

İngiltere Anadolu'da zorlanıyor...

Türklerin Rumlara ve Ermenilere yaptığı baskıyı yerinde incelemek ve önlemek üzere Osmanlı Sultanı'nın hükümeti tarafından Karadeniz Bölgesinde denetleme başlatılıyor. Perde arkasında İngiltere ve Yunanistan'ın olduğu söyleniyor.





***

Baskın



Mayıs 1919, Konstantinopolis (İstanbul).



Ya bir yol bulacağız ya da bir yol açacağız,” sözü kimindi?

Mayıs başında akşam karanlığı Kâğıthane sırtlarına çöküyordu. İngilizlerin koruduğu eski Osmanlı cephaneliği çevredeki birçok cephanelikten daha şanslıydı. Türk çetelerinin baskınına uğramamıştı. Sokağa çıkma yasağı vardı, ama denetim zayıftı. Caddelerin ve sokakların aydınlatılması yetersizdi. Cephanelikte bu saatlerde güvenlik önlemleri artıyordu. Bu alarm durumu gece yarısına kadar sürüyordu. Ondan sonra sabaha kadar baskın yapılmıyordu. Rahata geçiyorlardı. Uzaktaki camiden akşam ezanı okundu. Sokak lambaları yanmaya başladı.

Dere tarafındaki nöbetçi Hintli çevreyi izliyordu. Arkadaşı tuvalet ihtiyacı için uzaklaşmıştı. Cephaneliğin köpekleri huzursuzca havladılar. Nöbetçi dere yatağından gelen bazı sesler duydu. Gözlerini karanlığa dikti, bir hareket göremedi. Nefesini tutarak dikkatle dinlemeye başladı. Aynı yerden bir hışırtı daha duydu. Silahının emniyetini açtı ve boynundaki düdüğü üç kez öttürdü. ‘Tehlike var!’ ikazını yaptı. Arkadaşı telaşla geldi. Bir dakika sonra da köpekli devriyeler ve komutan yanındaydılar. Yemekhanedeki askerler de hareketleniyordu.

Binbaşı Hüseyin’in istediği de buydu. Bu görev için Karakol Merkez'inin emrine verdiği otuz kişilik fedai grubu tam aksi taraftaydı. Dere tarafına gönderdiği iki fedai bilerek kendilerini belli etmişti. İngiliz müfrezesinin dikkatini üzerlerine çekmeyi başarmışlardı.

Asıl kuvvet sırtın yukarısından sessizce cephaneliğe yaklaştı. Emekli istihkâm üsteğmeni Hayrettin’in grubu cephaneliğin telefon hatlarını kesti. Terkos civarındaki köylerden toplanan at ve öküz arabaları daha geride bekliyorlardı. Sigara, ateş ve fener kesinlikle yasaktı. Binbaşı harekete geçmeden önce biraz daha beklemeye karar verdi.

Lağvedilen Teşkilatı Mahsusa'nın yerine Karakol Örgütü kurulalı üç ay olmuştu. Örgütün adı Kurmay Albay Kara Vasıf ile ittihatçıların İaşe Bakanı Kara Kemal’in adlarından esinlenmişti. Parolası “Ya istiklal ya ölüm” idi.

Geçen ayki Merkez toplantısında Alman asıllı Baron Sebottendorf ve Thule Örgütü ile yardımlaşma yapılması kabul edilmişti. Hüseyin’in ikna edici konuşması etkili olmuştu. İki ay önce, tekkedeki buluşmaları ve çok güvendiği Bektaşi Yusuf Amca'nın aracı olması tereddütlerini ortadan kaldırmaya yetmişti. Almanya'da çeşitli temasları olan Enver Paşa ile yapılan çalışmalar çok gizli ve çok dikkatli yürütülecekti. İttihatçılardan hoşlanmayan Mustafa Kemal Paşa bunu duyarsa sert tepki verirdi.

Hüseyin Karakol’un Beyazıt Şubesi’nin başına getirilmişti. Müfrezesini oluştururken Harbiye'den tanıdığı ve İran görevinde takdir ettiği Hayrettin’i, Galiçya cephesinde teyze oğlu Başçavuş İsmail’in emrinde çalışan Hasan’ı ve sadık emir eri Mahmut'u kendisi seçmişti. Diğerlerini de Kara Kemal tamamlamıştı.

Hayrettin Musul cephesindeyken ateşkese rağmen komuta ettiği istihkâm bölüğüyle İngilizlerle savaşa devam ettiğinden tabur komutanı tarafından cezalandırılmıştı. Siciline itaatsiz ve disiplinsiz olduğu işlenmişti. Ordunun küçültülmesi sırasında, bu gerekçeyle küçük bir maaşla üsteğmen rütbesinden emekli edilmişti. Aylardır alamadığı emekli maaşından ümidi kesince, amcasının Eyüp’teki sobacı ve demirci dükkânında çalışmaya başlamıştı. Teknik konularda çok yetenekliydi. Kilitli kapı, kepenk ve pencerelerin açılması, arızalı cihaz ve araçların onarılması, sahte kimlik kartları düzenlenmesi, kılık değiştirmek için gerekli malzeme ve boyaların kullanılması, kalpazanlık, bina içlerinde ve dışında tuzaklama teknikleri bunlar arasındaydı.

Psikopat denecek kadar fanatik olan Hasan’ın bıçak kullanmakta üstüne yoktu. Orduda çavuş rütbesiyle yıllarca savaşmıştı. Ailesi Girit’te Yunan zulmünde yok edilmişti. İntikam için yemin etmişti. Babası Kafkas göçmeniydi. İlkokul mezunuydu. Fazla düşünmezdi, öl dersen ölürdü. Hasan Çavuş savaşlarda sık sık bölük sıhhiye erlerine yardım etmişti. İlk yardımı iyi bilirdi. Kanamayı durdurma, yaraya müdahale, pansuman, kırıkları atele alma, suni teneffüs onun işiydi. Gündüzleri Fatih Çarşısı’nda turşucu dükkânı çalıştırıyordu.

Mahmut Filistin'de Hüseyin'in emir eriydi. Hayatını kurtaran komutanına ölümüne bağlıydı. Babası Sinop, Çatalzeytin’liydi. Galiçya'lı İsmail'den, Hayrettin'den ve Hasan'dan fedailik konusunda çok şey öğreniyordu. Hasan kadar acımasızdı. Kolları çok güçlüydü. Bir kerede 80 şınav çekebilirdi.

Hasan ve Mahmut ikişer bıçak taşırlardı. Karambit asıl silahlarıydı. Bu yakın dövüş bıçağıyla rakibin kritik damarlarını ve kas dokusunu parçalayabilirlerdi. Fırlatma bıçağı ise ince ve hafifti. 20 metredeki bir elmayı vurabilirlerdi. Sık sık biley taşıyla keskinleştirir ve balık yağı ile yağlayarak bıçakların keskin olmasını sağlarlardı.

Dere tarafından koşuşmalar ve haykırmalar duyuluyordu. Binbaşı eliyle sağındaki Hasan’a ve solundaki diğer fedaiye beklemelerini işaret etti. Onlar da aynısını yanlarındakilere tekrarladılar. Silahlar patlayana kadar komutlar böyle iletilecekti.

İlk sınavımızı veriyoruz. Hayırlısıyla inşallah!

Cephanelik yolunu uzaktan kesen iki fedaiden herhangi bir uyarı işareti gelmemişti. Hüseyin İngiliz müfrezesinin büyük bölümünün diğer tarafa yöneldiğinden emindi. Eliyle işaret ederek “Başla!” komutunu verdi. Kendilerine en yakın nöbetçi kulübesinde sohbete dalmış bulunan iki nöbetçi bıçaklarını konuşturan Hasan ve Mahmut tarafından sessizce etkisiz hale getirildi. Diğer fedailer aşağı tarafta kendilerini karşılamayı uman İngiliz askerlerine sessizce yanaştılar. Böyle bir aldatmayı beklemedikleri için şaşkına dönen askerler silahlarını fedai grubuna yönelttiler. Ama çok geçti. Karakol Özel Grubu yaylım ateşine başladı. İngilizlerin bir kısmı vuruldu. El bombaları da etkisini göstermeye başladı. Ölenlerin ve yaralananların sayısı artıyordu. İngiliz astsubay dâhil geri kalanlar teslim oldular. Elleri ve ayakları bağlandı, ağızlarına mendiller tıkandı. İngiliz astsubay anahtarları itiraz etmeden teslim etti. Depolarda iki bin tüfek, bin sandık cephane ve yüz ağır makineli tüfek olduğunu söyledi. Derhal depolar açıldı ve arabalar ve hayvanlar hızla yüklenmeye ve üzerleri örtülmeye başlandı. Tüfekler iyi durumdaydı, ama makineli tüfeklerin mekanizmaları noksandı. İngiliz astsubay ölümle tehdit edilerek sorguya çekildi. Mekanizmalar burada değildi, nereye götürdüklerini gerçekten bilmiyordu.

Silah ve cephaneler gece yarısından önce yüklendi. Sessizce Terkos yönüne hareket edildi. İki fedai konvoyun önünden giderek hem yolu işaretliyor hem de emniyet sağlıyordu. Geriden gelen üç fedai arkada bırakılan izleri temizleyerek konvoyu izliyordu. Issız yolları tercih etmişlerdi. Arabalar hava aydınlanmadan, kıyıya yakın çiftliklerde gizlendi. Hüseyin Belgrad Ormanı’na kadar ulaşan kafileyi Hayrettin’e devrederek Erkânı Harbiye'deki (Genelkurmay) görevine yetişti. Bundan sonrasını o halledecekti. Birkaç yaralıyla eylemi bitiren Karakol Özel Grubu günü dinlenerek ve nöbet tutarak geçirecekti. Akşam karanlığında kıyıya yanaşan iki motora aktarılan silah ve cephaneler İnebolu’ya gönderilecekti.

İşgalciler ertesi gün durumu öğrendiler. Araştırma ve sorgulamalarda silah ve cephanenin nereye kaçırıldıklarına dair bir bilgi elde edilemedi. Harbiye Nezareti (Savaş Bakanlığı) soruşturma başlattığında Hüseyin Erkânı Harbiye (Genelkurmay) koridorlarında koşturuyordu. Odasına döndüğünde, Yüzbaşı Cevat Abbas masasının önündeki ahşap iskemlede gazete okuyordu. Onu tamamen unutmuştu.

Hoş geldiniz Cevat Yüzbaşım, bu ne hoş sürpriz.”

Kabarık siyah saçlı, ucu aşağı kıvrık bıyıklı Yüzbaşı cevap verdi, “Mustafa Kemal Paşa’nın üst katlarda bazı görüşmeleri var. Ben de sana uğrayayım dedim. Neler yapıyorsun?”

Cevat Abbas Hüseyin’den üç yaş büyük olmasına ve Harbiye’yi iki yıl önce bitirmesine rağmen, kurmay olmadığından aralarında rütbe farkı oluşmuştu. İkisi de birbirine saygıda kusur etmiyorlardı.

Taze çayım var. Birer bardak içeriz değil mi Yüzbaşım?” diyerek, köşedeki ispirto ocağına yöneldi. Dolu bardakları masasına bıraktı. “Sizi görmeyeli beş ay geçmiş, zamanı durdurmak mümkün değil,” dedi. Cevat'ın yüzü ciddileşti. “Yakında Paşa ile Anadolu’daki görevimize gideceğiz,” diyerek çayından bir yudum aldı. Gülümseyerek devam etti, “Belki de bu İstanbul’daki son görüşmemizdir.”

Hayırlı olsun, nereye gideceğinizi sorabilir miyim?”

Cevat'ın çehresinde sevinç çizgileri belirmişti. “Samsun’a gidiyoruz. Orada Pontusçu Rumlar ve Türkler arasındaki çatışmalar İşgalcileri rahatsız etmiş. Bunun üst rütbeli bir komutan ve karargâhı tarafından yerinde incelenmesi gerekiyormuş.” Çayından bir yudum daha alarak devam etti. “Paşa Orta ve Doğu Anadolu’dan sorumlu olacak sanırım.”

Paşa Sultan Vahdettin ile de görüşmüş geçenlerde galiba.”

Cevat elindeki bardağı sehpaya bıraktı, “Evet, doğru. Görevi aldıktan sonra da veda için görüşecekler.” Çayını bitirdi, gazetesini alarak ayağa kalktı ve elini uzatarak “Çaya teşekkürler, Paşa beni arayabilir, geç kalmayayım. Hoşça kal Hüseyin Binbaşım,” dedi ve kapıya yöneldi. Koridora çıktığında geri dönerek, “Paşa ile seni görüştüremedim, kusura bakma, çok yoğundu. Anadolu'da görüşürüz belki. Tekrar Allaha ısmarladık,” dedi.

Güle güle, bahtınız açık olsun. Buralarda yapılacak çok işim var. Anadolu'ya geçmeyi pek düşünmüyorum. Paşama saygılarımı ilet. Her zaman emirlerini bekliyorum.”

Hüseyin, Mustafa Kemal Paşa ve yaveri Cevat ile ateşkesten bir ay kadar önce Şam civarında karşılaştıkları o tatsız günü hatırladı. Savaşın sonlarıydı. “Çanakkale ve Kutülamare’nin efsane Türkleri buralarda yok,” diyorlardı aralarında. Yenilmişlerdi, geri çekiliyorlardı. Belgeler yakılıyor, taşınamayan toplar işe yaramaz hale getiriliyor ve cephaneler yok ediliyordu. Herkes açtı, susuzdu, uykusuzdu, hasta ve yaralıların taşınmasında zorluklar çıkıyordu. Bölgedeki Araplar yıllardır düşman tarafına geçmişlerdi. Dört yüz yıllık kinlerini kusuyorlardı. İngiliz uçakları tepelerinden bombaları eksik etmiyordu. Bazen resimli propaganda bildirileri atıyorlardı. İskenderiye esir kampındaki Türk askerlerinin ziyafet sofrasındaki fotoğrafları savaşan Türklerin azmini kırıyordu. Hüseyin Filistin’de görev yapan Teşkilatı Mahsusa’yı da yetersiz buluyordu. Arapların Arabiya, Ahd, Fetat gibi milis örgütlerine sızamamışlardı. Onların arkasındaki İngilizlere de bir şey yapamamışlardı. Bu örgütler çekilen Türk Ordularına epey zayiat verdiriyorlardı.

Arkasına yaslandı. Gözlerini kapadı. Zihninde arkadaşlarının anlattığı daha dokunaklı sahneler canlanıyordu...

Türk mahallelerinden kaçmayı başarabilen yaşlılar, kadınlar, çocuklar kurtarabildikleri eşyalarını katırlara, eşeklere, arabalara yüklemiş. Anadolu’ya ulaşacaklar. Alman kamyonları korna çalarak, havaya ateş açarak yolu açmaya çalışıyor. Tren istasyonunda hasta ve yaralılar yetersiz vagonlara bindirilmeye çalışılıyor. Doktorlar ve hemşireler koşturuyor. Süngülü Alman askerleri öndeki iki vagona kimseyi yaklaştırmıyor. Araplar istasyonu yakıyor. Tren hareket ediyor. Arkasından koşanlar yetişemiyorlar. Dizlerinin üzerine çöküp, ağlıyor, lanet ediyor, küfür ediyorlar. Yaralılar sedyelerle kışlalara, okullara geri götürülüyor. İlerideki yokuşta tren yavaşlıyor. Almanlar diğer vagonları katardan ayırıyor. Ayrılan vagonlar geri geliyor. Üstlerindeki insanlar yere düşüyor. Bazı subaylar Almanlara ateş ediyor. Fransız süvari birliği de geliyor. Geride kalanlara ateşe başlıyor. Türkler uzaklaşmaya çalışıyor. Arap çapulcular önlerini kesiyor. Katliam başlıyor…

Hüseyin nemlenen gözlerini silerken kapı çaldı. Sandalyesinde doğruldu. “Gel!” Başçavuş Hakkı açtığı kapıdan içeri girer girmez topuklarıyla selam verdi.

Hoş geldin. Hayırdır Hakkı?”

Kemal Albay’ın bir emri vardı Binbaşım, onu iletecektim.”

Binbaşı başıyla devam et dedi. “Önce cephanelik işi için teşekkürlerini iletiyor.”

Sağ ol Hakkı. Sonra?”

İstanbul'da üç ay önce kurulan…” Elindeki notu dikkatle okudu, “İslam Teali (Yükseltme) Derneği’nin bölgenizdeki çalışmalarını izlemenizi istiyor.”

Anlaşıldı. Hemen çalışmaya başlarız. Teşekkür ederim Hakkı.”

Hüseyin yalnız kalınca hafızasını yokladı. İslam Teali Derneği’nin İngilizlerce desteklendiğini duymuştu. Önce bilgi toplayacaktı. Fatih ve Çarşamba taraflarında kahvelere ve camilere göndereceği uygun adamlarını seçmesi gerekiyordu.

İngilizler Mekke Şerifi Hüseyin’i Almanların desteklediği Osmanlı Halifesine karşı başarıyla kullanmışlardı. Şimdi de Osmanlı Halifesini kendi amaçları için kullanacaklardı. Filistin cephesindeyken emrinde görev yapan tarih öğretmeni yedek subay Şükrü ne güzel anlatmıştı. Bazen Alman İmparatoru Hacı Wilhelm (!), bazen de Arabistanlı Lawrence masalı ile uyutuluyorlardı. Müslümanlar dinlerini bilmiyordu.

Napolyon’un yüz yıl önce, Mısır’daki hileleri daha da komikti. Müslüman hükümdar Ali Bonabarda Paşa olmuştu. Doğulu giysilerle, sarık ve kaftanla dolaşıyordu. Cumaları düzenli olarak camileri ziyaret ediyor, geleneksel törenlerde yer alıyordu. Yetmemişti, generallerinden birini Abdullah adıyla Müslüman yapmıştı. Peki, bilgi ve görgüden yoksun Müslüman halkların liderleri ne yapmıştı? Zenginlik ve gösteriş meraklısıydılar. Onları pahalı hediyelerle kandırmak zor değildi.

Öğle namazı vaktinin geldiğini duyuran Beyazıt Camisi müezzininin ezanının yanık nağmelerini dinledi bir süre…















***



12 Haziran 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Yunanlılar Batı Anadolu'yu işgal ediyor...

Gösteriler ve direnişe çağıran kongrelerden sonra, yerel milisler ile Yunan ordusu arasında ciddi çatışmalar başladı. İngiliz General Milne Mustafa Kemal Paşa'nın geri çağrılmasını istedi.









***

Tekkede



Haziran 1919, Konstantinopolis (İstanbul).



İskoç tarihçi ve gazeteci Scott Wallace sürekli kaldığı Pera Palas Oteli’nden dışarı çıktığında saat on biri gösteriyordu. Haziran sonlarındaki bulutsuz ve güneşli gökyüzüne bir süre baktı. İleride bekleyen faytonu çağırdı.

Beşiktaş’a gidelim.”

Thule Örgütü üyesi yaşlı bir Alman Otel’e gelip Baron Sebottendorf'un onu Tekke'ye davet ettiğini iletmişti. Üç ay önceki harap Bektaşi tekkesinden daha farklı bir yer görecekti.

Scott yollardaki tabelaları, vitrinlerin yazılarını rahatça okuyabiliyordu. Dört aydır görev yaptığı Konstantinopolis'te Türkçesini bayağı ilerletmişti. Sokakta, restoranlarda, kahvehanelerde, meyhanelerde, alışverişte işlerini Türkçe ile görebiliyordu. Gazetelerin başlıklarını bile ilk bakışta anlayabiliyordu. Müneccim Yusuf ile Balat'taki dükkânında veya bir meyhanede zaman zaman buluşup yaptıkları Türkçe sohbetler de çok yararlı oluyordu.

Pera Caddesi'nde ilerlerken Şubat ayının başlarında, buradan törenle geçen General D’Esperey’nin yürüyüşünü hatırladı. Fransız işgal orduları başkomutanı Sirkeci'den buraya kadar beyaz at üzerinde gelmişti. 1453’te Konstantinopolis’i fetheden Osmanlı Sultanı Fatih’e karşılık vermişti. Onu adım adım izleyen Rumların coşkulu tezahüratını hak etmişti.

Ondan bir gün önce de İngiliz General Allenby, gösterişli bir törenle Konstantinopolis'e gelmişti. Anadolu’da İngiliz egemenliğini pekiştirmek için hazırladığı on iki maddelik listesini, ayağına çağırdığı Osmanlı dışişleri bakanına yazdırmıştı. Allenby de Kudüs'e, saygı ifadesi olarak yaya girmiş ama Selahattin Eyyubi'nin mezarının başına ayağını koyarak “İşte yeniden geldik Selahattin” demişti. Ama Kudüs’te kazandığı ün İstanbul’un çok çok üzerindeydi.

İnsanoğlu aradan yüzyıllar geçse de hıncını nesilden nesle aktarıyordu.

Fayton Gümüşsuyu yokuşunun ortasına gelince deniz göründü. Harika bir manzaraydı. Bir süreliğine Dolmabahçe Sarayı’nı seyretti. Sahile vardıklarında geçen ay gittiği Smyrna (İzmir) gözlerinin önüne geldi. Yunan işgali başlıyordu. O dakikalarda da ilk silahlı direniş başlamıştı. Ondan sonra, bir ay kadar Yunan ordusunun ileri harekâtını izlemişti. Şimdi Konstantinopolis'teydi. İngiliz Muhipleri (Dostları) Derneği’nin kuruluşunu, Sultan Ahmet Meydanındaki İzmir'in işgalini protesto mitingini kaçırmıştı. İngilizlerin yetmiş siyasi tutukluyu Malta'ya sürmesi, İngiliz komutanların Mustafa Kemal Paşa'nın geri çağrılması isteğinden sonra Paşa'nın azli de kaçırdıkları arasındaydı.

Scott Beşiktaş iskelesinde vapur beklerken sahildeki yelkenli sandalları, mavnaları, kumsaldaki kayıkları seyretti. Fotoğraf çekmeye niyetlendiyse de vazgeçti. Filmler tekkede gerekecekti. Bu zamanda film bulunması da kolay değildi. Vapurda üst kattaki pencerelerden birinin kenarına oturdu. Savaş gemilerini izledi. Çoğunda İngiliz bayrağı vardı.

Üsküdar’da vapurdan inince hafifçe aksayarak yürüdü. Biraz daha kısa olan sağ bacağı sızlamaya başladı. Rutubetten olmalıydı. Almanlara karşı Fransa cephesinde savaşırken mayına bastığı anı hatırladı. Karşılıklı hücumlarla iki taraf ta sonuç alamıyordu. Hasımlar hendeklerle bağlanan mevzilerini çok iyi tahkim etmişti. Scott topçu ve makinalı tüfeklerden çekinirken, çamurla kaplı zemine gömülmüş mayına basmıştı. Mayın sular altında kaldığından fazla etkili değildi. Hızla gerideki seyyar hastaneye ulaştırılmıştı. Hayati tehlike kalmadığına emin oluncaya kadar tedavisi yapılmış, sonra Londra'ya tahliye edilmişti. Birkaç ameliyattan sonra sağ bacağını kurtarmışlar, ama biraz kısa kalmasına engel olamamışlardı.

Çift atlı bir faytona el salladı. Faytoncu Merdivenköy’ü biliyordu. Yolda gülerek, şakalaşarak yürüyen Amerikan Koleji'nin siyah çarşaflı kız öğrencilerini gördü. Çarşaflı olmayan kadınlar da vardı. Bazıları şalvar, ceket ve başörtüsü taşıyor, bazıları da uzun elbise giyiyorlardı. Diğer taraftaki evlerden birinde asılmış Fransız bayrağı, gitmek istediği Suriye'yi ve Güney Anadolu’yu hatırlattı. İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin yer değiştirilmesini izlemek istiyordu.

Boynuna asılı davulla halka bir şeyler duyurmaya çalışan çığırtkan düşüncelerini böldü. İlginç biriydi, ama söylediklerini anlayamadı. Az ötede, yol üzerindeki hediyelik eşya satan bir dükkânın vitrini gördü. Küçük heykellerden oluşan bir koleksiyon sergileniyordu. Arabacıya kenarda durmasını söyledi. Aşağı indi, eliyle beklemesini işaret etti. Sebottendorf'a uygun bir armağan veremediği için hayıflanıyordu. Scott raflarda sergilenen heykellere göz gezdirdi. Küçük boy insan bedenli bir boğa heykeli dikkatini çekti. Kaliteli bir mermerden yapılmıştı. Dükkân sahibine sordu: “Merak ettim, bu nedir?” Adam ilgiden memnun olduğunu gösteren bir tebessümle açıkladı. Atalarının ve kendisinin memleketi Girit’e özgü bir boğa kültünün simgesiydi. Mitolojideki Minotauros’u canlandırıyordu. “Minos’un boğası” anlamına geliyordu. Denizler Tanrısı Poseidon’un kral Minos’a gönderdiği bir boğa ile Minos’un karısı Pasiphae’den doğmuştu. Minos bu korkunç yaratığı saklamak için Labyrinthos sarayını yaptırmıştı. Ama Minos’un kızı Ariadne, Minotauros’u öldürtmüştü. Dükkân sahibi Rum bir ekleme yaptı. Mısır’daki insan başlı aslan Sfenks ile benzerliği vardı. Bazı bilim adamlarına göre, Sfenks astrolojik çağlardan Milattan Önce on bin yıllarındaki Aslan Çağı’nı işaret ediyordu. Minotauros ta Milattan Önce üç bin yıllarındaki Boğa Çağı’nı işaret ediyor olabilirdi. Son cümlesi de Scott’un bam teline dokundu. Büyük Tufan’dan önce yeryüzünde yaşamış üstün uygarlıkların insan ve hayvan genlerini birleştiren genetik çalışmalarından örnekler olabileceğini ileri sürenler de vardı. Scott Sfenksi yakından görmüştü. Ama bu bilgilere de şimdi ulaşıyordu. Satıcıdan ilgili kitapların adını öğrendi. Not aldı. Yüksek gelen fiyatına aldırmadı ve heykel için hediyelik bir paket yapmasını rica etti.

Dışarıda beklerken sigara molası veren arabacıya devam etmesini söyledi. Üsküdar’ın mahalleleri bitti. Sebze bostanlarını, adlarını bilemediği ağaçları ve meyve bahçelerini, koyun otlatan çobanları geride bıraktılar. Bir saat sonra dağınık evlerden oluşan Merdivenköy’e geldiler. Taş duvarlarla çevrili tekkeyi bulmaları zor olmadı. Faytoncuya ücretini verdi. Çevreye göz gezdirdi. Yan taraftaki iki mezarlık Bektaşilere ait olmalıydı. Kapıya yaklaşınca üzerindeki kitabeye baktı. Önceden görmediği bir sembol vardı. Hemen altına yerleştirilmiş levhadaki Arapça yazıyı okumaya çalıştı. Sökemedi. Kapının yan tarafından sarkan kolu çekti. İçeriden gelen çıngırak sesi sistemin çalıştığını gösteriyordu. On saniye sonra tekrar çaldırdı. Üçüncüyü denemeye gerek kalmadan kapı açıldı. Bıyıkları yeni terlemiş bir genç ne istediğini sorar gibi karşısındaki gözlüklü, uzun boylu, sakalsız, bıyıksız adama bakıyordu. Scott önceden bellediği Türkçe sözcüklerle kendini ve ziyaret amacını söylerken, delikanlının gözleri onda değil, omuzuna asılı fotoğraf makinesindeydi. Genç hemen toparlandı ve saygılı bir ifadeyle “Şahkulu Bektaşi tekkesinde hoş geldiniz, Müslüman Baron sizi bekliyor,” dedi. Kapıyı arkalarından yavaşça kapattı ve gözlerini yere indirerek kendisini izlemesini söyledi. Büyük bir avluyu geçtiler. Meydanın ortasına çok kenarlı bir sütun yerleştirilmişti. İskoç tarihçi yürürken saydı. On iki kenarlıydı. Avlunun da çok kenarlı olduğuna dikkat etmemişti. Hemen saydı. O da on iki kenarlıydı. Bu mimariyi İngiltere’de Galler bölgesinde bulunan binlerce yıllık Stonehenge kalıntılarına benzetti. Ama yanılıyordu, orada dairesel bir mimari vardı. Ana binaya geldiler. Yanlardaki küçük binalardan farklıydı. İki katlıydı. Üst kata çıktılar. Koridorun sonundaki kapısı açık bir odaya girdiler. Bıyığı ve uzun sakalları ile tombul yanakları arasından gülümseyen gözleriyle Başöğretmen sedirden kalktı ve Scott’u kucakladı. Genç mürit onları yalnız bırakırken, gazeteci geri çekilerek Sebottendorf’u yukarıdan aşağıya süzdü. Başındaki on iki kenarlı beyaz takke ona çok yakışmıştı. Açık gri renkli cübbesinin altındaki beyaz gömleği boynuna geçirdiği kahverengi bir tespihle süslenmişti. Bol siyah pantolon ve ayaklarında deriden çoraplar da hepsini tamamlıyordu. Beğenisini hemen belirtti.

Bu haliyle peşinizdeki komünistlerin sizi tanıması imkânsız Hocam!”

Kahkahayı bastılar…

Baron köşedeki tel dolabına giderek, buz kovasından bir bira çıkardı. Koyu renkli büyük bir bardağa boşalttı. Köpüklerine dikkat ederek geri geldi. “Bana eşlik etmelisin. Bu Alman birasını her yerde bulamazsın.” Scott teşekkür ederek bardağı aldı. Baron “Biranın on iki bin yıl önce keşfedildiğini biliyor musun?” deyince başıyla olumsuz yanıt verdi. “İnsanoğlu yabani arpayı yenilebilir yapmak için öğütüp ufaladı, suyla karıştırıp bulamaç haline getirdi. Güneşin altında kalan bulamaç mayalanıyordu. Elbette bunu mikropların yaptığını bilmiyorlardı. Kritik olan suydu. Suyu az olduğunda hamur, suyu fazla olduğunda bira oluşuyordu.” Sebottendorf birasından bir yudum alarak devam etti, “Eski Mısır’da bira balla karıştırılıp ilaç niyetine de kullanıldı. Peki, sana bir soru daha sorarsam bana kızmasın değil mi?” Scott gülümseyerek devam etmesini işaret etti. “Avrupa’da birayı ilk üretenler kimlerdi?” İskoç tarihçinin yüzünde kocaman bir gülümseme göründü, “Çok kolay bir soru. Elbette atalarım olan Keltler. Ama zamanını hatırlamıyorum. Çok eski bir tarih olmalı,” dedi. Baron parmaklarını şaklattı, “Doğru. İki bin yıl önceydi. Avrupa’da bira manastırlarda üretiliyordu, keşişler hem ticaretini yapıyor, hem de içiyorlardı. Şerbetçi otunu biraya koymayı Bavyeralı rahipler akıl etti. Soğutma sorunu nedeniyle bira hep soğuk aylarda üretildi. Sonra buzda ve serin mahzenlerde saklamayı öğrendiler. Buhar makinesi ve yapay serinlik bulununca, bira dünyanın en çok tüketilen içeceklerinden oldu.”

Sebottendorf konuğunun bu tür ilginç ve gereksiz sanılan bilgilere düşkünlüğünü biliyordu. Yanık sesli birinin ezan okumaya başlamasını duydular. Baron ezanın bitmesini sessizce bekledi. Ardından ayağa kalktı ve cübbesinin eteklerini tutarak sohbet odasının kapısına vardı. “İkindi namazını kılar kılmaz dönerim. Sen keyfine bak. Akşama kadar bolca zamanımız olacak.” Arkasından kapıyı sessizce kapattı. Scott çoğu Hristiyan’ın bilmediği bu ayrıntıya çoktan alışmıştı. İbadetin yanında Sünni Müslümanların günah saydığı şarap, saz ve söz Bektaşilikte bir kültürdü. Pencereden dışarı baktı. İzin alarak, tekkeye girişin, iç avlunun, zemin katındaki barınma ve sohbet birimlerinin, üst kattaki toplantı odasının ve dershanelerin fotoğraflarını çekecekti. 1919 model Avusturya yapımı fotoğraf makinasındaki tüm filmleri buraya saklamıştı. Birasını tekrar yudumladı. Hâlâ soğuktu.

Az sonra Baron geri döndü. Köşedeki odun sobasının üzerindeki bakır çaydanlıkta kaynamakta olan suyla taze çay demledi. “Beş dakika sonra hazır olur,” diyerek sedire oturdu. Scott unutmadan ona tekkenin mimarisini sordu. Meydandaki tek sütun tekliği ve semah dönme hareketlerini temsil ediyordu. On iki kenarlı meydanda yer alan on iki kapı, on iki pencere on iki imamların simgesiydi. İstediği fotoğrafı çekebilirdi. Sakıncası yoktu. O sırada binanın diğer bölümlerinden müzik aletleri eşliğinde bir ilahi duyuldu:

Evvel eşiğine koydum başımı. Aldılar içeri döktüm yaşımı. Erenler yolunda gör savaşımı. Üryan püryan olup meydana geldim.”

Baron konuğunun sözleri anlamadığını fark etti. “Sanırım tam olarak anlayamadın değil mi?”

Türkçem ancak günlük konuşmalar ve gazete başlıklarına yetiyor. Böyle ağdalı sözleri anlamak çok güç.”

Sebottendorf ilahinin sözlerini ağır ağır İngilizceye çevirdi. İskoçyalı onun Türkçeyi, Arapçayı ve Farsçayı anadili gibi konuşmasına imrendi. Çaylarını içerken biraz da dedikodu yaptılar. Tanıdıkları insanları çekiştirdiler. Baron’un ısrarıyla akşam yemeğini tekkedeki müritlerle yediler. İleri yaştaki Mürşit ile Bektaşilik hakkında sohbet ettiler. Protestan gazeteci ilk kez bir Bektaşi tekkesinin konuklara ayrılmış odasında geceyi geçirdi.

Gece yarısında, sokağa çıkma yasağına rağmen, tekkeden dışarıya çıkan kara çarşaflara saklanmış direnişçileri fark edemedi.









***



23 Haziran 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

İngiltere Osmanlı Kürtlerini iknaya çalışıyor...

Osmanlı Kürtleri Wilson prensiplerine göre hak iddia ediyor. Barış koşullarının Müslümanların çok aleyhine ve Hristiyanların çok lehine olması ve BÜYÜK ERMENİSTAN hakkındaki söylentiler, Kürtleri Türklerin yanına itiyor.









***

Ermeniler unutuldu



1 Temmuz 1919. Konstantinopolis (İstanbul).



Kardeş olarak yaşamanın çoktan unutulduğu dönemlerden biriydi…

Yaz sıcağı Konstantinopolis'i bunaltmaya devam ediyordu. Vartan kısa kollu beyaz gömleğinin yakasından ikinci düğmeyi de açtı. Keten pantolonunun cebinden çıkardığı mendiliyle alnında biriken terini sildi. Karaköy Tepebaşı arasındaki dar ve havasız yokuşu her günkü kalabalığın arasında inip çıkmak yerine, biraz daha geniş, biraz daha ağaçlı ve biraz daha tenha yerleri özlediğini hissetti. Mayıs ayında Kâğıthane sırtlarında İngilizlerin koruduğu eski Osmanlı cephaneliğine yapılan baskını düşünüyordu. Görevli askerlerin sorgulamalarında bazı ipuçları yakalanmıştı. İngiliz astsubay Türk çete reisinin yüzünü tarif etmiş ve bir ressam kara kalem portresini çizmişti. Vartan geçen ay, Kroker Oteli'ndeki panoda gördüğü bu kişinin Binbaşı Hüseyin'e çok benzediğini fark edince, İngilizler onu izletmeye başlamışlardı. Bundan sonra Vartan'ın güvenirliği daha da artmıştı.

Kroker Oteli’ndeki çalışma odasına geldiğinde, bir arkadaşı Yüzbaşı Bennett’in yardımcısı Smith’i görmesini söyledi. Hemen gitti. Kırmızı yanaklı tombul İngiliz onu bekliyordu. Piposuyla göstererek karşısındaki iskemleye oturmasını işaret etti. Otuz beş yaşlarında gösteren Smith’in ne düşündüğünü yüzünden anlamak imkânsızdı. Bu tiplere “Poker surat” deniyordu. Ne içeceğini sormadı bile. Ciddiliğini ve resmi tavrını bozmadan her zamanki bayat kahvesinden bir fincan şekersiz kahve hazırladı, Vartan’a verdi. Burada göreve başlayalı beş ayı geçmesine rağmen, Smith ile en fazla dört beş kez karşılaşmışlardı. Görünmez adam gibiydi. Çok az konuştuğu, ama işini iyi yaptığı söylenirdi.

Sizi neden çağırdığımı merak ediyorsunuz, değil mi?”

Vartan kahvesinden bir yudum alarak başını olumlu anlamda salladı. Dinlemeye devam etti. “Yürüttüğün davalarda işlerinizin daha kolaylaştığını hissettiniz mi?”

Buna dikkat edecek zamanım olmadı, o kadar yoğunuz ki, hiç fark etmedim diyebilirim Bay Smith.”

Adliyedeki adamlarımı uyardım, işlerinizi kolaylaştıracaklar. Bir sıkıntı olursa haberim olsun.”

Çok teşekkür ederim.”

Yüzbaşı sizi destekleyeceğine söz vermişti, hatırlarsanız.”

Evet, elbette hatırlıyorum, Bay Smith.”

Bennett’in sizden başka kaynaklarımızın olduğunu da söylediğine eminim.”

Doğrudur, onu da unutmadım.”

Güzel, şimdi farklı bir şey söyleyeceğim.”

Ermeni muhbir merakını gizlemeye çalıştı. Smith gülümseyerek sürdürdü konuşmasını. “Siyasetçilerimiz Osmanlı’nın ezdiği Rumları, Yahudileri, Arapları ve Kürtleri desteklerken Ermenileri ihmal ettiklerini düşünüyorlar.”

Vartan doğruldu, “Üstelik onlar bizim kadar acı çekmemişti.” dedi.

Smith devam etti. “Onların arasında uzun zaman geçiren bilim adamlarımız vardı. Bizleri aydınlattılar. Fakat bildiğim kadarıyla, Ermeniler Fransa’nın ve Rusya’nın desteğini aradılar.” Vartan’ın gözlerine bakarak sustu. İtiraz gelmeyince devam etti. “Ama son zamanlarda önemli bir gelişme oldu. Kürtlerin içinde yıllarca yaşayıp onlarla çok yakın çalışan bazı uzmanlarımız bir etüt hazırladılar. Ermenilerle Kürtlerin etnik kökenlerinin aynı olduğunu, sadece dinlerinin farklı olduğunu düşünüyorlar.”

Bunu daha önce de duymuştum. Ama kimse üzerinde durmadı. Irkçılıkla işimiz yoktu. Benden ne istiyorsunuz?”

Basit bir şey. Yüzyıllardır kanlı bıçaklı olduğunuz Kürtlerle artık dost oluyorsunuz.”

Vartan biraz rahatlamıştı. “Biraz açalım lütfen Bay Smith.”

Bundan sonra yaşıtınız olan bir Kürt ile çalışacaksınız. Adı Boran. Kendisi hakkındaki özel dosyayı alın, okuyun. Yarın tanışırsınız. Şu kadarını söyleyebilirim. İkiniz için de gelecekte güzel şeyler düşünülüyor. Sorularınız olursa her zaman beklerim.” Dosyayı uzattı ve işlerinin bittiğini anlatırcasına ayağa kalktı. Vartan kapıya yürürken Smith seslendi, “Az kalsın unutuyordum, bundan sonra her hafta sonu odamda görüşelim. Bütün gelişmeleri rahatça konuşuruz Bay Saatçıyan.”

Elbette Bay Smith, hoşça kalın.”

Vartan çalışma yerine dönerken, geçirdiği gerginliğin vücudunda ve bilincinde yarattığı yorgunluğa hayret etti. Böyle bir deneyimi olduğunu hatırlamıyordu. Diğer belgelerin arasına karıştırdığı dosyayı kimseye fark ettirmeden okuması için başka işlerle oyalandı. Sonunda dosyayı açtı ve okumaya başladı. “Boran, diğer adıyla Kürt Boran 1880, Diyarbakır doğumludur. Annesi zengin bir sülaleye mensuptur. Babası varlıklı bir Kürt aşiretinin reisidir, Hamidiye Alaylarından birinde komutan yardımcılığı yapmıştır, Boran en büyük oğlu olarak onun veliahtıdır.” Vartan Kürtlerde mülkün sahibinin aşiret ve ağalar olduğunu biliyordu. Yani padişahın değildi. Onlara yüzyıllarca bu ayrıcalık tanınmıştı. Mülkiyet babadan oğula geçerdi. Doğu Anadolu’da Sultan Abdülhamit’in Kürtlerden kurduğu ‘Hamidiye Alayları’nı biliyordu. Sonraları, adları ‘Aşiret Alayları’ olmuştu. Kendisinin de çalıştığı Ermeni Hınçak ve Taşnak örgütlerinin mücadelelerini engellemeyi amaç edinmişlerdi. Başlarında yarbay veya binbaşılar vardı. Aşiret başkanları bu subayların yardımcısıydı. Okumaya devam etti. “Boran Lise ve Üniversite eğitimini Fransa Paris’te tamamladı. Sultan Abdülhamit’in baskı rejimini yıkmaya çalışan sürgündeki Jön Türkler ile tanıştı. 1909’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne, 1915’te Teşkilatı Mahsusa’ya girdi. Erzurum cephesinde görevliyken zorunlu Ermeni göçünde görev aldı. Irak Cephesinde İngiliz ajanı Binbaşı Noel ile karşılaştı. Osmanlıcılık fikirleri değişti ve Kürt milliyetçisi oldu. 1918 sonunda Kürt Teali (Yükseltme) Derneği’ne katıldı. Bağımsız bir Kürdistan devleti kurulması için çalışıyor.”

Vartan gözlerini dosyadan kaldırdı. Kalın çerçeveli gözlüklerini çıkardı, deri kılıfına yerleştirdi. Sonra düşüncelerine daldı. Boran ile ortak noktaları vardı. İkisi de İttihat ve Terakki Cemiyeti için çalışmıştı. Sonra bu garip ortaklık bozulmuştu. Milletleri bir arada tutmaya çalışan “Osmanlıcılık ideali” dünyaya yayılan milliyetçilik akımı ile boy ölçüşememişti. Zayıf bir ekonomi ile bunun yürümeyeceğini ileri sürenler haklı çıkmışlardı. Bundan sonra Türkler, Ermeniler ve Kürtler kendi milliyetçilik ideallerine dönmüşlerdi. İlginç olanı da hepsinin de Avrupa’dan destek aramasıydı. Şimdi çöken İmparatorluğun enkazından herkes bir şeyler kurtarmaya çalışıyordu.

Bir görevli getirdiği büyük tepsiyi köşedeki servis masasına bıraktı ve dışarı çıktı. İngilizlerin ünlü “Beş Çayı” aksatılmıyordu. Bir fincan çay aldı. Bu çay alışkanlığının öyküsünü öğrenmişti. İngiltere’de sadece kahvaltı ve akşam yemeği yenirmiş. Zamanla akşam yemeği daha geç saatlerde ve daha ağır öğün olmuş. İkindi saatlerinde bitkin düşen soylulardan biri saat beş civarında odasına bir bardak çay ve atıştırmalık yiyecekler söylüyormuş. Zamanla arkadaşlarını da çağırarak bunu davete dönüştürmüş. Bu kralın da hoşuna gitmiş ve o da çay partileri düzenlemeye başlamış. Bu davetler tüm İngiltere’ye, ardından da tüm dünyaya yayılmış.

Vartan Seylan çayını içerken Ermeni katliamından sorumlu olanların son durumunu gösteren karşılarındaki panoya göz gezdirdi. İhbarlar sınıflara ayrılmıştı: Güvenilir (R-Reliable), yarı güvenilir (HR-Half Reliable) ve güvenilmez (NR-Not Reliable). Büyük çoğunluğu isim ve adresini vermekten çekinen ihbarcılardı. NR kodu alanlar üçte iki oranındaydı. Her şeye rağmen, büyükelçilikteki Ermeni-Rum Şubesi’nin kişi fişlerindeki suçlu sayısı yedi yüzden bine çıkmıştı. Tamamı Osmanlı mahkemelerince tutuklanmış, çok azı suçsuz bulunarak salınmış, büyük çoğunluk ağır hapisle veya Malta Adası’na sürgünle cezalandırılmıştı. Bir kaymakamın idam edilmesiyle büyük olaylar çıkınca başka idam cezası verilmemişti.

Türk milliyetçileri de karşı önlemler alıyordu. Panoya göre, ihbarcılardan kırk altısı infaz edilmişti. Onu Ermeni, altısı Rum ve kalanı da Türk kökenliydi. Vartan infaz edilenlerden biri olan, mezeleriyle ünlü Ermeni meyhaneci Bogos’a çok üzülmüştü.

Ama önceki sadrazam (başbakan) Ermeni komitelerinin suçlarının da araştırılması için uluslararası bir komisyon istemişti. Sıkıyönetim mahkemelerinin kurulmasını da geciktirmişti. Bunun için Sultan'ın desteğini alamayınca da istifa etmişti. Yerine gelen Damat Ferit Paşa hükümeti yargılama ve cezalandırma işlemlerini hızlandırmıştı.

Vartan Saatçıyan akşamüzeri Kroker Oteli’nden çıktı. Arto’nun avukat yazıhanesine yöneldi. Mahkeme dosyaları fazlalaşıyordu. Davacı Ermenilerle yüz yüze görüşmek, onların varisleri ile ilgili nüfus kayıtlarına ulaşmak, noterden vekâletnamelerini almak, dava dilekçelerini hazırlamak, davalara katılmak, gerekirse itiraz dilekçeleri hazırlamak yoğun çaba gerektiriyordu. Tanıklık yapacak Ermenilerin eğitimi, ifadelerinin ezberletilmesi de işleri çok uzatıyordu. Ama mahkeme heyetinin kanaatini etkilemek çok önemliydi. Bunun bedeli de çok çalışmaktı. Akşam yemeklerini yakınlardaki bir lokantadan getirtiyordu. Davacı Ermenilerden çok değerli bilgiler alıp, bunları Yüzbaşı Bennett ile paylaşması da İngilizler tarafından takdirle karşılanıyordu. Bu arada aldığı oldukça yüklü ve cömert ödüller ise işin kaymağını oluşturuyordu.

Tünel istasyonundan sola saparak Yüksek Kaldırımın merdivenli yokuşunu inmeye başladı. Arkasına takılan sırtındaki küfesiyle fesli ve pala bıyıklı hamalı fark edememişti…









***



13 Temmuz 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

İngiltere ve Sultan'ın hükümeti Türk milliyetçilerini bastırmaya çalışıyor...

Yunan Ordusunun Anadolu içlerine ileri hareketi ve İngilizlerin Konstantinopolis'te (İstanbul'da) tutukladıkları 67 Türk siyasetçisini Malta'ya sürmesi milliyetçi Türklerin direnişini körükledi. Anadolu'da Rumlara ve Ermenilere yapılan saldırıları önlemekle görevli Mustafa Kemal Paşa Hükümetin emirlerine uymayınca görevinden alındı.







***

Sofya



Ağustos 1919. Konstantinopolis (İstanbul).



Sofya’ya yaklaşan trenin yemekli vagonunda gözlerini pencereden ayırmayan mavi gözlü, siyah saçlı, bıyıklı adam çok dalgındı. Mayıs sonunda Mustafa Sagir ile birlikte Afgan Emiri'ne düzenledikleri suikast başarısız olmuştu. Sagir yakalanarak Kabil Cezaevi’ne kapatılmıştı. Büyük bir fiyaskoydu. Hindistan'daki İngiliz makamları Afganlılarla savaşa devam ederken, tutuklu elemanlarını kurtarmak için her türlü gayreti sarf ediyorlardı. Nelson acele Konstantinopolis'e alınmıştı ve albaylığa yükseltilmişti. Yeni görevi İngiliz gizli istihbaratı (SIS) Ortadoğu Dairesi’nin sahadaki Şube Müdürü idi. Görev alanı Türkiye, Mısır, Filistin, Suriye, Irak ve Arabistan topraklarını kapsıyordu. Bu görevlendirme yetmiş yaşındaki babası Henry Nelson sayesinde olmuştu. Geçen ay Konstantinopolis'e gelmiş ve üç hafta kadar beraber olmuşlardı. Anglo-Jewish Association (AJA) üyesi olması onu daha güçlü kılıyordu. Hepsi de Hristiyan Siyonist olan Lord Balfour, Lionel Walter ve ikinci Baron Rothshild ile babası iyi arkadaşlardı. Henry Nelson Filistin'de İsrail devleti kurulması için Lord Balfour'u destekliyordu. Yahudilerin Büyük Savaş'ın mali desteğini ve ABD'nin savaşa girmesini bu yolla sağlamışlardı. Albay Nelson da babası gibi Mason olmuştu. Ama görevleri yüzünden çalışmalara düzenli olarak katılamıyordu.

David Konstantinopolis'e gelir gelmez Yüksek Komiser Amiral Calthorpe, yardımcısı Amiral Webb ve İstihbarat Subayı Yüzbaşı Bennett ile ayrıntılı bir durum değerlendirmesi yapmışlardı. Elli yaşını geçen Calthorpe Büyük Savaş sonunda İtilaf Devletleri Akdeniz donanması komutanı olarak Mondros Ateşkes anlaşmasını imzalamıştı. Ardından da Konstantinopolis'te İngiliz Yüksek Komiseri olarak görev yapıyordu. Barış anlaşması imzalanana kadar büyükelçi gönderilmeyecekti. Bu işlere askerler bakacaktı. Calthorpe ve Webb direniş yanlısı Türk subaylarının Türk halkını örgütlemesine engel olmaya ve aynı zamanda Yunanlıları dizginlemeye çalışıyorlardı. Anadolu'da gözü olan Yunanlıları korurken, Roma İmparatorluğu hayalleri kuran İtalyanların gücendirilmesi de ayrı bir baş ağrısıydı. Fransızlar her zamanki gibi özel bir dertti. Mondros ateşkes anlaşması görüşmelerine alınmamaları onları çok üzmüştü.

Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların içine de ajanlar yerleştirilecekti. Yerli işbirlikçiler bulmak, istihbarat ve haberleşme faaliyetleri, isyanlar çıkarmak gibi işler de onun yönetiminde olacaktı. Hükümet Türk ulusal hareketinin Hindistan Müslümanlarına sıçramasından endişeliydi. Afganlılar bu konuda öne çıkmıştı. Orta Doğu şimdilik kontrol edilebilirdi.

Albay Nelson yüksek komiserliğin ikinci adamı Andrew Ryan, İngiliz istihbaratında çalışan Papaz Frew ve diğer kişilerle de görüşmüştü. Ryan ilginç bir adamdı. On beş yıl Konstantinopolis'te çalışmış, savaş başlayınca ayrılmıştı. Ateşkesle birlikte geri dönmüştü. Sultanları, ittihatçıları ve önde gelen Osmanlı devlet adamlarını iyi tanıyordu. İslam düşmanıydı. Ermeni, Rum ve Hristiyan katliamı suçlularının izindeydi.

David’in birinci önceliği Türk ulusal hareketinin engellenmesiydi. İçlerine birkaç eleman sızdırılmıştı, ama yetersizdi. Başta gelen gizli örgütün adı Konstantinopolis’teki Karakol idi. Yüzlerce subayı ve birçok silah ve cephaneyi Anadolu' ya kaçırmayı başarmıştı. Basın, propaganda ve casusluk alanlarında da fena sayılmazlardı. Osmanlı hükümeti ve ordusu hakkında da kesin bilgiler gerekiyordu. Bunun için çok para gerekiyordu. Calthorpe Londra ile görüşerek bunu halledecekti.

Nelson, Ramiz Bey takma ismi ile merkezi Hindistan'da olan East Textiles & Industries Şirketi Temsilciliği'nin Konstantinopolis şubesinde çalışacaktı. Sirkeci’de Muradiye Caddesi'nde bir büro kiralamıştı. Şişli’de lüks bir apartman katını da oturmak için kiralamıştı. Deneyimli istihbaratçı İngilizlerle açık bir temas kurmuyordu. Sadece ayda bir gizli olarak Büyükelçiliğe gidiyor ve komutan ile üçlü toplantılara katılıyordu. Dikkati çekmemek için çok ziyaretçi kabul etmiyor, posta yolu ile mektuplaşarak talimatlarını veriyor, istihbarat raporlarını alıyordu.

Nelson bir süre trenin penceresinden sararmaya başlayan ovayı seyretti. Bir hafta önce Sofya’daki İngiliz ajanlarından biri Türk milliyetçilerine silah satan bir İtalyan Şirketinin izini yakalamıştı. Şirketin temsilcisi şimdi Sofya’daydı. Anadolu’ya büyük bir parti silah ve cephane göndermek için bir Türk milliyetçisiyle buluşacaktı. Nelson bu konuyla bizzat kendisinin ilgilenmesine karar vermiş, Amiral de uygun görmüştü. İyi Türkçe bildiğinden, kendini Ankara Hükümetinin temsilcisi olarak tanıtacak, mümkünse malları teslim alacaktı. İtalyanlar görünüşte müttefikleriydi, ama gizlice Türklere silah ve cephane satıyorlardı. Albay Sofya’da Brüksel Oteli’nde kalacaktı. Bulgarcayı kusursuz konuşan ajanları Gerard biraz rüşvet vererek üçünün de odalarını önceden ayarlamıştı. İkisinin arasındaki odada Türklerle buluşmaya gelen Bay Arietti kalıyordu.

Akşam otelin yemek salonunda Nelson ve Bay Arietti buluştular. Türk kimliğine üstünkörü baktı ve onayladı. İtalyan tüccar biraz Türkçe konuşabiliyordu. Hemen konuya girdi. Mallar hazırdı, Burgaz’da sahile yakın bir yerde emin ellerdeydi, parasını alınca teslim edecekti. Nelson da paranın hazır olduğunu, malları alınca elden verileceğini, motorun iki gün sonra Burgaz’a geleceğini söyledi. İtalyan tüccar rahat olabilirdi. Ama malların kesin yerini öğrenememişlerdi.

O gece David Nelson ve Gerard çok fazla içkiden elbiselerini bile çıkarmadan yatağında uyuya kalan Arietti'nin odasına yedek anahtarla rahatça girdiler. Anadolu’ya nakledilecek malların nerede bulunduğuna ilişkin belge evrak çantasındaydı. Adresi not edip acele otelden ayrıldılar. Ertesi sabah Sofya'daki İngiliz makamları İtalyan kaçakçının kimliğini ve silahların yerini Bulgar makamlarına bildirdiler. Sabahleyin Konstantinopolis'ten gelen gerçek Türk milliyetçisi İtalyan tüccarı bulduğunda muhtemelen ikisi de çok şaşırmış ve her şeyi anlamışlardı. Ama çok geçti. İkisi de hemen tutuklandı ve mallarına el kondu. Ertesi gün otel resepsiyon görevlisi olan biteni Gerard'a anlattı. Bulgar polisindeki adamları Türk'ün ifadesinin bir kopyasını daha sonra Gerard’a verecekti.

Aynı akşam, Nelson treninin restoranında görevini başaran insanların duyduğu hazla yemeğini yiyordu. Bulgar şarapları da fena sayılmazdı.









***



İnfaz



Ağustos 1919. Konstantinopolis (İstanbul).



Galiçya'lı İsmail, Vartan'ın infaz emrini aldığında bembeyaz oldu. Balat'ta yakından tanıdığı Ermeni'nin İngiliz işbirlikçisi olduğunu bu güne kadar fark edememişlerdi.

Eyvahlar olsun! Hüseyin ağabey bunu öğrendiğinde şok geçirecek.

Karakol Örgüt Merkezi’nde, Avukat Refik Bey'in Sultanhamam'daki yazıhanesinde, iki görevli Başçavuş İsmail'e bilgi veriyordu. Vartan Ermenilerin hak iddiaları davalarına bakıyordu. Adliyede Karakol’un dikkatini çekmişti. İlgilendiği davalar daha hızlı sonuçlanıyordu. İngilizler devredeydi, adliye personelini sıkıştırıyorlardı. Vartan'ı izlemişlerdi. Hemen her gün İngilizlerin istihbarat merkezine, Kroker Oteli’ne gidiyordu. Aranan Taşnak militanları arasındaydı. İzini kaybetmişlerdi. İttihat ve Terakki ile Kuvayı milliye önderlerine suikastlar yapacaklarını güvenilir bir kaynaktan öğrenmişlerdi.

İsmail'in not alması yasaktı. Söylenenleri belleğine kaydediyordu. Yanına iki fedai vereceklerdi. İngiliz istihbaratı, izlendiğini öğrenmiş ve Vartan'ın arkasını kollamaya başlamıştı. Geç saatlere kadar çalıştığı avukat yazıhanesinden çıkışta eyleme geçilecekti. İki fedai önce korumasını saf dışı bırakacaktı. Son darbeyi vurmak İsmail'in göreviydi. Bölgeyi keşfedecek ve ayrıntılı eylem planını yapacaktı. Kışladaki asıl görevini aksatmadan bir hafta içinde sonuç almalıydı.

Dışarı çıktı. Etrafı inceledi. Sorun yoktu. Belindeki tabancasını ve bıçağını yokladı. Köprü'ye kadar ağır aksak yürüdü. Hüseyin ağabeyine bunu nasıl anlatacaktı? Zaten cephanelik soygunundan iki ay kadar sonra, onun karakalem resmi caddelerde ve bazı gazetelerde yayınlanınca çok bozulmuştu. Kılık değiştirmemiş olması büyük hataydı. Bıyıklarını da kesmişti. Ama bunu öğrenince çok üzülecekti. Burunlarını dibindeki haini fark edememişlerdi. Sabri ağabeyinin bu Ermeni'ye aşırı güveni hataydı. Deneyimli Binbaşı Vartan’dan hoşlanmıyordu ama işleri yoğundu, üzerinde durmamıştı. Mahmut’a kalsa onun işini hemen bitirecekti. Hüseyin ağabeyin sadık emir eri sonunda Karakol fedaisi olarak seçilmişti. Şimdi görev başı eğitimindeydi. Üst kattaki üç odadan birini ona vermişlerdi. Binbaşısını hiç yalnız bırakmıyordu.

Galiçya'da onun da çok yetenekli bir habercisi vardı. Ne yazık ki, İsmail'in yaralandığı bombardımanda şehit olmuştu. Onun ruhuna bir Fatiha okudu. Viyana’daki Avusturya askeri hastanesinde tedavi gördüğü zamanları hatırladı. Adını hatırlayamadığı bir profesör kendisini ziyaret ederdi. Türk dili ve edebiyatı araştırmaları için yararlandığını söylerdi. Polonyalı bir kâhin yüzlerce yıl önce söylemişti:

Türk atını Dinyester Nehrinde suladığında, Polonya ayağa kalkacaktır”.

Türk kolordusunun Galiçya cephesine gelmesini bu kehanete bağlayanlar olmuştu.

Vapurda aklı yapacağı eylemdeydi. Gözlerini kapatarak o sahneyi gözünde canlandırmaya çalıştı. Saklandığı yerden Vartan'ın aniden önüne de çıkabilirdi, arkasından da yaklaşabilirdi. Önemli olan hasmın önce davranmasına fırsat vermeden kol mesafesine erişmekti. Eski bir komiteciydi. Yabana atılamazdı. Tabanca kullanmayacaktı. Sessizce halledecekti. Bu iş için bıçak daha uygundu. Kaçabilirse fırlatma bıçağını kullanacaktı. En çok on adım atabilirdi. Bu gece bıçakları biley taşıyla keskinleştirecekti ve balık yağı ile yağlayacaktı. Eve vardığında hava kararmıştı ama Hüseyin gelmemişti. Son haftalarda izlendiğinden kuşkulanmaya başlamıştı. Ama izleyeni veya izleyenleri bir türlü yakalayamamıştı.

Kahvehaneye gitti. Yaşlı bir amcayla sohbete daldılar. “1864 yılıydı. Hiç unutmam. Büyük Çerkes sürgününde canını kurtarmak için Karadeniz’e açılan bir buçuk milyon insandan biriyim evlat. Babam, Allah rahmet eylesin, tüm aileyi güç bela Anadolu'ya getirebildi. Sultan Abdülaziz zamanında Adapazarı yakınlarında bir köye yerleştirildik. Yedi yaşındaydım. Akrabalarımızın çoğu açlık, kıtlık ve hastalıktan kırılmışlardı. Osmanlı da zor durumdaydı. Ne yapabilirdi ki? 93 Harbi'nde askerdeydim. Onu da başka zaman anlatırım, istersen. Şimdi eve gitmeliyim. Hoşça kal evlat.”

İsmail yaşlı adamın arkasından bakarken hayıflandı. Öyküsü Hasan Çavuş'un babası hakkında anlattıklarına benziyordu. Onlar önce Balkanlara yerleştirilmiş, ama Balkan savaşlarında Düzce'ye yerleştirilmişlerdi. Bu insanlar canlı bir tarihti. Ama işlerden zaman ayırıp onları dinleyemiyorlar, birikimleri de zamanla kaybolup gidiyordu. Dinleyecek zamanımız olduğunda ise biz yaşlanıyorduk. Onlar da göçüp gidiyorlardı. Anıları yazmak ise çok az insana nasip oluyordu. Aksak başçavuş hesabı ödeyip dışarı çıktı. Harika bir akşamdı. Gündüz sıcağı etkisini yitirmişti. Eve yöneldi.

Hüseyin gelmiş, annesiyle ve kız kardeşiyle yemek yiyorlardı. Onlara katıldı. Hanımlar masayı toplarken yavaş bir sesle “Yukarıda görüşelim ağabey, acelesi var,” dedi. Her şeyi anlattı. Tahmin ettiği gibi, Hüseyin hayretler içinde kaldı, bir süre düşündü ama çabuk toparlandı. “Bizim için kötü bir tecrübe İsmail. Çok fazla dikkat etmiyoruz demek ki. Dikkatli ol. Vartan eski bir Taşnak militanıymış. Kolay lokma olmayabilir. Hasan Çavuş'tan ilk yardım eğitim almayı da unutma.”

İsmail nöbetçi ve görevli olmadığı her akşam değişik kılıklarla gittiği eylem bölgesini inceledi. Saklanacağı kuytuları, kaçış yollarını belirledi. Vartan'ı koruyanlar iki kişiydi. Biri uzun boylu ve zayıf, diğeri tıknazdı. Yazıhaneyi az ilerideki kahvehanede oturarak gözlüyorlardı. Tabancaları vardı. Bazen biri dışarı çıkıyor, yolları ve binaları kontrol ediyordu. Vartan dışarı çıktığında, biri yakın, diğeri uzak takibe geçiyordu. Dışarda karanlık ve yarı karanlık yerler fazlaydı. Eylem Karaköy’e giden yolda olacaktı. Meydana ulaşamadan işi bitirecekti. İki fedai ile eylem planını yerinde prova ettiler. Üçü de bıçak kullanacaktı. Önce arkadaki koruma, sonra yakındaki koruma, en son da Vartan'ın işi bitirilecekti. Farklı yerlere gizleneceklerdi. Yazıhaneden meydana mesafe iki yüz elli adımdı. Sonuç almak için beş dakikaları vardı. Eylem bitince farklı yönlere kaçacak ve dağılacaklardı.

Fedailer ertesi akşam yerlerini aldılar. İsmail yazıhanenin önünden geçerken Vartan'ın ve kahvehanedeki korumaların yerinde olduklarını gördü. En az iki, en çok dört saat bekleyeceklerdi. Ama şanslıydılar, fazla beklemediler. Ermeni militan işini erkenden bitirdi ve dışarı çıktı. Birinci fedai Vartan'ın ve onu yirmi adımdan izleyen yakın korumanın geçmelerini bekledi. Uzun boylu uzak koruma da aralarına otuz adım kadar koyarak onları izliyordu. Birinci fedai üç adımda uzun boyluya arkadan yetişti ve bir eliyle ağzını kapayarak, diğer elindeki bıçağıyla adamın şah damarını kesiverdi. Sessizce işi tamamlamıştı. İkinci fedai de tıknaz korumaya arkadan yaklaştı ve bıçağını kullandı. Fakat adam ölmeden önce, boğuk bir ses çıkardı. Sesi duyan Vartan o sırada İsmail'in hizasına gelmemişti. Tabancasına davranarak meydana doğru koşmaya başladı. Ama İsmail'in fırlattığı bıçaktan kaçamadı. Ensesinden giren bıçakla sendeledi ve sağa sola gelişigüzel ateş açmaya başladı. Paniklemişti. İsmail de arkasından koşuyordu. Meydana kırk elli adım kala yetişti ve mermisi biten militanın şah damarını kesti. Planladıkları gibi üç fedai de farklı yönlere koşarak karanlıklara karıştılar.

Ertesi akşam eve gelen İsmail, Hüseyin'e ve Sabri'ye olan biteni anlattı. Vartan'ın işini bitirmiş, iki korumasını da halletmişlerdi. Rahatladılar.









***



20 Eylül 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Milliyetçi Türkler manda yönetimini reddetti...

İngiltere'nin mandasını kabul eden Osmanlı Sultanı ve hükümetinden sonra, işgalcilere karşı çıkan Türk milliyetçileri de İngiltere ve ABD'nin manda yönetimine girilmesi konusunu görüştü. Milliyetçiler manda yönetimini kabul etmedi.









***

Konstantinopolis'i tanımak



Eylül 1919. Konstantinopolis (İstanbul).



Konstantinopolis dünyanın en fazla ele geçirilmek istenen kentlerinden biridir Scott. Roma İmparatoru Konstantin'in kurduğu söylenir. Ama tarihini daha öncelere dayandıran iddialar da var. Latince 'Bizantium' veya 'Nova Roma' deniyordu. Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğu’nun başkenti oldu. Sonra Bizans’ın konuşma dili olan Rumca 'Konstantinopolis' adı öne çıktı.”

Baron Sebottendorf, ya da Alman Bektaşi, İskoç arkadaşının koluna girdi. Otelin kapısında bekleyen taksiye bindiler. “İlk durağımız Beyazıt olacak. Türklerin ve Müslümanların en yoğun olduğu yerlerdendir.”

Tepebaşı'ndan yokuş aşağı inerlerken şoföre yavaşlamasını ve uygun bir yere çekmesini rica ettiler. Bir süre Haliç'i ve karşı sırtları seyrettiler. Yola devam ederek Sirkeci üzerinden Aya Sofya Kilisesi'ne vardılar. İçeri girip sessizce etrafı seyrettiler. Ellerindeki İngilizce ve Almanca broşürleri okuyarak her köşesini gezdiler. İskoç gazeteci bazı yerlerdeki Runik yazıları gösterdi: “Bunlar Viking yazısına benziyor,” dedi. Baron önce arkadaşına ve sonra gösterdiği yazılara baktı. Tavana diktiği gözlerini yumarak bir süre düşündü. “Bu yazıların Orta Asya'daki Türklerin yazısına benzediğini de ileri sürenler olduğunu hatırlıyorum. Kaynağını bulursam sana göstereceğim.” Dışarı çıkarken Katolik Latinlerin Ortodoks Bizans'ı işgali sırasındaki katliamları, değerli eşyaları ve altınları yağmalamalarını konuştular.

Aynı taksiyle Beyazıt meydanına geldiler. Şoföre beklemesini söyleyerek meydanda yürümeye başladılar. Sebottendorf anlatıyordu. “Bizans döneminde şehrin en büyük meydanıydı, adı Theodosius Forumu’ydu. İleride görülen yer Harbiye Nezareti'dir (Savaş Bakanlığı). Başka yerlerde bulunmayan bir özelliği vardır. Bekirağa Bölüğü içeridedir. Sivil ve asker siyasi mahkûmlar için cezaevi olarak kullanılır.” Yürümeye devam ettiler. “Osmanlılar Konstantinopolis’i ele geçirdikleri 1453 yılında ilk saraylarını buraya yaptırmışlar. Sonra Topkapı Sarayı yapılınca burası ordunun başkomutanına konut olarak bırakılmış.” Scott meydandaki camiye bakıyordu. “Bu cami de Beyazıt Camisi’dir. Türklerin fethinden sonra yapılan ikinci büyük camidir. İlki olan Fatih Camisi’ni de göreceğiz. Daha ilerideki yapılar ünlü Kapalıçarşı’dır. İnip dolaşmak ister misin?”

Çok zamanımızı alacak mı?”

Evet, belki bunu daha sonra yaparız. Ama gerçekten çok güzeldir. Mutlaka görmelisin. Şimdi Fatih’e gidelim. Sonra da Aksaray’a gideriz.”

Kaldırımdaki gölgede torunuyla dilenen bir dedeyi görünce, Baron biraz bozuk para çıkarıp onlara uzattı. Taksiye binerken çift atlı bir öğrenci servis arabası yanlarından geçti. Scott ilgiyle izledi. Şehzadebaşı Camisi’nin önünde araçtan indiler. Öğle namazı için caminin avlusunda abdest alanları sessizce izlediler. Sebottendorf notlarına kısaca göz atarak konuştu: “Kanuni Sultan Süleyman'ı bilirsin değil mi?”

Elbette, ona Muhteşem Süleyman deriz.”

Bu cami onun genç yaşta ölen oğlu Şehzade Mehmet adına Mimar Sinan tarafından yapılmış. Yandaki binalar da Beyazıt’ta gördüğümüz gibi külliyelerdir. Yani cami ile birlikte yapılan kütüphane, medrese, sağlık ocağı, hamam, aşevi, çarşı, kervansaray, türbe, tekke gibi binalardan oluşan yapılar topluluğudur.”

İlginç bir uygulamaymış.”

Araç yavaşça ilerlerken, Baron bilgi veriyordu. Dış kapısında silahlı nöbetçilerin olduğu binayı gösterdi. “Burası Onuncu Tümen Karargâhıdır.” Kuş evleri de Scott'un dikkatini çekmişti. Sebottendorf açıkladı. “Türkler camilerin, hanların, konakların dış duvarlarına kuş evleri ilave ederler. Çeşmelerin, sebillerin bir köşesinde de kuşların su içecekleri küçük kurnalar görülür. Türkler zengin olmamalarına rağmen, diğer canlılara karşı da sorumlu olunduğunun bilincindedirler.”

Türkleri çok seviyorsunuz anlaşılan. Aynı zamanda da iyi bir turist rehberisiniz. Kutlarım Hocam.” Muzip bir gülümsemeyle Baron'u sıkıştırdı. “Peki, ortalıkta dolaşan başıboş kediler ve köpeklere ne diyeceksiniz?” Rehber pes etmedi. “Osmanlılar sahipsiz hayvanları beslemek için vakıflar kurmuş, ücretli adamlar tutmuşlardı. Bunlar kedilere, köpeklere et dağıtırlardı. Mareşal Von Moltke de, 1830’larda, hayvanların Konstantinopolis sokaklarında korkusuzca ve insanlardan hiç çekinmeden dolaşmaları karşısında hayretini gizleyememişti. Senin gibi.”

Evet, Avrupa’da hayvanların sokaklarda başıboş dolaşmalarına izin verilmez.”

Bu Konstantinopolis'te de yaşandı. Sokak köpekleri Marmara denizindeki bir adada toplandı. Fakat insanlar bunu onaylamadı.”

Devam ettiler. Fatih Camisi'nin yanından geçtiler. Az sonra Edirnekapı'daydılar. Surların yanında durdular. “Türkler Bizans'ı fethettiğinde Sultan Mehmet atıyla buradan şehre girmiş.” Baron altı ay önce buraya yakın bir Bektaşi tekkesine geldiklerini hatırlattı. O zaman bilmediği bir şeyi de yeni öğrenmişti. Konstantinopolis'in tarihi surları, Hun Türklerini durdurmak için yapılmıştı. “Fazla bilgiden sıkıldın galiba. Bu son olacak. Konstantinopolis'e Arapça'da 'Bizantiya' diyorlardı. Selçuklu Türkleri bunun yerine 'Konstantiniyye' dediler. Osmanlı Türkleri ise 'Dersaadet, İstanbul, İslambol' gibi farklı isimler kullandı.”

Öğleden sonra sıcak bastırdı. Buraya kadar geldikten sonra, Bektaşi dostları Müneccim Yusuf'un Balat’taki dükkânına uğramaya karar verdiler. İki, üç katlı ahşap evleri geride bıraktılar. At arabalarına ve faytonlara alışık insanlar, ender gördükleri otomobile ilgiyle bakıyorlardı. Az sonra çarşıdaydılar. Merkezde iki dar caddeye ayrılıyordu. Yusuf'un dükkânını sordular. Sağdaydı. Yanında da Agora Meyhanesi’ni gördüler. Uzun zamandır ününü işitiyorlardı. Bunu da değerlendirmeye karar verdiler.

Konukların dükkânına girdiğini gören Yusuf'un şaşırdı. Onları beklemiyordu. Çok memnun olmuştu. Kirli ellerini yıkayıp geleceğini söyledi. Dışarıdaki taburelere oturmalarını işaret etti. Çırağını göndererek çaylarını sipariş etti. Az sonra yanlarındaydı. Konuklar gezilerini anlattılar. Yusuf'un işlerini sordular. İşler kesattı. Piyasa durgundu. İnsanlar eski eşyalarıyla idare ediyorlardı. Satın almak isteyenler biraz peşin verebiliyor, kalanını deftere borç yazdırıyorlardı. Kendisi de toptancılardan borçla malzeme alabiliyordu. Ama hayat devam ediyordu. Daha kötü günleri de olmuştu. Uzun uzun konuşacak zamanları vardı. Akşam onları bırakmayacaktı. Yandaki meyhanede birlikte olacaklardı. Konuklar birbirlerine hayretle baktılar. Bu adam gerçekten müneccimdi. Zihinlerini okumuştu. Sebottendorf şoföre parasını ödeyerek otomobili gönderdi. Yemekten sonra bir faytonla otele dönebilirlerdi.

Az sonra Agora meyhanesindeydiler. Yusuf burasını neden çok sevdiğini anlatıyordu. Hizmet ve temizlik çok iyiydi. Bardaklar ve kadehler parıldardı. Yerler süpürülür, sofralar silinirdi. Hizmet edenler, sigara, nargile işlerine bakan çubuktar çocuklar temiz giyinirlerdi. Tombul meyhaneci Hristo'nun buyur ettiği ahşap masada, mumlarla süslenmiş şamdanlar, meze tabakları ve kadehler iştah açıyordu. Ahşap ayaklı, hasır sandalyelere oturdular. Hristo mumları yaktıktan sonra, sakız rakısı mastika istediler. Bereket simgesi olan kütükten oyma tuzluğu incelediler. Siparişler verilmeden, fasulye piyazı, lahana turşusu ve kırık leblebi mezeleri geldi. Bunlar ücretsizdi, sadece içki ve ayrıca istenen mezelerin parası alınırdı.

Rakılarının ilk yudumlarını tadarken, meyhaneden içeri girip onlara yaklaşan atletik yapılı, bıyıklı ve kalpaklı adamı hemen tanıdılar. Yusuf ayağa fırladı ve Binbaşı Hüseyin ile kucaklaştı. Sebottendorf ve Scott ta kalkıp genç binbaşının elini sıktılar. Garsona bir kişilik daha servis açtırdılar. Mezeleri ve rakıları takviye ettirdiler. Meraklı bakışları gören binbaşı anlatmaya başladı. Kız kardeşinin nikâh işleri için öğleden sonra izin almıştı. Akşam boştu, Bektaşi amcasına gelmişti. Dükkân komşularından yabancılarla Agora'da olduğunu öğrenmişti. Hep birlikte binbaşının kız kardeşinin mutluluğu için kadeh kaldırdılar.

Sebottendorf, Yusuf 'un geçmişini ve sonra da söz verdiği gibi İslam'ın Türk yorumunu anlatmasını istedi. Duyacaklarının çoğunu bildiğini sanıyordu, ama konu konuyu açardı. Yetmiş yaşındaki Bektaşi gülümseyerek onayladı. Bembeyaz sakalını sıvazlayarak düşündü ve anlatmaya başladı. Doğum yeri ve memleketi Karaman idi. Hemen sordu: “Hüseyin bilir ama sizler Karamanoğlu Beyliği'ni duydunuz mu?”

Yabancılardan olumsuz yanıt alınca devam etti. “Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Anadolu'da birçok Türk Beyliği vardı. Küçük devletçiklerdi. En güçlüsü Karamanoğlu Beyliği idi. Dağılan Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya oradaydı. Osmanlı'dan daha büyük toprakları, daha fazla askeri ve daha fazla vergi geliri vardı. Ama Osmanlılar daha becerikli çıktı. Bizans ve diğer küçük beyliklerden azar azar ele geçirdiği topraklarla gücünü artırdı.”

Alman Baron araya girdi. “Bu ne kadar sürdü?”

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u alması Osmanlı'nın kuruluşundan 150 yıl sonra oldu. Bizans'tan daha güçlü gördüğü Karamanoğlu Beyliği'ni sonraya bırakmıştı. On yıl sonra da onları yendi. Karamanoğlu halkının çoğunu Balkanlara sürdü. Atalarımın bir kısmı oralarda yaşadı.”

Scott dayanamadı, piposunu bıraktı ve çantasından not defterini çıkardı. Duyduklarını yazmaya başladı. “Ben bir tarihçi olarak bunları öğrendiğime memnun oldum. Bana bir araştırma konusu daha çıktı. Sağ olun Yusuf Bey.”

Hüseyin araya girdi. “Tarihteki Türk devletlerinin çoğu kurucusunun adıyla anılır. Bu Araplara da miras kalmıştır.”

Yaşlı adam gülümseyerek devam etti. “Askerliğimi beş yıl kaldığım Mısır'da yaptım. Arapça ve Farsça dersleri aldım. Saz çalmayı ve kahve falını öğrendim. Döndüğümde Sultan'a saygısız sözlerim nedeniyle hapse girdim. Hapiste tanıştığım bir Bektaşi'nin kefâletiyle Bektaşi Dergâhı’na katıldım. Rus savaşı çıkınca affedildim. Hapisten çıkarılarak tekrar askere alındım. Hasankale'de yaralandım. Ciğerlerimden hastalandım, Erzurum'da bir yıl tedavi gördüm. Sonra Ruslar Erzurum’u işgal etti. İstanbul’da Yeşilköy'e ulaştı. Yüz binlerce Türk soğuktan ve açlıktan öldü. Bir milyondan fazla Türk İstanbul’a göç etti. 1880’de otuz yaşındaydım. Bir asker arkadaşımın yardımıyla ben de İstanbul'a geldim. Göçmenlerin arasına katıldım. Balat’ta baba mesleğim olan bakırcılığa başladım. Geceleri dükkânda kaldım, para biriktirdim. Yakındaki Bektaşi dergâhında derviş oldum. Ertesi yıl evlendim. 1882'de oğlum oldu. Ama iki yıl sonra eşim ve oğlum veremden öldüler. Ondan sonra hiç evlenmedim.”

Scott araya girdi “Otuz altı yıl bekâr olarak burada yaşadınız. Hem Osmanlı için hem de sizin için zor zamanlar olduğunu sanıyorum.”

Aynen Bay Wallace. Sonra kendi bakırcı dükkânımı satın aldım. Kendimi geliştirmeye çalıştım. Kazancımla değerli kitaplar satın almaya başladım.” Eliyle dükkânının tarafını işaret etti. “Bir kısmı dükkânın arkasında, çoğu da evdedir.”

Sebottendorf başını salladı. “İlginç bir öykü Yusuf Bey. Bu kadar badireden sonra kendinizi geliştirmeyi seçmişsiniz. Kutluyorum. Sizi tanıdığıma şimdi daha çok memnun oldum. Kadehimi şerefinize kaldırıyorum.”

Çok teşekkür ederim Bay Sebottendorf. Beni utandırdınız. Sizinkinin yanında benimkisi anlatmaya bile değmez.”

Bu sırada yan masadakilerin şarkıları sohbetlerine ara verdirdi. Hem dinlediler, hem de kadehlere ve mezelere saldırdılar.

Girdim yârin bahçesine gülden geçilmez.

Gülden geçtim serden geçtim yardan geçilmez.

Acıdır aşkın şarabı susuz içilmez.

Yandakilerin şarkıları bitinceye kadar karınlarını doyurdular. İlk konuşan Scott oldu. “Ben hala İslam'ın Türk yorumunu merak ediyorum.”

Yusuf kadehinden bir yudum daha alarak anlatmaya başladı. “Altay dağlarını bilirsiniz. Asya'nın ortasındadır. İşte o dağlardan ve steplerden gelen göçebe Türk boyları, 200-300 yıları arasında batıya ilerledi. Türkistan’ı işgal ettiler. 700 yılarında yerleşik düzene geçtiler. Horasan’dan, İran’a, oradan Anadolu’ya, Balkanlara kadar yürüdüler. Tarihteki Avarlar, Kumanlar, Peçenekler, Bulgarlar bu Türk Boylarının uzantılarıdır.” Yaşlı adam birden durdu. Yüzüne mahcup bir gülümseme yayıldı. “Özür dilerim. Bunları zaten biliyorsunuzdur. Amacım bilgiçlik taslamak değildi.”

Sebottendorf dostça eline dokundu. “Hiç te değil. Sanırım Scott da bana katılacaktır. Zevkle dinliyoruz.” İskoç tarihçi onaylayınca Yusuf devam etti. “Volga havzasında da devletler kurdular. İslam’dan önce başka dinleri kabul ettiler. Şamanizm önceliklidir. Bazı Türk topluluklarca Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da kabul edilmişti.”

Sebottendorf tekrar araya girdi. “Dinlerin sıradan insanlar tarafından nasıl kabul edildiğini düşünelim. Kendi özgür iradeleriyle mi seçiyorlar?” Masadakilere soran gözlerle baktı. Scott piposundan bir nefes aldı ve cevap verdi. “İnsanlar genelde yöneticilerinin istediği dini seçtiler. Bu bazen isteyerek, bazen de zorla olmuştur.” Baron devam etti. “Ama iki durumda da eski inançlar tümüyle ortadan kalkmadı. Eski inançlar yeni inancın içine karıştı.”

Yusuf kadehini sonuna kadar içti. Çok mutlu görünüyordu. “Uzun zamandır böyle güzel bir sohbete hasrettim. Geldiğiniz için çok teşekkür ederim. İzin verirseniz devam edeyim. Aynen dediğiniz gibi oldu. Şamanizm Budist, Musevi, Hristiyan ve Müslüman Türklerde devam etti.” Kadehleri tazeleyen garsonun uzaklaşmasından sonra anlatmayı sürdürdü. “Şamanizm Türklerin ve birçok Asya halkının ortak inancıydı. Yeri, göğü, bütün varlıkları yaratan ve yöneten Bir Tanrı veya Gök Tanrı anlayışı vardı. Şamanizm yazılı tarih öncesi izler taşıyordu.”

Scott yine kendini tutamadı. “Peki, Türkler nasıl Müslüman oldu? Sanırım bunu da anlatacaksınız.”

Elbette. Anlatacaklarımın çoğu dört ciltlik 'Taberi Tarihi'ne dayanır. Elimdeki değerli kitaplardan biridir. Taberi önemli bir düşünürdü. İslam’ın Altın Çağı olan 800-1000 yılları arasındaki bilimsel çalışmalara çok katkı yaptı. Bu eserinde Âdem’den başlayarak peygamberlerin ve kavimlerin yaşamlarını anlatır. Önce 'Ne zaman?' sorusuna bakalım.” Yusuf biraz düşündü. “Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi Emeviler zamanındadır. Hatırladığım kadarıyla, 670-740 yılları arasındaydı. 'Nerede?' sorusunun yanıtı Türkistan'dır. Tarihi ipek yolu üzerindedir. Türk boyları burada deri imal ediyor, pamuktan kâğıt üreterek satıyor ve iyi para kazanıyorlardı. Ayrıca, altın madenleri de çalıştırıyorlardı.”

Sebottendorf dayanamadı. “Bu zenginlik de Arapların iştahını kabartıyordu.”

Aynen. Ama Türkler Arap ordularının işgaline direndiler. Bazen Arapları püskürttüler, bazen de yenilip, haraç vererek kılıçtan kurtuldular. Aralarında birlik olmaması, hatta Araplarla işbirliği yapanların bulunması sonucu, bu direniş zayıfladı. Çin'den de yardım istendi. Daha sonra bazı Türk boylarınca desteklenen Araplar Çinlileri de yendi ve Türklerin İslam dinine girmesi hızlandı.”

Buraya kadar anlatılanları dinleyen Hüseyin elini kaldırarak söze girdi. “Özür dilerim. Araya gireceğim. Hiç İran'da bulundunuz mu?” Gülümseyerek gözlerini arkadaşlarında gezdirdi.

Sebottendorf ve Scott olumsuz anlamda başlarını salladılar. Binbaşı devam etti. “Ben beş yıl önce İran’da görev yaptım. Orada birçok Azeri Türkü ile tanıştım. Onlardan Şiiliği tanıma fırsatım oldu. Arzu ederseniz, İran'ın da nasıl Müslüman olduğunu özetleyebilirim.”

Diğerleri bu ilginç öneriyi onayladılar. Hüseyin anlatmaya başladı. “İslam’ın yayılmaya başladığı sıralarda İran dünyanın üç süper gücünden birisiydi. Diğer ikisi, Bizans İmparatorluğu ve Uzak Doğu'da Çin İmparatorluğu'ydu. İran'daki Sasani Devleti, Bizans ile yüz yıldır çatışma halindeydi. Mecusi dinine inanırlardı. Ateş yandığı sürece hayır ilahının şer ilahına galip geleceğine inanırlardı.”

Yusuf araya girdi. “Mecusilikten önce İranlılar Sâbii idiler. Kur'an'da geçerli kitabi dinlerden sayılır.” Bu arada bir sigara yakan Binbaşı'ya özür diler gibi baktı ve eliyle devam etmesini istedi. Paketini arkadaşlarına uzatıp, olumsuz yanıt alan Hüseyin devam etti. “İran'da Hristiyanlık inancı da kök salmıştı. Hatta Mecusiliğin yerini almaya başlamıştı. İslam’ı tebliğ eden Araplar bunu reddeden İran'a savaş açtılar. İranlılar yenildiler. Sanırım tarih 640 yıllarıydı.”

Sebottendorf araya girdi. “Yani İslam dini orada da savaşla kabul ettirildi. Türklerden yüz yıl önce.”

Binbaşı onayladı. “Aynen öyle oldu. İran İslâm’ı benimsedi. Dahası, İranlılar Arap alfabesini kullanmaya başladılar. Güneş takviminden, ay takvimine geçtiler. Ama Müslüman Arap egemenliği İranlıların milliyetçi damarını güçlendirdi. İran'da Şii İslam'ın ortaya çıkışı böyle oldu.”

Yusuf yine araya girdi. “Şiilik konusu ayrı bir deryadır. Ona girmesek iyi olur.”

Tamam, Yusuf Amca bitiriyorum. Şii İran'ı bin yıl süreyle Türklerin yönettiğini biz dâhil tüm Batı bilmez. Çünkü ne dilimizi ne de kültürümüzü Farslara benimsetebildik. Hatta tam tersi oldu. Onlar yönetildikleri halde, yöneten Türkleri kendi kültürlerinde erittiler. Bunu İran'da görev yaptığımız sırada üzüntüyle gördük. İçten içe de onları hem kıskandık hem de takdir ettik.”

Scott aldığı notlardan başını kaldırdı. “Arkadaşlar, çok değerli bilgiler bunlar. Teşekkür ederim. İstanbul'un Balat semtindeki bir meyhanede böyle ciddi konuların tartışıldığına inanamıyorum. Kadehimi Yusuf Bey ve Hüseyin Binbaşı şerefine kaldırıyorum.”

Sebottendorf da mutluydu. “Ben de teşekkür ediyorum. Ama hala İslam’ın Türk yorumuna gelemedik. Ben de onu dinlemek için sabırsızlanıyorum.” Gülümseyerek Yusuf'a baktı. Yaşlı adam onayladı. “Biz Hüseyin ile hep bu konuları konuşuruz. Sizi sıkmadığımızı görerek ben de memnun oldum. Devam ediyorum. Ama bana gülmeyin. Nerede kalmıştım?”

Scott gülmemek için kendini zor tuttu, notlarına bakarak, “Son sözünüz şöyleydi: Araplar Çinlileri yendi ve Türklerin İslam dinine girmesi hızlandı.”

Teşekkür ederim Bay Wallace.” Yusuf yine sakalını sıvazlayarak hafızasını tazeledi. “Karahan Türkleri zamanında İslâmiyet resmî din oldu. Fakat Türk insanının dini olamadı. İslam fetihlerinin getirdiği aşırı zenginleşme eleştiriliyordu. Arap milliyetçiliğinin baskısına karşı çıkılacaktı. İslamiyet evrensel bir din olacaktı.” Yaşlı adamın gözleri daldı bir süre. “İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve sanata önem veren bir medrese kuruldu. Dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce insan Türk dünyasına dağıldı. Bunların Anadolu'da ve Rumeli'de Türk varlığının kökleşmesinde büyük hissesi vardır. Yoksullara, yetimlere ve çaresizlere sığınak sağladılar. Bunlardan Hacı Bektaş Veli, Osmanlı ordusunun belkemiği yeniçeriliğin piri (manevi öğretmeni) idi. Bektaşilik onun isminden gelir.”

Sebottendorf yaşlı adamın biraz dinlenmesi için söze karıştı. “Ben biliyorum ama O’nun yedi ilkesini de açıklar mısınız?”

Elbette. Birincisi, Allah'a aşkla yöneliştir. İkincisi, gösterişten uzak, sadece Allah için Müslümanlıktır. Üçüncüsü, insan sevgisidir. Dördüncüsü, hoşgörüdür. Din, dil, köken farklılığının reddidir. Beşincisi, kadın ve erkek eşitliğidir. Altıncısı, emek ve işin kutsallığıdır. Yedincisi, bilimdir.”

Scott kendini tutamadı. “Gerçekten bu kadarını beklemiyordum. Bu anlayış, hiç kuşkusuz, tüm insanlık için düşünülmüş. Evrensel olmak bunları benimsemektir bence. Bu gidişle beni de Bektaşi yapacaksınız.”

Hüseyin fırsatı kaçırmadı. “Kadehlerimizi Bektaşilerin şerefine kaldıralım.”











***



23 Eylül 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Türkiye'de barış anlaşması için arayışlar devam ediyor...

Suriye ve Kilikya'daki İngiliz işgal kuvvetleri yerlerini Fransızlara bırakıyor. Amerikan heyeti Doğu Anadolu'da incelemeler yapıyor. Mustafa Kemal Paşa Sultan'a muhtıra verdi: Başbakanını azlet!









***

Karakol



Eylül 1919. Konstantinopolis (İstanbul).



Hasan Çavuş Fatih Camisi’nde, cuma namazından sonra ünlü Süleyman Hoca'nın vaazını bekliyordu. Az sonra kalabalık cemaatin yanında açılan koridordan, beyaz sakallı, orta boylu, dar omuzlu, zayıf hoca, başında beyaz büyük bir sarık, sırtında yeşil bir hilatle minbere yaklaştı ve yavaş hareketlerle üzerine çıktı. Giydiği değerli kumaştan yapılmış hilati önceki şeyhülislam armağan etmişti. Hoca cemaate göz gezdirdikten sonra, öksürerek konuşmasına başladı. Sesi açıktı, gürdü ve heyecanlıydı. “İslam'a zaferler müjdeleyen ve onu on yıllık bir yoldan çıkıştan sonra hak yoluna döndürecek yüce Allah’a hamdolsun. Bunu gerçekleştirmek için seçtiği şanlı halifemiz ve sultanımız Vahdettin’e şan olsun. Allah’ın selâmı onun üzerine olsun.” Birden kaşları çatıldı, “İnanan kardeşlerim, gözlerinizin önünde korkunç olaylar yer alıyor ve siz tepki göstermiyorsunuz. Allah’ın Hesap Günü’nde hiçbir soru sormayacağını mı düşünüyorsunuz? Halifenizin ve sultanınızın yanında olmazsanız, Allah sizi düşmanlarınıza karşı neden korusun? Hem bu dünyada hem de öteki dünyada cezalandıracağını unuttunuz mu? Hâlâ uyuyorsunuz. Birinin gelip sizi uyandırmasını bekliyorsunuz.” İşaret parmağını doğuya doğru uzatarak konuşmasına devam etti. “Ey dinsiz, Allahsız Kuvayı milliyeciler! İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiniz! Bunların vücutlarını külliyen dünyadan kaldırmak beşeriyet için, Müslümanlık için bir farz olmuştur. Padişahımız, halifemiz, efendimiz hazretlerinin merhamet ve şefkat kucağı size açılmıştır. Koşun, gelin dünya ve ahiret saadetine ulaşın! İşte size ihtar eyliyorum. Allah’ını, peygamberini ve padişahını seven bu tarafa gelsin!” Sesinin gerginliğini arttırdı. “Milli mücadele yapıyoruz diyorlar! Ben de onları hainlikle suçluyorum. Başlarındaki Mustafa Kemal Paşa denen adam hilafet ve saltanatı kaldırarak Sultan Osman Oğlunun makamına geçmeye çalışmaktadır. Sokaklarda kadınlarımızın peçesiz dolaşması, babaları, oğulları ve kardeşleri olmayan yüzlerce erkeğin istek dolu bakışları önünde yüzlerini ve saçlarını sergilemesi umurunda değildir. Cenabı Hakk'ın kesinkes yasakladığı cahiliye dönemi geri geliyor ey Müslümanlar! Böyle bir ülkeyi Allah niye tehlikelere karşı korusun?”

Cemaatin tepkisine bakmak için durdu, nefeslerini tutmuş onu dinliyorlardı.

Korkun! Allah’tan korkun!”

Hasan Çavuş Süleyman’ın ağzından köpükler saçarak sürdürdüğü vaazının benzer tekerlemeleri arasında düşüncelerine daldı. Geçenlerde dükkâna gelen bir yaşlı amcanın anlattıklarını hatırladı. Kur’an’da bu konuda birçok uyarı vardı. En başta geleni de Maun Suresi idi. Namazlarıyla gösteriş yapanları kınıyordu. Üzerine basarak ne doğru söylemişti ihtiyar:

Ahlak konusunda en çok ahkâm kesenler, en ahlaksız olanlardır.”

Nihayet vaaz bitti. Hasan ayakkabılarını giyip dışarı çıktı. Yakındaki kahvede toplananlara katıldı. Önceki cumalarda tanıştığı camcı Necati'nin masasına oturdu. Nargileler, sigaralar ve çaylar içilirken Hoca’nın söyledikleri tartışılıyordu. Sarıklı hocaların bu insanlar üzerindeki etkisi okullardaki öğretmenlerin çok üzerindeydi. Kötülüğün dinden uzaklaşmaktan kaynaklandığına inanıyorlardı. Öldükten sonra cehenneme gitme korkusu ise her şeyin üzerindeydi.

Akşama kadar çalıştığı turşucu dükkânından yorgun argın eve döndü. Çarşıdan aldığı ekmekleri, sebzeleri ve helvayı mutfakta, konuklara yemek hazırlamakta olan annesine verdi.

Hüseyin bu haftaki toplantı yeri seçilen Hasan’ın Saraçhane semtindeki evine geldiğinde hava kararmıştı. Eylül sonlarıydı. Hasan’ın dul annesiyle oturduğu babadan kalma konut iki katlı küçük bir evdi. Üç odalı giriş katını Rumeli göçmeni bir aileye kiralamışlardı. Hayrettin çoktan gelmiş ve valide hanımın lezzetli yemeğinden nasibini almış, çay faslına geçmişti. Hüseyin izleme görevlerini aksatmamak için diğer iki arkadaşını çağırmamıştı. Aç olmadığını ama bir bardak çaya hayır diyemeyeceğini söyleyerek masanın kenarındaki iskemleye ilişti. Sıkıntılı tavrını saklayamadığından, arkadaşları hemen fark ettiler. Hayrettin üzerine gitti.

Hayırdır Binbaşım, önemli bir sorun yoktur inşallah?”

Dün gece bir komşumuzun dükkânına saldırdılar. Parasını gasp ettiler, sopalarla dövdüler. Sonra kayıplara karıştılar. Çok canım sıkıldı. Yaptıkları yanlarına kalınca daha cüretkâr oluyorlar. Başka semtlerde de örgütlendiler, ama Balat’ta Rumlar bayağı azıttılar. İşgal güçlerinden aldıkları destekle, Türklerin evlerine ve dükkânlarına saldırıyorlar, bazen katlediyorlar, şanslı olanlar yaralanarak atlatıyorlar.”

Hasan atıldı, “Binbaşım hangisiyle hesaplaşacağımızı şaşırdık. Bu çetelere ilaveten işbirlikçiler de etrafımızı sarıyorlar. Şubede sadece on bir kişiyiz, sorumlu olduğumuz saha çok geniştir. Bataklık ta, sivrisinekler de çoğalıyor.”

Haklısın. Biz de öncelik vererek işlere yetişmeye çalışıyoruz. Daha fazla eleman bulmak kolay değil. Merkezden uyarılar alıyorum. İngiliz istihbaratçıları Türk asıllı ajanları içimize sokmaya çalışıyor. Çok seçici davranıyoruz. Bu kadar işin arasında yeni elemanın incelenmesi ve araştırılması kolay değil. Hepimizin yapması gereken o kadar çok iş var ki.”

Çayları tazelediler. Önce Hasan durumunu açıkladı. İslam Teali (Yükseltme) Derneği’nin faaliyetlerini özetledi. Sadece “gözetle, dinle ve rapor et” şeklinde çalışmak zoruna gidiyordu. Hainler belliydi. Fazla düşünmeden tamamını yok etmek gerekirdi. Binbaşının çatılan kaşlarını görünce konuya geldi. İslam Teali Derneği’nin merkezi Fatih’te aralıksız çalışıyordu. Turşucu dükkânına gelenlerin konuşmalarından, camiye gelenlerin abdest alırken yaptıkları sohbetlerden duyduklarına göre durum kötüye gidiyordu. Çevredeki kahvehanelerde de bu bilgiler doğrulanıyordu.

Hüseyin araya girdi. “Yani destekçileri artıyor.”

Evet Binbaşım. Halifelik ve saltanatı kurtarmak için Müslümanların birleşmesini istiyorlardı. Şimdi İngilizlerin arkalarında olduğunu söylemeye başladılar. Sahtekârlar! Bunların medreseleri batsın!”

Tamam, sakin ol Hasan.”

Ramazan ayında oruç yiyenlere, tesettüre uymayan kadınlara saldırıyorlar, ama Hristiyanların kucağına oturmaktan kaçınmıyorlar. Kendimi zor tutuyorum Binbaşım.”

Tamam. Şu Süleyman Hoca’dan söz edelim biraz.”

Hoca’nın yakınındaki biriyle arkadaş olmuştum. Hatırlarsınız, adı Necati. Çarşamba Çarşısı'nda camcı. Bir aydır samimiyeti artırdım, siyasi konularda sohbete başladık. Sultanı ve hükümetini desteklediğim için bana güven duyuyor. Bu gün dükkânıma gelerek, örgütlerine katılmamı istedi, ben de kabul ettim.”

Hüseyin “İşte bu kadar!” diyerek Hasan’ın omuzuna yavaşça vurdu. Hayrettin de söze katıldı, “Sadece gırtlak kesmekle yürümüyor bu işler. Şimdi bütün örgütle uğraşacaksın. İşin daha zor olacak.” Hasan’ın başını olumlu anlamda sallarken, düşünceli tavrı Hüseyin’in dikkatinden kaçmadı. “İslam Teali Derneği’nin sorumlularını izleyecek ve rapor edeceksin. Özellikle İngilizlerle temaslarını öğreneceksin. Hepsi o kadar, fazlası yok, unutma.”

Tamam Binbaşım. Bana güvenebilirsin.”

Başını belaya sokmayacaksın. Sen kendi halinde bir esnafsın. Aileni geçindirmeye çalışıyorsun. Gündüzleri bıçak taşımayacaksın. Onların da aynı taktiği kullanıp bizi açığa çıkarmaları mümkündür. Gözlerimizi dört açacağız arkadaşlar.”

Çayları tazelediler. “Sende ne var ne yok Hayrettin?”

İşgalcilerin aradığı arkadaşlarımızın sahte kimliklerini ve seyahat belgelerini hazırladım. Bir iki gün sonra gelecek kuryeye teslim edeceğim.”

Hüseyin araya girdi. “Tutuklanacaklar listesi o kadar kabarık ki, İstanbul’da çalışacak yetenekli eleman bulamıyoruz.”

İşgalciler ihbarcıları iyi kullandılar. İstanbul’da evine gizlice girdiğim birçok ihbarcı oldu. Fazla bir şey bulamadım. Bir Ermeni'den ele geçirdiğim tutuklanacaklar listesi işe yaramadı. Daha önce Anadolu’ya kaçmışlardı. Bazısı da yakalanmıştı. Geçen hafta bir ihbarcıyı izledim. Eski bahriye subaylarından biri. Reji’de kolbaşı. Adı Kasımpaşa'lı Haydar. Anadolu'ya cephane kaçırırken yakalanan bir motorcuyu ihbar ettiği için ödül almış. Belgesini de saklamış.”

Sağ ol Hayrettin. Not alıyorum. Hemen Merkez’e ileteceğim. Biliyorsunuz, infaz kararını sadece Merkez yönetimi verebilir. Daha önce infaz yasaktır. Bazen onları takibe alıp, daha büyük balıkları tutmaya çalışıyorlar. O yüzden.” Hüseyin şekersiz çayından bir yudum alırken gıda fiyatlarının on kat yükseldiğini hatırladı. “Bu arada karaborsacıları da infaz listesine alalım diye tekrar Merkez’e öneride bulunacağım.”

Evden önce Hüseyin çıktı, iki dakika sonra da Hayrettin. İzlenmeye karşı ikili olarak hareket ediyorlardı. Binbaşı arkasına bakmamaya dikkat ederek, Fatih semtinin arka sokaklarını geçmeye başladı.

Karakol Örgütü diğer çeteleri de silahlandırıyordu. Ele geçirilen silah ve cephaneyi Anadolu'ya aktarmak için Kocaeli'nde bir depo oluşturulmuştu. Gümrüklerde, kara ve deniz ulaşımında güçlüydüler. İşbirlikçiler büyük otellerdeki temizlikçiler ve garsonlar gibi Örgüt elemanları ile izleniyordu. Vekâletlerde (Bakanlıklar), Sarayda, işgal kuvvetleri karargâhlarında da adamları vardı. Değerli bilgiler elde edilmişti. Eski ittihatçılar her yerde Karakol’u destekliyordu. Yusuf Amca ve Bektaşiler aracılığıyla Müslüman Baron ve İskoç gazeteciden önemli bilgiler almışlardı. Ama aralarına sızanların olduğunu da biliyorlardı. Örgüte yeni girenleri de izliyorlardı.

Karakol kuralları sertti. Emirleri yerine getirmemek, gerekli fedakârlık ve basireti göstermemek, Örgütün nüfuzunu kullanarak çıkar sağlamak, düşmanla işbirliği yapmak, hayatı pahasına da olsa örgütün sırlarını düşmanlara veya kendi yakınlarına açıklamak ihanet sayılıyordu. Cezası ölümdü. Merkez'deki özel birime bağlı çalışan fedailerin eğitimi de çok sıkıydı. Kısa sürede kılığını değiştirebilmek, infaz anına kadar kuşku çekmemek, avı ve gerektiğinde yakınlarını bir avcı gibi izlemek, yürüyüşünü, giyinişini, alışkanlıklarını akılda tutmak öğretilirdi. Yakın mücadele, tabanca ve bıçak kullanmak en önemli konulardı.

Haliç Caddesi’ne gelince Hayrettin üç kez ıslık öttürerek sorun olmadığını, kendi yoluna gideceği işaretini verdi. Hüseyin de aynısını yaptı, yoluna devam etti.



Aynı saatlerde sivil giysili Başçavuş İsmail Pera’daki eğlence yerlerinden birinin yakınında karanlığa gizlenmişti. Değirmendereli Kasım'ı bekliyordu. Anadolu’ya gönderilecek silahların yerini İngilizlere haber vermişti. Bu ahlaksız İngiliz Muhipleri (Dostları) Derneği üyesiydi. Merkez’in emriyle infaz edilecekti.

Sokağa çıkma yasağı gece yarısı başlıyor. Az sonra dışarı çıkacaktır.

İsmail Karakol Örgütü’nün fedailer birliğine alınmıştı. Fedailiğe giriş gönüllü olup, çıkmak mümkün değildi. Merkez tarafından tehlikeli olduğuna hükmedilenleri ortadan kaldırıyorlardı. Ancak çok özel durumlarda Merkez’in talimatını beklemeden eyleme geçebilirlerdi. Görevi yerine getiremeyen fedai cezalandırılırdı. Bir yıldır, hem Rami Kışlası’nda takım komutanı görevini, hem de Örgüt işlerini yetiştirmeye çalışıyordu. İlk hedefi evine İngiliz subaylarını alan Belkıs idi. Bazı ittihatçıların isimlerini İngilizlere vermişti. Yatağındaki körkütük sarhoş İngiliz ile bu soysuzu sessizce infaz etmişti. İkinci görevi Karakol’un kaçakçılık olaylarında kullandığı çöp arabalarını Fransızlara ihbar eden Saffet adlı bir haindi. Onu da ıssız bir sokakta gebertmişti. Üçüncü sıradaki İngilizlerin Black Jumbo Örgütü üyesi olan Terzi Mehmet’ti. Dükkânını paravan olarak kullanarak casusluk yapıyordu. Meyhane çıkışında işini bitirmişti. Üzerinde Ankara’daki Temsil Heyeti mührü olan sahte belgeyi almış ve Karakol’un kuryesine vermişti. Terzi Mehmet, Karadeniz’i Pontuslu Rumlardan temizlemeye çalışan Türk çetecilerine dair önemli bilgileri İngiliz istihbaratına aktarmıştı. Ayrıca, Üsküdar ve Kadıköy’deki muvazzaf ve emekli askerlerin listelerini İngilizlere vermişti. Yetmemişti, Selimiye kışlasındaki telsiz telgraf aletini Anadolu’ya kaçırmayı planlayan tıp öğrencilerini tutuklatmıştı.

Şiddetlenmeye başlayan poyraz rüzgârı son günlerindeki nemli havayla birleşince yaralı bacağı ağrımaya başladı.

Lanet olası Galiçya’nın armağanı.

Uzunköprü’den bir Temmuz günü trenle hareket etmişlerdi. 15. Kolordu, otuz bin mevcuduyla Tuna’nın kuzeyindeki Galiçya cephesine ulaşmıştı. Avusturyalılar hepsini sağlık muayenesinden geçirmiş, kolera ve tifo aşıları yapılmıştı. Viyana’yı iki kez kuşatan, Avusturyalıların korkulu rüyası Türklerin torunları yardıma gelmişti! Ama Türkler, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’a karşı giriştikleri savaşta Avusturya’nın yardımını alamamıştı.

Osmanlı ve Rus orduları arasında şiddetli muharebeler olmuştu. Ruslar önce yoğun topçu ateşine başlıyor, sonra da birkaç sıra halinde hücuma geçiyorlardı. İsmail bunlardan birinde yaralanmıştı.

Gazino kapısında beliren Değirmendereli Kasım'ı görünce Galiçya anılarını unutuverdi. Kasım sigarası dudaklarında, sallana sallana caddeye doğru yürüdü. Köşede bekleyen faytona binerken İsmail de diğer taraftan yanına zıpladı. Gözleri fal taşı gibi açılan Çerkez hançerine davranmaya çalıştı. Ama faydasızdı. İsmail bir eliyle ağzını kapatırken diğer elindeki bıçağıyla şah damarını kesiverdi. Ne olduğunu anlamaya çalışan faytoncuyu kısık bir sesle “Sakın sesini çıkarma, arkana bakmadan yürü!” diye tehdit etti. Kurbanının çırpınmaları kesildiğinde, faytondan aşağı atladı. Yan sokaklardaki karanlıklarda kayboldu. Tekerleklerinin uzaklaşan sesinden faytonun yoluna devam ettiğini anladı. Eylemin farkına varan olmamıştı.

Bir hain daha eksildi.















***



30 Kasım 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Osmanlı Sultanı ve hükümeti Milliyetçiler ile anlaşmaya çalışıyor...

Milliyetçi Türklere karşı düzenlenen ayaklanmalar başarısız oldu. Genel seçimleri ezici çoğunlukla Milliyetçilerin adayları kazandı. Osmanlı hükümeti Mustafa Kemal Paşa ile anlaşma görüşmeleri için bir bakanını Anadolu'ya gönderdi.













***

Kabil’den Londra'ya.



Aralık 1919. Kabil, Afganistan.



Majestelerinin Gizli Servisi elemanı Mustafa Sagir iki koluna giren askerlerin yardımıyla dik merdivenleri güçlükle çıkabildi. Üst kata ulaştıklarında nefesini ayarlamak için durakladı. Kabil hapishanesindeki aylarca süren dehşet dolu yaşamında vücudu ve zihni neredeyse çökmüştü. Ölüm korkusunu yenmeye çalışırken, varlığının enerjik, hevesli ve olumlu tarafı kaybolmuştu. Kendine güveni, kararlılığı ve hayatiyeti bitmiş gibiydi. Bedeni de alarm sinyalleri veriyordu. Kalbi, göğüs ağrıları, adalelerindeki uyum bozukluğu, bel fıtığı, omurilik zarı iltihabı, sık sık ateşlenmeler gibi hastalıkları zorlukla atlatabilmişti.

Kabil’deki İngiliz birlikleri komutanının makam odasının kapısına getirildiğinde hemen bir sandalyeye oturdu. Nefesinin normal duruma gelmesini bekledi. Komutan'ın odasındaki toplantının bitmesini beklediler. Duvardaki takvim 2 Aralık 1919 tarihini gösteriyordu. Hint asıllı ajan Mayıs sonunda hapse girdiğine göre altı aydan fazla tutuklu kaldığını hesapladı. Bir görevli yanına gelerek yan odaya geçmesini istedi. Birliğin askeri doktoru Sagir'i muayeneye başladı. Düşünceli tavırlarla ciğerlerini ve kalbini dinledi. Nabzını ve tansiyonunu ölçtü. Gözlerini, kulaklarını ve boğazını kontrol etti. Karın boşluğunu yokladı. Dudaklarını büzerek mırıldandı:

Burada biraz dinlendikten sonra, tam teşekküllü bir hastaneye gitmeniz gerekiyor. Ayrıntıları Komutan ile konuşurum.”

Doktor gittikten az sonra, masaya biraz yiyecek ve su getirdiler. Az sonra komutanın yanındaydı. “Geçmiş olsun Sayın Sagir. Sizi Afgan Emir’inin gazabından kurtarabilmek için çok çalıştık. Sizin ve işbirlikçilerin kendisinin hayatına kast ettiğinizi öğrendikten sonra idamınıza karar verdi. Ama Gizli Servis ve özellikle Albay David Nelson sizi kurtarmak için çok gayret ettiler.”

Albay?”

Evet, siz hapisteyken terfi etti. Şimdi Konstantinopolis'te (İstanbul'da) Orta Doğu operasyon biriminin başındadır. Her hafta telgraf çekerek sizi sordu. Londra'ya da sürekli baskı yaptı.”

Sagir duyduklarından çok etkilendi.

Ona çok şey borçluyum. Nasıl ödeyeceğimi bilmiyorum.

Komutan devam ediyordu. “Emir'i nasıl ikna ettiğimizi merak ediyorsunuz, değil mi?” Konuğun olumlu işaretinden sonra çay servisinin bitmesini beklediler. “Siz hapisteyken, 8 Ağustos'ta Afganistan’ın bağımsızlığını tanıdık, ama anlaşmanın onaylanması biraz zaman alacak. Biz şimdilik burada göreve devam ediyoruz. Ama asıl gücümüzü hep saklı tuttuk. Gizli Servis elemanımız olan Topal Molla'yı tanırsınız. Afganistan’da etkin bir tekkesi ve çok sayıda müridi var. Dinden uzaklaşan Emir’e karşı İslami bir ayaklanma başlattı. Dört ay önce de eylemler başladı. Bu arada Rusların Afganistan’da Bolşevik devrimi için ittihatçı kaçak Türk liderlerle işbirliği yaptığı söylentilerini yaydık. Sonunda Emir isteklerimizi kabul etti. Bunlardan biri de sizin serbest bırakılmanızdı.”

Sagir mahcup bir tavırla ve kısık bir sesle “Çok teşekkür ederim,” diyebildi. Bu başarısızlık herkese pahalıya mal olmuştu.

Sizi daha fazla yormayalım Sayın Sagir. Londra'nın da onayıyla, planımız şöyledir. Misafirhanemizde doktorumuzun gözetiminde birkaç gün kalacaksınız. Onun onay vermesinden sonra Yeni Delhi'deki askeri hastanemize nakledilerek tedavi göreceksiniz. Kendinizi iyice toparlayınca İngiltere'ye gönderileceksiniz.”

Sagir ailesini tekrar göremeyeceğine hayıflandı. Ama onu bu haliyle görürlerse çok üzüleceklerini düşünerek teselli buldu. Yılbaşına kadar askeri hastanede tedavi gördü. Tetkikler olumlu sonuç verince taburcu edildi. Karaçi'den bindiği gemide de iyice dinlendi. 14 Ocak günü Dover limanına geldiğinde kendini memleketinde hissetti. İngiltere'ye daha fazla bağlandığına bundan güzel kanıt olamazdı. Hayatını bu insanlara borçlu olarak tamamlayacaktı.

Dover Boğazı ve Kuzey Denizi manzaralı küçük bir otelde iki gece kaldıktan sonra, trenle Londra’ya gitti. Daha önce telgraf çektiği ev sahibesi konutunu hazırlatmıştı. Güzel bir temizlik yapılmış, yeteri kadar yiyecek ve içecek dolaplara konmuştu. Mutfaktaki Amerikan yapımı buzdolabı ise güzel bir sürpriz oldu. Ev sahibesi için Sagir gibi sağlam kiracılar bulmak bu zamanda zordu. Önemli olan kiranın düzenli olarak ödenmesiydi.

Ertesi gün Gizli Servis’e gitti. Aynı yerde ve aynı isimleydi: “Falcon Limited Gemicilik ve İhracat Şirketi” Önce personel dairesine uğradı ve durumunu sordu. Yıllardır kullanmadığından, bir buçuk ay daha izin hakkı olduğunu öğrendi. Mart başında gelecek ve yeni görevini öğrenecekti.

Sagir aklındakileri yapacak boş zaman bulmuştu. Tarih ve felsefe ile ilgilenecekti.















***



27 Aralık 1919 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

İngilizler ve Ruslar arasındaki Büyük Oyun Türkiye'de ve Afganistan’da şiddetleniyor...

Bolşevik Ruslar İttihatçı kaçak Türk liderlerle birlikte Afganistan’da Bolşevik devrimini gerçekleştirmeye çalışıyor. İngilizler karşı hamle yapıyor. Türkiye’den, Konstantinopolis'in ve Trakya’nın bırakılması koşuluyla, Beyaz Ruslarla birlikte Bolşeviklere karşı çarpışacak bir Türk ordusunun gönderilmesi istenecek. Bolşevikler Türklerin İngilizlerle anlaşmasından çekiniyor.









***

Nişan



Aralık 1919. İstanbul.



Bu akşam işten konuşulmayacaktı. Çaylarını içerlerken aile içi konularda sohbet başladı. Hüseyin'in kız kardeşi Ayşe iyi bir evlilik yapmış ve Draman semtine taşınmıştı. Kocası Yusuf Amca'nın uzaktan akrabasıydı. Sağlam birisiydi. Evinin yakınındaki bir ilkokulda öğretmendi. İyi kötü geçinip gidiyorlardı. Öğretmen okulunu bitir bitirmez yedek subay olarak askere almışlar ve Doğu cephesine göndermişlerdi. Sarıkamış harekâtında hayatta kalan nadir subaylardandı. Soğuktan donup kangren olan ayak parmaklarının bir kısmını kaybetmişti. Artık eskisi gibi yürüyemeyecekti. Haftalarca tedavi gördükten sonra, askerlik şubelerinde askerliğini tamamlamıştı.

Aralarında iki bekâr kalmıştı. İsmail “Acelem yok. İleride kısmetim nasılsa karşıma çıkacaktır,” deyince gözler Hüseyin'e döndü. Annesi tuttuğunu koparırdı. Sabri epeydir evliydi. Şimdi sıra büyük oğlundaydı. Hanımşah gibi bir gelini bir daha bulamayacağını düşünüyordu. Aslında herkes Reşide Hanım'ın işi pişirdiğini biliyordu. Mutfaktan aralarına katıldığında beklenenin gerçekleşeceği anlaşılmıştı. Oldubittiye getirip, Hüseyin'i akrabalarının Şişli'deki konaklarına ziyarete götürecekti. Özellikle tatil günü olan cuma öğleden sonrasını seçmişti. Üniformasıyla gelmesini de müstakbel kayınvalide Müyesser Hanım istemişti.

Anılan gün, Hüseyin, Reşide Hanım ve kız kardeşi Ayşe ile Şişli'ye geldiler. İbrahim Bey'in konağını bulmaları zor olmadı. Büyücek bahçe içindeki üç katlı kâgir bina akrabalarının maddi gücünü yansıtıyordu. Dış cephedeki oyma süslemeleri dikkat çekiyordu. Bir hizmetkâr, onları yapraklarını dökmüş ağaçların arasından bina kapısında bekleyen ev sahiplerinin yanına götürdü. Narin, kumral güzeli Hanımşah'ın oldukça heyecanlı olduğu anlaşılıyordu. Yakışıklı binbaşıyı kaçamak bakışlarla süzüyordu. Hüseyin de yıllar sonra bu güzel kızın ela gözlerini gördüğünde, hoş bir duygu alışverişi olduğunu hissetti. Müyesser Hanım da çok sevinçli görünüyordu. Saçları seyrekleşmiş ve kırlaşmış, hafif göbekli ve kalın çerçeveli gözlük takan İbrahim Bey konuklarının ellerini ciddi bir gülümsemeyle sıktı. Elli-elli beş yaşlarında olmalıydı. Giriş ve hol gibi, zevkle döşenmiş salona geçtiler. Çanakkale savaşında şehit düşen doktor oğullarının dul eşi olan gelinleri ve kızı ile bir dede ve iki nine de onları salonun girişinde bekliyordu. Tokalaşıp kucaklaştılar.

Tavandaki avize, duvarlardaki tablolar, büyük aynalı antika büfe, pahalı kumaşlardan yapılmış perdeler ve tüller, pastel kumaştan koltuklar, ortadaki büyük ipek halı konukları etkilemek için özenle seçilmiş gibiydi. Badana ve eşyalarda koyu sarı ve beyaz renk ağırlıktaydı. Tavanda çiçek motifleri ile süslemeler dekoru tamamlıyordu.

Müyesser Hanım hemen sohbete başladı. Kırk beş yaşlarında olmalıydı, hafif makyajıyla hala güzel sayılırdı. Zevkine düşkün bir İstanbul hanımefendisi olduğunu gösteriyordu. Gelin hanım ve yaşlılar onu dinlemeye alışmış gibiydiler. Hal hatır sormalardan sonra, Reşide Hanım'a konutlarını anlatmaya başladı. Her katta bir sofa vardı, yirmi odalık küçük konaklardandı. Arabacı, aşçı, temizlikçi, bahçıvan ve hizmetkârlar alt katta yaşıyordu.

İbrahim Bey hanımların rahatça sohbet edebilmesi için damat adayını çalışma odasına davet etti. Burası da özenle döşenmişti. Antika bir çalışma masası ve koltuğu, önde konuklar için iki rahat koltuk, yan duvarı kaplayan deri ciltli kitaplarla dolu kütüphane, duvara asılı fotoğraflar, onun Sultan'ın ve Sadrazam (Başbakan) Damat Ferit'in yakınında çalışan biri olduğunu yansıtıyordu. Çaylar ve ikramlar gelinceye kadar aileleri hakkındaki ortak anılarını konuştular. İbrahim hayatını özetledi.

Babam 93 Harbinden sonra gözünü İstanbul'a çevirmişti. İleri görüşlü adamdı. Beni Galatasaray idadisine (lise) yatılı gönderdi. Sonra darülfünunda (üniversitede) okudum. Mezun olunca hemen askere gittim. Diyarbakır'da topçu yedek subay olarak iki yıl hizmet ettim ve bazı Kürtlerle tanıştım. Bazılarıyla hala görüşürüm. Tezkere alınca, babam sağ olsun, üç yıllığına, Londra'da İngilizce eğitimi ve ekonomi mastır eğitimine gittim. Son yıl, 1890'da evlendim ve oğlumuz Nurettin doğdu.”

Müstakbel kayınpeder aniden sözlerine ara verdi. Gözlüklerinin ardındaki gözlerinin sulandığını gizlemeye gerek duymadan, masasının üzerinde duran çerçeveli fotoğrafı Hüseyin'e çevirdi. Dört ayrı resim birleştirilmişti. Bebek, ergen, üniversiteli ve askeri doktor hallerini yansıtıyordu. İbrahim mendiliyle gözlerini sildikten sonra gözlüklerini taktı, anlatmaya devam etti.

Londra'dan döndükten sonra, on üç yıl iktisat vekâletinde (bakanlığında) memurluk yaptım. Bu arada, Hanımşah dünyaya geldi. 1904-1906 arasında yine Londra'da ekonomi doktora eğitimi nasip oldu. Hanımşah orada ilk eğitimine başladı. İstanbul'a dönünce, 1913'e kadar iktisat vekâletinde şube müdürü olarak çalıştım.”

Hizmetlinin getirdiği demlikle çayları tazelemesini bekledi. Hüseyin ile göz göze geldiler. Müstakbel damadın bakışlarındaki sertlik yumuşar gibiydi. Ya da ona öyle geliyordu. Masadaki sigara tablasını ve kibriti konuğuna uzattı, sonra bir sigara da kendi aldı, tüttürmeye başladılar. Öyküsüne devam etti. “1908 yılında Jön Türklerce kurulan Ahrar Fırkası'na (Partisi'ne) girdim. Benim yakından izlediğim İngilizlerin liberal partisini model aldılar. Seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası karşısında başarı gösteremedik. Meşrutiyet ilan edildi. Sarayın üstünlüğü sona erdi. İttihat ve Terakki iktidarı başladı. Benim de önüm kesildi.”

Hüseyin ev sahibinin çayından bir yudum almasını fırsat bilerek araya girdi. “Siyasette bunlar doğal sayılmıyor mu?”

Haklısın Hüseyin. Açık sözlü olman hoşuma gitti. 31 Mart 1909 olaylarının ardından Prens Sabahattin ve benim gibi Ahrar önde gelenleri gözaltına alındık ve divanı harpte yargılandık. Çok şükür suçsuz bulunduk. Ama bazı parti üyeleri yurt dışına kaçtı. Parti de 1910 başında kendini feshetti. Bu sıralarda babam ve annem ailenin taşınmaz mal varlıklarını satarak Üsküp'ten İstanbul'a geldi. Bu konağı satın aldılar.”

İbrahim ikram tabağından bir kurabiye almak için durakladı. Aynı yıl Mason Locası'na girdiğini söylememeye karar verdi. “Sıkılmadın değil mi?”

Genç binbaşı devam etmesi için başıyla onay verdi.

Trablusgarp (Libya) Savaşı sırasında, İttihat ve Terakki karşıtlarınca Hürriyet ve İtilaf Fırkası kuruldu. Ben de üye oldum. Yeni parti ilk başarısını İstanbul’da yapılan ara seçimi kazanarak gösterdi.”

İttihatçıları sevmiyorsunuz.”

Hayır, sevmem. Otoriterdiler, özgürlükçü değillerdi, sadece askerliği biliyorlardı. En önemli konuyu, yani ekonomiyi bilmiyorlardı. Dahası Almanların oyuncağı olmuşlardı.”

Hüseyin aksini söyleyip, onların partisinin de İngilizlerin oyuncağı olduğunu ağzından kaçırmak üzereydi. Ama kendini tuttu, konuyu uzatmak istemedi. Kızmaya başlamıştı, ama onun kendisini kışkırtmasına izin vermedi.

1913 başındaki Babıali baskını ile ittihatçılar hepimizi dışladılar. Ben de beş yıl kızağa çekildim. Ticaret vekâletinde teftiş kurulu üyesi yaptılar. Avrupa Savaşı boyunca Almanya’dan yüz milyonlarca mark borç aldılar. Anlaşmalara aykırı olarak para bastılar. Sesimizi çıkaramadık tabii. Oğlumuz Nurettin savaş başlamadan önce, yirmi üç yaşında tıbbiyeyi bitirdi ve hemen evlendi. Yanımıza yerleştiler. Ama ne yazık ki mutluluğu uzun sürmedi yavrumun. Askeri doktor olarak hizmet ettiği Çanakkale savaşında şehit düştü.”

Gözlerinin yaşını silerek, duvardaki çerçeveye alınmış şehitlik belgesini işaret etti. Hüseyin bu adama ısınmaya başladığını düşündü. Belki de acımıştı. Oldukça rahat ve mutlu bir yaşam bir anda kâbusa dönüşebiliyordu. “Başınız sağ olsun. Mekânı cennet olsun,” demekle yetindi.

Sağolun. Kötü haber geç geldi. Cenazesini bulamamışlardı. Temsili bir törenle toprağa verdik. Dul kalan gelinimizi ve üç aylık torunumuzu sahiplendik. Elimizden gelen buydu. Ertesi yıl tek yavrumuz kalan Hanımşah Amerikan Kız Kolejinden mezun oldu. Biraz daha hayata bağladı bizi. Savaş bitip, ittihatçılar yurtdışına kaçınca beni ticaret vekâletinde daire başkanı yaptılar. Hanımşah ta bir ortaokulda öğretmenliğe başladı.”

Arkasına yaslandı, bir süre düşündü. Daha fazla anlatmak istediği şeyler var gibiydi. Ama sonra vazgeçerek konuğuna döndü, “Bizim öykümüz kısaca böyle Hüseyin. Sormak istediğin bir şey varsa çekinme.”

Sağolun. Sanırım sıra bende, izin verirseniz.”

Birer sigara daha yaktılar. Hüseyin bu günlere nasıl geldiğini özetledi. İbrahim Bey Üsküp'teki Türk mahalle ilkokulu, Manastır askeri ortaokul ve lise anılarını ilgiyle dinledi. İstanbul'da Harbiye'deyken tanık olduğu 31 Mart Karşı Devrim Olayını, İngilizlerin parmağını ve Abdülhamit’in sultanlığının sonlandırılmasını anlatırken ev sahibi araya girerek karşı sorular sordu. Mevcut koşullarda başarılı bulduğu Sultan'a yapılanın haksızlık olduğunu söyledi. Hüseyin yine tartışmadı. Harbiye’den sonra kurmay okulunu, Balkan Savaşı’nda yaşadıklarını özetledi. Teşkilatı Mahsusa’ya girişini, Rauf Bey ile İran görevlerini atladı. Şimdilik bunlara girmeyecekti. İleride tekrar değerlendirecekti. Filistin cephesinde yaşadıklarını ve ateşkesten sonra Erkânı Harbiye'de (Genelkurmay) çalışmaya başladığını anlattı. Karakol Örgütü'nden de hiç bahsetmedi. İbrahim Bey Hüseyin'in Kuvayı milliye hakkındaki övücü sözlerini dinledi, ama katılmadığını beyan etti. Güncel siyasal olaylar hakkındaki kendi görüşlerini anlattı. Hürriyet ve İtilaf Partisi mensuplarının bilinen sözlerini tekrarlıyor ve kendisini etkilemeye çalışıyordu. Damat adayı da tartışmaya girmeden ve anlatılanları onaylamadan dinledi.

Salona hanımların yanına geçtiler. İbrahim Bey başıyla eşine ve kızına olumlu işareti verdi. Hüseyin de annesine aynı işareti verince uzaktan akraba iki ailenin yakın akrabalığa başlaması onaylandı. Reşide Hanım'ın alışılmış kız isteme cümleleri salonda yankılandı: “Allah'ın emri, peygamberin kavliyle kızınız Hanımşah'ı oğlumuz Hüseyin'e eş olarak onayınızı istiyoruz.”

Binbaşı Üsküplü eve dönerken, bu gelişmenin ne kadar tuhaf olduğunu düşündü. Yıllardır konuşmadıkları her şeyi İbrahim Bey ile bir saatte paylaşmaya çalışmışlardı. Üsküp'ten ayrıldıktan sonra uzaklaşan iki akraba ailenin çehresi İstanbul'da değişmeye başlıyordu.



Hüseyin ertesi cuma akşamı nişanını kutlamak için tüm arkadaşlarını Agora’da topladı. Açılışı en büyükleri olan Hüseyin yaptı. “İçelim, güzelleşelim, kardeşler.” İlk yudumların ardından en sevdiği şarkıyı sadece masadakilerin duyacağı bir sesle söylemeye başladı.

Olmaz ilâç sineyi sad pâreme.

Çare bulunmaz bilirim yâreme.

Baksa tabîbânı cihan çareme.

Çare bulunmaz bilirim yâreme.”



Yaşa be Hüseyin ağabey! Döktürdün yine.”

Sağol Hayrettin. Aylardır deliler gibi çalışıp durduk. Bir nefes alamadık. Bu günkü Eyüp Mezarlığı ziyareti ise son noktayı koydu. Hem babamı, hem de şehit arkadaşlarımızı ziyaretten sonra bayağı efkâr bastı. Şimdi neşelenme zamanıdır, nişanımı da kutlayabiliriz.”

Zaman ayırıp onların ruhuna dua etmemiz çok iyi oldu, Binbaşım. Ben de dükkânı ve işleri bırakıp yanı başımızdaki mezarlığa bir türlü gidememiştim.”

Sabri aynı anda meyhaneciye seslendi: “Hey Balatlı Hristo!”

Meyhaneci başka müşterilerle sohbeti bıraktı. Elini kaldırarak duyduğunu işaret etti.

Yahu burası Agora değil mi? Senin meyhanenle yarışacak kimse yoktur diye hava atarsın, ama rakımızın bittiğini görmezsin. Kaptan Asteri’nin kemikleri sızlıyordur.”

Yaşlı Rum eliyle alnına vurdu, “Hemen geliyor paşam.”

Bu gün mezarlıkta gözlerimin önüne Üsküp’teki mahalle camisinin yanındaki mezarlık geliverdi. Ama oradaki ezan sesleri ile Ortodoks kilisesinin çan sesleri karışırdı. Hepsi kulaklarımdadır.”

İsmail araya girdi. “Ağabey senin nişanını kutlayacağız, neşeleneceğiz diye geldik buraya. Unuttun mu?” Sabri de fikrini söyledi. “Neşe de gam da bizim için. Hepsinin yeri ve sırası var. Anlat, bizimle her şeyi paylaşabilirsin. Bu seni rahatlatır.”

Hristo bir şişe rakı ile birlikte yeni hazırlanan Arnavut ciğerini getirdi. Kadehlere doldururken Sabri elini tuttu. “Sağol Hristo, ben yaparım.”

Hüseyin tekrar söze girdi. “Üsküp’te İlkokulu bitirene kadar yaşadım. Evimiz Hristiyanların ve az sayıdaki Yahudi’nin yaşadığı bir semtteydi. O zamanlar kimin hangi dine inandığının zerre kadar önemi yoktu. Müslüman olmayan arkadaşlarım oyun arasında bizim eve gelir, annem hepimize yiyecek bir şeyler verirdi. Sonra tekrar sokakta oyun oynamaya dönerdik. Ben de hiç çekinmeden onların evine giderdim.” Rakısından bir yudum aldıktan sonra devam etti. “Bazen birbirimizin ibadet yerlerini de ziyaret ederdik. Hiç gürültü etmeden, sessizce Ortodoks kilisesine ve Yahudi sinagoguna gizlice girişimi hatırlarım. Ayakkabılarımızı çıkarmaya gerek olmaması tuhafıma gitmişti.”

İsmail söze girdi, “Ağabey, ben hep Yahudi havrası denildiğini duydum, ama hiç görmedim. Sinagog ile farkı nedir?”

Sanırım sinagog Yunanca, havra da İbranicedir. Belki de küçüklerine havra diyorlardır. Emin değilim. Neyse, içeri girdiğimizde bazıları bize ters ters bakıyorlardı, ama çocukluğumuza verip, ibadetlerine devam ettiler. Başlarında takke, sırtlarında cüppe, boyunlarında atkı vardı. Pazularında ve alınlarında tuhaf kayışlar bağlanmıştı. Bizim camilerimiz gibi, kadınlar balkonda başları örtülü olarak ibadeti seyrediyorlardı. Sallanarak ve secdeye kapanarak dualar okundu. Bazı kokular da geldi burnuma. Mumlardan mıydı, yoksa tütsülerden miydi, hatırlamıyorum.”

Sabri de aklındaki soruyu sordu. “Bizim atalarımız ne zaman yerleşmiş Üsküp’e ağabey?”

Tam olarak belli değil, ne yazık ki annem de babam da ancak kendi dedelerini hatırlıyorlar. Bu da 1700’lerin sonuna denk düşüyor. Daha öncesini bilmiyoruz. Türklerin bölgeye ilk gelişi Kosova Savaşından sonra olmuş. 1500'lerde Anadolu’dan Üsküp, Manastır gibi Balkan şehirlerine iskân edilmiş Yörük sayısı 50 bini bulmuş. Kimileri kamu görevlerinde çalışmış, kimileri de çitçi veya hayvancılık yapmış. Sonra çeşitli zanaatlarda da uzmanlaşmışlar, şehirlere yerleşmişler.”

Hayrettin de araya girdi. “Hatırladığım kadarıyla Arnavutlar ve Boşnaklar da bu tarihlerde Müslüman oldular, ama Sırplar, Bulgarlar, Hırvatlar, Slovenler, Yunanlılar dinlerinden dönmediler.”

Hep birlikte kadeh kaldırdılar, “Arnavutların ve Boşnakların şerefine!” Ardından Hüseyin seslendi. “Bir kadeh te Makedonyalı hemşerimiz, büyüğümüz Mustafa Kemal Paşa’nın şerefine!”

Hiç konuşmayan Mahmut da kadehini kaldırdı. “Nişanlı komutanımın şerefine!”

Her zaman temkinli olmasıyla tanınan Sabri atıldı. “Meyhanenin kapanma vaktine çok var. Yavaş gidelim. Hristo masamıza eğilerek yaylanmak vaktini hatırlatacak. Unutmayalım.”

Hüseyin, “Küfelik” olacağımı hatırlatıyorsan boşunadır. Bana bir şey olmaz.” Gülerek devam etti. “Dut gibi olanları eve götürmek için dışarıda bekleyen hamalların parasını ben vereceğim. Merak etmeyin.”

Hasan Çavuş da havaya girdi. “Meyhaneci geç vakit meyhaneyi kapayıp evine gitmiş. Bitkin bir halde yatağına gireceği sırada kapı çalmış. Çubuktar çocuklardan biriymiş. ‘Bir adam meyhaneyi kaçta açacağını soruyor efendi,’ demiş. Meyhaneci kızgın bir şekilde homurdanmış, ‘Yahu daha yeni kapadım. İstediğim zaman açarım. Hem açsam da bu münasebetsizi içeri almam.’ Çocuk boynunu bükmüş, ‘Ama efendim, adam içeri girmek değil, dışarı çıkmak istiyor.’

Kahkahaları meyhaneyi inletti. Kadehler yine kalktı. “Sarhoşların şerefine!” İsmail de geri kalmadı. “Çanakkale’de ve Galiçya’da çatışma olmadığı zaman anlatılan fıkralardan biri geldi aklıma. İster misiniz?” Hepsi bir ağızdan yanıtladı, “İyi olur!”

Sultan Dördüncü Murat iyi içerdi. Ama buna rağmen içki yasağı koymuştu. Bir gün kıyafet değiştirerek bir sandala biner. Sahilde içki içilip içilmediğini kontrol edecektir. Padişahı tanımayan sandalcı arada bir cebinden bir şişe çıkartıp yudumlamaya başlayınca, padişah sorar: ‘Nedir o içtiğin?’ Sandalcı ‘Kuvvet şurubu, iki yudum çekince kendimi aslan gibi hissediyorum.’ Padişah tadına bakmak isteyince, sandalcı, denizin ortasında bizi kim yakalayacak, diye düşünüp şişeyi uzatır. Padişah iki yudum alır almaz, kükrer: ‘Bre zındık! Bu şarap. Şarap içmeyi yasakladığımı bilmiyor musun?’ Sandalcı şaşırır ‘Sen kimsin ki, içkiyi yasaklıyorsun?’ der. ‘Ben Sultan Murat'ım!’ yanıtını alınca, sandalcı küreği kaptığı gibi ayağa fırlar. ‘Şimdi atarım seni denize, daha iki yudum aldın, kendini Sultan Murat sanmaya başladın. İki yudum daha alsan, dünyayı ben yarattım diyeceksin.’

Kadehler yine kalktı. “Sultan IV. Murat'ın şerefine!” Kahkahaları meyhaneyi tekrar inletti. Boş kadehini masaya bırakan Hüseyin birden durgunlaştı. Bunu en önce fark eden Hayrettin oldu. “Hayırdır ağabey? Neyin var? Miden yine kötüleşti değil mi?” Sabri ve İsmail de ciddileşti birden bire. “Midemde sorun yok. Ama boş verin. Sizin de bu güzel dakikalardan sonra canınız sıkılmasın.”

O anda Hayrettin’in filozof damarı tuttu. “Neşenin ve rakı sofrasının anlamlı olması için bize kaygı da tedirginlik te gerek, ağabey. Yaşadıklarımıza baksana.” Sabri ve İsmail’in de neşeleri, pırıltıları söndü. Bu sözleri hazmetmeye çalışırlarken, Hüseyin kendini gülümsemeye zorladı. “Anadolu’dan Balkanlara gelenlerin Anadolu’ya tersine göçü Dördüncü Murat'ın ölümünden sonra başladı. Onu hatırladım.”

Sabri cam sürahiyi dolaştırarak, boşalan kadehlerini doldurdu. Suları da ilave etti. “Tam olarak ne zamana denk geliyor ağabey, biraz açalım bunu.”

Üsküp’ü, hatırlarsınız, Osmanlı 1389’da fethetti. Bu tarihi hiç unutmam. Üç yüz yıl sonra, İkinci Viyana kuşatması başarısızlıkla sonuçlanınca, Avusturyalılar Üsküp’ü yaktı. Üsküp’ten İstanbul’a gelen bazı göçmenler Unkapanı civarında bir mahalle kurdu. Yani bizimkilerin terk etmesinden tam iki yüz yirmi yıl önce.”

Hüseyin bir sigara çıkardığı paketi arkadaşlarına da tuttu. İsmail’in kibritiyle hepsi sigaralarını yaktı. Sabri merakla sordu. “Bizimkiler yerinde kalmışlar demek ki.”

Evet. Çoğu Türkler gibi. Zira Osmanlı ordusunun bu saldırılara karşılık vermesi ile Avusturya geri çekilmişti. Üsküp şehri, bu tarihlerde Edirne’den sonra en önemli ve en kalabalık Türk nüfusunu barındıran Rumeli şehriydi.”

Hayrettin itiraz etti “Bizim Selanik’te Üsküp’ten daha fazla Türk yaşardı ama.”

O Yunanistan’ın devlet kurmasından sonra ve Balkanlar’dan çekilmeler başladıktan sonradır, bildiğim kadarıyla. Yunanlılardan ve Balkanların iç kesimlerden kaçanlar Selanik’i daha uygun bulup, oraya yerleştiler.”

Hayrettin onaylarcasına başını salladı, “Evet. Balkanlar Yunan Devleti kurulunca elimizden çıktı. İlkokul arkadaşım olan Rum çocukların, ben askeri ortada ve lisede okurken, birer komitacı olacağını bilemezdim.” Sabri atıldı, “Ben Üsküp ortaokuluna giderken, Makedon, Bulgar arkadaşlarımız ‘Makedonya Makedonyalılarındır’ diyerek sokaklarda bağırmaya başladılar.”

Meyhaneci Hristo gülümseyerek geldi, pastırma ve sahanda kaşar peynirinden oluşan son mezeleri getirdi. Hüseyin mesajı almıştı. Bu son meze servisi müşteriye kibarca gitme vaktinin geldiğini hatırlatırdı. Hesapları ödedi. Tabakları hemen süpürdüler. Hüseyin saatine baktı. “Geç oldu. Deminki konuyu, babamla amcamın Makedon komitacılar tarafından öldürülmesini ve devamını başka zaman konuşuruz.”

















***



Önder'den Bilge'ye





10 Ocak 2019. Ankara.



Yaklaşık bir haftadır Bilge Bey ile iletişim kuramadım. Yolladığım deneme iletileri yanıtsız kalıyordu. Meraklanmıştım. Sonunda Beyefendi posta kutumda boy gösterdi. Hemen açtım. “Tekrar merhaba Önder Bey…” diye başlayan iletiyi ekranda okumaya başladığımda, kendimi yolda para bulan fakir çocuk gibi hissettim. “...dört adet iletinizi yeni gördüm. İkimizin de aynı anda postaları görme olasılığının fazla olmadığı anlaşılıyor. Nasılsınız?”

Hemen yanıtladım. “Sağolun Bilge Bey, iyiyim. Siz?”

Yanıtı fazla beklemedim. “Daha iyi günlerim oldu. Kitabı okumaya devam ediyorsanız, izlenimlerinizi merak ediyorum.”

Yazmaya başladım. “1919 yılı olaylarını bitirdim. Yüz yıl öncesini canlandırmakta başarılı buldum. Hüseyin Üsküplü’nün yani dayımın hakkında okuduklarımın çoğunu bilmiyorum. Birlikte çalıştığı arkadaşlarından da hiç söz etmedi. Onun bir kadınla nişanlı olmadığını biliyorum. Sadece aynı mahallede oturan kendisinden daha yaşlı bir kadınla kısa süren bir serüveni olduğunu hatırlıyorum. Balat'ta yaşayan birçok Ermeni vardı. Ama dayımın erkek kardeşinin tavla arkadaşı olan Vartan'ı da tanımıyorum. Ayrıca benim tek dayım vardı.”

Yazdıklarımı hemen gönderdim. Beş dakika kadar geçti. Cevabı ekranımdaydı.

Ben de bunu doğrulama şansına sahip değilim Önder Bey. Babamın notlarını o öldükten çok sonra okuyabildim. Üzgünüm.”

Bunu bekliyordum. Yanıtladım. “Dayımın Teşkilatı Mahsusa'da ve daha sonra Karakol Örgütü'nde görev yaptığını da bilmiyorum. Aileden bilen olduğunu da sanmıyorum. Ne yazık ki sorabileceklerimin hiçbirisi hayatta değil.”

Görüşmemiz beşer dakikalık aralıklarda devam ediyordu.

Belki de dayınız yeminine sadık kalarak kimseye söylememiştir.”

Olabilir.”

Diğerleri hakkında ne söyleyeceksiniz Önder Bey?”

Albay David Nelson ve Mustafa Sagir hakkında araştırma yaptım. Birçok bilgiye rastladım. Okuduğum yere kadar bir fark bulamadım. Yazılanlar bizim tarafta da gerçek olaylar gibi görünüyor.”

Güzel haber. Ya babam Scott Wallace?”

Onun hakkında da bir iz yok bizim tarafta. Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul'da ve Anadolu'da çalışan birçok yabancı gazeteci var. Ama babanıza rastlayamadım.”

Peki, Sebottendorf da yok mu?

O var. Hem de o kadar farklı kişilikte ve eylemde karşıma çıktı ki şaşırmadım desem yalan olur. Kitaplarda ve internette onun hakkında sayısız makaleler var. Ama babanızla ilişkisini bulamadım.”

Bağlantımız tekrar kesilmeden önce bana söyleyecek başka bir şeyiniz var mı Önder Bey?”

Geçen görüşmemizde size 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti ve başkenti Ankara hakkında bilgi notu, bazı fotoğraflar ve videolar yollayacağımı söylemiştim. İlişikteki dosyalarda bulabilirsiniz. Ümitköy ve Çayyolu'nu da unutmadım.”

Bağlantı yine kesildi...









***



25 Ocak 1920 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Anadolu'daki Türk milliyetçiler sertleşiyor...

Mustafa Kemal, kolordu komutanlıklarına İngilizler Konstantinopolis'te (İstanbul'da) bakan ve milletvekillerini tutuklarlarsa, Anadolu'daki İngiliz subaylarının da tutuklanacağı yolunda talimat verdi.













***



Konstantinopolis’in İtalyanları



Ocak 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Scott Wallace faytonla Maçka sırtlarına geldiğinde poyraz rüzgârıyla karışık kar yağmaya başladı. Buna hazırlıklıydı. Kareli İskoç şapkasını kulaklarına kadar indirdi. Kaşmir paltosunun yakasını kaldırarak boynundaki angora yünü kaşkolünü sıkılaştırdı. Dizlerindeki battaniyeyi düzeltti. Biraz daha kısa olan sağ bacağı sızlamaya başladı. Rutubetten ve soğuktan olmalıydı. Bu havada bir taksi bulamaması kötü olmuştu. Kapalı bir landon dahi bulamamıştı. Bu faytona razı olmuştu ve tam şifa bulacak bir araçtı!

Rusya gibi dondurucu soğuk yerlerde bu araca nasıl katlanıyorlar?

Yetmiş seksen yıldır Batılı olmaya başlayan Konstantinopolis'e Avrupa’dan landon, kupa, fayton ve lastik tekerli bato tipi arabalar gelmişti. Sonra araçlar burada üretilmeye başlamıştı. Scott bir yıl kadar önce bulunduğu Mısır’ın sıcak havasını özlemişti. Mısır'daki tarihi mekânlarda ve esir kamplarında çektiği fotoğraflar Fransa'da ödül almıştı. Çok mutluydu. Yüksek Komiser'in onuruna verdiği yemekte sunduğu “Başarı Belgesi” tüm meslektaşlarını kıskandırmıştı. Evet, geçen yıl Konstantinopolis'e gelmesi çok iyi olmuştu. Artık New State Dergisi'nin Osmanlı Devleti temsilcisiydi. Londra'daki kitapçılardan aldığı Türkçe dili öğreten kitaplarla ve yerinde pratik yaparak Türkçesini bayağı ilerletmişti. İki yıl önce üye olduğu Thule Örgütü'nün merkezi de buradaydı. Sebottendorf komünistlerin güçlendiği Almanya'dan kaçmıştı. Örgütü ırkçılıkla suçlanıyordu. Sebottendorf sayesinde Bektaşilerle ve direnişçi Türklerden Binbaşı Hüseyin ile de tanışmıştı. Anadolu'da Keltlerin izlerini arama konusu bekliyordu. Konstantinopolis'ten dışarı çıkamamıştı. Araştıracağı konular da artıyordu. Karamanoğlu Beyliği'nin varlığını Yusuf’tan duymuştu. Osmanlı'ya yenilmiş ve halkının çoğu Balkanlara sürülmüştü. İslam'ın Türk yorumunu, Şamanlığın Müslüman Türklerde devam ettiğini de not almıştı. Binbaşı Hüseyin de Şiî İran'ı bin yıl süreyle Türklerin yönettiğini aktarmıştı.

Faytoncu, atının buzlanmaya başlamış yokuştan birkaç deneme sonra çıkamayacağını söyleyince düşüncelerinden sıyrıldı, dikkatlice yere indi. Adamın parasını ödedikten sonra yürümeye başladı. İtalyan Büyükelçiliği Müsteşarı Gennaro Grasso’nun bu eve nasıl gidip geldiğini düşündü. Fiat otomobili ile dahi bu yokuşu zorlukla çıktığına bahse girerdi. Sinyor Grasso Baron Sebottendorf ve Scott’u akşam yemeğine davet etmişti. Onunla bir ülkenin milli gün kutlamalarında tanışmışlardı. Trablusgarp (Libya) Savaşı sonrasında açılan, Avrupa Savaşı sırasında kapanan, 1918 sonundaki Mondros Ateşkes Anlaşmasıyla tekrar açılan İtalyan Büyükelçiliğinin değişmez görevlisiydi. İngiliz ve Fransızlar yüksek komiser olarak birer amiral atarken, İtalyanlar bu göreve diplomatları getiriyorlardı. Grasso dokuz yıldır buradaydı. Çevresiyle kolayca kaynaşırdı. Konstantinopolis'te yaşayan dört bin civarındaki İtalyan vatandaşıyla ilgisi kesilmemişti.

İskoç gazeteci birkaç dakika sonra, üzerinde demir parmaklıklar olan taş duvarla çevrilmiş konuta geldi. Dış kapının zilini çaldığında hemen açıldı ve hizmetlilerden biri gülümseyerek “Benvenuto Signor- Hoş geldiniz Bayım” dedi. Scott da zayıf İtalyancasını konuşturdu “Grazie.”

Konuta girdiklerinde Sinyor Grasso ve eşi konuklarını saygıyla karşıladılar. Baron daha önce gelmişti. Ev sahibinin çalışma odasındaki şömineye en yakın koltukta Cinzano içiyordu. Grasso İskoç konuğuna viskiyi önerdi ama Scott Campari istedi. Sohbete başladılar. Kıtlık, pahalılık, karaborsa, artan hırsızlık olayları, asayişin bir türlü sağlanamaması, hastalıkların yayılması ortak şikâyetleriydi. Aslında yaşananlar savaş sonrası için normal sayılabilirdi. Önemli olan bunların kısa sürede aşılıp aşılamayacağıydı. Benzer durumun savaştan önce de yaşandığı unutulmamalıydı.

Bu konuşmalardan sonra, ev sahibi, gülümseyerek, en iyi bildiği siyasal konuların tartışılmasının bir sakıncası olup olmadığını sordu. İki konuk ta memnun olacaklarını söylediler. Grasso konuklarının gözlerinde gezinerek, İngilizler hakkındaki olumsuz görüşlerini açıklamaya başladı. Onların karşısında yer alan Almanlara İtalyanlar da katılıyordu. “İtalya, kendisine verileceğine söz aldığı Batı Türkiye’nin Yunanlılara peşkeş çekilmesiyle İngiltere ile bozuştu. Bunu iyi biliyorsunuz.” Konuklar olumlu işaretlerle devam etmesini istediler.

Denetimimizdeki bölgelerde, el altından Ankara’daki Mustafa Kemal Paşa güçlerini destekliyoruz. Ege sahilleri ve iç bölgeleri kastediyorum. Siz sormadan söyleyeyim. Çıkarlarımızı koruyoruz.”

Scott ilk fırsatta bu konuyu Yunanlılarla görüşmesi gerektiğini hafızasına kaydetti. Ama şaşırmıştı. Deneyimli bir diplomat gizli kalması gereken konuları bir İngiliz gazeteciyle nasıl paylaşırdı? Baron cevabını kısmen bildiği soruyu yine de sordu “Desteğinizi biraz açar mısınız?”

Dispanserler açarak halka ücretsiz sağlık hizmeti veriyoruz. Yunanlılardan kaçanlara maddi yardım sağlıyoruz, çiftçi ve tüccara kredi veriyoruz, okullar açıyoruz. Yolları ve camileri onarıyoruz.”

Sebottendorf başka haberler de almıştı. “Enver Paşa’nın ailesini Almanya’ya siz kaçırdınız, değil mi?”

Grasso “Bunu biliyorsunuz. İstihbaratınız çok iyi. Sanırım anlattıklarımın çoğu da sizce malumdur.”

Baron yanıt vermedi, hafifçe gülümsedi.

İtalyan işgal kuvvetleri Komutanı Kont Caprini, Enver Paşa’nın ahbabıydı. Onlara yardım ediyordu. Eşi ikinci kızını dünyaya getirmişti. Sağlığı bozuktu ve tedavisinin Avrupa’da yapılması gerekiyordu. Çıkışı engellenince, Enver Paşa’nın eşine ve kızlarına pasaport vererek önce İtalya’ya, oradan da Almanya’ya kaçırdık.”

Scott şaşırmaya devam ediyordu. Ama oyuna katıldı ve araya girdi, “İngilizler bu konuda çok şikâyetçiler. İtalyan tüccarlarının Türklere silah sattığını ve İtalyan gemilerinin Türk direnişçileri için insan, silah ve cephane kaçırdıklarını biliyorlar. Akdeniz’de de Antalya’ya giden vapurlarınızı izlediklerini de duydum.”

Grasso içkisinden bir yudum aldı, gülerek yanıtladı. “Bazen Bulgaristan üzerinden de yapıyoruz.” Ev sahibi konuklarının boşalan kadehlerini doldurdu. Sözlerini sürdürdü. “Osmanlı’nın hurdaya çıkardığı topları bir İtalyan şirketi aldı ve bir İtalyan gemisiyle ticari eşya gibi İnebolu’ya indirdi. Ayrıca Akdeniz’den gelen Alman yardım gemilerinin güvenliğini de sağlıyoruz.” Scott’un hayret eden bakışından memnun olarak, devam etti. “Önemli isimlerin de kaçırılmasına yardım ediyoruz. Örneğin, Veliaht Abdülmecit Efendi kuvayı milliyeciler tarafından Ankara’ya kaçırılmayı kabul etseydi, kendisi için bir İtalyan vapuru hazırdı. Veliaht'ın Ankara ile temasına biz sefaret olarak yardımcı olduk. Padişah ve İngilizler bunu anlayınca, Veliaht gözaltına alındı. Biz de Veliaht'ın özel kâtibini İtalyan pasaportu ile Almanya’ya kaçırdık.”

Baron araya girdi. “İngilizlere açıkça meydan okuyorsunuz. Gerçekten takdir ettim. Sevgili dostum Grasso, bunun karşılığında Türk direnişçiler size neler vadetti?”

Bunu tahmin edebilirsiniz. Anadolu’daki mücadele başarıyla sonuçlanınca, madenlerin imtiyaz hakkını biz alacağız. Kont Fago ile Mustafa Kemal arasında gizli bir protokol imzalandı. Ayrıca Ankara hükümetine dört milyon Lira borç vereceğiz.”

Ankara direnişçilerine yardım eden sadece Almanlar ve İtalyanlar değil aziz dostum.” Sebottendorf devam etti. “Bolşevik Ruslar da var devrede.”

Grasso içkileri tazelemek için ayağa kalktı, “Evet bunu biz de izliyoruz.”

Kadehleri dolarken, Baron devam etti. “Almanların desteklediği Türkler, Avrupa Savaşı’nda İngiliz ve Fransız donanmasını Boğazlardan geçirmedi. Çarlık Rusya’sı yardım alamadı. Bolşevik İhtilali bu yüzden başarılı oldu. Anadolu'nun Rus işgali de son buldu. İki taraf ta mutlu oldu, anlayacağınız.”

İskoç gazeteci araya girdi. “Siz o zaman Almanya’daydınız, değil mi?”

Evet, O sıralarda Bolşeviklerin Yahudi bankerlerle işbirliği dikkatimizi çekti. Bolşevik Rusların çoğu masondu. Lenin’in yanında Almanya’dan Rusya’ya mühürlü trenle gelenlerin yüzde sekseni de Yahudi asıllıydı.”

Grasso destekledi. “Mussolini’nin Faşist Partisi de aynı kuşkuyu taşıyor. Ama Faşist Parti kurucularından beşi de Yahudi asıllıydı. Yorum yok.”

Sebottendorf devamını getirdi. “Yahudi bankerler Lenin’e milyonlarca dolar verdiler. Karşılığında Hazar petrollerini çıkartma imtiyazını aldılar. Yani sizin burada yaptığınız gibi.”

Scott suskunluğunu bozdu. “Filistin’de Yahudi Devleti’ni de kuracaklar. İki bin yıl sonra.”

Baron konuyu tekrar başa getirdi. “Kaçak ittihatçıların Berlin’de Yahudi asıllı Bolşeviklerle görüştüklerini biliyoruz. Alman Erkânı Harbiye'sindeki (Genelkurmay) dostları İttihatçılara yardım ediyor.”

İskoç gazeteci tekrar konuya girdi. “İttihatçı Enver Paşa İngilizlerle de temas etti. Hükümetteki kaynaklarımdan aldığım bilgiye göre, İngiltere bunu reddetti.”

Sebottendorf sözlerini tamamladı, “Konstantinopolis'teki Sultan Halife tamamen İngilizlerin kontrolündedir. Ondan ümidi kestik. O yüzden, maddi, manevi, elimizden ne gelirse Ankara’ya, Mustafa Kemal Paşa’ya yardım etmeliyiz. Sadece bilgi vermeniz yeter bana. Ben dostlarım vasıtasıyla Türk milliyetçilere ulaştırırım.”

Kesinlikle katılıyorum. Londra’daki kaynaklarım, Sultan Halife ve Sadrazam'ın (Başbakan'ın) İngiltere hükümetiyle gizli bir anlaşma imzaladıklarını bildirdi. İngiltere’nin Türkiye’nin yönetimini devralması konuşuluyor.”

Grasso hemen atıldı. “İngiltere’nin mali, siyasi ve askeri durumu buna uygun mu sizce?”

Scott yanıtladı. “Bu konuda parlamentoda ateşli tartışmalar var. Bazıları riskli buluyor, ülkenin çıkarları için tehlikeli olabileceğini söyleyenler de var.”

Bektaşi Baron konuyu değiştirdi. Thule konusunu özetleyeceğini söyledi. “Thule farklı milletlerin değerini kabul eder, ama onların eşitliğine inanmaz. En iyinin ve en kuvvetlinin önünü açmak, zayıfların boyun eğmesini sağlamak gerekir. Herhangi bir ırk, kendinden daha yüksek bir ırk için tehlike arz ediyorsa, Thule onun hayat hakkını kabul etmez. Güçlü zayıfla kaynaşırsa kendini feda eder.”

Bir sır verircesine sesini alçalttı. “Herkes öyle söylese de, yaşamda eşitlik, kardeşlik ve adalet yoktur. Doğa böyledir. Zayıfları ve yozlaşanları eler. Almanya'dan örnek vereyim. Yaklaşık üçte bir nüfusumuz işe yaramaz, hastalar, deliler, alkolikler, seks suçluları, aşağılıklar, tembellerden oluşuyor. Bunlar sağlamların haklarını alıyorlar. Topluma katkıları aldıklarından çok daha az. Eğitimle çoğalan bu işe yaramazları geliştirmek çok zaman ve çok kaynak tüketir. İnsanlık kaybeder. Daha komik olan nedir, biliyor musunuz? Tıp gelişiyor ama daha çok bu işe yaramazları desteklemek için. Buna da son verilmelidir.”

İçkisinden bir yudum alarak kuruyan boğazını temizledi. “Peki, bu devrimi kimler, nasıl yapacak? Cevabı kolay. Bunu az sayıdaki değerli insanlar yapabilir. Ama kurulu düzen bunu engeller. Değerli insanlar ne yaparlarsa yapsınlar, çoğunluğun temsilcileri olamazlar. Çünkü çoğunluk toplum sorunlarına ilgisiz, ahmak ve cahildir. Düzenbaz çıkarcılar onları kolayca aldatabilir ve yönetimi ele geçirir. Bu yüzden, gelişme çoğunluğun iradesiyle mümkün değildir. Seçimle seçkin ve zeki bir lider, bir büyük adam çıkarmak çok zordur. Hatta imkânsızdır. Bu ancak zorlayıcı bir güçle, bir darbeyle yapılabilir. Thule bunu gerçekleştirmek için çalışacaktır.”

Kapıyı tıklatarak içeri giren Sinyora Grasso’nun yemeğe davet etmesiyle hararetli görüşmeler sona erdi. Scott, yemek salonuna geçerken, daha önce olduğu gibi, Sebottendorf ile anlaşamadıkları konuyu düşünüyordu. Bektaşilik evrensel, insan sevgisine dayanan bir düşünce ve eylemdi. Hoşgörü diyordu. İnsanları din, dil, renk, cinsiyet farklılığından ötürü horlamayın diyordu. Farklılıkları kavga konusu yapmayın diyordu. Ama Thule “üstün insan ve üstün ırk” kuramlarını destekliyordu. Bu ne yaman çelişkiydi. Bu Sebottendorf'a olan güvenini sarsmaya başlamıştı. Yoksa Almanya'da ve İtalya'da yükselen faşist güçlere yaranmak mı istiyordu? Daha kötüsü bu adam bir şarlatan mıydı?

Signor Grasso'nun paylaştığı hassas bilgiler de ilginçti. Bunları özellikle İngilizlerin duymasını istiyordu. Bu açıktı ve gazeteci olarak bunu kamuoyu ile paylaşacaktı. Yemekte yanında oturuyordu. Anlattıklarını isim vermeden kullanmasında sakınca olup olmadığını sordu. Yoktu…

Ev sahibesi ünlü rostosundan hazırlamıştı. Yanında elbette makarna vardı ve etin salçalı sosu ile karıştırmıştı. Çiğ jambon crudo da eksik değildi. Chianti şarabı hazırdı. Tatlı olarak kuru üzüm, portakal kabuğu ve konyak içeren kuru pasta, Panetone vardı.

Yemek sırasında Sinyora Grasso’nun anne tarafından aile kökenlerinin Konstantinopolis fethedildiğinde burada bulunan Cenovalı ailelerden geldiğini, baba tarafının da Trabzon’dan Konstantinopolis'e getirilen Cenovalı ailelerden olduğunu öğrendiler. Sinyora bu konuda çok bilgiliydi. Konstantinopolis'in İtalyan karakterli bir kent olduğunu da anlattı. Galata Kulesi’ni hatırlattı. Kubbe teknolojisinin ve su kemerlerinin Roma'dan geldiğini söyledi. Venedikliler, Floransalılar, Pisalılar, Amalfililer ve kendi ataları Cenevizlilerden heyecanla söz etti.

Konstantinopolis İngilizlere de Yunanlılara da bırakılamazdı…









***



20 Şubat 1920 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Meclis Osmanlı sultanı ve hükümetine karşı çıkıyor...

Osmanlı Meclisi gizli oturumunda kabul edilen Misakı Milli Beyannamesi yabancı parlamentolara bildiriliyor. Meclis'te Mondros ateşkes anlaşmasına karşı direnme yanlısı 70 kişilik bir grup kuruldu. Beyannamenin ana hatları geçen yıl yapılan Erzurum ve Sivas Kongresinde biçimlenmişti. Misakı Milli Mondros ateşkes anlaşması sınırları içinde tam bağımsızlık sağlanıncaya kadar mücadeleye devam etmeyi öngörüyor.









***

Saldırganın izi.





Şubat 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Balat Surp Hıreşdagabed Kilisesi hareketli günlerinden birini yaşıyordu. Şubat ayının az rastlanan ılık ortamında, akordeon, keman ve flüt çalan iki kadın, bir erkek müzisyenin tatlı nağmelerle karşıladığı kadınlı, erkekli, yaşlı, çocuklu Ermeniler sohbet ederek içeri giriyorlardı. Bazılarının kahkahaları da müzikle yarışıyordu. En güzel giysileri üzerlerindeydi. Bazıları yeni diktirmişti, bazıları da paraları yetmediğinden, yıpranmamış elbiselerini yeniden düzenlemişti.

Ermeni katliamı sırasında korkularından Müslüman olan dört kadın ve üç erkek çocuk vaftiz edilerek tekrar Hristiyan oluyordu. Vartan, teyzesi Eva, eniştesi Ara Kamburyan ve iki kuzeni de törene katılıyorlardı. Kirkor dişçilik fakültesinde, Movses de Vefa Lisesi’nde öğrenciydiler. Vartan suikasttan sonra aylarca tedavi görmüştü. Zamanla beyni ve vücudu iyileşmişti. Ama sol kolunun felcini tedavi edememişlerdi. Bu nedenle depresyona girmişti ve ender zamanlarda evden dışarı çıkıyordu. Kiliseyle arası olmamasına rağmen, teyzesini kıramamıştı. Uzun zamandır ayrı kaldığı çevreyi gözden geçiriyordu. Girişteki solgun pirinç levhada, eldeki imkânlarla süslenmeye çalışılan kilisenin künyesi yazılıydı. 1636 tarihinde Ermenilere devredilen bir Rum kilisesiydi. Birçok yangın geçirmişti: 1692'de, 1729'da, 1827'de. Sonunda ahşap kilise Sultan II. Mahmut'un fermanıyla kâgir olarak inşa edilmiş ve 1835'te ibadete açılmıştı. İçeri girdiler. Sarı badanalı duvarlardaki nişlere yerleştirilmiş Ermeni azizlerin yağlı boya tabloları ile ayinin yapılacağı apsiste yer alan yüksek bir şato görünümlü altar dikkat çekiyordu. Üzerindeki Meryem ana ve kucağındaki bebek İsa tablosunu gösterişli şamdanlar ve büyük mumlar aydınlatıyordu.

Yüksek kemerli, pembe ve mavi vitraylarla süslü pencereler, ışıldayan avizeler ve mumlar arasında tören başladı. Peder Hagop’un yönettiği vaftiz ayinini Başepiskopos da onurlandırıyordu. Hristiyanlığa dönenlerin vaftiz babaları da yerlerini aldılar. Yedi adayın heyecanı tüm katılanlara yayılıyordu. İlahiler eşliğinde, sırayla kutsal müron yağıyla mesh edildiler. Patrikhane tarafından armağan olarak verilen gümüş zincirli haçlar da boyunlarına takıldı.

Vartan bu tür ayinleri komik buluyordu. Sonunda bitti. Kiliseden çıkarken arka sıralardaki arkadaşlarını gördü. Geç kaldıklarından arkalarda yer bulabilmişlerdi. Avukat Arto, Kürt Boran, itilafçı Cihat Bey yan yanaydılar. Üçü de İngiliz Muhipleri (Dostları) Derneği üyesiydi. Koyu renkli gözlüğüyle udi Hrant Kenkülyan da yardımcısıyla gelmişti. Hep birlikte dışarı çıktılar. Doktor Kamburyan ile sohbete koyuldular. Vartan dışarıdaki kalabalığın arasına karışan ve kendisine başıyla selam veren siyah takım elbiseli tombul adamı da fark etti. İngiliz Yüzbaşı Bennett’in sağ kolu Bay Smith idi. Poker suratlı arkasını döndü ve sessizce uzaklaştı. Görevini yerine getirmişti.

Vartan’ın memnun olacağını düşünerek arkadaşlarını evlerine davet eden Eva Teyze konukları güzel ve hızlı ağırlamasıyla ünlüydü. Müslüman Türklerin çalışma zamanı olan Pazar gününde şık giysileriyle Balat sokaklarını şenlendiren Hristiyanlar kendilerine yönelen kızgın bakışları umursamadan yürüdüler. Artık yeni dönem başlamıştı. Ezilenler yer değiştiriyorlardı. Eve gelir gelmez, Eva Teyze ve ev işlerinde iyi eğittiği iki oğlu mutfağa girdiler. Erkekler doktorun sunduğu nane likörüyle sohbete başladılar. Ermeni milletvekilleri ve gazetecilerden alınan bilgiler paylaşıldı.

Vartan konuşulanları işitiyor ama farklı şeyler düşünüyordu. Gözünün önüne saldırıya uğradığı o uğursuz akşam geldi. Karanlık sokakta saklanmış saldırganları fark edememişlerdi. İki koruma görevlisi oracıkta ölmüşlerdi. Kendisi de az kalsın ölüyordu. Son anda tabancasına davranarak hayatını kurtarmıştı. Kaçmaya çalışırken, aniden boynunun arkasında şiddetli bir acı duymuştu. Geri dönerek yarım yamalak görebildiği saldırgana altı mermisini de sıkmıştı. Ama vuramamıştı. Yalpalayarak meydana doğru koşmuş, ama takılarak yere düşmüştü. Boynundaki bıçağı çıkarmaya çalışırken saldırgan ayağıyla koluna bastırmış ve bıçağıyla sağ taraftaki şah damarını kesmişti. Silah seslerini duyanların onlara doğru gelmesi üzerine saldırgan kaçmak zorunda kalmıştı. Hastanede ayıldığında aradan iki gün geçmişti. Doktoruna ve eniştesine göre, saldırgan şah damarını tam olarak kesememişti. Yardıma gelenlerden biri kanamayı durduramasa da baskı uygulayarak iyice azaltmıştı. Başka bir yardımsever ile beraber onu yüz metre ötedeki Avusturya Sen Jorj Hastanesine sırtlarında taşımışlardı. Ameliyattan sonra kafa içi basıncını düşürebilmek için onu uyutarak koma durumunda tutmuşlardı. Komadan sonra, 24 saat daha yoğun bakımda kalmış, sonra da iki hafta odasında tedavi görmüştü. Onu izleyen haftalarda konuşma, hareket, güç, görme, koordinasyon ve hissetme tedavileri yapılmıştı.

Hastanede acil müdahalede çalışanlar iki yardımseverin Türk olduklarını, ama o kargaşada kimliklerini alamadıklarını söylemişlerdi. Saldırganların izi bulunamamıştı. Korumaların silahlarını ve cüzdanlarını da gasp etmişlerdi.

Vartan bayılmadan önce saldırganın gözlerini görebilmişti. Unutamıyordu. Rüyasına bile girmişti. Daha sonra bir ayrıntıyı daha hatırlamıştı. Adamın kaşlarının arasında bir et beni vardı. Aylarca sonra mahalledeki kahvehaneye ilk gidişinde beyninde şimşekler çakmıştı. Evet, o gözler tavla rakibi İsmail'e aitti. Ve onun da kaşlarının arasında bir et beni vardı. O ve iki teyze oğlu artık şüpheliler arasındaydı. İngilizler Hüseyin’i daha önce de izlemişler ama kuşkulu bir durum bulamamışlardı. Şimdi Nemesis operasyonunun elemanları da devredeydi, üçünü de izlemeye başlamışlardı.

Yine daldın be Vartan!”

Eniştesi kayınbiraderinin sırtına vurarak rakı kadehlerini tokuşturmaya davet etti. Bu arada rakısını yudumlayan Hrant usta da udunu konuşturmaya başladı. Doktor konukları olan soydaşını, alçak gönüllü klasik Türk sanat müziği bestecisini tanıttı. Adapazarı doğumluydu, 1915’te ailesiyle birlikte Konya’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Galata'daki Pirinççi Gazinosu ve başka gazinolarda da kaliteli fasıllar yönetiyordu. Udi Hrant hem çalıp hem de söylemeye başladı.

Gamzedeyim deva bulmam.

Garibim bir yuva kurmam.

Kaderimdir hep çektiğim.

İnlerim hiç reha bulmam.



Vartan ve doktor ona katıldılar. Mutfaktakiler de yanlarına geldiler. Esaslı bir koro oluştu. Diğerlerine de likörler tazelendi. Parça bitince Hrant’ı alkışladılar. Siyah gözlüklerinin altından sızan gözyaşlarını da Doktor açıkladı. “Şarkının sözlerini Ahmet Rasim Bey yazdı. Bestesi Tatyos Efendi’ye aitti. Uşak makamındaki eserini her seslendirişlerinde Tatyos Efendi’yi anarız. Fazla içki yüzünden sağlığı bozuldu, çalışamaz oldu ve sirozdan öldü.”

Doktor Kamburyan kasvetli havayı dağıtmak için siyasete döndü. “Ateşkesten on beş ay sonra, barış anlaşması imzalanamadı. Milliyetçi Türkler taslak antlaşmaları çok sert ve adaletsiz buluyor. Sanırım kabul etmeyecekler. Sultan'ın hükümetini iflas etmiş sayıyorlar.”

Cihat söze girdi. “Bence, Ermeniler, Kürtler ve Türkler arasında bir denge kurulmalı. Taraflardan biri ağır basarsa barışa ulaşmak zorlaşır. İngilizler Doğu Anadolu’ya ve Kafkaslara daha fazla asker gönderemez. Fransa’nın Ermenilere verdiği destek yetersizdir.”

Mutfaktan enfes kokular geliyordu. Anne ve oğullarının çalışmaları bitmemişti. Gözler Boran’a çevrildi. “Önemli bir noktadayız. Bizim dernekte de tartışılıyor. Bazı Amerikalılar karşı tezler ileri sürüyor. İngilizlerin Kürtleri kullanarak milliyetçi akımı boğmak istediğini söylüyorlar. Bir heyetle bölgede dolaşıp, Ermeni Kıyımı hakkında incelemeler yaptılar. Kürtler hakkında da değerlendirme yapabilecek kadar bilgi toplamış olmalılar. Bu yüzden Amerikalıları da tatmin etmek gerekiyor.” Cihat Bey tekrar söz aldı. “Aynen katılıyorum. İngiliz Muhipleri (Dostları) Derneği’nde de Amerikalılara dikkat çekiliyor. Onlar olmasaydı Avrupa Savaşı’nı müttefikler kazanamazdı.”

Bu arada masa donatılmıştı. Eva teyze “Sofraya buyurun. Bizde yemek muhabbet için yenir. Yine devam edersiniz,” dedi. Tanıtıma başladı. “Bu ünlü mezemiz topiktir. Nohut, patates, tahin, kuru soğan, dolmalık fıstık, kuş üzümü, tarçın ve yenibahardan yapılır. Mutlaka tatmalısınız. Kızların çeyizine dört tarafı işlenmiş topik bezleri konur. Topik yapmasını bilmeyen kız, kolay kolay koca bulamaz.” Doktor atıldı, “Evet, bu yüzden beni kandırması çok kolay oldu.”

Gülüştüler.

Eva teyze tanıtımı sürdürdü. “Ermeni pilakisini de öneririm. Horoz fasulyesiyle yaparım, bu kıvamı her meyhane tutturamaz. Doktor Bey uskumru dolmasının tiryakisidir. Bu kalkan tavayı da oğullarım çok sever. Diğerlerini de tanıttı. Midye, Ermeni kebabı, pastırma, çeşitli peynirler, köfte, etle buğdaydan yapılan harisa, turşular, zeytinyağlı lahana sarması, karnıyarık, lavaş ekmeği. Rakı ve şaraplar da hazırdı.

Udi Hrant kendisine hazırlanan büyük tabağa yabancı sayılmazdı. Hem yiyor, hem de çalıyordu. Sohbetin konusu Dolmabahçe Sarayını on iki yılda inşa eden Ermeni Balyan ailesiydi. Sultan Abdülmecit Garabet Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan'a borçlanarak inşa ettirmişti. Çok büyüktü. Abdülaziz devrinde sarayda binlerce hizmetli çalışmıştı. Yıllık masraf iki milyon sterlini buluyordu. Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları Sarkis Balyan'a yaptırılmıştı. Feriye Sarayları da Balyan Ailesi mimarlarınca yapılmıştı. Ortaköy Camisi, Taksim Kışlası, Harbiye Nezareti (Savaş Bakanlığı), Galatasaray Lisesi de onların eserleriydi.

Yemekten sonra salona geçtiler. Kahve ve konyakla yemekten önceki siyasi gelişmelere döndüler. Boran kaldığı yerden devam etti. “Osmanlı delegelerinden Bogos Nubar Paşa ile Şerif Paşa bağımsız Ermeni ve Kürt devleti konusunda anlaşıyor. Sıra Türkleri bu konunda ikna etmektedir. Anlayabildiğim kadarıyla, Padişah ve Başbakan sıkıntı yaratmayacaklar.” İtilafçı Cihat Bey de fikrini söyledi. “Bence bağımsız devletler yerine, yine Osmanlı yönetiminde özerk yönetimleri düşünmek daha gerçekçidir. Oralarda önemli bir Türk nüfusu vardır. Bölünmeyi Mustafa Kemal Paşa ve milliyetçiler kesinlikle kabul etmezler. Dahası, Rusların ve Fransızların da ikna edilmesi gerekir. Ermenistan için de aynı çekincelerim geçerlidir.”

Kâğıt üzerinde her şey kolay görünüyordu. Ama birileri etrafta pimi çekili el bombalarıyla dolanıyordu.









***



20 Mart 1920 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Konstantinopolis'te (İstanbul'da) siyasi deprem...

Geçen ay, Osmanlı meclisi, barış arayan sultan ve hükümetinin aksine, ateşkes hükümlerini tanımayan Misakı Milli beyannamesini yayınlayarak tepki toplamıştı. İtilaf Devletleri güç kullanarak duruma el koydu ve 16 Mart günü Konstantinopolis'i resmen işgal etti. Meclis basıldı, bazı milletvekilleri tutuklandı ve İngilizlerin Malta Adası'na sürüldü. İki gün sonra Meclis buna cevap verdi. Kapanış toplantısı ile faaliyetlerine son verdi. Mustafa Kemal Paşa Ankara'da toplanacak olağanüstü yetkili bir meclis için acele seçim yapılacağını bildirdi.









***



Konstantinopolis'li Nelson



Mart 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Ramiz Bey, asıl adıyla David Nelson her zamanki gibi, saat yedide uyandı. Türk usulü doyurucu kahvaltısından önce sabah sporunu yaptı. Askerliğin kazandırdığı güzel alışkanlıklardan biri de buydu. Şişli’deki balkonundan 21 Mart gün dönümüne giren Konstantinopolis'i seyretti. Nefes çalışmasını unutmadı. Sonra sıcak suyla başladığı duşunu, ılık ve soğuk suyla tamamladı. Saat sekizde caddeye çıktı. Türklerin deyimiyle “Ahmak ıslatan” yağmuru başladı. Bir elinde şemsiyesi, diğerinde emektar deri çantası, ilerideki tramvay durağına yöneldi. Ramiz dokuz aydır Sirkeci’deki Şirket'e tramvayla gidip geliyordu. Otomobilini de kullanabilirdi, ama bu şekilde halkla iç içe oluyor, bazen ilginç bilgilere ulaşıyordu. Zamanının üçte biri şirket işleriyle geçiyordu. Geri kalan üçte ikisinde ise Albay David Nelson oluyordu. İngiliz istihbaratının Ortadoğu Operasyonları Şube Müdürü. Türkiye, Mısır, Filistin, Suriye, Irak ve Arabistan'ın önemli yerlerine ajan göndermek, işbirlikçiler bulmak, isyanlar çıkarmak onun yönetimindeydi.

10 numaralı Şişli-Tünel elektrikli tramvayında oturacak yer vardı. Büyükelçilikte toplantıya katılacağından, Taksim'de inip 15 numaralı Sirkeci tramvayına aktarma yapmasına gerek yoktu. Konstantinopolis'teki tramvay hatlarını iyi biliyordu. Tramvayı çok kullanıyordu. Tarihi elli yıl önceye dayanıyordu. İlk kez Azapkapı - Ortaköy atlı tramvayı hizmete girmiş, sonra on hat daha eklenmişti. Elektrikli tramvaylar yeni sayılırdı. Tramvay Harbiye'de durunca, Nelson İngiliz Kuvvetleri karargâhını kum torbaları arkasından koruyan nöbetçileri seyretti. Tramvay hareket etti. Yollardaki görüntüye alışmıştı: Dört katlı ahşap cumbalı kiremit çatılı kâgir evler, dükkânlar, faytonlar, eşeğiyle yük taşıyanlar, hamallar, simitçiler, sarıklı, cübbeli, fesli, yelekli erkekler, siyah çarşaflı kadınlar...

Taksim'de talimhane ve topçu kışlasını geride bıraktılar. Uzakta Tepebaşı Mezarlığı göründü. David, tepesine dikilen iki yolcunun arasındaki sohbetini dinlemek zorunda kaldı.

Dingo'nun ahırını biliyor musun?”

Hiç duymadım.”

Atlı Tramvaylar zamanında, tramvaylar iki atla çekiliyordu.”

Evet, yollardaki pisliklerini unutamam.”

Bunlar Şişhane yokuşunu çıkabilmek için Azapkapı'dan takviye at alırlardı. Atlar Taksim’de bir ahırda dinlendirildikten sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürdü. Şu arsadaki ahırı Dingo adlı bir Rum işletirdi. Arada çene çalardık. Onu hatırladım.”

Şimdi nerede bu Dingo?”

Sanırım İzmir'e gitti. Yunan ordusunun atlarına bakıyormuş.”

Ben de Topçu Kışlası üzerinde balon uçurulduğunu hatırladım. Balona binenler İstanbul'u havadan görebiliyorlardı.”

Pera'da yolcuların çoğu indi. Nelson yollarda yürüyen insanlara baktı. Şalvarlı ve takkeli bir saka omuzlarına aldığı kalın değnekle su tenekelerini ağır ağır taşıyordu. Yanından geçen fesli, siyah takım elbiseli, kravatlı, siyah rugan ayakkabılı adam ile aralarında uçurumlar vardı.

Burası Konstantinopolis, İngiliz Orta Doğu'sunun yeni başkenti...

Albay Galatasaray'da tramvaydan indi. Yürüyerek büyükelçiliğe geldi. Sık sık çevreyi kontrol etmeyi unutmadı. Türk milliyetçi örgüt elemanlarının değişik giysilerle ve seyyar satıcı rolüyle giriş çıkışı gözetlediklerini biliyorlardı. Yüzbaşı Bennett de sivil giysili adamlarıyla onları yakalıyor, Kroker Oteli’nin mahzenlerinde güzelce sorguluyordu. Anlaştıkları gibi, ana girişteki iki büyük çiçek saksıya üçüncü bir ilave yapılmıştı.

Giriş temiz.

Az sonra yüksek komiserin toplantı odasındaydı. Duvardaki Amiral Calthorpe'un resmine baktı. Görevini geçen yıl Amiral Robeck'e devretmişti. Yardımcısı Amiral Webb göreve devam ediyordu. Karadeniz Orduları Komutanı General Milne henüz gelmemişti. Ayrılış hazırlıkları yapıyordu. Geçen hafta, Konstantinopolis'in işgaliyle başlayan sert politika denemesi ters sonuç verince geri çağrılmıştı. Yerine General Harington geliyordu.

On dakika sonra, Milne gelince toplantı başladı. Bennett ayrıntılı bir değerlendirme yaptı. Onu Amiral Webb izledi. Türk ulusal hareketi bekledikleri gibi gelişiyordu. Ama en çok korktukları gerçekleşmemişti. Hindistan Müslümanlarının, Türkleri örnek alarak, silahlı isyanı ülkelerine yaymaları çok sınırlıydı.

Albay Nelson'un raporu daha uzundu. Arapların Orta Doğu'su kontrol altındaydı. Ağırlığı Konstantinopolis ve Anadolu'ya vermişlerdi. Türk Milliyetçilerinin iki hassas noktası vardı: İttihatçılarla ve Bolşeviklerle ilişkileri. Bunların üzerine gidiyorlardı. Black Jumbo örgütüne bağlı olarak çeşitli yerlerde ticarethane açmışlardı. Bazı Bolşeviklerle temastaydılar. Anadolu'da Adapazarı, Düzce ve Konya çevresi elverişliydi. Halka paralar dağıtarak millî harekete karşı isyanlar destekleniyordu. Nelson’un Sultan'ın sarayında, hükümette, Hürriyet ve İtilaf Partisi içinde, Osmanlı ordusunda, gümrükte, deniz yolları ve poliste adamları vardı. Milliyetçilerin direniş örgütü Karakol liderleri ile Ankara'daki lider Mustafa Kemal Paşa arasında bir çatışma belirlemişlerdi. Ayrılığın derinleşmesi için çalışıyorlardı. Milliyetçilere yardım eden Fransız ve İtalyan şirketleri de izleniyordu. Fener Patrikhanesinin desteğiyle Rumlarla ortak çalışmalar yapılıyordu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti çok başarılıydı. Özel olarak seçilen Ermeni ve Rumların Anadolu Kavağı Şubesinde eğitilmeleri devam ediyordu.

Amiral Robeck'in hükümetle ilişkiler hakkındaki özetini dinlediler. Sadrazam (başbakan) Ali Rıza Paşa ve Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Mersinli Cemal Paşa İngilizlerin isteklerine direnmiş ve yerine Salih Paşa gelmişti. Ancak onunla da anlaşamıyorlardı. Anadolu hareketine sıcak bakıyorlardı. Damat Ferit Paşa'nın dördüncü kabinesine ihtiyaçları olacaktı.

Hava güzeldi. Öğle yemeğinden sonra büyükelçilikten ayrılan David Nelson, Sirkeci'ye kadar yürümeye karar verdi. Pera veya Türklerin deyimiyle Beyoğlu Avrupa caddelerini hatırlatıyordu. Ekmek arası Arnavut ciğeri satıcısını geçti. Karnı toktu. Ramiz Bey olarak Konstantinopolis sosyetesinde yer almıştı. Hamam sefası, işkembe çorbası, ciğer tava, nargile alışkanlıkları arasına girmişti. Kadın rolünü Ermenilerin üstlendiği tiyatrolar da ilginçti. Bıçaklarıyla dövüş edercesine dans eden Kazaklar gibi. Barakalardan bozma bar, pavyon ve batakhaneler çoğalıyordu.

Karşıdan gelen Hintliyi görünce arkadaşı Mustafa Sagir'i hatırladı. Afganistan'da yedi ay kadar hapis yattıktan sonra kendini toparlaması uzun sürmüştü. Mektuplaşıyorlardı. Üç hafta önce Londra’da, Gizli Servis'in sıkıcı masa başı görevlerinden birini yapıyordu. Konstantinopolis'te görev almak için istekliydi. Nelson da bunu çok istiyordu. Yüksek Komiser ile görüşmüş ve kabaca onayını almıştı. Amiral ilk raporunda buraya atanması için öneride bulunacaktı.

Nelson cep saatine bakarak terzisi Arman'ın dükkânında kahve içecek zamanı olduğunu gördü.









***

Kürdistan Teali Derneği



Ekim 1919. Konstantinopolis (İstanbul).



Saygıdeğer Yargıç, bu insanların ailesi,” eliyle davacıları gösterdi, “tapusunu mahkemeye sunduğum konaklarını hiç kimseye satmadı.” Avukat Arto Dinkyan zararlarının ödenmesini isteyen şikâyetçileri tombul eliyle göstererek sözlerini sürdürdü. “İttihat ve Terakki Hükümeti Ermeni ailenin konağını, mallarını ellerinden aldı. Sonra da bu aileyi sürgüne yolladı. Tanrıya şükürler olsun ki, burada ifade vermeye hazır tanığım…” Bu kez eline aldığı gözlükleriyle diğer taraftaki çelimsiz yaşlı adamı gösterdi, “…bu insaflı Türk, kendisini ve ailesini tehlikeye atarak Ermeni komşularını Konstantinopolis'e, yani İstanbul’a kaçırdı.” Avukat gözlük camlarını cebinden çıkardığı mendille silerken yaptığı etkiyi görmek üzere durakladı. Gözleri birkaç saniye sağ gerisinde gülümseyerek oturan yardımcısı Vartan Saatçıyan’a takıldı. Onun “İyi gidiyorsun” bakışını kaçırmadı. Saldırıdan sonra iyileşmişti ama sol kolunu kullanamadığı gibi, fazla konuşmuyordu. Yargıç iki yanındaki yardımcı yargıçlarla fısıldaşıyordu. Arto arka sıralardaki Ermeni soydaşlarının olumlu tepki veren bakışlarını da yakaladı. Doğrusu, işlerin bu aşamaya gelmesinde Vartan’ın büyük katkısı olmuştu. İngilizlerin yardımıyla davalarda hızla yol alıyorlardı.

Vartan’ın da aklından benzer düşünceler geçiyordu. Davacı Ermenilerle yüz yüze görüşmek için yoğun çaba harcamıştı. Çoğunu haftalarca arayıp bulmuştu. Bazıları hâlâ korkuyordu. Onları dava açmaya ikna edebilmek için az zaman harcamamıştı. Davalar sonuçlanıncaya kadar avukatlık ücreti bile almıyorlardı. Aralarında Ermeni Rober Karakaşlı’nın da bulunduğu yargıçlar müzakerelerini bitirip Arto’ya döndüler. Baş yargıç avukata devam etmesini işaret etti.

Müvekkillerimin Kayseri’de terk ettikleri mallarına, mülklerine, dükkânlarına, binlerce dönümlük tarlalarına, bağlarına ve bahçelerine konan Türklerden ve Kürtlerden hesap sorulmasını istiyoruz. Dört yıl önce yoksul olanlar, savaşta nasıl zenginleştiklerinin hesabını versinler. Bunların tapularını nasıl çıkardıklarını anlatsınlar Sayın Yargıç.”

Yargıç, önündeki notlarına göz atarak araya girdi. “Şikâyetçilerin kendileri ya da vekilleri Tasfiye Komisyonlarına başvurdular mı?”

Bu zavallılar iki ay içinde bunu nasıl yapacaklardı, efendim?”

Süre dört ay değil miydi avukat bey?”

O süre ülke dışında olanlar içindi efendim. Şikâyetçiler tebligat için komisyonun bulunduğu yerde bir ikametgâh gösterecekti. Bu mümkün değildi Sayın Yargıç.”

Şikâyetçi aileler ağlamaya başladılar. Yargıç tokmağını birkaç kez kullanarak sessizliği sağladı. “Siz devam edin efendim.” Arto sesine haklı olduğu vurgusu vererek sürdürdü konuşmasını. “Diyelim ki bazı alacaklılar bunu yapabildiler. Komisyonun takdir ettiği miktara iki hafta içinde itiraz edebileceklerdi. İtiraz hakkındaki mahkeme kararı kesin olup, temyiz yolu kapalıydı, Sayın Yargıç.”

Dinleyici sıralarından yeniden protestolar yükselince, yargıç tekrar sessizlik istedi. Avukat devam etti. “Kendilerine toparlanmaları için iki saat süre verilerek çöllere sürülmüş olanlar bile var. Bu işlemlerin yerine getirilmesi imkânsızdı efendim.”

Yargıç öğleden sonra tanıkları dinleyeceklerini söyleyerek oturuma ara verdi. Arto daha ileriye gitmedi. Tüm cephaneyi tek seferde harcamayacaklardı. Şikâyetçi Ermenilerin nüfus ve tapu kayıtlarının çoğuna ulaşmışlardı. İtiraz dilekçelerin bir kısmını önceden hazırlayabilmişlerdi. Tanıklık yapacak Ermenilerin eğitimi, verecekleri ifadelerin ezberletilmesi de tamamlanmıştı. Ama daha yapacak çok işleri vardı. Şikâyetçilerin el konan malları, Türk, Kürt ve Çerkez önde gelenleriyle, Osmanlı Devleti’nin savaşlarda yitirdiği topraklardan göçen Türklere dağıtılmıştı. Bir kısmı da kışla, hapishane, okul, hastane olarak kullanılmıştı. Bazı Ermeni kiliseleri de depo olarak kullanılmış veya yakılmıştı. Bunların da belgelerini ve tanıklarını toplamaya devam edeceklerdi. El konulan mallar milyarlarca Fransız Frangı değerindeydi. Bunun da üzerine gideceklerdi. Ermenilerin bankalardaki el konulan paralarının belgeleri de sıradaydı.

Vartan Saatçıyan önemli gelişmelere tanık oluyordu. Taşnak Partisinin dokuzuncu konferansında Nemesis Operasyonu'nun başlatılma kararı bunlardan biriydi. İttihatçıların Ermeni soykırımını gerçekleştiren ve yargıdan kaçmayı başaran kadrolarından intikam alınacaktı. İngilizlerin bunu beceremeyeceği belliydi. Ama operasyonu destekledikleri de başka bir gerçekti.

Vartan iki saat sonra Kürt arkadaşı Boran ile buluşacağından, adliyedeki öğleden sonra oturumuna katılamayacaktı. Bunu söylemek için kalabalığın arasından Arto'nun yanına giderken arkadaşının bir yabancıyla konuştuğunu gördü. Avrupalı olmalıydı. Uzun boylu ve beyaz tenliydi. Arto eliyle gelmesini işaret etti. Yabancı da konuşmasını kesip ona döndü. Gülümsüyordu. Sakalı ve bıyığı yoktu, sarı saçları seyrekleşmişti. Gözlüklerinin ardındaki mavi gözleri ve keskin bakışları hemen dikkatini çekti. Arto onları tanıştırdı. “Sayın Wallace bu benim en yakın arkadaşım ve yardımcım Vartan.” Yabancı hemen elini uzattı. Kırık bir Türkçe ile “Çok memnun oldum. Ben de Scott” dedi. Yanakları çöküktü ve hafif kiloluydu. Arto araya girdi, “Sayın Wallace bir İngiliz gazetecisidir. Ermeni kıyımı davalarıyla ilgileniyor. Beni duruşmalardaki savunmalarımı izlerken görmüş. Daha yakından tanımak ve bilgi almak istiyor.” Gazeteci bakışlarını Vartan'a çevirdi. “Siz de Bay Arto ile birlikte gelirseniz çok sevinirim,” dedi. Arto arkadaşının cevap vermesine fırsat bırakmadan konuştu,

Teşekkür ederiz. İlk fırsatta geleceğiz.”

Vartan da başıyla onayladı ve öğleden sonra işi olduğunu söyleyerek izin istedi. Adalet Sarayı’ndan dışarı çıktı. Sarayburnu’nu ve denizi seyretti. İyileştikten sonra daha uzaktan ama daha dikkatli korunuyordu. Yavaş adımlarla yürüyerek yakındaki köfteciye uğradı. Her fırsatta Sultanahmet Meydanı’nda müthiş ızgaralar yapan bu lokantada karnını doyururdu. Lezzetin sırrını çözmüştü. Kıymaya baş eti ve kuyruk yağı katıyorlardı. Köfte ve piyazdan oluşan yemeğini mideye indirip hesabı ödedi. Dışarı çıkmadan ızgara kokusunu son kez içine çekti. Zaman zaman arkasına takılan çeşitli kılıktaki Kuvayı Milliyeci örgüt elemanlarını yakalayan İngiliz istihbaratçıları sayesinde daha rahattı. Artık izlenip izlenmediğini anlayabiliyordu. Konstantinopolis sokaklarında gece ve gündüz uygulamalı eğitim almıştı. Ama yine de gevşememeliydi. Yedi ay önceki saldırıyı düşündü. Artık kullanamadığı sol koluna baktı. İçini çekti. Dışarıyı belli etmeden kontrol etti. Sorun yoktu. O sırada sulu kar başladı. Yandaki tatlıcıdan iki kilo baklava aldı. Yine zam yapmışlardı. Ama böyle yerlere eli boş gitmezdi hiç. Kürtlerin baklavaya düşkünlüklerini de biliyordu. Az ilerideki tramvay durağında fazla beklemediği için iyi gününde olduğunu düşündü. Şehremini’den geçen elektrikli Topkapı tramvayı kalabalıktı. En arkada ayakta giderken, ayağı tramvayın arkasındaki bağlama eklentisinin üzerinde, elleri dışarıdaki kapaklı elektrik prizini tutan çocukla göz göze geldiler. Bedava seyahatin son şekli bunların yaptığı olmalıydı. Tehlike umurlarında değildi. Bunların yıllar sonra birer muharip olarak neler yapabileceğini düşündü. Soğuktan kıpkırmızı olmuş suratlı oğlanın ona dilini çıkarmasına önce aldırmadı. Sonra o da aynısını yaptı.

Tramvaydan indiğinde kar yağışı devam ediyordu. Boran’ın ısrarlı davetlerinden kaçamadığından Kürdistan Teali (Yükseltme) Derneği’nin Şehremini şubesine geleceğine söz vermişti. Ara sokaklara yürüdü. İleride, Osmanlıca ve İngilizce kocaman harflerle, büyükçe, kalın bir kumaş perdeye işlenmiş “İngiliz Muhipleri Derneği” reklamını gördü. İki görevli arkası açık bir kamyondan sıraya girmiş yoksullara et dağıtıyordu. Düzeni sağlamak için yanlarında tüfekli bir İngiliz askeri de vardı. Vartan’ı ve Boran’ı da bu derneğe üye kaydettiklerinden, bu propagandayı yoksul semtlerde her gün yaptıklarını biliyordu. Görevlileri selamlayarak yanlarından geçti. Az sonra Kürdistan Teali Derneği’nin Şehremini şubesindeydi. İki katlı ahşap, eski bir binaydı. Kapının üzerindeki levhada derneğin adı Arapça harflerle Kürtçe, Osmanlıca ve İngilizce yazılmıştı. İçeri girer girmez paltosunu çıkararak eline aldı. Boran onu bekliyordu. İki arkadaşıyla birlikte Vartan’ı kucakladılar. Ortadaki odun sobasına en yakın sandalyeyi verdiler. Hal hatır sorduktan sonra, Boran’ın kısa boylu tıknaz arkadaşı kahve yapacağını söyleyerek küçük salonu terk etti. Vartan’ın gözlerinin duvarlardaki fotoğraflarda gezindiğini fark eden Boran bilgi vermeye başladı. “Üstteki resimlerden soldaki Abdürrahim Rahmi Zapsu’dur. Soyu Abdülkadir Geylani ve Abbasilere dayanır. Kürt Talebe Ümit Derneği ve Kürdistan Teali Derneği kurucusudur. Yanındaki Saidi Nursi’dir. Abdürrahim Bey’in öğrencisi ve silah arkadaşıdır. Büyük Savaş’ta ikisi de Doğu Cephesine gittiler. Ruslara esir düştüler.” Uzun boylu, zayıf olan Kürt genci de alt sıradaki büyükleri özetledi. Şemdinanlar, Bedirhanlar, Cemilpaşazadeler, Albay Halit, Seyyid Abdülkadir Kürt milleti için çok değerliydiler.

Kısa boylu delikanlı kahvelerini getirdiğinde resimlerdekilerin tanıtılması bitmek üzereydi. Bu kez kahveleri tanıtıldı. Menengiç, kakule ve keçiboynuzu karışımının kavrulmasıyla yapılırdı. İçinde kakao yoktu. Vartan ilk yudumu aldı, ağzında biraz bekletti, damağının ve dilinin tat alma zamanını uzattı. Sonra kahveyi boğazından aşağı bıraktı. İçimi hafifti, ama köpüğü fazlaydı. Gülümseyerek konuştu. “Bildiğim kahveden çok farklı, ama çok beğendim.”

Sohbetleri Kürtlerin siyasi bölünmüşlüğü üzerine devam etti. Boran anlatıyordu. “Bazı Kürtler Doğu Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulmasından endişe ediyor Vartan. Bunu biliyorsun. Mustafa Kemal Paşa hareketiyle işbirliği yapıyor.” Arkadaşları da onayladılar. “Erzurum ve Sivas Kongrelerine birçok Kürt katıldı. Hatalı olduklarını bilmiyorlar, kaderimizi Türklerin kaderiyle birleştirmek istiyorlar.” Dudakları titriyordu. Uzun boylu, zayıf delikanlı Boran’ın duraklamasını fırsat bilerek araya girdi. “Sizlere bir anımı aktarmak isterim.” Gözler ona çevrilince öyküsünü anlatmaya başladı.

On iki, on üç yaşındaydım. Atlı askerler köyümüze geldiler. Köy muhtarı olan babam ve birkaç kişi askerleri karşıladı. Askerlerin yanında, urganlarla bağlanmış, bir grup Kürt vardı. Köyümüzdeki silahların teslimini istediler. Hepsini getirdik. Ama babamı, amcamı ve köyün önde gelenlerini de bağladılar. Diğerleriyle birlikte önlerine katıp, köyden çıktılar. Peşlerinden gittik. Yandaki köyde bazılarını serbest bıraktılar. Fakat babamı, amcamı ve diğerlerini bir ahıra doldurdular. Saklandığımız yerden onları izliyorduk. Askerler hepsini süngüledi. Silah sesi duyulmasın diye böyle yapıyorlardı. Sonra ahırı ateşe verdiler. İnsanların feryatları kesilince askerler gittiler. Yanmakta olan ahıra koştuk. Hâlâ yaşayanlar vardı. Ama babam ve amcam ölmüştü.”

Buz gibi bir sessizlik oldu. Delikanlı gözleri yaşlı ve nefret dolu olarak Ermeni konuğun gözlerine bakıyordu. Vartan da Ermenilerin zorla göç ettirilmesi sırasında yaşananlardan bazı acıklı örnekler vererek ortama uydu.

Dernek’ten çıkışta onu görenler çok bitkin olduğunu fark edebiliyordu. Havada çok fazla bulut olduğunda, şimşeklerin çakmasını fazla beklemezdiniz.









***

29 Nisan 1920 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Milliyetçi Türkler geri çekilmiyor...

Osmanlı Sultanı'nın Şeyhülislam, hükümet ve askerleriyle milliyetçileri yok etmek için başlattığı eylemler sonuçsuz kaldı. Ankara’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde toplanan meclis ve hükümet Türkiye’nin yönetimini ele aldığını duyurdu.













***

Tutuklu





Mayıs 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Binbaşı Hüseyin Üsküplü bu akşam Erkânı Harbiye’nin (Genelkurmay) arka kapısından çıktı. Yan sokaktan yürüyerek Beyazıt meydanına ulaştı. Uzaktan, Erkânı Harbiye’nin ana kapısını gözetleyen birileri olup olmadığını kontrol etti. Seyyar satıcı kılığındaki bazı gözcüler yakalanmışlardı. Artık daha dikkatli çalışıyorlardı. Üç dört dakika çevreyi gözledi. Sorun yoktu. Az ilerideki işkembe çorbacısında karnını doyurdu. Buluşmaya kadar bir saati vardı. Laleli'ye doğru yürüdü.

İki hafta önce Yusuf Amca'ya bir haber gelmişti. Kaynağı Bektaşi Baron idi. Doğruluğu ve güvenirliği yüksekti. Hüseyin, Sabri ve İsmail İngiliz istihbaratınca izleniyordu.

İngilizler için çalışan Vartan'ın yedi ay önce infaz edilmesi yarım kalmıştı. Bu deyyus aylarca tedavi görmüş ve felç olan kolu dışında sağlığına kavuşmuştu. Yattığı hastaneye sızıp işi bitirmek te imkânsızdı. İngilizlere ek olarak Ermeni militanlar da her köşeyi tutmuşlardı. Karakol da hemen önlem almıştı. Haberi Merkez'e ilettikten sonra Hüseyin ve yeni fedai Mahmut Hayrettin'in Eyüp'teki evine, İsmail de bir arkadaşının Aksaray'daki evine taşınmıştı. Sabri eski düzenini sürdürüyordu. Bir araya gelmeyeceklerdi. Çevrelerini daha sık kontrol ediyorlardı. Önden ve arkadan iki kişiyle izleme tekniğine de dikkat ediyorlardı.

Hava kararıyordu. Öksürür gibi yaparak başını sola çevirdi ve gerisini kontrol etti. On adım kadar gerisinde biri fesli ve ceketli, diğeri pardösülü iki adamı fark etti. Arkalarında da başörtülü bir kadın vardı. Ön tarafında da yaşlı bir adam dışında kimse yoktu. Sık adımlarla Şehzadebaşı'na giden yan yola saptı. Hızla ilk evin girişindeki gölgeliğe saklandı. Tabancasını çıkardı, emniyetini açtı. Kulaklarını kabartarak, içinden yüze kadar saydı. İzleyen varsa, önünden geçecekti.

Kimse yoktu...

Az sonra Şehzadebaşı tramvay durağındaydı. Örgüt Karagümrük’teki güvenli evini Atikali'ye taşımıştı. Aylık toplantıda anlatacaklarının tamamı belleğindeydi. Çalışmaları bir süreliğine durdurmayı önerecekti. Yeni adrese geldiğinde akşamın sekiziydi. Tam zamanında gelmişti. Ama üst katın sol penceresinde kuruması için asılan beyaz renkli erkek gömleğini göremedi. Duraklamadan yoluna devam etti. Tedirgin olmuştu. Hemen bir faytonla Hayrettin'in Eyüp'teki evine gitti. O da hiçbir şey duymamıştı. Çevredeki kahvehaneleri dolaştı. Önemli bir haber yoktu. Sonraki gün erkenden gittiği Erkânı Harbiye karargâhında Hakkı'yı aradı, ama yerinde değildi. İstihbarat dairesine gitti. Kötü haberi aldı. İngilizler Ermeni soykırımı zanlılarını ve işgal güçlerine direniş gösteren herkesi dün gözaltına aldırmışlardı. Duruşmalardaki itirafçılar birçoğunu ihbar etmişti. Öğleye doğru gözaltı listesindeki isimler belli oldu. Paşalardan teğmenlere, esnaflardan memurlara kadar, tanıdığı kuvayı milliyecilerin çoğu alınmıştı. Karakol Örgütü’nün başkanı Kurmay Albay Galatalı Şevket ve Örgüt’ün kurucusu Kurmay Albay Kara Vasıf da bunlar arasındaydı.

Beni de alabilirler.

Akşama kadar endişe içerisinde olduğunu belli etmemeye çalışarak günlük işlerini yaptı. Önceki haftaların olaylarını ve haberlerini değerlendirmeye çalıştı.

İngilizler 9 Mart günü Türk Ocağı merkezini basmış, yüzlerce Türk aydınını tutuklamış, sekiz Türk’ü şehit etmişlerdi. İngiliz askerleri Şehzadebaşı karakolunda uykudaki dokuz erimizi şehit etmişlerdi. Harbiye Nezareti (Savaş Bakanlığı) ablukaya alınarak, Nazır (Bakan) Fevzi (Çakmak) Paşa süngülü İngiliz askerleri arasında götürülmüştü. Dahası, çevredeki Rum ve Ermeniler ona hakaret etmekten çekinmemişlerdi. Bitmemişti. 18 Mart günü İngilizler, Meclis’i basarak, milletvekillerinden bazılarını sürükleyerek götürmüşlerdi. İstanbul, fiilen ve resmen askeri işgale maruz kalmıştı. Aynı gün meclis kendini feshettiğini açıklamıştı.

Bundan sonra, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla, Kâzım Paşa, Erzurum’da İngiliz Yarbay Rawlinson’u ve adamlarını tutuklatmıştı. Rawlinson ateşkesi denetliyordu. Dışişleri Bakanı Curzon'un da akrabasıydı. İngilizler çok kızmıştı ve misilleme başlamıştı. Padişah ve Sadrazam (Başbakan) listedeki vatanseverleri gözaltına aldırmıştı. Karakol Örgütü ağır darbe yemişti. Mustafa Kemal Paşa buna da karşılık vermişti. Eskişehir’deki Türk Birlikleri işgalcilerin Anadolu’ya saldırmalarını önlemek için demiryollarını tahrip etmişlerdi. Bunu çok önemli bir siyasal tepki izlemişti. 23 Nisan 1920 günü Ankara’da Millet Meclisi açılmıştı. Taraflar durmamıştı. Padişahın da onayıyla bazı vatanseverler için idam kararı verilmişti. Bu arada Galatalı Şevket, Kara Vasıf ve Kara Kemal Malta'ya sürgün edilmişlerdi.

Örgüt zor durumdaydı. Daha kötüsü, İstanbul ve Ankara’daki kuvayı milliyeciler arasındaki çatışmaydı. Ankara’daki komutanlarla Seferi Kuvvetlerin komutanı Çerkes Ethem’in karşı karşıya geldikleri de duyulmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın Karakol Örgütü’ne sıcak bakmadığı biliniyordu. Adam öldürülmesi, her kışlada komutana yardımcı olacak bir Karakol Örgütü elemanının bulundurulma önerisi Paşa’yı çok kızdırmış ve reddetmişti. Karakol temsilcilerinin Ruslarla bağımsız görüşmeler yapması da Paşa’yı çok üzmüştü. Eşkıyalıkla suçlanan Gebze Kuvayı Milliye Komutanı Yahya Kaptan’ın teslim olduktan sonra öldürülmesi ise bardaktan taşan son damlaydı. Mustafa Kemal Paşa’ya göre cinayetten Galatalı Şevket ve Kara Vasıf sorumluydu. Yurt dışına kaçan Enver Paşa ile teması kesmemişlerdi.

Hüseyin özel işlerine pek az zaman ayırabiliyordu. Nişanlanalı dört ay olmasına rağmen, Hanımşah'la sadece üç kez görüşebilmişti. İkisi de bundan memnun olmamakla birlikte, ülke koşulları nedeniyle yapacak bir şey olmadığının bilincindeydiler. Sivil elbiseyle Kasımpaşa'daki okulunun çıkışında bekliyor, sonra Pera'daki pastanelerin birinde sohbet ediyorlardı. Güzel sözlerle kadınları etkileyebilmek Hüseyin’in yapacağı son şeydi. Daha çok nişanlısını dinliyordu. Onun sesinin özel ve hoş melodisi ruhunu dinlendiriyordu. Hanımşah Türk hanımlarıyla çaylara katılıyordu. Kadınların Avrupa'daki gibi çağdaş yaşama açılmalarını destekliyordu. Yasakları delmeye başlamışlardı. Babası İbrahim Bey'in itirazı yoktu. Hanımşah Karakol Örgütü'nün İslam Kadınlar Birliği üyesi olmuştu. Babası bunu bilmiyordu. Bu sayede ilave bilgiler de vermişti. Geçen yıl Müdafayı Hukuk Kadın Cemiyetleri ile Anadolu Kadınları Müdafayı Vatan Cemiyetleri kurulmuştu. İstanbul’da Enver Paşa’nın kardeşi Mediha Hanım, Ankara'daki meclisin Genel Sekreteri Recep Bey’in kayınvalidesi Şahende Hanım, şair Şükufe Nihal, hanedandan Naime Sultan ve Fehime Sultan da tanınmış üyelerdendi.

Hüseyin Fehime Sultan'ın işgal kuvvetleri komutanlarından edindiği bilgileri Karakol'a aktardığını biliyordu. Güzel nişanlısının bu kadar vatansever olabileceğini düşünemediği için kendine kızdı. Nişanlanmadan önce onun hakkında ne kadar yanlış şeyler düşündüğünü hatırladı. Önyargılar insanı yanlış yollara yönlendirebiliyordu. Babasının aksine, kızcağız kendi çapında milli mücadeleyi destekliyordu. Hüseyin de hayat öyküsünü Hanımşah'a ayrıntılı olarak anlatmış, Örgüt ile irtibatını önce çıtlatmış sonra açıklamıştı. Genç kız Hüseyin’in takdir dolu bakışları ve sözleriyle daha da açılmıştı. Geçen yıl İzmir'in işgaline karşı, bu yıl da İstanbul meclisinin basılmasına karşı yapılan mitinglere katılmıştı. Bu faaliyetlerin tümünde yüzünü peçe ile örtüyordu.

Hüseyin her geçen gün nişanlısını daha fazla sevmeye başlıyordu. Giyimini kuşamını, yaptıklarının çoğunu onaylıyordu. O yaşına kadar hiçbir kızla veya kadınla yakınlaşmamıştı. Kadınlar hakkında deneyimsizdi. Hanımşah Rumeli kadınlarının genel çizgisini yansıtıyordu. Özgür ruhluydu. Bu da iyi aile ve okul eğitiminin sonucuydu. Gözü tok birine benziyordu. Gösteriş budalası değildi, sadelikle zarafeti birleştirebiliyordu. Onun da kadın erkek ilişkileri konusunda deneyiminin olmadığı açıktı. Kısa da olsa, el ele tutuştuklarında yanaklarının pembeleşmesinden bunu anlamak kolaydı. Dış köşeleri kalkık dudakları kalp şeklindeki yüzüne ayrı bir güzellik katıyordu. Saçları uzundu, genelde topuz yapıyordu. Başında saçlarını tamamen örtmeyen beyaz şapka, yüzünde ince beyaz tülden peçe, yakaları özenle işlenmiş koyu renkli uzun ve dar bir pardösü ile dolaşıyordu. Ellerine çok zarif eldivenler takıyordu. Cildi çok narindi ve harika bir kokusu vardı. Sesi de hafif nezleli ve derinden geliyordu.

Buluşmalarının en kötü tarafı ayrılmak zorunda olmalarıydı. Binbaşı bundan sonraki buluşma için bir tarih verememişti. Her an bir terslik olabilirdi.

Nitekim 21 Mayıs sabahı her şey değişti, küçük mutluluk adacıkları sular altında kaldı.

Hüseyin Erkânı Harbiye'deki odasının açık duran kapısına gelince, tam karşısındaki çalışma masasında bir inzibat yarbayının oturduğunu gördü. Biraz şaşırdı ama belli etmedi. Zoraki bir gülümsemeyle içeri girdi. Kapının kenarında da iki silahlı inzibat neferi duruyordu. Diğer masada Daire Başkanı çaresiz ve kendisini çok daha yaşlı gösteren bakışlarıyla ondan özür diler gibiydi.

Onu bekliyorlardı. İnzibat yarbayı elindeki gözaltı emrini gösterdi. Yüzündeki küstah ifadeyi ve kibirli bakışını gizlememişti.

Hayırdır yarbayım. Suçum nedir?”

Orada yazıyor. Okuyabilirsin. Ama ben söyleyeyim. Gizli örgüt üyesi olmak, hükümeti zorla devirmeye çalışmak. Şimdi lütfen tabancanı bana ver.”

Zihni hızla çalışmaya başladı. Bunu bekliyordu. İtirazın yararı yoktu. Önlemler yeterli olmamıştı. Acaba İsmail ve diğerlerini de gözaltına almışlar mıydı? Ellerini kelepçelediler. İnzibatlar iki tarafından koluna girdiler. Koridorlardan diğer subayların meraklı ve hayret dolu bakışları arasından geçtiler. Arka kapıda bekleyen üstü kapalı bir kamyona bindiler.

Binbaşı az sonra, iki katlı binanın girişinde muhafızların arasında ite kaka yürüyordu. Uzun bir koridorda ilerlediler. Yan yana sıralanan hücrelerden birine girdiler. Kelepçelerini söktüler. Kapı sertçe kapandı. Tek kişilik bir hücreydi. Buraya “taş localar” denildiğini hatırladı. Gözlerini çok az ışık alan hücreye alıştırdı. Kapıda bir karış kadar eni ve boyu olan pencereyi dışarıdan kapatmışlardı. Yegâne hava ve ışık kaynağı, tavana çok yakın olan demir parmaklıklı küçük bir pencereydi. Duvarların sıvaları yer yer dökülmüştü. Üzerinde sayısız çizimler ve yazılar görünüyordu. Köşede, eskimiş, pis kokan ve üzerine hasır serilmiş tahta sedir bundan sonraki her şeyi olacaktı. Altına gizlenmiş lazımlığı daha sonra fark etti. Diri diri mezara girmek böyleydi demek.

Hüseyin sorguya alınmadan önce, haftalarca hücresinde kaldı. Küflü ekmek ve bulaşık suyunu andıran çorba veya berbat yemeklere günlerce elini sürmedi. Pis maşrapalarla bırakılan suyla dayanmaya çalıştı. Ordudan atılacak, hapisle veya sürgünle cezalandırılacaktı. Müneccim Yusuf geçenlerde kahve falına baktığında buna benzer bir şeyler söylemişti de pek inanmamıştı.

Bir hafta kadar sonra doğa galip geldi. Tabakları bitirmeye başladı. Ardından ağır hakaretler ve itip kakmalar eşliğindeki sorgulama başladı. Örgütü ve arkadaşlarını ele vermesi isteniyordu. Cephanelik baskınını, Vartan suikastını, öteki ihbarcıların infazlarını sırayla sordular. Hepsini kararlı şekilde reddetti. Örgütle ilgisi yoktu. İftiraya uğramıştı. Maskeli sorgucular güldüler. Önce herkesin böyle söylediğini, ama sonra dillerinin çözüldüğünü anlattılar. İnatları kırmak için birçok işkence yolları vardı. Sadece zaman kaybedeceklerdi ve üstelik bedeni zarar görecekti. Hüseyin pes etmeyince dayaklar başladı. Çırılçıplak soyulup elleri bağlanıyordu. Dayakları bodrumda, penceresiz, havasız, pis kokulu ve iki mumun aydınlattığı yerdeki işkenceler izledi. Gerideki karanlık köşelerde izleyenler de sıklaşmaya başladı. Kırbaç, zincirlerle ters olarak tavana asma, vücudunda sigara söndürme gibi uygulamalarda sık sık bayıldı. Ama suçsuz olduğunda ısrarcıydı. Havasız, susuz ve gıdasız geçen haftalar sonunda midesinden ve ciğerlerinden kötü sinyaller gelmeye başladı. El tırnaklarından bazılarını söktüklerinde dayanılmaz ağrılar ve iltihaplanmalar başladı. Ama onu konuşturamamışlardı.

En zor zamanlarda annesi, kız kardeşi Ayşe, nişanlısı Hanımşah, Sabri, İsmail, Hayrettin, Hasan, Mahmut, Yusuf Amca gözlerinin önüne geliyordu. Hepsi de aynı şeyi tekrarlıyordu: “Dayanmalısın! Asla pes etme! Ruhumuz senin yanında!” Binbaşı Üsküplü de işkence bitip hücresinde ayıldığında onlara teşekkür ediyordu: “Sağolun, iyi ki varsınız.”

Daha sonra da asıl kaygısı başlıyordu. Kim bilir sevdikleri insanlar onu ne kadar merak etmişlerdi. En vahimi ise, onun yüzünden ailesinin başına da kötü şeyler gelmiş olabilirdi…









***

Horoz dövüşü



Mayıs 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Özellikle sarraflıkla uğraşan Ermenilerin son yüzyıldaki ticari başarılarına dikkatini çekerim Vartan Saatçıyan.” Doktor Ara Kamburyan vapurdan Üsküdar iskelesine indiklerinde sohbetlerine devam ediyordu. “Paranın gücünü görmezden geliyorsun. Gittiğimiz yerde de arkadaşıma saldırmazsın umarım.” Böylece bir süredir az konuşan kayınbiraderi de eskiden olduğu gibi, etkileyici konuşma alışkanlığını kazanıyordu.

Tamam, enişte, merak etme. Biz nelerle uğraşıyoruz, arkadaşın nelerle uğraşıyor. Senin hatırın olmasaydı hayatta adımımı atmazdım böyle yerlere...” Ayağının bir yere takılmasıyla hafifçe sendeledi, felçli sol kolu acıdı ama hemen toparlandı. “Paranın gücüne itirazım yok. Balyan ailesi gibi mimaride ve inşaatta da çok başarılı soydaşlarımız var. Ama söylediğim gibi, hepsi kendine yonttu. Bu zenginler, yani amiralar korkuyorlardı.”

Amiralar Osmanlı Devleti'nde önemli roller üstlendi, soydaşlarının bağımsızlığı için çok çaba sarf etti. Bunu görmezden gelmemelisin. Eğitim merkezleri, hayır kurumları, hastaneler ve kiliseler kurarak Konstantinopolis'e Ermeni izlerini nakşetmişlerdi. Ama bağımsızlık için verdikleri desteği gizli tutmak zorundaydılar. Onlardan daha fazlasını beklemek haksızlık olur.”

Şunu gözden kaçırmayalım Enişte. Başlangıçta Patrikhane ayrı telden çaldı, zenginler ayrı telden çaldı. Laik, büyük burjuva, aristokrat olarak Osmanlı’ya tam uyum sağladılar. Ama küçük burjuva olan esnaf ve meteliksiz aydın takımı kendi başına kaldı. Sonra din adamlarımız ve zenginlerimiz birleştiler. Yalnız kalan Ermeni esnafı direnmeye çalıştı. Patrikhanenin ve zenginlerin Doğu Ermenilerinin ıstıraplarına aldırmadığını biliyoruz.”

Bence hala haksızlık ediyorsun. Onları dağlı, köylü, çiftçi diye aşağıladıklarına inanmıyorum. Bu bizi bölmek için uydurulan bir propagandadır.”

Eski komiteci, yanlarından geçenlerin kendilerine dikkatle baktıklarını fark edince, elinde olmadan sinirlendiğini anladı, sesini kıstı. Dokuz ay önceki suikasttan sonra çok duygusal olduğunu söyleyenler haklıydı. “Peki, Taşnaksutyun (Ermeni İhtilal Cemiyetleri Birliği) niçin kuruldu?”

Tamam Vartan. Ama Taşnak devrimcileri de ittihatçılarla işbirliği yaptı. Unuttun mu?”

Unutmadım elbette. Ben de o olayların içindeydim. İki taraf ta Sultan Abdülhamit’e ve Kürt ağalarına karşıydı. Anayasa ilanında biz de rol sahibiydik. Seçimlerde İttihat ve Terakki ile Taşnaksutyun ortak liste çıkardı. Her seçimde on dört Ermeni meclise girdi.”

Kabul et Vartan. Koşullar değişir. Ama hedef değişmez. Bazen düşmanınla bile dost olursun. Olaylara uzun vadeli bakmalıyız.” Doktor alnındaki teri sildi, “Unutma, düşmanımın düşmanı dostumdur.”

Kalabalığın arasında meydana çıktılar. Mayıs ortasıydı. Cuma tatilinde, güzel havayı değerlendirenler sokaklara dolmuşlardı. Vartan eniştesine belli etmeden izlenip izlenmediklerini tekrar kontrol etti. Onları da hedef yapmaktan korkuyordu. Aynı şeyi vapura binerken ve vapurda otururlarken de yapmıştı. Korumalar da yakınlarda bir yerde olmalıydılar. Sonunda bir fayton bulabildiler. Doktor faytoncuya sordu. “Çarşı boyunda Kaptanpaşa yokuşunu biliyor musun?”

Horoz dövüşüne mi gidiyorsunuz beyim?”

Aşk olsun sana. Nereden bildin?”

Az önce iki kişiyi oraya götürdüm. Buraya yakındır.”

Hareket eder etmez Vartan devam etti. “Evet, Taşnaksutyun desteğiyle, bakan bile çıkardık. Ama aydın Ermeniler arasında bile fikir ayrılıkları vardı. Bazıları korktu ve ailesi ile Fransa’ya gitti.”

Doktor memnundu. Onun bam teline basarak böylece konuşturmak işe yaramıştı. “Siyasette her şey değişebilir. Çok katı olmamak lazımdır. Bunu benim yaşıma gelince daha iyi anlayacaksın.”

İttihatçılar Balkan Savaşı’ndan sonra Türkçülük ve homojen bir Türkiye ideolojisini benimsedi ve diktatörlük başladı. Biz de ipleri kopardık.”

İşte kendin söyledin. Siyaset esnek olmayı gerektirir.”

Kaptanpaşa yokuşunun sonuna geldiklerinde sohbeti bitirdiler. Doktor faytoncuya bahşişi de unutmadı. Tam zamanında gelmişlerdi. Horoz dövüşü başlamamıştı. Karabet Çulhayan’ın el salladığını gördüler. Doktor’un yakın arkadaşı horoz dövüşü tutkunuydu. Zengindi. Konağında beslediği birçok horozu vardı. Onları dövüşe hazırlardı. Karabet’in ısrarlı davetlerine hayır diyememişlerdi. Dövüş yeri meraklılarla doluydu. Seyirciler güvendikleri horozun üzerine bahislere giriyorlardı. Ayıp olmasın diye, Karabet’in Acar adlı horozu üzerine biraz bahse girdiler. Kabadayı adlı rakibiyle kapışacaktı. Sahipleri hayvanları öpüp, okşayıp, kulaklarına bir şeyler söylüyorlardı. Sonunda horozlar meydana çıktı. Dikkatle birbirlerini süzmeye başladılar. Sahipleri ve bahisçileri, hayvanlar Türkçe biliyormuşçasına onları cesaretlendiriyordu. Horozlar ilk hamlelerini dikkatlice yaptılar. Sonra dönüşler yaparak birbirlerine girdiler. Tüyler uçtu, toz toprak havalara kalktı. Sonunda Kabadayı üstün geldi. Acar yerde mahzun bakarken, Kabadayı kanatlarını çırpa çırpa öttü. Alkışlar arasında “Yaşa!” sesleri yükseldi. Acar’ı tutanların küfürleri duyuldu.

Karabet’in moralini düzeltmek için biraz daha kaldılar. Kahvehanenin dışındaki iskemlelerde birer kahve içtiler. Vartan bu zengin tüccara kızması mı yoksa acıması mı gerektiğine karar veremedi. Doktor’un kabul ettiği akşam yemeği davetini Vartan kibarca reddetti. Önemli bir işi olduğunu söyleyerek izin istedi.

Onlara Anadolu Kavağı’na gideceğini söylememişti. İskele yakındı, yürümeye karar verdi. Yokuşun sonunda çarşının dükkânları sıralanmaya başladı. Vitrininde gördüğü, üstünde köpek resimli “sahibinin sesi” yazılı yandan kurmalı gramofon ve taş plaklar satan dükkâna girdi. Beğendiği bir şey bulamadı. Başka bir dükkânda cam eşyaları, takıları, eski süsü verilmiş bibloları inceledi. Teyzesine eskitilmiş gümüşten bir kolye aldı. Hilali Ahmer'e (Kızılay) yardım toplayanların yanından geçti. Az sonra iskeledeydi. Akşam son vapurun hareket saatine de baktı. Vapuru fazla beklemedi. Üst güverteye çıktı. Dolmabahçe ve Çırağan saraylarını, Ortaköy Camisi'ni seyrederken Balyan ailesini andı. Beylerbeyi Sarayı ve Kuleli Askeri Lisesi’ni geçtiler. Karşıda Ermeni soykırımının baş sorumlularından Enver Paşa’nın Kuruçeşme’deki yalısını gördü. İçinden küfür etti. Şimdilerde onun konağında Fransızlar Boğaz manzarasının tadını çıkarıyorlardı. Arkası da gelecekti. Keyfini vurgulamak için bir sigara yaktı. Boğazındaki yara kaşınmaya başladı. Saldırıya uğradığı anı hatırladı. İsmail denen namussuz, ne yazık ki, kaçmayı başarmıştı. Ama elebaşısı Hüseyin denen terörist şimdi zindanlarda çürüyordu.

Sonunda Anadolu Kavağı’ndaydılar. Yüzbaşı Bennett artık Vartan Saatçıyan’a iyice güveniyordu. Saldırıdan biraz da kendini sorumlu tutuyordu. Kroker Oteli eskisi kadar güvenli olmadığından, çalışmalarının bir kısmını gözlerden Anadolu Kavağı’nda yürütüyordu. Ama Bennett de başka bir saldırıdan payını almıştı. Geçen ay Boğaz'daki bir davetten dönerken, Maslak civarında aracına ateş açılmıştı. Şoförünün ve korumalarının ustalığı sayesinde karanlıktan yararlanarak kaçabilmişlerdi. Bennett yaralı olarak Fransız Hastanesine kaldırılmış, ameliyat sonrası bir ayağı hafifçe sakat kalmıştı.

Vartan bindiği faytonla çevredekiler tarafından Tarım ve Hayvancılık Eğitim Merkezi olarak bilinen çiftliğe geldi. Bu ikinci gelişiydi. Yirmi dönüm kadar araziye sahip çiftlik evine İngilizlerce el konulmuştu. Personelin bir kısmı gerçekten tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu. Diğerleri istihbaratçılardı. İngilizlerin emrinde görev alacak Ermeniler ve Rumlar burada eğitiliyorlardı. Bunların ön seçimini İngiliz Muhipleri (Dostları) Derneği yapıyordu.

Adaylar üç aylık eğitimden geçirilirdi. Sınavlardan ve fiziksel testlerden geçenler, başarı durumlarına göre görevlendiriliyordu. ‘zayıflar’ sıkı bir gözdağı verilerek evlerine yollanırdı. ‘Orta not alanlar’ İngiliz karakollarında tercüman ve kılavuz yapılıyordu. ‘İyi derecedekiler’ Konstantinopolis'te ve ‘en yetenekliler’ ise Anadolu’da istihbarat elemanı ve eylemci olarak kullanılıyordu. İyi ve pekiyiler iki aylık ileri kurslara alınıyor, sonra İngilizlerce verilen sermaye ile görev yerlerinde bir iş yeri açmaları isteniyordu. Vartan Nemesis operasyonu için seçtiği genç Ermenileri en iyiler arasında olmaları için teşvik ediyordu. Onların ve ailelerinin davalarında her türlü desteği vermeye çalışıyordu. Çoğundan ücret almıyordu.

Temel kurs bu hafta sona eriyordu…

Tesis Müdürü Gary Blackman’ın odasına geldiğinde, kel kafalı, sarkık bıyıklı Galli her zamanki gibi masasının üzerindeki kâğıtlarla boğuşuyordu. Yerinden kalkarak, ikisine de birer kadeh buzlu viski doldurdu. Emekliliği gelmiş, eğitim konusunda sivrilmiş eski tüfeklerdendi. Son görevinde adının leke almaması birinci hedefiydi. O yüzden emrindekileri öldüresiye çalıştırmaktan çekinmiyordu. Kendisine arkasından küfür ettiklerini umursamıyordu. Yüksek Komiser Yardımcısı Amiral Webb ile uzaktan akraba olması da ona dokunulmazlık sağlıyordu. Hal hatır sorduktan sonra anlatmaya başladı. Yeni bir gelişme vardı, çok güvendikleri bazı Rumlar ve Türkler de eğitilmeye başlamıştı. Beş Ermeni adaydan ikisi elenecekti. Üçü orta derece alıyordu. Haftaya son sınavlar yapılacaktı. Biri veya ikisi iyi derece yapabilirdi.

Vartan Blackman’dan izin alarak beş soydaşını toplantı odasına çağırttı. Onlara durumu anlattı. Gece gündüz çok çalışmalarını ve iyi dereceye girmelerini istedi. Alacakları ödülleri hatırlattı. Önceki kursta birinci olan, ismini veremediği soydaşlarını örnek verdi. İngilizler onu Anadolu’ya önemli bir görevle göndermişti. Ailesi şu anda Konstantinopolis'te Boğaz’da, birincilik ödülüyle satın aldıkları güzel bir eve yerleşmişti.

Vartan adını vermediği kurs birincisi Etyen’i iyi tanıyordu. Adana aksanlı Türkçesi mükemmeldi. Ermeni olduğu kesinlikle anlaşılamazdı. Hasköy’de küçük bir evde kirayla oturuyorlardı. Babası ve kendisi kiralık dükkânlarında çilingirlik ve marangozluk yapıyordu. Adana’daki 1909 olayları nedeniyle her şeylerini terk edip buraya kaçmışlardı. Onlarla davalarına bakarken tanışmışlardı. Görevinin çok önemli olduğu, sünnet olmaya bile razı olmasından anlaşılıyordu.

Vartan akşam yemeğinde Gary ve arkadaşlarına katıldı. Yüzbaşı Bennett yemeğe katılacağını söylemiş, ama gelememişti. Kırmızı şarap eşliğinde Rum aşçıya öğrettikleri İngiliz yemeklerini paylaştılar. Patates püresi, sebzeli ve bol baharatlı biftek, Kelt etli böreği, Cumberland ve Arbroath sosisi ve Galler pastası çok beğenildi. Aşçıyı çağırdılar, masaya hep birlikte vurarak onun şerefine kadeh kaldırdılar.

Vartan çiftlikten ayrılırken üst katın penceresinden kendisini gözleyen Albay Nelson'u fark edemedi. Son vapurla dönerken güzel bir gün geçirdiğini düşündü. İngiliz istihbaratının neler yaptığını az çok öğrenmişti. İngiliz Muhipleri Derneği Konstantinopolis'teki direnişçilerin şifre anahtarını ele geçirmişti. İstihbaratçılar Anadolu’ya gideceklere verilen itimatnameleri elde etmişlerdi. Direnişçiler durumun farkına varana kadar birçok elemanları tutuklanmıştı. Şimdi Anadolu’da isyan çıkartmak, propaganda yaptırtmak, suikast tertiplemek için, din adamı, tüccar, esnaf, doktor, eczacı gibi birçok casusu Anadolu’ya gönderiyorlardı. Bunların aralarında Vartan’ın tanıdığı Ermeni Taşnak mensupları da vardı.

Vartan vapur Eminönü iskelesine yanaşınca her zamanki izlenme kontrolünü yaptı. Ortalık sakindi. Haliç vapuru iskelesine yöneldiğinde Yeni Cami'nin minareleri arasındaki mahyada Ramazan dolayısıyla hazırlanan yazıyı okudu:

Kıyameti unutma.”













***

İskender’in torunları



Haziran 1920. Smyrna (İzmir).



Küçük Asya’daki Yunan birliklerinin komutanı Korgeneral Leonidas Paraskevopoulos öğle yemeğinden sonra enerjisinin tükendiğini hissetti. Gün ortasındaki şekerleme uykusunu unutması gerektiğini düşününce hayıflandı. Açık havanın sinirlerini yatıştıracağı umuduyla kalktı ve Smyrna Körfezi’ne bakan pencereyi açtı. Dört ay sonra elli yaşına basacaktı. Zaman ne kadar acımasızdı. O sportmen genç subay şimdi, göbeğini saklamaya gerek görmeyen, yukarı kıvrılmış Kayzer Wilhelm bıyıklarıyla yaşlı bir generaldi. Güneşin doruk noktasında olduğu 21 Haziran gününü kutlamak için yapılan Aziz Yuhanna törenleri geride kalmıştı. Bu törenlerin pagan adetlerinin Hristiyanlığa sokulmuş şekli olduğunu nerede okuduğunu hatırlayamadı. Artık yaz bastırıyor, Ege’nin boğucu havaları yaklaşıyordu.

Sivrisinekler de geliyor.

Deniz kenarındaki yola baktı. Faytonlarla ve yürüyerek güzel havadan yararlanmak için gezmeye çıkmış insanlarla doluydu. Gözlerini kapadı, derin nefesler aldı. Aile büyüklerinin anılarıyla ve Eski Yunan öyküleriyle titreşen ruhunun tatlı ürpertilerini hissetti. Dedesinin kaçmak zorunda kaldığı Smyrna’ya Yunan birliklerinin komutanı olarak gelmişti. Bununla övünüyor ve gurur duyuyordu. Ailesi ve şanlı ulusu kendisine çok önemli bir görev yüklemişti. Geceli gündüzlü çalışma zamanıydı. Eğlence ve dinlenme sonuç alındıktan sonra hak edeceği bir ödüldü. Çocuklarına ve torunlarına da bırakabileceği bir ödül.

Makam kapısının çalındığını her zamanki gibi derinden duydu. Kulak çınlaması gençliğinden miras kalmıştı. Tatbikattaki kaza, kollarında ve yüzünde yaralara neden olmuştu. Yaraları iyileşmiş ama birkaç ay sonra sol kulağının çınlaması baş göstermişti. O lanet makinalı tüfek kulağının dibinde arıza yapmıştı. Teknisyenler feyür ayarı bozukluğuna bağlamışlardı. İngilizler ‘head space’ diyordu. Makinalı tüfekte, hazneye iyice oturmuş bir fişeğin tablası ile tüfek kapak takımı ön yüzeyi arasındaki mesafe anlamındaydı. Olan olmuştu işte. Ağır işitiyordu. Doktorlar da çaresiz kalmıştı. Aspirin vermekten başka bir halta yaramazlardı zaten. Kapıya daha sert vuruldu.

Girin!”

İçeri giren emir subayı topuğuyla selam verdi. “Beklediğiniz İngiliz gazeteci geldi efendim.” General bu randevuyu unutmuştu. Yüzünü buruşturdu. “Tamam, bana iki dakika zaman kazandır, notlarıma bir daha bakayım,” dedi. “Baş üstüne!” Emir subayı yine topuklarını vurarak odayı terk etti. Leonidas bu gazetecilerle birlikte yaşamak zorunda olduğunu düşündü.

Onlarla da olmuyor, onlarsız da olmuyor.

Masaya oturdu. Dosyasını buldu. Başlatacağı harekâtın hazırlıkları tamam gibiydi. Yalnız, varsayımlardan biri hatalıydı. Yunan Hükümetine göre, Türkler Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalandığı tarihteki sınırlar içinde bağımsızlığı kazanana kadar mücadele edecekti. İngilizler de aynı düşüncedeydi. Bravo yani! Koskoca imparatorlukları batmıştı, ama hâlâ hayaller kuruyorlardı. Yunan Hükümeti bunu nasıl ciddiye alabilirdi? Yapılacak şey basitti: Müttefikler fikir değiştirmeden öldürücü darbeyi vurmak!

Karargâhı Smyrna'dan kovulan Türk kolordusunun karargâh binasındaydı. Burada birkaç küçük değişikliği yeterli görmüştü. Zaten fazla kalmayacaktı. Küçük Asya’da başka makam odaları onu bekliyorlardı. Notlarını bitirdiğinde emir subayı içeri girdi, “Komutanım İngiliz gazeteci Scott Wallace!” diye misafiri içeri aldı. Koltuğundan kalkan general elini uzattı ve İngilizce olarak “Smyrna’ya hoş geldiniz” dedi.

Scott işaret edilen koltuğa oturdu ve söze başladı. “Teşekkür ederim sayın general. Bana zaman ayırabilmeniz büyük nezaket. New State dergisi adına şükranlarımı sunuyorum.” Elindeki fotoğraf makinasını göstererek “Makamınızdaki fotoğrafınızla söyleşimi zenginleştireceğim. İzninizle.” General eliyle saçını düzeltti ve koltuğunda dikleşti. Scott üç dört pozdan sonra yerine oturdu. Not defterini ve kalemini aldı. “Başlayabiliriz,” dedi.

Lütfen yavaş ve anlaşılır şekilde konuşun. Son zamanlarda işitme sorunlarım arttı.”

Konuğun kahve siparişini alan emir subayı odayı terk etti. Gazeteci konuşmasına dikkat ederek söze başladı. “Elbette, lütfen anlaşılmayan hususlar olursa, tekrar etmemi isteyin,” diyerek notlarına göz attı. “Sayın General, sorularıma geçiyorum. Sizce Türklerin direnişinin amacı nedir, başarı şansınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?”

Sayın Wallace, önce şunu belirteyim. İsyancı Türkler, Sultan’dan ayrı olarak, Misakı Milli dedikleri belgede yazılan hayali sınırlarda yeni bir devlet kuracaklarını sanıyorlar.”

Scott hazırlık yapmıştı. Beş ay önce Osmanlı Meclisi Misakı Milli Beyannamesi'ni kabul etmişti. İki ay sonra İngilizler Meclisi basıp bazı milletvekillerini Malta'ya sürmüştü. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 23 Nisan 1920 günü Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açmışlardı. Bunları Dergi’ye yazmıştı. General notlarına göz atarak anlatıyordu. “Türk direnişçiler boşuna gayret sarf ediyorlar.”

İkinci sorum: İtalyanlar da Ege’de hak iddia ediyorlar. Aranızda gerginliğin arttığına dair haberler alıyoruz.”

Generalin kaşları çatıldı. “Doğrudur. Geçen sene İngilizlerin çizdiği sınırını geçip ilerlediğimizde, İtalyanlar çok kızmıştı. Bizi protesto etmekle kalmadılar, Türklere yardıma başladılar.”

Nedenini ve sizin harekâtınıza etkilerini sorabilir miyim?

İtalyanlar Roma İmparatorluğunun varisiymiş. Daha önce, neredeyse bütün Batı Anadolu bu uyanık dostlarımıza bırakılmış. Avrupalı bazı gafil aydınlar, Roma adı bilinmezken, o toprakların Yunanlıların olduğunu bilmiyor mu? Bize inat bazı yerlere asker çıkardılar. Aramızda küçük çatışmalar çıktı.”

Dikkatlice dinleyen ve not alan Wallace araya girdi. “San Remo Konferansı hakkında bir haber çıktı gazetelerde. İzin verirseniz aklımda kalanları paylaşabilirim” Korgeneral gönülsüzce “Ama kısa olsun lütfen. Konu dağılmasın,” dedi.

San Remo konferansında, Osmanlı topraklarının ve Ortadoğu petrollerinin paylaşılması görüşüldü. Filistin ve Irak İngiltere mandasına girecekti. Sadece Smyrna (İzmir) ve Trakya size bırakılıyordu. Diğer yerler İtalya'ya kalacaktı.”

Yunanlı komutan acı acı güldü, “Sağ olsunlar. Çok lütufkârlar. Ağzımıza bir parmak bal çalıyorlar.” Scott generalin sıkıntılı durumunu atlatmasını biraz bekledi. Konuyu değiştirdi. “Türkler gizli örgütler de kurmuş. Sizi etkiler mi?”

General kendinden emin görünmeye çalışarak yanıtladı. “Sanmıyorum. Bu onları zayıflatabilir diye düşünüyorum. Anadolu’daki direnişçilerle ittihatçılar ve onların takipçileri arasında çıkacak ayrılıklara dikkatinizi çekmek isterim.”

Wallace komutanı kızdırmamaya dikkat ediyordu. Devam etti. “İngilizler burada temelli kalacaklar mı? Sizce nereye kadar gidecekler?”

İngilizler Anadolu’da fazla kalamaz. İlhak ve işgal de işinize gelmez. Bunu istediğinizi sanmıyorum. Savaştan yoruldunuz. Asıl hedefiniz Boğazlar ve Ortadoğu petrolleridir. Diğer bölgeler işinize yaramaz. Fransızlar ve İtalyanlar da aynı durumdadır.”

Yani kalan bölgeleri size bırakıp gidelim. Öyle mi?”

General sinsice güldü. “Bu herkesin yararınadır. Batı Anadolu’nun İtalya yerine Yunanistan’a bırakılması İngilizlerin çıkarınadır. İtalyanların silahlı müdahalesini beklemiyorum. Ama buna karşı da dikkatliyiz.”

Wallace sözcükleri tartarak konuştu. “Türklerin direnişini nasıl ve ne kadar zamanda kırabileceksiniz?”

Paraskevopoulos aynı ağırlıkta yanıtladı: “Elimizi kolumuzu sallayarak hedefe ulaşacağımızı iddia etmiyorum. Direniş olacak elbette. Türkler noksanlarını tamamlamak için Ruslarla yakınlaşıyor. Rusların Ortadoğu petrollerine ulaşması İngilizlerin kâbusu olur. Ancak Bolşeviklerin desteklerini abartmayalım. Durumları parlak değildir. İç savaşı bitiremediler. Yani Türklerin şansları yoktur. İşgal kuvvetlerine direnmeseler iyi olur. Evdeki bulgurdan da olacaklar.”

Wallace sıkılarak “Ordunuzun hazırlıkları yeterli mi?” dedi. General bu soruyu bekliyordu. Zaman zaman duvardaki haritayı göstererek, önceden hazırladığı cevabı vermeye başladı. “Türkler iyi savaşçıdır, ama cephaneleri azdır, ulaştırma araçları yoktur, irtibatları zayıftır. Halife Sultan'ın desteğinden yoksundurlar. Büyük savaşta çok yıprandılar. Asker kaçakları artıyor. Mültecilerle uğraşıyorlar. Sağlık sistemi yoktur. Maliyeleri çökmüştür. Karşımızda duramazlar. Savaştan galip çıkmış yüksek moralli askerlerimizin sayısı yüz bin civarındadır. Yüzlerce topumuz ve makinalı tüfeğimiz var. Cephanemiz çok iyi durumda. Anadolu Rumları gençleri askere yolluyor, her türlü yardımı esirgemiyor. Avrupa’daki zenginlerimiz de yardımlar yapıyorlar. Eğitim durumumuz çok iyidir. Elliden fazla uçağımızı katarsanız, başarmamız için engel kalmadığını görürsünüz. Yani sonucu garanti görüyorum. Tek isteğimiz, Sayın Wallace, İngiltere’nin fikir değiştirmemesidir.”

İskoç gazeteci hemen yanıtladı. “Bunu gerektirecek herhangi bir neden göremiyorum Sayın Komutan.”

Siyasette her şey mümkündür, Sayın Wallace, lütfen yaşıma ve tecrübeme inanın.”

Scott uzatmadı. Güzel bir söyleşi olmuştu. Birçok meslektaşını atlatacaktı. Gülümseyerek konuştu: “Çok teşekkürler sayın generalim. Size başarılar diliyorum. Bazı işlerim için Konstantinopolis'e gidiyorum. Bana bir emriniz olursa severek yerine getiririm.”

Ben teşekkür ederim Bay Wallace. Ankara’da da ilk söyleşiyi sizinle yaparız. Bizi izleyin.”

Küçük Asya Birlikleri Komutanı, gazeteci odayı terk ettikten sonra bir kadeh uzo doldurdu. Yeşil zeytinleri de unutmadı. Bu coğrafyaya özgürlüğün gelmesi için Türklerin ödeyeceği bedel fazlaydı. Avrupa’nın Doğu Sorunu'nu çözmesine az kalmıştı. Öldürücü darbenin vurulmasını Yunanlılara vermek doğru bir karardı. Başbakan Venizelos büyük adamdı. Yunanistan’a yakışan bir politikacıyı başa getiren halkını da kutladı. Şimdi sıra askerlerindi. Büyük İskender’in torunları atalarına layık olduklarını göstereceklerdi.

Dışarı çıktığında, Yunan bayrağının dalgalandığı karargâh binasının bir kaç poz resmini çeken Scott deniz kıyısında yürüyüşe çıkanların arasına katıldı. Kordonboyu'ndaki bir kafede bekleyen İsviçreli savaş muhabiri arkadaşı Franco ile buluştu. Yunan askeri harekâtını izliyordu. Gazetesine gönderdiği haberlerin bir kopyasını da Scott adına Pera Oteli'ne telgrafla aktaracaktı. İşe yarar her haberi için, onun banka hesabına elli İngiliz Sterlini gönderecekti.

Oteline dönerken, Alman Baron’un sözlerini hatırladı. “Boğazlar, Anadolu, Kafkaslar ve Orta Doğu Yahudilerin oyuncağı İngilizlere bırakılmamalıdır.”

Gülümsedi, matruşka bebeklerini hatırladı. Türkiye'nin batısı da İngilizlerin oyuncağı Yunanlıların eline geçiyordu.

Yahudileri küçümsemek hatalıydı. İki bin yıldır yıkılmamışlardı. Birçok tarihçi, Avrupa, Asya ve Afrika tarihlerinde Yahudi izleri buluyordu. Bazı tarihçilere göre de, Yahudileri güçlü göstermeye çalışıyorlardı.









***

20 Haziran 1920 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Milliyetçi Türklerin başarıları tepki çekiyor...

Ankara'da Meclisi açan Milliyetçi Türklerin resmi heyeti Moskova yolunda. Sultan'a bağlı birlikler Milliyetçilere yenildi. Milliyetçiler ile Fransa arasında imzalanan yirmi günlük ateşkes sona erdi. Yunanlıların ve Ermenilerin harekete geçmesi bekleniyor.













***

Konstantinopolis'te bir Hintli



Temmuz 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



İngiliz Akdeniz filosunun amiral gemilerinden HMS Iron Duke, diğer adıyla “Canavar” hedefine yaklaşıyordu. Adını efsane Wellington Dükü’nden almıştı. Yirmi dört topuyla düşmanın en büyük, en güçlü gemilerini imha etmekle ün salmıştı. Sicilinde geçen yıl da Konstantinopolis'e geldiği yazıyordu. Rusya’daki iç savaşta çarlık yanlılarını destekleyen müttefik gemilerinin arasında görev almıştı. Smyrna’nın (İzmir’in) 15 Mayıs 1919’da Yunanlılarca işgalinden üç gün önce, karadaki önemli hedeflerin ele geçirilmesi harekâtında da ön plandaydı. İki hafta önce, Shark muhribiyle beraber Karadeniz’de Boğaz’ı koruyan Türklerin sahil bataryalarını yok etmişlerdi.

Canavar” 4 Temmuz günü Marmara’dan Boğaz'a girerken farklı bir görevdeydi. İki bacasını ve toplarını göstere göstere düdüğünü uzun uzun öttürdüğünde, resmi bir otomobil Galata rıhtımına yanaştı. Devriye gezen kısa pantolonlu polislerden biri otomobilden inen Yüzbaşı Bennett’i karşıladı. Genç Yüzbaşı “Az önce telsizle bildirdiler. Gemi Zeytinburnu açıklarındaymış. Görebildiniz mi?”

Hayır yüzbaşım. Ama birkaç kez düdüğünü duyduk. Gelmek üzere olmalı.”

Gemi az sonra Tophane açıklarındaydı. Demir attıktan birkaç dakika sonra denize bir tekne indirdi. Beş dakika sonra tekne rıhtıma yanaştı. Önde bir deniz subayı, gerisinde kısa boylu, şişmanca, gözlüklü, esmer bir adam vardı. Yavaşça rıhtıma atladı. Yüzbaşı “Konstantinopolis'e hoş geldiniz,” dedi. Karşılıklı nezaket cümleleriyle otomobile bindiler. Şoför iki adet valizi bagaja yerleştirdi. Hareket ettiler. Konuk çevreyi seyrederken “Konstantinopolis'in sokakları darmış. Daha farklı düşünmüştüm.” dedi.

Beyoğlu tarafları daha iyidir, efendim.” Yüzbaşı onun hakkındaki bilgilerini düşünüyordu. Mustafa Sagir Hint asıllıydı. On yaşında seçilip İngiltere’ye götürülmüş, özel bir okulda eğitilmişti. Oxford diploması almıştı. Doğu hizmetlerinde görevlendirileceğinden, çok iyi Türkçe, Arapça ve Farsça öğrenmişti. Mısır, Almanya, Rusya ve İran’da başarıyla çalışmıştı. Felsefe doktorası da vardı. Geçen yıl Afganistan’da tutuklanmış, İngilizlerin baskısıyla yedi ay sonra sınır dışı edilerek paçayı kurtarmıştı.

Büyükelçiliğe ulaştılar. Sagir Haliç’e bakan odasında biraz dinlendi. Buraya “Altın Boynuz” denilmesini isabetli buldu. Akşama doğru Yüksek Komiser’in makamındaydı. Amiral Robeck nezaket cümlelerinden sonra konuya girdi. “Biliyorsunuz, Osmanlı Devleti’yle ateşkes imzalanalı on dokuz ay oldu. Türk Milliyetçiler Anadolu’da direnişe geçtiler. Yunan ordusunu desteklememize rağmen durdurdular. Anadolu’ya daha fazla kuvvet gönderemeyiz. Dünyanın başka bölgelerinde sorunlarımız büyüyor. Milliyetçilerin lideri Mustafa Kemal’i öldürmekten başka çaremiz yoktur.”

Burada olmamın nedeni bu galiba.”

Evet. Sizi Albay Nelson istedi. Ben de Savaş Bakanlığı’na başvurdum. Görevlendirildiğinizden çok memnunum.”

Sağolun Amiralim. Başarabilirsem beni ölümden kurtaran İngiltere’ye borcumu ödemiş olurum.

Başaracağınıza eminim. Neye ihtiyacınız olursa lütfen tereddüt etmeyin. Yerine getirilecektir. Yüzbaşı Bennett emrinizdedir. Gençtir ama başarılı bir subaydır.”

Sagir akşam hafif bir yemekten sonra erkenden uyudu. Ertesi gün Bennett ile şehri gezdiler. Akşam döndüklerinde Nelson’un notunu buldu. “Hoş geldin. Saat onda Tokatlıyan Oteli'nin otuz yedi numaralı odasında görüşelim.” Sagir belirlenen saatte Nelson’un oteldeki odasındaydı. Albay arkadaşına dikkatle baktı, “Seni çok iyi gördüm Mustafa. Afgan zindanları sana zarar verememiş. Ama artık bunu konuşmayalım. Daha fazla üzülmeni istemiyorum.” Birer kadeh buzlu İskoç viskisi doldurdu. “Majestelerinin hükümeti benim Afgan hapishanelerinde ölmeme izin vermedi. Şükran doluyum. Ama bunda en büyük payın sana ait olduğunu biliyorum, David.”

Sen de olsan aynısını yapardın. Buna eminim.”

Teşekkür ederim.” Gözleri sulanan Hintli bir süre sessiz kaldı. Sonra kendini toparladı. “Burada görev almama yardım ettiğin için sağ ol. Amiral kısaca bahsetti.”

Şimdiye kadar sonuç alamadık. Hedefimiz milliyetçilerin önderi Mustafa Kemal Paşa’dır. Onu ortadan kaldıracaksın. Zamanımız kısıtlı. Her ay daha fazla güçleniyorlar.”

Elimden geleni yapacağım. Görevimi tam olarak bilmiyordum. Ama kendimi hazırladım. Türkiye hakkında birçok kitap okudum. İstihbaratın tuttuğu Türkiye dosyalarını inceledim. Hint Hilafet Komitesinin temsilcisi olacağım.”

Uygun olabilir.”

Hint Müslümanları Mart ayındaki Konstantinopolis işgalinden sonra çok üzüldüler. Londra'da iken İngiliz hükümetiyle görüşmek üzere gönderdikleri temsilciyle konuştum. Bu zat daha sonra İtalya'ya gitti ve İngiltere başbakanını Papa'ya şikâyet etti. Bu kisveyle direnişçi Türklerin arasına katılabilirim. Sonra bir yolunu bulup Ankara’ya gidebilirim. Mustafa Kemal ve ileri gelenlerle tanışabilirim.”

Çok iyi. Onaylıyorum. Ama dikkatli olmalısın. İran’da görevliyken Türklerin gizli örgütünü tanımıştık. Şimdi biri kapanıyor, diğeri açılıyor. Üç ay önce en büyüğünü çökerttik. Şimdi yeniden örgütleniyorlar. İzlemeye çalışıyoruz.”

Sagir destekledi. “Tamam dikkatli olurum. Büyükelçilikten ayrılacağım. Bir otele yerleşeceğim.”

Olur. Ben de adamlarımla Hint Müslümanlarının bir temsilci gönderdiğini duyuracağım.”

Gerektiğinde Sirkeci’deki yazıhanemde buluşalım. İngiliz East Textiles & Industries Şirketi Temsilciliği bana aittir.”

Sagir hemen izin istedi. Otelden çıkarken, lobideki koltuklardan birinde gazete okuyan ve kendisine dikkatle bakan birini gördü. Bu kontrolü her yerde yapardı. Adamı görmezden gelerek yürümeye devam etti. Ama sarışın adam ayağa kalktı kendisine el salladı. Mecburen durdu ve adama dikkatle baktı. Evet oydu! Geçen yıl İskenderiye'ye kadar vapurda birlikte oldukları İngiliz gazeteciydi. Adını da hatırladı: Wallace. Zoraki bir gülümsemeyle yanına gitti. Gazeteci elini uzattı ve yanındaki koltuğu göstererek oturmasını rica etti. Scott gülümseyerek, “Rakibin kendine güvenini artır, birkaç hamle sonra mat et.” dedi. Sagir gazeteciye verdiği küçük satranç dersini hatırladı. “Nasılsınız Bay Rana. Geçen yıl Hindistan’daki işinizden söz etmiştiniz. Umarım her şey yolundadır.” Sagir ona söylediği sahte adını düşünmesine gerek kalmamıştı. Gülümseyerek yanıtladı: “Teşekkür ederim Bay Wallace. Sağlığım da işlerim de iyidir. Siz nasılsınız? Burada ne yapıyorsunuz?”

İngiltere’deki dergim ve bazı haber ajansları için buraya yerleştim.” Elindeki fotoğraf makinasını göstererek “Gazetecilik dışında, insan yüzleri ve doğa fotoğrafları düşkünü olduğumu söylemiş miydim?”

Sanırım, hayır.”

O zaman unutmadan sizin de fotoğrafınızı çekmek isterim. Çok etkileyici bir yüzünüz var. İzniniz olur mu?” Sagir ne diyeceğini şaşırdı. “Şu anda çok yorgunum. Çok kötü çıkacağımdan eminim. Başka zaman yapsak daha iyi olur.”

Gazeteci pes etmedi. “Sayın Rana, ne kadar yorgun olduğunuz önemli değil. Yüzlerin hiç değişmeyen bir yönü vardır. Ben bununla ilgilenirim. Bilinçaltınızın aynasıdır. Çok yetenekli sanatçılar dışında hiç kimse bunu değiştiremez. İnanın bana, görüntünüz değişebilir ama onun gerçek çizgilerini yakalarım. Lütfen hayır demeyin.”

Sagir kurtuluş olmadığını anladı. Çaresizce başını sallayarak onay verdi. Gazeteci makinasını hemen çalıştırdı, çeşitli açılardan üç dört kare fotoğraf çekti. “Çok teşekkür ederim. Bu arada sormayı unuttum. Konstantinopolis’te ne yapıyorsunuz?”

Osmanlı Devleti barış anlaşmasını imzalayacak. Sonrasında buralarda çok iş yapabileceğimizi düşünüyoruz.”

Çok akıllıca olur. Bölge tamamen bakir gibi. İlk izlenimleriniz nasıl Sayın Rana?”

Yabancı sermayeye izin vermek zorundalar. Biz tarım, dokuma ve madencilik üzerinde duruyoruz.”

Başka şirkter de buralarda benzer araştırmalar yapıyor. Belki haberiniz vardır.”

Bazılarıyla görüştüm.”

Ben Pera Oteli'nde kalıyorum. Burada bir arkadaşımla buluşacağız. Siz de bize katılır mısınız Sayın Rana?”

Sağolun Sayın Wallace, belki başka bir zaman. Şimdi ayrılmam gerekiyor. Bu gece başka bir işim var. Sizi gördüğüme çok memnun oldum. Yarın Londra'ya dönüyorum. Tekrar görüşmek üzere.”

Sagir bu adamdan hemen kurtulduğuna çok sevindi. Aklına gelmesine rağmen ona satranç üzerine verdiği ödevleri yapıp yapmadığını da sormamıştı. Ama fotoğrafının çekilmesine engel olamamıştı. Sıcak ve boğucu yaz akşamında Pera'nın kalabalığına katıldı.









***



29 Temmuz 1920 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Milliyetçiler ve Osmanlı Sultanı arasındaki uçurum derinleşiyor...

Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde Misakı Milli (Milli Ant) üzerine yemin edildi. Konstantinopolis'teki (İstanbul'daki) Saltanat Şurası'nda İtilaf Devletleri'nin Barış Antlaşması taslağı kabul edildi.

Yunan ordusu Trakya'da durdurulamıyor. Türk kuvvetleri komutanı Yunanlılara tutsak düştü. Yunan Kralı Edirne'ye geldi.









***

Scott ve Ermeniler



Temmuz 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Scott otelin yemek salonunda Ermeni konuklarını beklerken Bektaşi Sebottendorf'u düşünüyordu. Bektaşilik evrenseldi, insan sevgisine dayanıyordu. Hoşgörü doluydu. İnsanların din, dil, renk ve cinsiyet farklılığından ötürü horlanmasına karşıydı. Ama Thule ‘üstün insan’ı ve ‘üstün ırk’ı ayırıyordu. Bu önemli bir çelişkiydi. Bektaşilik ile ‘üstün insan’ ve ‘üstün ırk’ tamamen zıt kutuplardaydı. Sebottendorf'a güveni sarsılıyordu. Eğer bu adam bir şarlatan ise, Scott'u aptal yerine koyuyordu. Baş başa oldukları ilk fırsatta bunu açıklamasını isteyecekti.

Az sonra avukat Arto ve yardımcısı Vartan salona girdiler. Üç dört ay önce, Adliye'deki Ermeni davalarında tanışmışlardı. Selam verip el sıkıştılar ve masaya oturdular. Giysileri biraz eski ama temizdi. Alışılmış nezaket cümlelerinden sonra yemekleri sipariş ettiler. Arto tombul sayılırdı, beyaz tenliydi, ela gözleriyle gülümseyen bir çehresi vardı. Kırk yaşın üzerinde görünüyordu. Sık sık mendiliyle alın terini siliyor, ardından aynı mendille gözlüklerinin camlarını siliyordu. Arto yemeğe başlar başlamaz bir sigara yaktı. Tiryaki olduğu sararmış parmaklarından belliydi. Vartan da aynı yaşlarda olmalıydı. Esmer tenli, karakaşlı, kara gözlüydü. Garsonun getirdiği mönüyü okurken deri kılıfından çıkardığı kalın çerçeveli bir gözlük kullanmıştı. Bunu yaparken sadece sağ elini kullanmış ve biraz zorlanmıştı. Sol kolunda bir sorun olmalıydı. Yemek yerken ve kadehleri yuvarlarken de sol eli çalışmıyordu. Ama alkolle arasının iyi olduğu belliydi.

Yemekte genel konuları konuştular. Scott Ermeni kıyımı ve sorunun çözümü hakkında makaleler ve daha sonra da bir kitap yazmayı düşünüyordu. Bilgi, fotoğraf ve belge topluyordu. Mahkemeleri de elinden geldiğince izlemeye çalışıyor, bol bol not alıyordu. Ermeni avukatlar bildikleri her şeyi anlatacaklardı. Bunun haklı mücadelelerine çok yararı olacaktı. Vartan eniştesi Doktor Kamburyan'la tanıştırmayı önerdi. Makaleler ve kitap konusunda daha yararlı olabilirdi. Siyasetçiler arasında çok tanıdığı vardı. Scott olumlu yanıt verdi. İkisi de Türkçeyi aksansız konuşuyordu. Şikâyetçilerin nüfus ve tapu kayıtlarının çoğuna ulaşmışlardı. Ermeni mezarlıkları ve kiliselerdeki vaftiz kayıtları da toparlanıyordu. Kayıp yakınlarını aramaya devam ediyorlardı. İtiraz dilekçeleri, tanıklık yapacakların eğitimi, ifadelerin ezberletilmesi başlıca uğraşlarıydı. El konan mallar Türk, Kürt ve Çerkez önde gelenleriyle Türk göçmenlere dağıtılmıştı. Bir kısmı kışla, hapishane, okul, hastane olarak kullanılmıştı. Bazı Ermeni kiliseleri de depo olarak kullanılmış veya yakılmıştı. Bunların da belgelerini ve tanıklarını topluyorlardı. El konulan mallar milyarlarca Fransız Frangı değerindeydi. Ermenilerin bankalardaki el konulan paralarının belgeleri de sıradaydı. Haftada yedi, sekiz celseye katılıyorlardı. Davacıların maddi durumları da düzeliyordu. Osmanlı mahkemeleri ağır hapis veya sürgün cezaları verirken fazla düşünmüyordu. Geleceğin Ermenistan'ı için ihtiyaçları çok fazlaydı.

Yemekten sonra da otelin barında sohbet ettiler. Scott'a sürgün sırasında akrabalarının, dostlarının ve müvekkillerinin başlarından geçen acıklı öyküleri anlattılar.

İnsanoğlu ihtiras doluydu, fırsatçıydı, çıkarcıydı ve en kötüsü acımasızdı. Bu konuda dinler de pek işe yaramıyordu. Bektaşiler gibi azınlıkta kalanlar da buna engel olamazlardı...















***



22 Ağustos 1920 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Sevr Anlaşması Türkiye'yi karıştırdı...

Konstantinopolis (İstanbul) Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında Sevr Anlaşması'nın imzalanmasından dokuz gün sonra Ankara sert tepki verdi. Anlaşmasının imzalanması için ‘onay verenlerle’ anlaşmayı imza edenler vatan haini ilan edildi.

Antep'te Milli Kuvvetlerin Fransızları kuşatma altına alması da endişeyle izleniyor.















***

Yeni örgüt.



Ağustos 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Askeri inzibat kamyonuna yarı baygın durumda bindirilen Binbaşı Hüseyin yoldaki sarsıntılara rağmen ayılamadı. Başka diyarlardaydı. Teşkilatı Mahsusa'ya giriş töreni... Eğitimler... Yakın dövüşme... Tabanca ve tüfekle atışlar... Bıçak kullanma... El bombası ve patlayıcı imali... Karanlıklar... Kızgın İran Çölü... Akrepler... Zehirli yılanlar... Almanlar… Açlık, susuzluk...

Ayıldığında başka bir yerdeydi. Öldüğünü ve öteki dünyaya geldiğini düşündü. Başı dönüyordu. Kulakları uğulduyordu. Kıpırdamadan bir süre daha düşündü. Çişi gelmişti. Hayır, ölmemişti. Burası Bekirağa’daki karanlık, soğuk ve rutubetli taş odadan farklıydı. Gözlerini yavaşça dolaştırdı. Kapı yoktu, demir parmaklıklar vardı. Aydınlıktı, daha temizdi. Ellerini oynattı, üzerinde battaniye vardı. Artık üşümüyordu. Bedenini yokladı. Her tarafı ağrıyordu, yaralar ve çürükler vardı. İç organları da zarar görmüş olmalıydı. Ağzı zehir gibiydi. Bitkindi. Güçlükle doğruldu. Saman dolu yer yatağının ayakucunda gördüğü testideki sudan içti. Dipteki lazımlığa çişini yaptı. Zayıf bir sesle “Kimse yok mu?” diyebildi. Bir inzibat eri parmaklıkların ardından başını uzattı.

Ne var, ne istiyorsun?” dedi.

Tutuklandıktan sonra kendisine eskiden olduğu gibi saygı gösterilmemesine alışmıştı. “Neredeyim ben?” dedi.

Gardiyan yanıtladı. “Merkez Komutanlığı.”

Yani Sultanahmet’teyiz. Öyle mi?”

Evet.”

Bu iyiydi. Bekirağa zindanından kurtulmuştu. Gardiyan fazla bir şey bilmiyordu. Muhtemelen bir süre dinlenmesi ve sağlığının düzelmesi için buraya getirmişlerdi. Divanı harp mahkemesinde yargılanma sırası bekleyecekti. O günkü tarihi sordu. 16 Ağustos idi. Yakalandıktan sonra üç ay geçmişti. Yatağa uzandı. Duvardaki yazıları gördü. Anlamsız şeylerdi. Ama biri dikkatini çekti. Filistin hakkındaki kısa bir şiirdi. Eğri büğrü yazılarla kazınmıştı:

Mescidi Aksa'yı terk ettim.

Emaneti koruyamadım.

Sevgilimi zincirlediler.

Ağlıyordu.



Hüseyin düşüncelere daldı. O diyarlara gitti.

Basıldık!”

Tak… Taka… Tak… Boom…

İngilizler siperlerimize girdi!”

Tak… Taka… Tak…

Kaçalım, canımızı kurtaralım!”

Yüzbaşı Hüseyin cephedeki takımlara çok yakındı. Acele hazırlanan yatma çukurunda habercisiyle ve emir eriyle beraberdi. Silah seslerini duyar duymaz karanlıkta neler olduğunu anlamaya çalıştı.

Makinalı tüfek ve topçu mermileri yakınlarına düşüyordu. Yanındaki erler hem ateş ediyor hem de haykırıyordu. “Silah başına! Uyuyanları uyandırın!” Bir topçu mermisi yakınlarda paralandı. Savrulan kum tanelerinden kaçınmak için gözlerini kapattı. Sonra on metre kadar uzaktaki bölük başçavuşuna seslendi, “Muharrem, orada mısın?”

Tak… Taka… Tak…

Buradayım komutanım.” Genç başçavuşun sesi heyecan doluydu.

Ben sağ kanattaki birinci takıma gidiyorum. Sen de soldaki ikinci takıma git ve durumu öğren.”

Emredersiniz.”

Takım komutanına yardım et, birliğe sahip çıkın,”

Baş üstüne.”

Kimse yerinden kımıldamasın, emrim olmadan mevziler terk edilmeyecek.”

Anlaşıldı komutanım!”

Muharrem siperinden fırladı. Elinde tüfeğiyle, eğilerek 50 metre kadar ilerideki mevzilere koşmaya başladı. Aynı anda habercisi sürünerek yanına geldi.

Neredesin be evlat?”

Arkaya ihtiyaç için gitmiştim komutanım.”

Emir eri Mahmut nerede?”

Düşman görmesin diye gerimizdeki bir tepeciğin arkasında sigara içecekti.”

Tüfeğin yanında mı?”

Evet.”

Hüseyin habercisine emri tekrar ettirerek, anladığından emin oldu ve onu yüz metre kadar geride mevzilenmiş ihtiyat takımına yolladı. Kendisi de eğilerek, sağındaki birinci takıma zikzaklar yaparak koşmaya başladı. Çöl kumları hızını kesiyordu. Başının üzerinden geçen birkaç mermi sesi duydu. Yere yatarak sürünmeye başladı.

Boom…

Bu kez hemen önünde patlayan bir havan mermisiydi. Şarapnellerin vızıltısını duydu.

Allah kahretsin! Yaralandım galiba.

Sol kolunda bir sızı hissetti.

Teğmen Kâmil’in siperine ulaşmıştı. Ama yerinde değildi. Öndeki mangaların yanında olmalıydı. Sürünerek öndeki mevzilere yaklaştı. Bir yaralıya yardıma çalışan sıhhiyelerden birini gördü. Bağırdı:

Oğlum, takım komutanınız nerede?”

Sıhhiye eri yaralının kanını durdurmaya devam ederek cevap verdi,

Az önce sesini ilerideki mevzilerde işittim, komutanım.”

Hüseyin mermi yağmurunun altında sürünerek biraz daha ilerledi. Yarasından kan gelmeye başlamıştı. Mendilini çıkararak kanayan yara ile omuz arasını sıkıca sardı. Sıhhiyeye daha sonra baktıracaktı. Sonunda ön sıradaki mevzilerde teğmeni buldu. Durumu sordu. İngilizler yüz metre kadar sağ taraflarında bulunan komşu bölüğün bazı mevzilerine sessizce ulaşmışlardı. Yanlarında Araplar da vardı. Konuşmalarından anlamışlardı. Muhtemelen dinleme görevindeki erlerimiz uyumuştu. Gece baskınını yiyen komşu bölük paniğe kapılmıştı. Bütün hazırlıklar birkaç dakikada mahvolmuştu. Uyananlar siperleri terk ederek geriye kaçmışlardı. Çoğu makinalı tüfek ateşleriyle vurulmuştu. Yaralıların feryatları duyuluyordu. Komşu bölüklerde başlayan disiplinsiz yaylım ateşleri, Hüseyin’in bölüğüne de sıçramıştı. Ama kısa zamanda duruma hâkim olmuşlardı. Çok şükür bizim askerlerimizde bir sıkıntı yoktu. Teğmen Kâmil birliğinin başındaydı, manga komutanlarıyla yüz yüze görüşüyordu. Hüseyin durumu anlamıştı. Mevzileri sağlamdı ancak sağ kanatları açılmıştı. Makinalı tüfeği buraya kaydırmalarını ve mevzilerin terk edilmemesini emretti. Sürünerek, sıçrayarak yerine döndüğünde cephedeki diğer takımda da sıkıntı olmadığını öğrendi. Nefes nefeseydi ama rahatlamıştı.

Kolumdaki kanama devam ediyor.

Tabur komutanından bir haber yoktu. Ona ulaşmalıydı. İhtiyat takım komutanını çağırdı. Tabur komutanından emir almak için acele geriye gitmesini söyledi. Kum fırtınası başladı. Şimdi çölün gece soğuğunu daha çok hissediyordu.

Üşüyorum.

Habercisi sıhhiye erini bulamamıştı. Emir eri aramaya devam ediyordu. On on beş dakika geçmesine rağmen tabur komutanından haber yoktu. Bizim topçulardan da ses çıkmıyordu. Hüseyin endişelenmeye başladı. Bölük başçavuşuna cephaneleri ve diğer ağırlıkları arabalara yüklemesini emretti. Uzaklardan bir borazan sesi duyuluyordu. Geri çekilme emriydi…



Galiçya'lı İsmail Ağustos sıcağında yine ter içindeydi. İzmir'in rutubetli sıcağına dayanılmazdı. Selahattin Dayısının mandalina bahçesi ve üzüm bağının gölgelik bir yerinde bıraktığı testisine ve çıkınına yöneldi. Ayran ısınmıştı, hepsini içti. Peynir, ekmek ve domatesten oluşan öğle yemeğini yedi. Bir sigara yaktı. Yaslandığı ağaçta düşüncelere daldı. Mayıs ayında İstanbul'da arandıklarını öğrenince bir arkadaşının Aksaray'daki evine taşınmıştı. Rami kışlasındaki görevi değişmemişti. Bir haftadır arkadaşlarından haber alamadığında pirelenmişti. Eğitim alanında olması onu kurtarmıştı. Onu gözaltına almaya gelen inzibatlar önce tabur komutanına uğramıştı. Bir arkadaşı bunu duyunca, eline bir not tutuşturduğu bir haberciyi ona koşturmuştu. İsmail takıma aksi yönde marş marş vermiş ve kendisi de diğer taraftaki bostanlara koşmuştu. Hemen Aksaray'daki eve gidip sakladığı parasını almış, sivil giysilerini ve küçük valizini alarak ortadan kaybolmuştu. Sirkeci'de bir koltuk değneği ve sargı bezi alıp, aksayan bacağını dizinin altından sarmıştı. Sakat kılığında vapurla Bandırma'ya, oradan da ilk trenle Soma'ya gelmişti. Artık Yunan işgal bölgesindeydi. Birkaç gün hanlarda kalmıştı. Sonra bir köylüye para vererek, at arabasıyla İzmir'e gelmişti. Her yer Yunan askeri kaynıyordu. Ege'nin Rumları da onlara katılmıştı. Şüphelileri ihbar ediyorlardı. Annesinin Karşıyaka'daki evine geldiğinde, gölgelik bir yerde beş dakika kadar beklemiş, evi gözetleyen olmadığına emin olmuştu. Kapı tokmağını yavaşça tıklatmış ve Didar Hanım ile karşılaşınca, elini dudaklarına götürerek annesinin muhtemel çığlığına engel olmuştu. İçeride yıllardır göremediği oğlunu aniden karşısında bulan annesine sarılmıştı. Kardeşi de gürültüyü duyunca ses çıkarmaması için ikaz etmişti.

Eve son gelişinde hava değişiminindeydi. İki ay beraber olmuşlardı. Tüm gece yaşadıklarını anlatmış, burada kalmasının hepsi için tehlikeli olacağına karar vermişlerdi. Sonra Seferihisar'daki dayısının küçük çiftliğine yerleşmişti. Üç aydır buradaydı. Beş yıl önce büyük oğlu Doğu cephesinde şehit olan dayısına elinden geldiği kadar yardım ediyordu. Kasabaya seyrek gidiyor, fazla kalmıyordu. Yunanlılar ileri harekâta başlayınca buralardaki denetimleri zayıflamıştı. Ama Türk vatanı için kötüydü. Trakya'yı, İç Ege'yi ve Marmara güneyini işgal etmişlerdi. Bu günlerde Çerkez Ethem kuvvetleri Yunanlılara baskın yapmış ve onları Demirci'nin güneyine atmıştı. Ünü her yere yayılmaya başlayan Çerkez Ethem de İsmail gibi başçavuştu. O da Teşkilatı Mahsusa'da çalışmıştı.

Buralarda sıkılıyordu. Onunla temasa geçmeliydi...



Uykudaki Emekli Üsteğmen Hayrettin aniden gözlerini açtı ve yatağından fırladı.

Bizi de buldular, tutuklanacağız!

Ama fedai Mahmut'un horultusuyla uyanmıştı. Bu eziyet her gece yaşanıyordu. Kalkıp, kulakları ağır işiten iri yarı delikanlıyı sallıyor, horultusunu kesiyordu. Ama sonra yatağında dönüp duruyor, şanslıysa tekrar uyuyabiliyordu. Değilse gözlerini tavana dikip zihnindeki yüzlerce düşünceyle boğuşuyordu. Üç ay kadar önce, İngilizler tarafından arandıklarını anladıklarında, Mahmut ile aynı odayı paylaşmak zorunda kalmıştı. İsmail bir arkadaşının Aksaray'daki evine taşınmış, Sabri düzenini sürdürmüştü. Çok geçmeden Binbaşı Hüseyin tutuklanmıştı. Önce Bekirağa'da hapsetmişlerdi. Kendisinden çok sonra haber alabilmişlerdi. Yaşıyordu ve Sultanahmet Merkez Komutanlığı'na nakledilmişti. Reşide Hanım, matemlere girmiş, büyük oğlunun öldürüldüğünü zannetmişti. İsmail daha şanslı çıkmış, kaçmayı başarmıştı. Ondan hiçbir haber alamamışlardı.

Karakol Örgütü kurulduktan on dört ay sonra çökertilmişti. İngilizler ve işbirlikçileri iyi iş çıkarmışlardı. Örgüt’ün yeniden kurulması için Balkan savaşı gazisi, emekli Yüzbaşı Emin Ali görevlendirilmişti. Emin Ali şifre anahtarını, mühürü ve parayı, tutuklanan Kara Vasıf’tan teslim almıştı. Hüseyin’den yaşça büyüktü, Karakol’un kurucularındandı. Örgüt eylemleri askıya alınmıştı. Sadece haber toplanacaktı. Hayrettin ve iki yardımcısı farklı kimlikler düzenlemişlerdi. Paralar, toprağa gömülü silah, cephane ve patlayıcılar geceleri başka yerlere taşınmıştı. Güvenli evler elden çıkarılmıştı. Yerlerine değişik semtlerde evler alınmış veya kiralanmıştı. İki farklı eve haberleşme donanımları yerleştirilmişti.

Yeni başkan Emin Ali ve arkadaşları gayretle çalışmalarına rağmen, başarı sağlayamamış, moralleri çok bozulmuştu. Hayrettin Hüseyin'in yerine geçmişti. Emin Ali ile birkaç kez buluşmuş, ona her türlü desteği vereceklerini söylemiş, onu teselliye çalışmıştı. Olumlu tepki vermemişti. Yarbay Hüsamettin ile görüşeceğini söylemişti sadece.

Eyüp camisinin sabah ezanını duyunca düşünceleri daha geriye gitti...

12 Haziran günü sabah ezanının okunduğu anı hatırladı. Beyazıt meydanındaki idamları içi burkularak izlemişti. Damat Ferit Paşa ile Ali Kemal ve Sait Molla'yı hedef alan bir suikast ortaya çıkarılmıştı. Sahne hâlâ gözlerinin önündeydi: Dramalı Rıza ve üç arkadaşı arabadan indirildi. Beyaz gömlekler giydirilmiş, göğüslerine yaftaları takılmış, elleri arkalarından kelepçelenmişti. Deniz Yüzbaşısı Halil İbrahim sürüklenerek getirildi ve hemen idam edildi. Ardından Dramalı Rıza Bey getirildi. Sinirlerine hâkimdi. Muhafızların ve celladın yardımı olmaksızın iskemleye sıçradı ve bağırdı: “Vatanı düşmana satan hainler bizi düşman parası ile öldürüyorlar.” Jandarma albayı Rıza'nın ağzını kapattı. “Asın” diye bağırdı. Cellat ilmiği boynuna geçirdi ve iskemleye bir tekme atarak, onu sallandırdı. Daha sonra Mehmet Ali Bey darağacında haykırdı: “Yaşasın İttihat ve Terakki Cemiyeti!” Ardından boynunu uzattı ve cellat işini yapıverdi. Son sıradaki Tevfik Bey iskemleye çıktı. Cellat direniş görmeden işini gördü.

Hayrettin horultular yeniden başlayınca yataktan kalktı. Gömleğini ve pantolonunu giydi. Amcası ve yengesi uyuyorlardı. Mutfak dolabının arkasına gizlediği zarfı çıkardı. Şifreli notlarını gözden geçirdi. Emin Ali görevden affını istemişti. Karakol'un yerine yeni bir örgüt kurulacaktı. Ankara'dakiler ile anlaşma sağlanmıştı. Gaz ocağını yaktı. Zarfı ve kâğıtları yaktı, küllerini lavabodaki deliğe bıraktı. Suyu açtı.

Hayrettin ertesi gün Cibali’deki adresteydi. Üç kişi onu bekliyordu. Aralarındaki yeni başkan Kurmay Yarbay Çopur Neşet’i tanıdı. Arkadaşları tarafından pek tutulmazdı. Ama üst rütbelilerle ilişkileri çok iyiydi. Daha önce Molteke adlı gizli örgüt kurduğu söylenirdi. Ama bu örgütün neler yaptığını bilen yoktu. Hemen işe koyuldular. İstanbul'daki karmaşa ve belirsizlik ortamı rahatlıyordu. Ankara Karakol Örgütü’nün dağılmasını emretmişti. Dağınık gruplar toparlanacaktı. Neşet Mustafa Kemal Paşa'nın ve Erkânı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Albay İsmet’in de emirleriyle İstanbul'a dönmüştü. Örgütün kuruluşunu, görev talimatını, devraldığı kaynakları ve kadroya aldığı isimleri Ankara’ya gönderip onay alacaktı. Yeni örgütün adı Hamza Grubu idi. Ferhat Grubu ve Kerimi Grubu ihtiyatta bekleyecekti.

Hayrettin Hamza Grubu İstanbul bölge başkanı oldu. Sabri, Hasan ve Mahmut'u yanına aldı. Bektaşi Yusuf haberleşme elemanı olarak takıma girdi. Farklı kimlikli eski fedailere kısa bir intibak eğitimi planladılar. Devralınan paralar yeni muhasebecilere teslim edildi. Toprağa gömülü silah, cephane ve patlayıcılar ikmalcilere zimmetlendi. Güvenli evler yeni sahiplerine verildi. Muhabere tesisatı yerleştirilen evler yeniden düzenlendi. Esnaflar tekrar örgütlendi. Yeni örgüt sayıca azdı, ama bu açığı eğitimle ve sadakatle kapatacaktı.









***

Bilge kayıplarda



10 Ocak 2019. Ankara.

Bilge Bey’in ilettiği romanı okumaya devam ettim. 1920 sonbaharına kadar anlatılan olayları dikkatlice okudum. Daha önceki gibi bir haftadır iletişim kuramamıştık. Hüseyin Üsküplü Dayım hakkında okuduklarımın hiçbirini doğrulayamadım. Hayatta olan yakınlarının ve hatta uzak akrabaların hepsi yaşıtlarıydı. Onlar da kitapta anlatılanları hiç duymadıklarını söylediler. Balat'ta dayımın iki çocukluk arkadaşının telefonunu ve sosyal medya adreslerini bulabildim. Onlar da Ermeni Vartan'ı, Arto'yu ve Doktor Ara Kamburyan’ı duymamışlardı. Birincisi, bir doktordan söz edildiğini duymuştu. Ama o Ermeni değil, Yahudi idi.

Zaman bulduğumda, Teşkilatı Mahsusa ve Karakol Örgütü hakkında ne bulabilirsem okudum. Hüseyin Dayımın bu örgütlerde görev yaptığına ilişkin en ufak bir bilgi kırıntısına rastlamadım. Ama İngiliz Yüzbaşı Bennett gerçekti. Hakkında yığınla bilgi vardı.

O akşam elektronik posta kutumda Bilgi Bey'in üç iletisini birden buldum. İlk ikisi deneme iletileri idi. Tarihleri bir hafta önce ve üç gün önceydi. Sonuncusu iki gün önceydi. Ama kendisine ulaşalı birkaç saat olmuştu. Hemen okudum.

Kitap hakkındaki izlenimlerinizi bekliyorum. Türkiye Cumhuriyeti ve Ankara hakkındaki notunuzu okudum. Fotoğrafları ve videoları eşimle izledik. Ümitköy ve Çayyolu'nu defalarca seyrettik. Bizimkilere göre büyük farklar var. Bunlar hakkında daha ayrıntılı yazışabiliriz. 80 milyon nüfuslu bir Türkiye Cumhuriyeti beni çok etkiledi. Ekonomik ve sosyal sorunların çözülemediği anlaşılıyor. Ama siyasal ve askeri açıdan güçlü olduğunuz anlaşılıyor. Bunun en büyük payı, kuşkusuz, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının olmalı. Daha sonra ona Atatürk soyadının verilmesi, kendisine ne kadar değer verildiğini gösteriyor. Ama bizim tarafta durum farklıydı. Romanın ortalarına doğru göreceksiniz. Selamlar...”

Hemen yanıtladım. Son araştırmalarımı özetledim. Ankara'nın nüfusunun 5,5 milyon olduğunu ekledim. Dört saat sonra bile cevap yoktu. Ertesi sabah ta durum değişmemişti.

İlişikteki fotoğraf ve video dosyalarını ne yaptıysam açamadım. Kimseyle paylaşmayacaktım ama bu sorunu sadece “Bilgisayar Doktoru” çözebilirdi. Çarem yoktu.









***

27 Ekim 1920 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Sovyetler Ankara milliyetçilerini, Müttefikler Osmanlı Sultanının hükümetini sıkıştırıyor...

Sovyet elçilik heyeti Ankara'ya geldi. Yeni Türk devletinin milli hedeflerine aykırı Sovyet önerileri mecliste reddedildi.

İngiliz, Fransız ve İtalyan Yüksek Komiserleri, Sevr barış anlaşmasının onaylanması için Sultanın yeni Başbakanına ortak nota verdiler.









***

Kaçış



Ekim 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Binbaşı Hüseyin Üsküplü merkez komutanlığına geleli iki ayı geçmişti. Revir doktoru dört beş günde bir gelip muayene ediyordu. Yaraları iyileşmiş, ufak izler kalmıştı. İç organları düzeliyordu. Zatürre hastalığı geçmişti. Nefes alması normale dönmüştü. İştahı açılmış, tüm yiyecekleri sindirmeye başlamıştı. Eski kilosuna yaklaşıyordu. Ailesine burada olduğu bildirilmişti. Ama ziyaretçiye izin verilmiyordu. Son haftalarda bir şeyler değişiyor gibiydi. Sanki gizli bir el onu korumaya almıştı. Üç hafta önce ifadesini alan savcı da çok iyi davranmıştı. Hüseyin, annesinin ve Sabri'nin, nişanlısı Hanımşah aracılığıyla kayınpederi İbrahim Bey'e her şeyi anlattıklarını bilemezdi. İktidar Partisi'nin üst düzey görevlisi önce yardım etmemişti. Müstakbel damadının tutuklanması durumunu sarsabilirdi. 'Gizli örgüt üyesi olmak, hükümeti zorla devirmeye çalışmak!' Bunlar çok ağır suçlamalardı. Ama kızının ısrarlarına fazla dayanamamıştı. Üniversiteden ve partiden bir savcı arkadaşıyla konuşmuştu. Durumu gizlice araştırmasını rica etmişti. Gelen yanıt olumluydu. Yargılamanın başlamasını elden geldiği kadar erteleyebilirlerdi. Daha fazla bir şey yapılamazdı. İngilizlerin adliyedeki davaları izleyen özel elemanları vardı. Ama dosya sayısı o kadar fazlaydı ki onlar da boğulmuştu.

Müneccim Yusuf ta devredeydi. Bektaşi Sebottendorf'a gücünü kullanmasını rica etmişti. Hükümetteki ve müttefiklerin üst düzey görevlileri arasındaki tanıdıklarıyla konuşacaktı. Çoğuna karaborsadan yaptığı iyiliklerini karşılıksız bırakmayacaklardı. Biraz zaman ihtiyacı vardı. Sonunda Hüseyin'e bakan doktora ulaşmıştı. Tedaviyi uzatabildiği kadar uzatacak, sağlam raporu vermekten kaçınacaktı. Zarar vermeden hastasında ara sıra ani rahatsızlıklar olacaktı.

Hayrettin de eski ittihatçıları ve Karakol'un yakalanmayan kıdemlilerini harekete geçirmişti. Merkez komutanlığında iki inzibat başçavuşu bulunmuştu. Şimdilik Hüseyin'e iyi koşullar sağlayacaklardı. Sonra bir fırsat yaratmaya çalışacaklardı. Onları ikna ederek Hamza Örgütü'ne üye yapmışlardı.

Mucize 17 Ekim 1920 günü gerçekleşti. Sadrazam (Başbakan) Damat Ferit Paşa istifa etti. Sebottendorf'un gazeteci arkadaşı Wallace'a göre, Mustafa Kemal Paşa'ya karşı başarı sağlayamadığı, tam tersi, direnişi körüklediği için gözden çıkarılmıştı. Barış anlaşması imzalandığına göre ona ihtiyaç kalmamıştı. Dört gün sonra, eski İttihat ve Terakki Partisi üyesi yaşlı Tevfik Paşa sadrazamlığa atandı. Sevr anlaşması taslağını kabul etmeyerek İstanbul'a dönen heyetin başkanıydı. Damat Ferit yanlılarını temizlemesi bekleniyordu. Damat gitmiş, Sultan'ın dünürü gelmişti.

İkinci mucize de gecikmedi. İbrahim Bey göreve devam ediyordu ve yumuşamıştı. Makamını Hüseyin'in lehine kullanması kolaylaşıyordu. Kızının ve eşinin surat asmasına da dayanamıyordu.

Hüseyin bu gelişmelerden habersizdi. Ama bir şeylerin değiştiğini görebiliyordu. Daha bol ve sıcak yemekler... Haftada bir hamam... Gardiyanların artan ilgisi... Doktorun uzayan muayeneleri, dışarıdaki gelişmeler hakkında bilgi vermesi... Saman yatağın yün yatakla değiştirilmesi ve bir yastığa kavuşması...

Reşide Hanım'ın bitmek tükenmek bilmeyen duaları işe yarıyordu. Müneccim Yusuf'un müjdeler veren kahve falları ümitleri besliyordu.

Ekim sonuydu. Hüseyin ekmeğin içine gizlenen küçücük kâğıda yazılı mesajı okuduğunda gözlerine inanamadı.

Seni kaçıracağız. Hayrettin ve Hamza.”

Hayrettin tamamdı. Ama Hamza da kimdi? İlk kez duyuyordu.

Bir tuzak olmasın?

Kaçarken işini bitirmeye mi çalışıyorlardı?

Ertesi akşam yoklamasından sonra, Hüseyin yatağına uzandı, uyumak üzereyken koridorda bağrışmalar duydu. Duman kokusu vardı. Nöbetçi gardiyana sesleneceği anda tanımadığı bir asker başını uzattı. İşaret parmağını dudaklarına götürerek, ses çıkarmamasını işaret etti. Demir parmaklıklı kapının kilidini açtı ve kısık bir sesle konuştu:

Bu ıslak mendili ağzına koy Binbaşım. Çabuk olalım, dışarı çıkıyoruz!”







***

29 Kasım 1920 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Milliyetçi Türkler doğu sınırını emniyete aldı ama batıda işler karışıyor...

Doğu Türkiye'de askeri mücadeleyi kaybeden Ermeniler Ateşkes istedi. Bu arada düzenli ordu kurmaya çalışan Milliyetçi Ankara hükümeti ile buna karşı çıkan milis komutanlarının arasının bozulduğu bildiriliyor. Aynı günlerde, Türkiye'deki işgal orduları başkomutanını değiştiren Yunanistan'ın strateji değişikliğine gitmesi bekleniyor.





***

Hesaplaşma



Kasım 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Scott Wallace o akşam Sebottendorf ile bir Alman'ın Pera'da işlettiği birahanede buluşup Alman Birası içmek için sözleşmişti. Ondan, Bektaşilik ile üstün ırk tezini savunan Thule Örgütü'nü nasıl birleştirdiğini anlatmasını isteyecekti. Alman iki konuda da uzmandı. Ona saygı duymuştu. Ama Sebottendorf'a güveni sarsılmıştı. O bir Faşist miydi? Yoksa bir şarlatan mı? Birçok farklı isim ve kimlik kullanması da kuşkularını artırıyordu. Karaborsadaki girişimleri ise ayrı bir dedikodu konusuydu. Birahaneye geldi. Sebottendorf dip taraftaki bir masadaydı. Scott'u görünce el salladı. Tokalaştılar. Gelen garsona büyük boy bira ve kızarmış patates söylediler.

Ben de az önce geldim Scott. Birkaç arkadaşla sohbet ettim. Ama sen gelmeden biraya başlamadım.” Susmaya devam eden arkadaşının asık yüzüne baktı. “Sen iyi misin? Bu gün canın sıkılmış gibi.”

Hafif bir kırıklık sadece, az sonra geçer.”

Tamam. Nasılsın, neler yapıyorsun?”

Scott gül kökü piposunu ve tütün torbasını çıkardı, vanilyalı tütünü doldurdu, kibritiyle yaktı. İçine çektiği dumanı üfledi. Ermeni sorunu hakkındaki çalışmalarını, Haziran ayında Smyrna'da (İzmir). Yunan birliklerinin komutanı ile görüşmesini özetledi. Baron düşüncesini söyledi. “İngiliz desteği kesilmezse, Ankara'daki milliyetçi Türkler dayanamayacak. Mustafa Kemal Paşa'nın adamları savaşı kaybedecek.”

Ben yine de Mustafa Kemal Paşa'nın kolay lokma olmadığını düşünüyorum. Ankara'da onunla görüşmeliyim. Ona ulaşabilen hatırlı birinden yardım gerekiyor. Bana doğrudan randevu vereceğini sanmıyorum.”

İyi olur. Ben de bu konuda neler yapabileceğime bakarım.”

Scott birasından bir yudum alarak anlatmayı sürdürdü. Yavaş yavaş gerginliği azalıyor gibiydi. Anlatmaya devam etti. Bu yaz otelde bir İngiliz iş adamına rastlamıştı. Barış anlaşmasından sonra buralarda bankacılık, ulaştırma, haberleşme, tarım, dokuma ve madencilik üzerine çok iş yapabileceklerini düşünüyordu. Başka şirketler de benzer araştırmalar yapıyordu. Gelişmelerin ekonomik boyutunu da izlemeliydi. İlk fırsatta kente yerleşen Avrupalı şirketlerle görüşecekti. Sonra Binbaşı Hüseyin’in tutukluluk ve yargılama sürecini görüştüler.

Baron hafif bir gülümsemeyle dinliyor ve başını onaylarcasına sallıyordu. Aniden yüzü ciddileşti. Seyrelmiş saçlarını düzelterek konuştu. “Şimdi sadede gel arkadaşım. Aklındakini söyle. Konuşmak istediğin asıl konuyu anlatmaya başla bakalım.”

Scott bunu beklemiyordu, kan beynine hücum etti. Çok şaşırmıştı, ama belli etmemeye çalıştı. Piposundan bir nefes çekti. Dumanını üflerken, Sebottendorf'un geniş alnını, kısık gözlerini ve kırmızı kılcal damarlı burnunu inceledi. Kısık bir sesle konuştu. “Demek fark etmiştin.”

Aylardır kıvranıyordun. Ama bir türlü açılamadın. Bunu anlamadığımı mı sanıyorsun?” Birasından bir yudum aldı. Şimdi gülümsüyordu.

Yani aklımdan neler geçtiğini okuyabiliyor musun?”

Sebottendorf cevap vermedi. Hafifçe gülümsedi, sonra ellerini yukarı kaldırdı, başparmaklarıyla diğer parmaklarını bir sihirbazı taklit edercesine sıvazladı. İskoçyalı onun yıldız bilimi, el falı ve uzgörü alanında uzman olduğunu biliyordu. Mezopotamya kâhinlerinin bazı sırlarını bildiğini söylüyordu. Mendiliyle terleyen alnını sildi. Aklına ilk gelen cümleyi söyleyiverdi: “Soracağım soruyu da tahmin ediyorsundur.”

Pekâlâ deneyelim.” Gözlerini kapatarak bir süre düşündü. Sonra zekâ parıltıları saçan gözlerini açtı ve arkadaşına dikkatlice baktı. “Bektaşilik ile Thule arasındaki aykırılık nedeniyle beni yargılıyorsun. Bunları sormayı hep erteledin. Doğru mu?”

Scott’un biraz daha kısa olan sağ bacağı sızlamaya başladı. Rahatsızca yanıtladı. “Doğru.”

Önce Bektaşilik... İnsan sevgisi ve eşitlik konusunda taviz vermeyen Bektaşilik yolunda ilerleyenler, sonunda ‘Kamil İnsan’a ulaşmayı hedeflerler. Ama herkes başaramaz. Ben daha ortalardayım. Yani mükemmel değilim. Bektaşilik barışçı yönümü temsil eder. Şunu da söylemeliyim. Bektaşilere, yeri geldiğinde sert olmalarını telkin ediyorum.”

Dikkatle dinleyen İskoçyalı sözünü kesti. “Bu konuda epeyce zorlandığını tahmin ediyorum.”

Baron yumuşamaya başlayan arkadaşına baktı. Söyleyeceklerini sıralamak için durakladı ve kendine güvenen bir ses tonuyla cevap verdi: “Haklısın. Ama ben kolay pes etmem. Onlara Osmanlı'nın profesyonel askerleri olan Yeniçerilerin de Bektaşi olduğunu hatırlatıyorum. Onların zamanı geldiğinde ne kadar acımasız birer savaşçı olduğunu söylüyorum.”

Scott tepki vermedi, devam etmesini bekliyordu.

Dünya siyah ve beyaz değildir arkadaşım. Arada birçok renk ve onların tonları vardır. Hayat bir peri masalı değildir. Gerçekler vardır. Dünya hiçbir zaman Bektaşilerin yönetiminde ve rehberliğinde olmayacak.”

Scott hala dinlemeyi tercih ediyordu. Alman Bektaşi devam etti. “İnsanların birden fazla yanı vardır. Şimdi savaşçı yönüme geliyorum.

Thule'nin üstün ırk görüşüne ve Yahudi düşmanlığına...

Önemli bir noktayı belirteyim. Yahudi, Siyonist ve Kabalacı arasında önemli farklar vardır. Bazıları bilinçli olarak, bazıları da hatalı olarak hepsine birden Yahudi diyor. Sen bir tarihçi ve Protestan olarak Mu, Atlantis, Mezopotamya ve Mısır gizemlerini bilirsin. Fazla ayrıntıya gerek görmüyorum.”

İskoç gazeteci onay verircesine başını eğdi. Sebottendorf devam etti. “Siyonist ve Kabalacıların oyuncağı olmuş İngiliz soylularını biliyoruz. Ama Rusya'da yönetime gelen Komünistlerin çoğunun arkasında da para babası Siyonist ve Kabalacıların olduğunu öğrendiğimizde, tehlikenin büyüdüğünü gördük. Birkaç Alman düşünürü ve bilim adamı, Mu ve Atlantislilerin genetik mirasçıları olan üstün insanların bazı Yahudiler değil, bazı Almanlar olduğunu kanıtlayacak çalışmalara başladılar. Dünya Kabalacı Siyonistlere bırakılamazdı.”

Baron durakladı. Elini kırışmaya başlayan alnında gezdirdi ve devam etti. “Siyon Protokollerini hatırlarsın. Siyonistler 1905’te gizlice paylaştılar. Siyasetin ahlakla bağı yoktu. Gaye uğruna rüşvet verilirdi. Hürriyet, eşitlik, kardeşlik yalandı. Seçilen yöneticiler zayıf ve itaat edenler olacaktı. Tüm dünyaya hükmedeceklerdi. Yahudi olmayan masonları kullanacaklardı. Hükümetleri para ve şantajla yöneteceklerdi.”

Sebottendorf garsonun biraları ve patatesleri tazelemesini bekledi. Biralarından birer yudum aldılar. Scott derin bir nefes aldı ve konuştu. “Yani yeri geldiğinde Bektaşi, yeri geldiğinde ırkçı oluyorsun. Doğru mu anladım?”

Baron kırgın bir bakış attı. “Buraya kadar itiraz etmeni bekledim. Ama sustun. Şimdi bana ikiyüzlü diyorsun. O zaman biraz daha ayrıntı gerekiyor. Aslında biz insanlığı korumaya çalışıyoruz.”

Kimden? Kabalacılardan mı?”

Mu ve Atlantis'te yaşayanların üstün bir uygarlık mensubu olduklarını biliyoruz. Tarih öncesindeki bu gelişmiş dünyayı neredeyse yok eden kötüler onların arasındaydı. Bunların ardılları olan Kabalacılar gizli yollarla, karanlıklara sığınarak günümüze kadar geldiler.”

O zaman Thule iyilerin ardılları oluyor.”

Tam üzerine bastın. Üye olduğunda sana bunları biraz anlatmıştım. Scott inan bana bu adamlar tahmininden çok daha tehlikeliler. Sistemli ve sabırlı çalışıyorlar. Bektaşilik yoluyla kendimizi geliştirebiliriz, ama bu şeytanlarla mücadele edemeyiz. Bu ikiyüzlülükse kabul ediyorum.”

Başöğretmen kendisini dinleyen İskoçyalıya dikkatle baktı. “Şimdi ne diyeceğini merak ediyorum.”

İskoçyalı öksürerek boğazını temizledi. “Şöyle toparlayayım. Antik çağlarda üstün insanlar vardı. Ruhsal ve teknolojik olarak günümüzden çok ilerideydiler. Ama içlerinde iyiler ve kötüler vardı. Kötülerin torunları Kabalacılar ya da Siyonistlerdir. İyilerin torunları da bazı Ari ırk mensuplarıdır.”

Bundan hiç şüphem yoktur dostum.”

Yani iyiler bazı Almanlar. Kötüler bazı Yahudiler.”

Bunu tartışmıştık Scott. İyiler sadece bazı Almanlar değildir. İngilizce ve Almanca konuşan Anglosakson bazı seçkinler demiştik. Bektaşiler burada devreye giriyor. Okyanuslara gömülen kıtalardan kurtulabilenlerin bir kısmı Asya'nın yüksek bölgelerine kaçtılar.”

Scott onayladı. “Uygurlar.”

Evet Uygurlar.”

Onların ardılları olan bazı Türkler Müslüman olup Anadolu'ya geldiler ve İslam ile Uygur kültürünü birleştirdiler.”

Alman Bektaşi’nin gözleri parladı. “Sağol Scott. Bektaşiler bu mücadelenin sessiz ve barışçı kanadıdır. Bireysel eğitim için önemlidir. Şimdi Sebottendorf'un iki yüzünü anladın. Mücadele devam ediyor. Çalışmalarımızı öğrenen kötü adamlar karşı saldırıya geçtiler. Propagandaya başladılar. Thule'nin, Avrupa Savaşı’ndan sonra çöken Almanları güçlendirmek için uydurulan bir efsane olduğunu söylüyorlar.”

Eski defterleri açtığım için bana kızmadığını umuyorum. Son bir soru. Karaborsa işleri yaptığınızı duydum. Doğru mu?”

Sebottendorf içini çekti. “Benden bayağı kuşkulanmışsın. Ama doğru duymuşsun. Mücadele için güç gereklidir. Para lazımdır İskoçyalı. Bunsuz para babası Siyonist ve Kabalacılarla baş edemezsin. Etkin çevrelerde birçok dostumun olmasının bir nedeni de onlara kıt bulunan ihtiyaçlarını temin etmektir. Gerçek yaşam budur.”

Scott takdirini belirtti. “Açık sözlülüğünüzü takdir ettim.” Alman Bektaşi kollarını göğsünde kenetledi, devam etmesini işaret etti. “Keşke bu konuşmayı daha önce yapsaydık.”

Geç oldu ama iyi oldu. Ben de bir anlamda günah çıkardım.”

Birahane sahibi gramofona başka bir plak koydu. Alman besteci Wagner’in “Parsifal” operasını dinlemeye başladılar.



***

Hint Hilafet Komitesi



Kasım 1920. Konstantinopolis (İstanbul).



Hint Hilafet Komitesi temsilcisi Mustafa Sagir aynaya tekrar baktı. Oksijenle hafifçe sarartılmış saçı, sakalı, bıyığı ve kaşları esmer tenine yakışıyordu. Fesini başına geçirdi. Otelden dışarıya çıktı. Güneşli bir gündü. Az sonra Gar Meydanı'ndaydı. Galata Köprüsü'ne yöneldi, insanların kaçamak bakışlarla kendisini süzmelerine aldırmadı.

Mısır Çarşısı’nın yanından geçerken Yüzbaşı Bennett ile alışverişe gittikleri Kapalıçarşı’yı hatırladı. Üzerinde bir tuğra sembolü ve “Grand Bazar” yazısı olan Beyazıt kapısı gözünün önündeydi. Yüzbaşı anlatıyordu. Çarşı 450 yaşındaydı. İmparatorluğun önemli ekonomik projelerindendi. Üç binden fazla dükkânı ve on dört hanı bulunuyordu. O zamanlar dünyanın en büyük ve en eski kapalı çarşılarındandı. İncik boncuk, halı, altın, gümüş, bakır eşyalar ve giyecekler satılıyordu. Öğle yemeğini sokak lokantasında yemişlerdi. Bennett konuğunun Türkçe yaptığı pazarlıktan çok şey öğrendiğini itiraf etmişti. Sagir ertesi gün Büyükelçilikten Sirkeci’deki otele taşınmıştı.

Mustafa Sagir Han Türkiye’ye Hint Müslümanlarının sevgi ve saygılarıyla milyonlarını getirmişti. Albay Nelson’un Sirkeci’deki paravan şirketi buluşma yeriydi. Sagir İngiliz büyükelçiliğiyle ilişkilerini kesmişti. Sirkeci’deki ilk otelden memnun kalmayınca, yakındaki daha rahat başka bir otele taşınmıştı.

Artık direnişi Ankara’dan yöneten liderlerin İstanbul’daki elemanları arasına katılmalıydı. Afganistan’daki başarısızlığını telafi etmeliydi. Acele etmeyecekti. Ama geç kalmaması da gerekiyordu. Kentin turistik haritasını incelemişti. On dokuz camiyi ve çevrelerindeki tekkelerle kıraathaneleri ziyaret listesine almıştı. Cuma günleri camilere, kalan günlerde diğerlerine gidiyordu.

Bu cuma sıra Eyüp camisindeydi. Namaza kadar çok zamanı vardı. Bu ikinci gelişiydi. Bahçedeki masalardan birine oturdu. Bu bahçeyi çok sevmişti. Müşterilerden bazıları uzaktan selam verdiler. Bahşişi bolca vermesi, müşterilere çay ve kahve ısmarlaması unutulmuyordu. Cezayirli Müslüman askerler de cuma namazına gelmişlerdi. Onlarla da Arapça sohbete çalıştı. Lisanları biraz farklıydı, ama idare etti. Türklerle Hintli aksanıyla Türkçe konuşması da dinleyenlere önce tuhaf geliyor, ama bir süre sonra hoşlanıyorlardı. Bunu kendisini dinleyen biri söylemişti. Farklı yerlerde her yaştan birçok insanla tanışıyordu. Müslüman Hintlinin Hac serüvenlerinden, ibadetlerinden, din bilgisinden, Türk sevgisinden ve cömertliği kulaktan kulağa yayılıyordu. Albay Nelson’un adamları da muhtemelen bazı katkılar sağlamıştı. Hint Müslümanlarının kaderleriyle direnişçi Türklerin kaderleri aynıydı: “İngiliz milleti ortadan kalkmadıkça İslam Dünyasına rahat bir nefes almak nasip değildir... Hint Müslümanları Türk milli mücadelesine hayranlık beslemektedir, yürekleri sizinkilerle beraber atmaktadır. Türklerin kahramanlıkları uzak illerde dillere destandır. İnşallah sizin başarınız ileride bizim başarımız olacaktır kardeşlerimiz… Yardım etmek boynumuzun borcudur. Bunun için buradayım. Allah’ın izniyle bunda başarılı olacağız. Hiç kuşku duymuyoruz.”

Yanına gelen çaycı düşüncelerini böldü. Az şekerli kahvesini getirmişti. Bir yudum aldı. Sokak çalgıcısı iki çingenenin klarnet ve darbuka eşliğinde söylediği şarkıları dinledi. Peşaver gözlerinin önüne geldi. Çingenelerin müziğiyle, sitar ve tabla ile söylenen memleket şarkıları kulaklarında birlikte yankılanmaya başladı. Buradaki Balkan ve Arap kokan nağmeler, zihnindeki Hint, Orta Asya ve Fars titreşimleriyle birleşti. Zayıf olanı darbukasını ters çevirerek para toplamaya başladı. Sagir bir kaymelik kâğıt parayı uzatırken delikanlının gözleri parladı.

Müzisyenler gittikten sonra Sagir kuş cıvıltıları arasında düşüncelere daldı. Sohbetlerde önemli bilgiler topluyordu. İttihatçı ve kuvayı milliyeci avı çok tepki çekmişti. İşgalcilerin düşündüklerinin tam tersi yaşanıyordu. Gizlice dağıtılan gazetelerde ve el ilanlarında direniş körükleniyordu. Geceleri, ücretsiz yük ve eşya taşınıyor, gizli derneklere katılım artıyordu. Yakalananların açıkça cezalandırılmaları işe yaramıyordu. Yiyecek kıtlığı, hastalıklar, kaçakçılık ve karaborsa direnişçilere yardım ediyordu. Bu arada fırsatları değerlendiren bazı Türkler de Sultanın hükümetine veya işgalcilere yardım ediyordu.

Sagir dört aydır direnişçilerle bağlantıya geçememişti. Sabretmek en iyi ilaçtı. Beklediği karşılaşma sonunda gerçekleşmişti. Geçen hafta buraya cuma namazı için gelmişti. Namazdan sonra Mahmut ile tanışmıştı. Yirmi iki yaşındaki genç Müslüman Hintlinin konuşmasından etkilenmişti. Filistin'de savaşmıştı, terhis olunca İstanbul'a gelmiş, burada iş bulmuştu. Milli mücadeleyi sonuna kadar destekleyecekti. Yardım konusunu tanıdıklarına iletecekti. Bu gün buluşmalarını söylemişti. Az sonra Mahmut geldi. Nargilesi ve çayı gelinceye kadar sohbete başladılar. “Geçen defa zamanım azdı ama şimdi rahatım ve söyleyeceklerinizi merakla bekliyorum,” dedi. Sagir sakalını sıvazladı ve defalarca tekrarladığı cümleleri sıraladı. “İngiliz yönetimindeki Mısır, Afganistan ve Hindistan’da isyanlar çıkıyor. Hindistan’da seksen milyon Müslüman yaşıyor. Halifemiz sayesinde kendilerini Türklerin bağlısı hisseder, asırlardır Türklere büyük saygı duyarlar. Türklerin işgalcilere karşı silaha sarılmaları yüreklerindeki sevgi ve saygıyı artırmıştır.”

Delikanlı nargilesinden birkaç nefesten sonra konuştu. “Efendi Hazretleri, ben okullarda fazla eğitim görmedim. Ama şunu biliyorum: Anadolu'daki milli hareketimizle Halife’nin ilgisi yoktur. O İngilizlerle ile birlik olmuştur.”

Sagir, Mahmut'u kolay lokma zannederek hata yapmıştı. Öksürerek boğazını temizledi: “Haklısınız, benimki dil alışkanlığı. Halkımızın çoğunluğu bu inceliği bilmez. Ama okumuş Müslüman Hintliler Halifenin değil, Türk milletinin mücadelesini alkışlamaktadır.” Bundan sonra konuşmalarına dikkat edecekti. Halife sözcüğü milliyetçiler için anlamsızdı. Onu işbirlikçi olarak aşağılıyorlardı. Halife yerine Sultan ifadesini kullanmalıydı. Devam etti. “Mustafa Kemal Paşa direnişçilerin büyük önderidir, milli kahramandır.”

Bize nasıl yardım edeceksiniz?”

Şimdilik para yardımı yapabileceğiz. Şu sıralarda sizin için bir kampanya başlatıldı. Birkaç ayda altı yedi milyon İngiliz altını toplandı. Önümüzdeki üç dört ayda bir o kadar daha toplanabilir. Bunun için Türk-Hint Derneği kuruldu. Burada da benzer bir dernek kurulursa yardım işi kolaylaşır.”

Mahmut sevindi, “Evet, çok yararlı olabilir, Efendim.”

Ancak üç aydır Türk milliyetçileriyle temasa geçemedim. Ankara’ya doğrudan gitmeyi düşündüm, ama yollar kapalıdır. İngilizler ve işgalciler kuş uçurtmuyorlar. Tek başına bu işe girişirsem yakalanırım.”

Doğrudur.”

Sizden ricam, beni Anadolu ile irtibatı olan yetkili bir Türk’le tanıştırmanızdır.”

Bunu düşüneceğim. Gelecek Cuma tekrar buluşalım.”

Yine buraya gelebilirim.”

Anlaştık Hocam. Aynı saatte buradayım.”

Yeleğinin cebinden çıkardığı köstekli saatine bakan Sagir “Namaz vakti gelmiş, bana izin verir misin?” diyerek ayağa kalktı. “Hesabı ben öderim, itiraz istemem,” diyerek kahvecinin yanına gitti. Sonra camiye yöneldi. Hintli gözden kaybolunca, arkadaki Hayrettin nargilesiyle geldi. Trakyalı bir köylü gibi görünüyordu. Eskimiş ceketini çarık, örme çorap, şalvar, kuşak, yemeni tamamlıyordu. Mahmut soruyu yapıştırdı. “Ne diyorsun? Konuşmalarımızı duyabildin mi?”

Büyük bölümünü duydum. Halife hakkındaki itirazından sonra, sesi çatallaştı. Sonra daha dikkatle dinledim. Kuşku uyandıran bir durum yok.” Masaya eğildi ve fısıltıyla devam etti. “Önümüzdeki cumaya kadar süre alman iyi oldu. Bu adam bir casus olabilir.”

O zaman kellelerimizi alırlar. Hüseyin Binbaşım olsaydı, daha iyi düşünürdü.”

Bizim hayatımızdan daha önemlisi, Mahmut, milli mücadele yara alır. Ancak adam milyonlardan söz ediyor. Bu paranın Ankara’ya ulaştırılması bir vatan görevidir. İhmal edersek mücadeleye büyük zarar verebiliriz.”

Yani iki ucu pis bir değneğimiz var.”

Hayrettin başını salladı. “Ama bir ucundan tutmak zorundayız. Hamza Grubu kuruldu. Ankara'dakiler ile anlaşma sağlandı. Başkanımız Yarbay Neşet ile ivedi görüşürüm.”

Birkaç gün sonra görüştüğü Başkan soru sormadı. Bildiği gibi yapmasını söyledi. Ertesi Cuma günü sözleştikleri gibi Sagir ile aynı yerde buluştular. Yirmi sekiz yaşındaki Hayrettin’le tanışınca kırk üç yaşındaki Hintli Müslüman kendini yaşlı hissetti. Şaşırdı, ama belli etmemeye çalıştı.

Çoluk çocukla çalışacağız!

Kendini kısaca tanıtan Hayrettin, önerisini kabul ettiklerini söyleyince Sagir çok sevindi: “Bu karar, sizin hamiyetli bir Türk vatandaşı olduğunuzu gösteriyor. Kutluyorum.”

Hayrettin istifini bozmadı, “Her Türk bu şekilde hareket ederdi.”

Öyle demeyin. Bizde de kendilerini İngilizlere satan vardır. Ama çoğunluk öyle değildir.”

Sagir’in etrafında pervane olan kahveci çırağı üçüne de kahvelerini getirdi. “Yemen’den yeni geldi efendim,” diye bahşişini hak ettiğini gösterdi.

Hayrettin sözü uzatmadan konuya girdi, “Şimdi ne yapabiliriz, Efendim?”

Otelimde rahat değilim. Polis devamlı kontrol ediyor. Bir eve taşınmak istiyorum. Kirası neyse veririm. Yardım ederseniz minnettar olurum. Ben yalnız başıma bunu beceremem.”

Hayrettin hemen Sagir’i rahatlattı: “Bir tanıdığımızın boş bir evi var. Sanırım sizin için kiralayabiliriz.”

Çok sevinirim. Ne taraftadır?”

Aksaray yakınlarındadır. Kirası 30 Lira kadar olacaktı.”

Evi görebilir miyiz?”

Ben sahibiyle konuşur, sizi ararım. Nerede kalıyorsunuz?”

Sagir Sirkeci'deki otelin adresini verdi. Hayrettin sorunca, Sagir tekrarladığı öyküleri özetledi. “Hint Hilafet Cemiyetinin Başkanının el yazısıyla tavsiye mektuplarını çıkardı. İngilizce ve Arapça ile düzenlenmişlerdi. İngiliz pasaportunu da gösterdi. Hayrettin hepsini inceledi. Bu konuda uzman sayılırdı. Sorun yoktu.

Birkaç gün sonra Sagir'in oteline not bırakılmıştı. Evin adresi de yazılıydı. Hemen gitti. İki katlı ahşap bir evdi. Evi kiraladı, ihtiyacı olan eşyaların satın alınması için ev sahibine 100 Lira verdi. Sagir milliyetçilerin ona hemen güvenmeyeceklerini ve onu izleyeceklerini biliyordu. Eve kısa sürede yerleşti. Yeni tanıştığı milliyetçiler de yardım ettiler.

O günler Şiilerin kutsal günü olan Aşure Günü’ydü. Muharrem ayının onuncu gününe denk gelirdi. Kimseye belli etmeden, on gün süreyle yas tuttu. Sıcakkanlı ve ağırbaşlı davranışları ve yardımseverliği ile Horhor semti insanlarının güvenini kazanıyordu. Sorgulayan bakışlar, kuşkulu gözler azalıyordu.

Ekim sonunda görevi Zabıtan Grubu aldı. Kurmay Yarbay Muğlalı Mustafa başkan oldu. Hayrettin ve arkadaşları başkana Mustafa Sagir hakkında bilgi verdiler. Onayını aldılar. Muğlalı da bir mektup yazarak Türk-Hint Derneğinin çalışmalarına başladığını Ankara’ya bildirdi ve talimat istedi. Birkaç hafta sonra, yeni katılımlarla Dernek güçlendi. Hazırladıkları tüzüğü Hindistan’a gönderecek ve onların yeniden yardım toplamalarını isteyeceklerdi.

Aynı akşam, Sagir çantadaki kemanıyla dışarı çıktı. Saz evlerinde çalışan bir çingene kılığındaydı. Aksaray’a yürüdü. Tramvayla Topkapı’ya gitti. Oradan Beyazıt’a giden başka bir tramvaya bindi. İzlenmediğinden emin olunca, Albay Nelson’un Sirkeci’deki bürosundaydı. Birbirlerine geçen üç ayda olan biteni aktardılar. Bundan sonra neler yapabileceklerini konuştular.











***

Ramiz’in şirketi



Scott zaman buldukça akşamüzerlerini otelin dışında geçirmekten hoşlanıyordu. Bazen İtalyan Büyükelçiliği müsteşarı Signor Grasso veya yabancı gazeteci arkadaşları ile Pera'daki otantik kahvelerde buluşuyordu. Alman Büyükelçiliği yakınlarındaki Kibele, Peradox veya Agustine kahveleri en iyileriydi. Akşam yemeklerini kaldığı Pera Palas Oteli'nde yiyordu. Bazen Tokatlıyan Otel, Cercle D’Orient, Turkuaz ve Eden lokantalarını deniyordu.

Eden'in sahibi Beyaz Rus güzeli Madam Eva güzel olduğu kadar zekiydi de. Otuzlu yaşların başındaydı. Rusya'daki komünist devrimden kaçanlar arasındaydı. Pahalı yemekler ve votka ısmarlayan Scott bahşişleri de esirgemeyince, Eva kendisiyle ilgilenmeye başlamıştı. Arada bir masasına gelip sohbet etmişlerdi. Eva'nın devrik çar yanlısı olan ailesinin çoğunu devrimde öldürmüşlerdi. Eva, ablası, eniştesi ve iki çocuklarıyla her şeylerini bırakarak ve bol bol rüşvet vererek canlarını kurtarabilmişlerdi. Önce hep birlikte Konstantinopolis'e (İstanbul'a) gelmişler, sonra eniştesi ablası ve ailesini Fransa'ya götürmüştü. İç savaş hala devam ettiğinden muhtemelen daha fazla Rus ülkeden kaçıp Konstantinopolis'e gelecekti. Rusların sevilen hatip ve yazarı Grigory Petrov da ilticacılar arasındaydı. Yeşilköy semtinde sefalet içinde yaşıyordu. Bazı Rus asilzadeleri garson, aşçı yardımcısı ve temizlik görevlisi olarak çalışıyordu. Bazılarının karılarının, kızlarının ve oğullarının fuhuşa saplandıkları söyleniyordu. Bolşeviklerden kaçıp canlarını kurtarmışlardı, ama çok zorlanıyorlardı.

Scott yılbaşında iki Avrupalı gazeteci ve Galata'da çalışan bir İngiliz banker arkadaşıyla Eden lokantasınaydı. O akşam çok sevdiği pancar ve sebzelerden oluşan borç çorbası istemedi. Deniz ürünleri ve mezelerden oluşan zakuski ile başladı. Pastırmalı kromeskies böreği ile devam etti. Ana yemek olarak mantarla hazırlanan stroganoff bifteği getirtti. İçecek olarak ta ardıç, zencefil ve karanfil aromalı votka ohotniçya istedi. Buraya ilk kez gelen arkadaşları da üç çeşit votka yanında Rus mutfağının diğer örneklerinden istediler.

Scott bir süre sonra Eva'yı fark etti. Daha önce görmediği birinin masasında sohbet ediyorlardı. O da bir Beyaz Rus olmalıydı. Tam karşısına denk gelen adamı ara sıra incelemeye başladı. Eva'yı kıskanmaya başladığını düşündü. Hafifçe gülümsedi. Oysa aralarında sohbet dışında herhangi bir yakınlaşma olmamıştı. Fotoğrafçılık meraklısı gözleri Eva'yla konuşan yabancıyı inceliyordu. Kırk yaşlarında görünüyordu. Mavi gözlüydü, alnı genişti, siyah saçları seyrekleşmeye başlamıştı, ince bıyıklı ve zayıftı. Onun sık sık başka tarafa baktığını fark eden banker arkadaşı merakla sol yanına döndü. İlerideki masada oturanları gördü. Anlamlı bir gülümsemeyle, “Güzel bir kadın görünce dayanamıyorsun, Scott. Şimdi neden bizimle daha az ilgilendiğini anladım,” dedi.

İskoç gazeteci saçlarını düzeltti, “Kadına değil, yanındaki adama bakıyordum. Sanki bir yerde gördüğümü düşünüyordum.” Diğer arkadaşları da o tarafa baktıklarında, banker sorularına devam etti. “Peki, tanıyabildin mi?” Olumsuz yanıt alınca, “Ben tanırım. Adı Ramiz Bey'dir. Konstantinopolis sosyetesi içerisinde yer almaya başladı. Merkezi Hindistan'da olan bir şirketin buradaki temsilcisidir,” dedi.

Scott tarihçi belleğini yokladı. Dedesi de konuyu bilirdi, bazen anılarını anlatırdı. Doğu Hindistan Şirketi ilk fabrikasını 1600'lerin başlarında açmıştı. Şirket zamanla politik ve askeri bir yapıya dönüşmüştü. İngiliz sömürgeciliğinin aracıydı. Çin'e kadar yayılmıştı. Görünüşte Babür Devleti için çalışıyordu ama güçlü ordusuyla Hindistan'ı kontrol ediyordu. 1857'de son Babür sultanı sürgün edilmiş, Hindistan'da İngiliz sömürge yönetimi başlamıştı. Dedesi o tarihlerde Hindistan'daydı. Daha sonra Doğu Hindistan Şirketi dağıtılmıştı.

Bankere döndü: “Hindistan ile Konstantinopolis'ten de ticaret yapıldığını bilmiyordum. Bu Ramiz Bey ile tanışmak isterdim. Yazılarımda ve hazırlayacağım kitapta bana yararı olabilir.” Arkadaşı bir randevu ayarlayabilirdi. Onunla finans konusunda işleri oluyordu.

Birkaç gün sonra Sirkeci'deydiler. East Textiles & Industries Şirketi Temsilciliği'nin Konstantinopolis bürosunu İngilizce ve Osmanlıca iri harflerle yazılmış pirinçten tabelası sayesinde kolayca buldular. İki katlı kâgir bina şirkete aitti. Holdeki masada oturan delikanlı konukları beklediğini söyledi. Telefonla müdürüne haber verdi ve onları merdivene yönlendirdi. Ramiz Bey'in odası üst kattaydı, merdiven başında bekliyordu. Müdürün odası da giriş gibi, ziyaretçileri etkilemek için özenle döşenmişti. Scott nezaket konuşmaları sırasında yan gözlerle odayı taradı. Tavan süslemeleri, kristal avize, duvarlar, perdeler, koltuklar, halılar, maun çalışma masası ve dolap, oymalı ahşap duvar saati, fayans kaplı soba zevkle seçilmişti. Banker arkadaşı İngiliz gazeteciyi ve amacını tekrarlayınca Ramiz Bey memnun olduğunu söyledi. Şirketini tanıtmaya başladı. Merkezleri Hindistan'da idi. Sermayesinin çoğu İngilizlere aitti. Hintli girişimcilerin payı yüzde kırk dokuzu geçemiyordu. Afyon, pamuk, ipek, tuz ve çay ticareti yapıyorlardı. İngilizler Osmanlı Devleti'ne borçlarını ödetmek için ‘kapitülasyonları’ yürürlüğe koymuştu. Hazinesi Duyunu Umumiye denetimindeydi. Ülkeden kaçan ittihatçıların bazı şirketleri tasfiye ediliyordu. Kendileri de pastadan paylarını alıyorlardı. Osmanlı pazarı giderek daha çekici olacaktı. Banker arkadaşı da Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu’nun vergi gelirlerini Ankara’da topladığını anlattı. Konstantinopolis'teki hükümet mali yönden zorlanıyordu. Şirket buna dikkat etmeliydi. Bolşevik Ruslardan milliyetçi Türklere gelen paralarla da ilgileniyordu. Ramiz Bey Ruslara ilave olarak Hint Müslümanlarının da milliyetçi Türklere para yardımları yaptıklarını duymuştu. Şirket siyasal konuların dışında kalarak maddi çıkarlarını artırmaya çalışıyordu. İşgal kuvvetleri ve Sultan'ın hükümetleri her türlü kolaylığı sağlıyordu. Sevr Anlaşması'ndan sonra kurulacak yeni devletlerde de şubeler açacaklardı. Bunun için ilave kaynak talepleri olacaktı. Siyasal ortamın sakinleşmesi ve asayişin sağlanması gecikebilirdi.

Scott sürekli not aldığından sadece dinliyordu. Burada araya girerek merak ettiği şeyi sordu. Ramiz Bey biraz düşündü ve yanıtladı. İngilizce, Rusça ve Türkçe biliyordu. Ama Türkçesi biraz aksanlıydı. Banker arkadaşı kendisini biraz tanıtmasında sakınca olup olmadığını sordu. Ramiz'in annesi Rus asıllıydı. Babası zengin bir Osmanlı paşasıydı. Genç yaşta ölmüştü. Lise ve üniversiteyi İngiltere'de okumuştu. Sonra da annesini kaybetmişti. Maddi sıkıntısı yoktu. Scott son bir soru sordu. “Avrupa ve dünya Orta Doğu’ya dönüyor. Petrol gündemdedir. Hindistan önemini yitiriyor gibi. Bunun için ne düşünüyorsunuz?”

Ramiz başını sallayarak “Güzel bir soru,” dedi ve biraz düşünerek yanıtladı “Şirkt petrol yatırımının maliyetini ve etkinliğini araştırıyor. Ama bence uzun vadeli olarak ve devlet garantisiyle girilebilir.” Banker arkadaşına baktı. O da başıyla aynı görüşte olduğunu belirtti.

Scott ayrılmadan önce fotoğraf için izin istedi. Ramiz sadece binanın fotoğrafının çekilmesini rica etti. Kişilerin fotoğrafı uygun görülmüyordu. O yüzden özür diledi. Teşekkür edip dışarı çıktılar. Hafif bir yağmur yağıyordu. Şemsiyelerini açıp Eminönü'ne doğru giden insanların aralarına karıştılar.









***

27 Ocak 1921 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Müttefiklere savaş açan Milliyetçi Türkler direniyor...

Milliyetçiler Eskişehir batısında Yunanlıları ve ayaklanan milis kuvvetlerini püskürttü. Bu ortamda dahi Ankara'daki mecliste anayasanın kabul edilmesi Mustafa Kemal'in kararlılığını gösteriyor.

Müttefikler Osmanlı sultanının hükümetinden Londra Barış Konferansı'na delege göndermesini istedi.







***

İngiliz Muhipleri



Ocak 1921. Konstantinopolis (İstanbul).



Vartan avukatlık bürosunun bulunduğu handan dışarı çıktı. Galata Kulesi ile Şişhane arasındaki yollar yer yer buz tutmuştu. Dikkatle yürüyerek Tarlabaşı’na yöneldi. Maddi durumları düzelmişti. Davalardaki gelirleri artmıştı. İngilizler maaşını artırmıştı. Teyzesinin itirazlarına rağmen Balat'taki evinden Cibali'deki kiralık evine taşınmıştı. Tek kolla yaşamaya alışıyordu. Artık kendi evi vardı. Hem iş yerine yakındı hem de teyzesinin evine. İki tarafa da yürüyebiliyordu. Asıl önemlisi güvenlikti. Kendisine yapılan ölümcül saldırı sonrası akrabalarını da tehlikeye atmaya hakkı yoktu.

Vartan, Tarlabaşı Mis sokağındaki birkaç kez geldiği binayı tanıyamadı. Kapıya İngiliz ve Osmanlı bayrakları konmuştu. Üç katlı bakımsız binanın görünümü tamamen değişmişti. Yenilenmişti. Girişteki tabela daha büyük ve parlak bir mermerle değiştirilmişti:

Association of The Friends of England in Turkey. İngiliz Muhipleri Derneği.”

Ama bir fark vardı. Bu kez önce İngilizce, sonra Osmanlıca yazılmıştı.

Dış kapının zilini çaldı. Elektrik de bağlanmıştı. Görevliye üye kimliğini göstererek binadan içeri girdi. Aynı parıltı içeride de vardı. Duvarlar, zemin, pencereler, perdeler ve döşemeler, tavandan sarkan avizeler, tablolar İngiltere'deki özel kulüpleri andırıyordu. Açık kapısından yüksek sesle konuşmaların ve kahkahaların taştığı toplantı salonuna yöneldi.

Yüzlerce yıl sorunlarını güçlü ülkelerin çıkar çatışmalarından faydalanarak çözmekte başarılı olan Osmanlı İmparatorluğu'nun sonu gelmişti.

Kral öldü. Yaşasın Kral!

Bu söz tarihin derinliklerinden geliyordu ve değişmemişti. İnsanoğlu gücü ele geçirenlere her zaman boyun eğiyordu. Boran ve Cihat arka sıralardaki yerlerini almışlardı. Onu görünce el salladılar. Sessizce el sıkıştılar. Ön sıralardaki insanları tanımaya çalıştılar. Derneğin kurucusu Sait Molla oradaydı. Kırk yaşlarında olmalıydı. Hukukçuydu. Devlet Şurası (Danıştay) üyeliği ve Adliye Nezareti (Bakanlığı) Müsteşarlığı yapmıştı. Sol yanındaki dernek başkanı İngiliz Rahip Frew ile sohbet ediyorlardı. Sağında Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın (Partisi'nin) eski İçişleri Bakanı Ali Kemal oturuyordu. Onun sağında diğer kurucu, Sevr Antlaşması’nın imzalanması ile Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idamına fetva veren, eski Şeyhülislam Mustafa Sabri idi! Rahibin solunda da tanımadığı bir İngiliz vardı. Cihat Vartan'a eğilerek bilgi verdi “Ali Kemal şu sıralarda Peyâmı Sabah gazetesinde başmakaleler yazarak, Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nı ve İngiliz Muhipleri Derneği'ni destekliyor. Rahip Frew, İngiliz Haber Alma Servisi'nin ve British Red Crescent'ın (Britanya Kızılhaç Derneği'nin) İstanbul'daki temsilcisidir.”

İkinci ve arkasındaki sıralarda tanımadıkları bazı İngilizler ve üst düzey Osmanlı memurları yerlerini almıştı. Vartan dinleyicileri kabaca saydı. Kırk kişi kadardılar. Az sonra kürsüye gelen orta yaşlı takım elbiseli ve kravatlı birini dinlemeye başladılar. Öncelikle kurucu ve yöneticilere tüm üyeler adına teşekkür etti. Çalışmaları özetledi. Sevr Barış Antlaşması imzalanalı sadece beş ay olmuştu. Ama Dernek on sekiz ay önce kurulmuştu. Yani anlaşmanın gerçekleşmesi için çok önceden çalışmaya başlamışlardı. Bu kurucuların ne kadar öngörülü olduklarını gösteriyordu. Üye sayısı Konstantinopolis (İstanbul) ve Anadolu'da her geçen gün artıyordu. Son rakam yirmi bine yaklaşmıştı. İnsanların güvenlerini kazandıkları için mutluydular. İngiltere ile Osmanlı'nın arasını bozmaya çalışan birçok gizli Türk milliyetçi örgütü çökertilmişti. Bunda Dernek üyelerinin önemli payları vardı. Derneğin eğitim işlerini yönetenler de ne kadar övülse azdı. Gece gündüz çalışıyorlardı. Bağışta bulunanlara da şükran borçluydular. Son Osmanlı hükümetine de destekleri için övücü sözler söyledi. Yarım saati bulan ve rakamlarla süslenen konuşmasını şu sözlerle noktaladı:

Efendim, son olarak şunu arz etmek istiyorum: İngiltere bizi dört kez düşman istilasından kurtarmıştır. İngilizler bizim eski dostlarımızdandır. Yanlış olarak biz İngilizleri düşman kabul ettik. Ama çok yanıldık. Bundan sonra yanılmayalım. İngiliz dostluğuna dört elle sarılalım. Kurtuluşumuz ancak İngilizlerle dost olmamızla mümkündür. Görmeyen, gezmeyen ve tarih okumayan arkadaşlarımızı uyaralım. Güvenilir yeni üyeler için gayretlerimizi sürdürelim. Teşekkür ederim.”

Salondakiler alkışladılar. Ön sıradaki büyükler konuşmacıyı yanlarına çağırarak kutladılar. Bir görevli herkesi girişin yanındaki sofaya hazırlanan ikram masasına davet etti. Çay, kahve, tuzlu ve tatlılardan oluşan yiyecekleri tabaklarına, içecekleri de fincanlarına alanlar gruplar halinde sohbete başladılar. Boran Kürt Teali Derneği üyesi iki arkadaşını da getirmişti. Onlarla tanıştırdı. Aralarına katılmak için aday listesine girmişlerdi.

Hüseyin'in üç ay önce hapishaneden firarını tartıştılar. Gizli Türk milliyetçi örgütler çökertilmişti ama yine de belli yerlerde güçlüydüler. Onları izlemeye devam edeceklerdi.

İngilizler askerlerin yönetimindeki büyükelçiliği iki ay önce deneyimli diplomatlara teslim etmişlerdi. Sir Horace Rumbold ve yardımcısı Neville Henderson konulara uyum sağlıyordu. Ama bu toplantıya gelmemişlerdi.







***

24 Şubat 1921 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Milliyetçi Türkler güçleniyor...

Milis güçlerinin Milliyetçi Ankara'ya karşı ayaklanması bastırıldı. Londra Barış Konferansı'nda Osmanlı Başbakanı söz hakkını Milliyetçi Ankara delegelerine bıraktı.









***



Çatalzeytin



Şubat 1921. Çatalzeytin.



Binbaşı Hüseyin Üsküplü horozların ötüşüyle yataktan fırladı. Hava aydınlanıyordu. Gerindi, dağa bakan pencereyi açtı. Hafiften kar yağıyordu Bir dakika kadar derin nefesler aldı. Bayağı soğuktu. Pencereyi kapattı. Yün pijamasını çıkarıp düzgün bir biçimde katladı. Yorganın altına yerleştirdi. Askeri okul günlerini hatırladı. Aldığı tek disiplin cezası yatağını düzgün yapmadığı içindi ve ona yetmişti. O hafta sonu izne çıkamamıştı. Subay olana kadar bundan başka ceza almamıştı. Yün yeleğini ve çoraplarını giydi, elbiselerini ve gocuğunu sırtına geçirdi, yün kaşkolünü boynuna doladı, kalpağını başına yerleştirdi. Merdivenleri sessizce indi. Girişteki çizmelerini giyerek dışarı çıktı. Tulumbadan çektiği suyu avucuna aldı, yüzüne üç dört kez çarptı. Mendiliyle yüzünü ve sakallarını kuruladı. Yün kaşkolünü sıkılaştırdı, yün eldivenlerini giydi. Altı ay önceki işkenceler sırasında sökülen iki elinin baş ve işaret parmaklarının tırnakları uzamaya başlamıştı. Her ay kontrole gittiği İnebolu’daki doktora göre bu iyi haberdi. Aynadaki öfkeli, ciddi, asık suratlı, kızgın yüz ifadesi de yumuşuyordu.

Değneğine tutunarak sabah yürüyüşüne başladığında evin altındaki ahırdan gelen sesleri duydu. Mahmut’un babaannesi her sabahki gibi ineklerden süt sağıyordu. Yanına gelen köpeğin başını okşadı. Birlikte beyaz örtünün altında dinlenen tarlalar arasından geçtiler.

Hapiste geçen beş ay, son bir kaç haftayı saymazsa, kâbus doluydu. Karakol Örgütü’nü toparlamaya çalışırlarken ihbar edilmiş ve Bekirağa Bölüğü'ndeki ünlü hapishaneye atılmıştı. Açlık, soğuk, karanlık, pis kokular, fareler arasında geçen günlerini sayamamıştı. İhbarcı belli değildi ama Vartan başlıca şüpheliydi. Haftalarca süren sorgulamalar ve işkenceler sonunda ciğerleri ve midesi iflas edince, İstanbul Merkez Komutanlığı'na nakledilmişti. Orada kendini biraz daha iyi hissetmişti. Örgütün içerideki adamlarının düzenlediği düzmece yangın sırasında kaçabilmişti. Kollarına giren Hayrettin ve Mahmut'un yardımlarıyla karanlık sokakları geçerek sahile vardıklarını hayal meyal hatırlıyordu. Soğuk, rüzgârlı ve nemli havada kendine gelebilmişti. Onları bekleyen köhne bir balıkçı kayığıyla denize açılmışlardı. Motor çalıştırılmamış, fener yakılmamıştı. Dalgalar arasında kürek çekerek güçlükle Kadıköy’e gelmişlerdi. Oradan da saman yüklü bir at arabasına gizlenerek Özbekler Tekkesi’ne ulaşmışlardı. Hayrettin İstanbul'a dönmüş, Mahmut yanında kalmıştı. Yusuf Amca'nın aracılığıyla Tekke’de birkaç gün dinlenmişti. Oradan yine saman yüklü bir at arabasında saklanan Mahmut ve Hüseyin, geceleyin Şile kıyılarına gelmişlerdi. Onları bekleyen bakımlı bir motorla İnebolu’ya gelmişlerdi. Ertesi gece küçük bir takayla Çatalzeytin’e geçmişlerdi. Sonraki gün atlarla Mahmut'un köyüne ulaşmışlardı. Hasret gideren ve binbaşısını annesine emanet eden Mahmut üç gün daha kalıp, geri dönmüştü. Yolda sık sık tekrarlamıştı: “O Vartan denen namussuzu geberteceğim komutanım. Merak etmeyin, yaptığı yanına kar kalmayacak.” İstanbul'a dönmeden önce, Hüseyin'i köyün ileri gelenleriyle tanıştırmayı ihmal etmemişti. Buradaki adı “Gazi Binbaşı” veya “Gazi Zabit” olmuştu. Bektaşi Yusuf’un kahve falı tutmuştu. “Zor günler, uzun yolculuklar ve gurbetlik görünüyor,” demişti. Kaşlarını çatarak ilave etmişti, “Kendini kötü hissedeceksin, ama işin başındasın. Ağır sorumluluklar alacaksın ve devam edeceksin.” Sonra da zoraki bir gülümsemeyle sırtını sıvazlamıştı.

Yanından katırıyla geçen yaşlı bir köylü omuzunu sıvazlayarak selam verdi. Su doldurduğu güğümlerle evine gidiyordu. Dağ yolundaki kaynaktan gelen su meydandaki çeşmeden sürekli akıyordu. Geceleri donmaması için böyle yapıyorlardı. Her zamanki yerine gelince durdu. Uzaktaki zirvesi karlı dağa, önündeki tepelere ve yamaçlara göz gezdirdi. Bazen bulutlar dağın zirvesini örterdi. Onunla sohbete başlamıştı. Bazen dağ suratını asar, geceleri köye sert fırtınalar gönderirdi. Ağaçları köklerinden sökecek kadar kızdığı zamanlar da olurdu. Tepelerinde konuk ettiği kartallar, şahinler de onun bekçileriydi. Orman yüksek tepelerde kalmış, aşağıları yosun tutmuş kayalara bırakmıştı. Bazen bir ata atlayıp o kayalara, ardındaki ormana ve oralara gizlenmiş mağaralarla pınarlara gitmeyi arzuluyordu. Ama sağlığı bunu yapmasına engeldi.

Derin nefesler aldı. Buralardaki sade yaşam gurbet doluydu, ama tertemiz havası bedenini ve ruhunu güçlendiriyordu. Deniz kıyısı varken, köye gelinen yollarda birçok akarsu varken, köyü, sahilden atla bir saatte gelinen bu dağ yamacında neden yerleştikleri belliydi. Köyün okumuşlarından emekli öğretmen Nuri Amca asıl öyküyü anlatmıştı.

Vakayı Hayriye’yi hatırlar mısın Gazi Binbaşım?”

Elbette Hocam. Yeniçerilerin 1826’da ortadan kaldırılmasıdır.”

Tamam. Kazan kaldıran yeniçerilerin kışlaları topa tutuldu. Topçu, humbaracı, lağımcı, kalyoncu askerleri ve silahlandırılan halk üzerlerine yürüdü. Yeniçeriler kaçmaya başladı. Yakalananlar öldürüldü veya idam edildi. 25 bin yeniçerinin katledildiği söylenir.”

Evet, Hocam, yeniçerilerin bağlı olduğu Bektaşilik de kaldırıldı. Bektaşi babaları asıldı veya sürgüne yollandı. Bektaşi tekkeleri yıkıldı.”

Ama tüm yeniçeriler öldürülemedi. Bazıları kurtuldu ve buralara geldi. Ulaşılması güç yerdeki bu köyü kurdular. Dağın su kaynağını da dikkate aldılar elbette.”

Ailelerine dokunmadılar sanırım.”

Bazılarını öldürdüler, bazıları da saklanmayı becerdi. Zaman içinde onlar da kocalarının yanına gittiler. Bizim köyü kuranların aileleri de buraya geldiler. Yakındaki köylerden kız alıp verdiler. Yüz yıllık öykümüz böyledir.”

Yokuş yukarı yürüyüş on beş dakika sürmüştü. Dönüş daha kolaydı. Eve geldiğinde odun sobası yanıyordu. Ailecek kuruldular sofraya. Mahmut'un babaannesi, annesi ile on ve on iki yaşlarındaki iki kız kardeşi Hüseyin'in buradaki küçük ailesi olmuştu. Kızarmış ekmek, sıcak süt, tereyağı, peynir ve baldan oluşan güzel bir kahvaltı yaptılar.

O gün eşek arabasıyla Çatalzeytin’den alışveriş ve postaları alma günüydü. Ordudan atıldığını geçen ay Hayrettin’in mektubundan öğrenmişti. Tutuklandığından beri maaşını da kesmişlerdi. Örgüt'ün bıraktığı para ile aileye destek olmaya çalışıyor, idare ediyordu. Şehre vardıktan sonra, çarşıdaki kahvehanede biraz soluklandı. İki gençle sohbet etti. Geçen sonbaharda Kars'a gitmişlerdi. Topal Osman Bey’in Ermeni seferine gönüllü olarak katılmışlardı. Onların öykülerini dinledi. Daha sonra irtibat elemanı olan nalbant Veysel’in deniz kıyısındaki dükkânına gitti. Çatalzeytin'den İstanbul'a giden güvenilir biri çıkarsa, Veysel mektupları Balat'taki yorgancıda çalışan Mahmut’a gönderiyordu. Hanımşah'tan mektup gelmişti. Cebine yerleştirdi. Sonra okuyacaktı. Veysel'den son haberleri sözlü olarak aldı. Hayrettin onun boşluğunu doldurmuştu. Onu hapisten kaçıran Hamza Örgütü, önce Zabıtan sonra da Mücahit Grubu olarak yeniden yapılandırılmıştı. Son haber en önemlisiydi. Hüseyin Mart ayı başında Ankara’da olacaktı. İstanbul’a dönmesini uygun görmemişlerdi. Hem sevindi, hem de üzüldü. Sevindi, çünkü yarım kalan mücadelesine devam edecekti. Üstelik Mustafa Kemal Paşa'nın çok yakınında olacaktı. Üzüldü, çünkü çok alıştığı bu insanlar ve dağ yamacındaki şirin köy geride kalacaktı.

Bunları düşünürken, Veysel'in nalları ve mıhları özenle ölçüp biçmesini ve duvardaki raflara çeşitlerine göre yerleştirmesini seyrediyordu. El aletlerini, zımparalarını, dolgu malzemelerini temizledikten sonra yerlerine koyduğuna da dikkat etti. Mesleğini ustasından öğrenmişti. Ama aletlerini bakımlı tutmasını da askerdeyken öğrenmişti. Binbaşı hem askerliğin ona kazandırdığı melekeleri unutmamasını, hem de işini özenle yapmasını takdir etti. Arabasını çeken eşeğin nallarını da birlikte elden geçirdiler.









Bölüm II. Ankara'nın zor yılları.





Öteki Ankara



17 Ocak 2019. Ankara.



Bilge Bey'in ilettiği “Yirmibirden Sonra” adlı romanı aralıklar vererek okuyorum. Hüseyin dayımın İstanbul Merkez Komutanlığı’ndan kaçarak Çatalzeytin'in bir köyünde aylarca saklandığını ilgiyle okudum. Bu öyküyü hiç duymamıştım. Onun Ankara'da görev yaptığı da anılarımda yoktu. Balat'taki Müneccim Yusuf Amca da bilinmiyordu. Ama Ramiz Bey rolündeki Albay Nelson ve Mustafa Sagir'in buraya kadarki öyküleri gerçekti.

17 Ocak 2019 gecesi elektronik posta kutumda ondan haber yoktu. Artık aynı zamanda haberleşemiyorduk. Önceden yazıp Bilge Bey'e göndermeyi denedim. “Gönderdiğiniz kitabı zaman buldukça okuyorum. İkinci Bölümdeyim, yani ‘Ankara'nın zor yılları’ bölümündeyim. Okuduklarımı araştırdığımdan hızlı gidemiyorum. Bazı kısımlar bize uyuyor. Türkiye Cumhuriyeti ve başkenti Ankara hakkında daha fazla ayrıntılı istiyorsunuz. Kısa biyografimi, İstanbul (Konstantinopolis) hakkındaki bilgi notunu, bazı fotoğraflar ve videolarla birlikte ilişikte ekledim. Saygılar ve selamlar...”

Bilge Bey'in önceki iletilerine iliştirdiği video ve fotoğraf dosyalarını sayısız programlar denememe ve virüs taraması yapmama rağmen açamadım. Bilgisayar Doktoru’na götürdüm. Her zamanki gibi sorunu çözdü. Üç boyutluydular ve yazılımları benim bildiklerimden çok farklıydı.

Dosyaları izledim. Ankara'nın fotoğraflarıydı. Birincide kırmızı renkli, ortasında beyaz, sekiz köşeli Selçuklu yıldızı olan bir bayrak vardı. Altında “Orta Anadolu Cumhuriyeti, OAC- Republic of Middle Anatolia, RMA,” yazılıydı. Resmi dili Türkçe ve İngilizce idi. Nüfusu 34 milyondu. % 75'i Türk, kalanı Rum, Ermeni, Rus, Ukrayna ve Gürcü kökenli Hristiyanlardı. Yüz bin kadar da Yahudi vardı.

Burası Ankara idi ama adı Ancyra olmuştu ve devlet “Türkiye Cumhuriyeti” değildi!

Diğer resimde Ulus'taki ilk meclis binası görünüyordu. Ama çevresi farklıydı. Kenardaki kamera simgesine tıkladım. Video çalıştı. Üzerinde OAC bayrağı dalgalanan Ancyra Kalesi görüntüye geldi. Çevresi bomboştu. Yeşil çimler ve çeşitli ağaçlardan oluşan bir parkın içindeydi. Kamerayı yaklaştırdım. Çocuklar için oyun alanları ve kafeler görülüyordu. Bunlar gerçek insanlardı. Bilgisayarda yaratılan üç boyutlu görüntüler değildi. Çimlere basılmamasını ikaz eden levhaları videoyu durdurarak okuyabildim. İngilizce ve Türkçe yazılmışlardı. Ama Arap harfleri kullanılmıştı. Devam ettim. İç Kale'deki Ankara’nın ilk camisi olan Sultan Alaattin Camisi'ni tanıdım. Kamera Samanpazarı'na döndü. Adını bilmediğim camileri gösterdi. Park ve bahçelerin arasına alınmışlardı. Musevi mahallesindeki sinagog ta onlara ayak uydurmuştu. Ulus çarşısının yerinde bir kilise yükseliyordu. Kamera Augustus Tapınağı ile bitişiğindeki Hacı Bayram Camisi ve Türbesi'ne geldi. Devam etti. Julian sütunu, Taşhan ve Roma Hamamı da olağanüstüydüler.

Merakım ve ilgim artıyordu.

İkinciye geçtim. Mamak'taki Hüseyin Gazi Tepesi'ni gösteriyordu. Videosunu açtım. Orası da büyük bir park ve mesire yeriydi. Garnizon Komutanlığı'nın bölgesi tamamen farklıydı. Girişte ilk çağ mimarisine göre yapılmış bir müze vardı. Önündeki büyük levhaya odaklandım: İki dilde 'Corbeas Müzesi' yazıyordu. Levhanın sol yanında miğferli, bol pantolonlu, uzun ceketli, çivili ayakkabılı, çizgili kalkanı, büyük kılıcı, baltası, bıyıkları ağızını örten, boynunda muskası olan bir savaşçı resmi vardı. Arap harflerinde zorlanıyordum. İngilizce yazıları okudum:

Bazı Kelt (Galat) kabileleri, kâhinlerinin uyarısıyla doğuya göç etti. MÖ. 260 yılında Ancyra’ya (Ankara'ya) vardılar. Burada yerleştiler. Bin yıl süreyle Roma ve Bizans İmparatorluğu içinde yaşadılar. Hristiyanlığı kabul ettiler. Bizans'ın saldırısı sonucu, Galatlar Ancyra'yı terk etti ve liderleri Corbeas başkanlığında Malatya'ya çekildiler. Sonra Abbasi emiri Hüseyin Gazi’nin yardımıyla, Corbeas Bizans ordusuyla savaştı. 863’de bu tepede çarpışırken öldü. Buraya onun adı verildi.’

İlk çağ tarihine meraklı olduğum halde bu konuyu bilmiyordum. Google’a sordum. Galatlar hakkında yüzlerce makale vardı. En çok tıklananlardan dört beş adedine baktım. Yazılanları doğruluyorlardı. Bazısı daha geniş biçimde anlatıyordu.

Üçüncü fotoğrafı tıkladım. Videosunu çalıştırdım. Anıtkabir'in yerinde büyük bir kilise ve yanında da büyük bir cami vardı. Levhalarını okudum: Rasattepe Protestan Kilisesi ve Rasattepe Camisi. İki yapının da mimarileri etkileyiciydi. Taş, tuğla, kiremit, vitray pencereler, güneşte parıldayan bakır kaplama kubbeler, minareler, kuleler... Çevrelerindeki birkaç tümülüs de dikkat çekiyordu. Friglerin büyükleri için yaptıkları mezarlardı.

Devam ettim. Tren garını hemen tanıdım. Daha farklı bir yapıdaydı. Gençlik Parkı, Sıhhiye ve Kızılay Meydanları, geniş bulvar ve caddeler en fazla dört katlı taş, tuğla, ahşap ve kiremit karışımı binalarla çevrilmişlerdi. Görgüsüz, açgözlü ve sanattan haberi olmayan müteahhitlerin çirkin betonarme yapıları yoktu. İmrendim. Kocatepe Camisi'nin yerinde Londra'daki Buckingham Sarayı ile İstanbul'daki Topkapı Sarayı karışımı binalar grubu görünüyordu. Levhalarına odaklandım. İlk bina yirmi beş yıl kadar devleti yöneten İngiliz genel valisinin konutu ve karargâhıydı. Şimdi cumhurbaşkanı konutu ve karargâhı olmuştu. Diğeri ise meclis binasıydı.

İzleyen videolar Ankara'nın merkezinden dört yönde uzaklaştı. Uydu kentler denebilecek yüksek ve çağdaş yapılanmalar, siteler, tramvay yolları güzel bir kentleşmeyi gösteriyordu.

Bunlar video hileleri değildi. Sevgili arkadaşım Hasan Algan ile paylaşmaya karar verdim. Biraz burnu havadadır. Önce benimle dalga geçecektir. Ama tarihe meraklı olduğundan ilgilenecektir. Onun eleştirel bakışına ihtiyacım var.









***

31 Mart 1921 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Osmanlı sultanına ve müttefiklere isyan eden Türk milliyetçilerinin başarıları devam ediyor...

İki hafta önce, Türk milliyetçileri Sovyetler Birliği ile Moskova Anlaşması'nı imzaladı. Batum'a karşılık, Rusların Türkiye'ye altın ve silah göndermesi bekleniyor. İlk kez batılı bir devletle antlaşma imzalanması uluslararası siyasi çevrelerde Müttefiklere vurulan güçlü bir darbe olarak nitelendiriliyor.

Türk milliyetçileri Yunan ordusunun bir hafta önce Eskişehir batısında başlattığı saldırıyı iki ay önce olduğu gibi yine püskürttü. Bu iki hafta içinde Müttefiklere vurulan ikinci darbe oldu.









***

Atina’dan Ankara’ya



Şubat 1921. Atina



Mustafa Sagir sonunda gökyüzünü gördü. Kamaşan gözlerini kelepçeli elleriyle kapattı. Geminin farelerle dolu, karanlık ve pis kokulu hangarının kapağı sinir bozucu gıcırtılarla açılmıştı. İçeride nefes alması bile çok güç olan kaç berbat gün geçmişti, hesaplayamadı. On mu, on iki mi? Sadece su ve bayat ekmek vermişlerdi. İhtiyaçlarını dip köşedeki tenekelere yaparak gidermişlerdi. Kendini çok güçsüz ve bitkin hissediyordu. Asık suratlı ve düşmanca bakan silahlı muhafızlar bütün tutsakları sırayla güverteye çıkardılar. Üstleri başları perişan durumdaki talihsiz tutsaklar açık havayla buluştuklarında sevinmek üzereyken, soğuk bir rüzgârla birlikte yağan yağmur onları acele etmemeleri için uyardı.

Hint asıllı İngiliz ajan yanaştıkları limanı ilk kez görüyordu. Açıkta ve rıhtımda savaş gemileri ve ticari gemiler vardı. İrili ufaklı binaların duvarlarında büyük Grek harflerle yazılanları okumaya çalıştı. Beceremedi. Diğerlerine baktı. Bulgar kaptan dâhil herkes şaşkındı. Ama Türklerden biri buraya daha önce de gelmişti. Pire limanındaydılar. İte kaka gemiden indirildiler. Hepsinin saçları, sakalları birbirine karışmıştı. Üstleri başları berbat görünüyordu. Sagir'in redingot ceketi birçok yerinden sökülmüş, biraz da yırtılmıştı. Akşam oluyordu. Az sonra gelen iki askeri kamyona liste ile teslim edilerek bindirildiler. Burayı hatırlayan zayıf adam hırıltılı sesiyle anlatıyordu. Pire, Atina’nın limanıydı. Bu yol Atina'ya gidiyordu. Yüksek duvarlarla çevrili Atina Askeri Cezaevi'ne geldiklerinde hava kararmıştı. Araçtan indirilip sıraya sokuldular. Ana kapıdan içeri alındılar. Karışık yollardan, dar koridorlardan, karanlık merdivenlerden geçtiler. Hintli içinde tahta bir yatak ve bir oturak bulunan soğuk, karanlık ve küçük bir hücreye sokuldu, ağır kapı dışarıdan kilitlendi. Çok yukarıdaki pencere ışık ve hava kaynağıydı. Kabil hapishanesindeki kötü günleri geri gelmişti…

Günler sonra sorgulama başladı. Casuslukla suçlanıyordu. Cezası ağırdı. Sagir'in İngiliz vatandaşlığı işe yaramıyordu. Düzenbazları bilirlerdi. Sonra çırılçıplak soyulmuş, soğuk suyla ve küçücük sabunla iki dakikada yıkanmıştı. Sagir’in Türkler gibi sünnetli oluşu kuşkuları artırmıştı. Mahkemeye çıkarılana kadar haftalar geçmişti. Harp esiri kabul edilmişti. İtirazları boşunaydı. Osmanlılarla esirlerin iadesi anlaşması imzalanana kadar buradaydılar. Ama paralarının bir kısmı ve saati yanındaydı. Bu da fena sayılmazdı.

Geçen yaz İstanbul'a gelmişti. Haftalarca İstanbul’un büyük camilerini ve çevrelerindeki kahvehaneleri, tekkeleri ziyaret etmiş, sonunda direnişçi Türklerle buluşabilmişti. Hint Hilafet Komitesi temsilcisine güvenmişlerdi. Ankara’ya göndermeye razı olmuşlardı. Albay Nelson, yani Rasim Bey'le direnişçilerin güvenini artırmak için neler yapabileceklerini konuşmuşlardı. Planladıkları gibi, İngilizler evini basmışlardı. Kuvayı milliye destekçisi olduğu için ihbar edilmişti. Bazı belgeleri ve kendisini götürmüşlerdi. Hayrettin başlarına daha büyük işler açılabileceğinden korkmuştu. Birkaç gün sonra serbest bırakılan Sagir'in acele Ankara’ya gitmesi uygun görülmüştü. Karadan gitmek tehlikeliydi. Rum ve Ermeni çeteler cirit atıyorlardı. Deniz yolu daha güvenliydi. Bulgaristan’a geçiliyor, oradan İnebolu’ya gidiliyordu. Ama bu da riskliydi. Karadeniz’de işgal güçlerinin harp gemileri ve karakol gemileri vardı. İngilizler bazı Türk gemilerini de kullanıyorlardı. Biri Trabzon'da, diğeri Sinop'ta konuşluydu. Anadolu'ya askeri malzeme ve yolcu taşıyan gemileri bu şekilde kontrol ediyorlardı. Sagir’e hâlâ güvenmedikleri belliydi. Türk milliyetçileri kara yolu ile kaçırdıkları yöntemi açığa vurmak istemiyorlardı. Deneyimli ajan farkındaydı. Bulgaristan’da Mehmet Bey’i bulacaktı. Adresini ve ona yazdıkları mektubu ceketinin astarına saklamıştı. İnebolu’ya gidişine yardım edecekti. Hareket günü İngiliz polisleri, kasten zorluk çıkarmışlardı. Güya pasaporttaki sayfalarla oynanmıştı. Sagir protestolarını sürdürmüştü. Sorun trenin hareketine birkaç dakika kala çözülebilmişti. İzlendiğini bilen Sagir güçlükle trene bindiğini direnişçilerce gösterebildiğinden emindi. İnandırıcı olmuştu. Tren İstanbul dışına çıktığı sıralarda Sagir uyumuştu. İngiliz pasaportuyla sınır geçişi sorunsuz olmuştu. Sabah Sofya’daydı. Otelde dinlenip, akşam treniyle Plovdiv'e (Filibe’ye) geçmiş, gece bir otelde kalmıştı. Sonraki gün Burgaz’daydı. Ama verilen adreste Mehmet Bey’i bulamamıştı. Sofya’dan ertesi gün dönecekti. Bunu fırsat bilip, çevreyi gezmişti. Sonra Mehmet Bey’i bulmuştu. İki gün sonra İnebolu’ya gidecek büyük bir tekne vardı. Sagir, İnebolu’da Türk makamlarına bağışlayacağını söyleyerek, motoru kiralamak yerine satın almıştı. Kaptan ve tayfaları Burgaz’a gelen teknelerden biriyle geri döneceklerdi. Birkaç Türkü de alarak Aralık başında hareket etmişlerdi. Yolculuk üç gün sürecekti. Yeterli yiyecek almışlardı. Bazı limanlarda yakıt ikmali yapacaklardı. İyi kötü Türkçe bilen kaptan yolu ezberlemişti. Tekne kıyıdan fazla açılmadan yol alıyordu. Sabaha karşı lanet bir Yunan gemisi tekneyi durdurana kadar… Hepsini tutuklamış ve tekneyi batırmışlardı. İngiliz pasaportu önemsizdi. Sahte pasaportlu çok kimseyi yakalamışlardı. Günler geçiyor, elleri kelepçeli olarak ambara getirilenler artıyordu. Sayıları otuzu bulmuştu.

Sagir kışı Atina’daki cezaevinde geçirmişti. Birkaç kez yakalandığı soğuk algınlığı dışında sağlık sorunu yaşamadığı için şanslıydı. Kabil hapishanesinde geçirdiği aylardan sonra bazı olumsuzluklara karşı bağışıklık kazandığını düşünüyordu. Sonunda, tüm parasını rüşvet vererek, Atina’daki İngiltere büyükelçiliğine bir mektup yazabildi. Durumunu anlattı. Bu hamle işe yaramıştı. Sagir, İngiliz Büyükelçiliğinin araya girmesiyle, Şubat başında serbest bırakıldı.

Bir hafta dinlendikten sonra, vapurla İstanbul’a döndü. Hemen evine gitti. Hayrettin'le buluştular. Burgaz'daki adamları Mehmet motorla yola çıktığını İstanbul'a bildirmişti. Uzun zaman geçmesine rağmen, İnebolu’dan haber alamayınca öldürüldüğünü dahi düşünmüşlerdi. Kış aylarında onu bu tehlikeli yolculuğa gönderdikleri için kendilerini sorumlu hissediyorlardı. Hintli başından geçenleri ayrıntılarla anlattı. Zayıflamış ve sağlığı bozulmuştu. Kendini toparlayabilmesi için zamana ihtiyacı vardı. Dinlendikten sonra, Hayrettin'in vereceği bir yardımcıyla tekrar Ankara yollarına düşecekti.

Hayrettin ve arkadaşlarının güvenini kazanmıştı…

İngiliz ajanı birkaç gün sonra Albay Nelson’un bürosundaydı. Eski dostu merakla onu bekliyordu. Çok merak etmişlerdi. Ankara'daki adamları her hafta rapor vermişti. Sagir gelmemişti. Bulgaristan'dakileri harekete geçirmiş, aratmadıkları yer kalmamıştı. Başına kötü bir şey geldiğini düşünmeye başlamışlardı. Londra'ya da bildirmişlerdi. Ümidi kesmişken, Atina Büyükelçiliği'nin mesajını alınca çok sevinmişlerdi.

Son durumu gözden geçirdiler. Sagir mektuplarını İleri gazetesindeki Cavit aracılığıyla Ramiz’e gönderecekti. Görünür mürekkeple Ankara’dakileri övücü sözlere yer verecek, satır aralarına görünmez mürekkeple asıl mesajı yazacaktı. Geri dönüşler aynı şekilde olacaktı. Acil durumlarda şifreli telgrafa başvurulacaktı. Ankara’daki ajanlarla ve daha sonra yollanacak ajanlarla teması seyrek olacaktı. Black Jumbo elemanları onu izleyecek ve kollayacaktı. Hiçbir şekilde telefon kullanılmayacaktı. Nelson Osmanlı Bankası hesabına yirmi bin Osmanlı kâğıt lirası yatıracaktı. Hindistan'dan gelmiş gibi görünecekti. Ankara'daki şubeden parayı çekebilirdi. Yanına bin Osmanlı kâğıt lirası aldı. Sagir tüm ajanlara verilen muskayı aldı ve boynuna astı. İçinde sakız haline getirilmiş zehir vardı Yakalanırsa, kesinlikle uzun işkencelerden geçecek ve sonunda idam edilecekti. Bunu bir kaç hafta öne almanın sakıncası yoktu. Tereddüt etmeyecekti.

Bir hafta sonra Bahricedit vapuru Trabzon’a hareket etti. Hayrettin Hint Hilafet Komitesi temsilcisine yardımcı olarak Deniz Üsteğmeni Mehmet Ali’yi görevlendirmişti. Orta boylu ve tıknaz genç yirmi beş yaşındaydı. Ürgüplü bir paşanın oğluydu. Saygılı ve meraklıydı. Ayrıntıları cebindeki not defterine kaydediyordu.

Sagir vapurda Yarbay Kemalettin Sami ile tanıştı. Anadolu’da milli mücadeleye katılmış, ailevi nedenlerle İstanbul’a izinli gitmişti. Ankara’ya dönüyordu. Sagir Hint Müslümanlarının milli mücadeleye yardım için kendisini gönderdiklerini söylemiş ve Yarbay’ı etkilemişti.

İnebolu’ya iki günde ulaştılar. Vapur açıkta demirledi. Eşyalarıyla bir tekneye indiler. On beş dakika sonra rıhtımdaydılar. Bazı meraklılar sakallı esmer yabancıya ilgiyle bakıyorlardı. İçlerinden biri yaklaştı ve Kaymakam Bey'in kahve içmeye beklediğini söyledi. Eşyaları için at arabası yollamıştı. Kısa bir yürüyüşten sonra, kapısında Türk bayrağı asılan kaymakamlık binasına geldiler.

Genç kaymakam onları bekliyordu. Ankara'dan telgrafla bildirmişlerdi. Yollar emniyetli sayılırdı. Ama bazen yol kesen Rum çetelerle veya asker kaçaklarıyla karşılaşılabiliyordu. Silahlar hazır tutulmalıydı. Gece yolculuğunu önermiyordu.

Kahve ve çay servisinden sonra, Sagir görevini kısaca açıkladı. Yarbay gülümseyerek Hintliyi onaylıyordu.

Kaymakam da İnebolu hakkında bilgi verdi. Önemli bir konumdaydı. Kurtuluş savaşına fiilen katılmak için Ankara'ya gidenlerin çoğu İnebolu’ya geliyordu. İstanbul ve Rusya’dan gelen malzemenin Anadolu'ya giriş noktası burasıydı. İngilizler ve Yunanlılar donanmalarıyla iskeleyi denetlemeye başlamışlardı. Sagir konuya yabancı olmadığını söyledi, kısaca Bulgaristan ve Atina macerasını anlatınca onu ilgiyle dinlediler.

Tarhana çorbası, pide ve Haluşka mantısından oluşan yemekten sonra yiyecek ve su alarak hareket ettiler. Üç kişilik kafilelerine iki jandarma eri eşlik ediyordu. En iyi atları vermişlerdi. İnebolu-Kastamonu arasındaki dağları ve yaylaları üç günde geçtiler. Geceleri uygun köylerde mola verdiler.

Kastamonu'da ziyaret ettikleri vali kasabalardan birinde gayrimüslimlerle Müslümanlar arasında çıkan silahlı çatışmayı anlattı. Çankırı’ya kadar çetelere dikkat etmelerini söyledi. Jandarmaları ve atları değiştirdiler. Yiyecek ve su ikmali yaparak hareket ettiler. Harika manzarayla uyuşmayan bozuk yollardan geçtiler. Ilgaz dağını dört günde aştılar. Genellikle yağış altında, gündüzleri yol aldılar. Çubuk yoluyla beş gün sonra Ankara'ya vardılar.









***

Orta Vade.





Mart 1921. Konstantinopolis (İstanbul).



İngiliz bahriyesine ait tekne Boğaz'ın Karadeniz'e ulaştığı yerdeki iskeleye yanaştı. Yüzbaşı Bennett küçük ve şirin sahil köyüne göz gezdirdi. Anadolu Kavağı insanları geçimlerini denizden sağladıklarından kıyıda yerleşmişlerdi. Kıyıdan sırtlara kadar her yerde görülen çok uzun kavak ağaçları buraya adını vermişti. Güneşli Mart sabahı manzarayı daha çekici yapmıştı. Canı sahilde biraz yürümek istedi ama iskelede onu bekleyenler vardı. Muhafızla birlikte faytona bindi. Toprak patikalardan ilerlediler. Sahil görünmüyordu.

Albay David Nelson onu deniz kıyısından görülmeyen, tepenin arkasındaki çiftliğe çağırmıştı. Orta vadeli planı görüşeceklerdi. Bennett de kendi taslağını getirmişti. İki yıldır çalıştığı Beyoğlu’ndaki Kroker Oteli'ndeki yuvası açığa çıkmıştı. Milliyetçi Türkler kendisini izliyorlardı. Birkaç hafta önce, gece yarısında Maslak civarında aracına ateş açılmıştı. Yaralanmıştı, ama deneyimli şoförün sayesinde kaçabilmişlerdi. Bennett Fransız Hastanesinde ameliyata alınmıştı. Şimdi aksayan bir bacağı vardı. Bu tehdit Nelson için de geçerliydi. Çalışmalarının önemli bir kısmını gözlerden uzak Anadolu Kavağı çiftliğine kaydırmışlardı. Uzun bir yolculuğu göze alıyorlardı. Ama her şeyden önce emniyet gelirdi.

Nelson çiftlikte değildi. Acil bir işi çıkmıştı. Akşama doğru döneceğini, yüzbaşının beklemesini söylemişti. Arzu ederse bölgeyi gezdirmek için hazırlıklıydılar. Bennett kabul etti. Sahilde yapmak istediği yürüyüş yerine bu gezi iyi olurdu. Önce Yuşa Tepesi'ne gittiler. Manzara muhteşemdi. Oradan Yoros Kalesi'ne geçtiler. Muhafız ve rehberi anlatıyordu. Burası Bizans döneminde imparatorluk zayıflayınca Cenovalıların eline geçmiş ve uzun süre onların elinde kalmıştı. Karadeniz ve Boğaz gözetlenebiliyor ve toplarla ateş altına alınabiliyordu. Karşı kıyıdaki İmros Kalesiyle birlikte hayati bir güç kazanılıyordu. Karadeniz tarafı ve Anadolu Feneri manzarası da harikaydı. Gelecek sefere yanında fotoğraf makinası bulunduracaktı. Piknik sepetindeki yiyecekleri ve kırmızı şarabı iştahla bitirdiler.

Çiftliğe döndüklerinde, Nelson'un az önce geldiğini söylediler. Yüzbaşıyı odasında bekliyordu. Osmanlı Bankası'na gitmişti. Ankara'da çalışmaya başlayan Mustafa Sagir adına 400 bin altın lirayı Kuvayı Milliye hesabına telgrafla transfer ettirmişti. Birinci yardım ödemesiydi. Milliyetçi Türklere Hint Hilafet Komitesi temsilcisi Sagir'in güvenilir biri olduğunu göstermeleri gerekiyordu. Para Hindistan üzerinden Konstantinopolis’e ulaşmıştı.

Çalışmaya başladılar. Dosyanın üzerinde “Yeni Orta Doğu Orta Vadeli Planı.” yazıyordu. “Çok Gizli” damgalıydı. Plan uygulanan sistemin genişletilmesine dayanıyordu. İstihbaratçılar saklanan direnişçileri bulunca, suikastçılara devrediyor, onlar işi bitiriyordu. Bazen Ermenilerin Taşnak Örgütü görevlendiriliyordu. Çıkış noktası Sevr Anlaşması’ydı. Yeni devletlerde, halifelik, bakanlıklar, büyük gazeteler, haber ajansları, askeri karargâhlar, gizli örgütler sızılacak merkezler arasındaydı. Özel olarak eğitilecek personelin nitelikleri, eğitim programları ve eğitim merkezleri ayrı bir bölümdeydi. Bu çalışmalara destek verecek dernekler yaygınlaştırılacaktı. Albay Nelson'a bağlı, Gizli İstihbarat Servisi (Secret Intelligence Service-SIS) elemanlarından oluşan bir denetleme şubesi kurulacaktı. Son bölümde ihtiyaçlar belirtilmişti. Personel, malzeme, silah, mühimmat, bina, arazi ve en önemlisi de, para idi. Yıllara bölünmüş olarak ülkelere göre ayrı çizelgelerde gösterilmişti. Kaynak ihtiyacını abartmamaya dikkat etmişlerdi.

Nelson bu planı sadece büyükelçiye ana hatlarıyla sunacak, onayını alıp SIS'e özel bir kurye ile gönderecekti.









***

Mim Mim



Mart 1921. Ankara.



Binbaşı Hüseyin Ankara’ya gitme emrini aldığında çok sevinememişti. Köydeki küçük ailesini terk edecekti. Aylardır Mahmut'un babaannesi, annesi ve iki kız kardeşi ile yaşamıştı. Aradan üç ay değil de yıllar geçmiş gibiydi. Bu güzel insanlara şükran borçluydu. Haberi aktarınca çok üzülmüşlerdi. Yuvaları yine erkeksiz kalacaktı. Sonraki gün köydeki tanıdık herkesle vedalaştı. Gazi Binbaşı göreve çağrılmıştı. Vatan görevi her şeyden üstündü. Ama kısa zaman sonra yeniden birlikte olacaklardı.

Hüseyin 5 Mart sabahı yola çıktı. Çenesinde uzamış sakalları, başında fes, üzerinde gocuk, uzun kollu yelek, çizgili gömlek, belinde kuşak, siyah pantolon ve çarıklarıyla bölge insanlarından farksızdı. Çatalzeytin’e hareket ederken neredeyse tüm köy uğurlamaya geldi. Ekmek, peynir, pastırma, haşlanmış yumurta, kuru soğan, elma, pestil, turşu, testi ayranı gibi yiyeceklerle arabayı doldurmuşlardı. İki hafta yollarda olacaktı. Aç susuz kalıp tekrar hasta olmamalıydı. Babaanne üzerindekilere yedek olarak, yün fanila, yün çorap ve yün hırkasını hızla örüp bitirmişti.

Hüseyin öğleden sonra Çatalzeytin’de bir takaya bindi. Akşamüzeri İnebolu'daydı. Anadolu'nun Karadeniz'deki giriş kapısını sadece kuvayı milliyeciler kullanmıyordu. İngiliz ajanlarına dikkat edecekti. İlk gelişini hatırladı. Hapisten kaçırıldıktan sonra motorla buraya gelmişlerdi. Ertesi sabah Çatalzeytin'e geçmişlerdi.

Bahçeler arasındaki aşı boyalı ahşap evler, taşlarla örtülü çatıları çok hoştu. Valizini bir eline, torbasını sırtına alarak kasabaya yürüdü. Kendisini bekleyen Mücahit Grubu elemanı Mesut Amca'yı buldu. Yaşlı terzinin arkadaki küçük odasına geçtiler.

Çaylarını içerken, Mesut anlatıyordu. Ankara’dan gönderilen kurye çantası kaybolunca Mücahit Grubu yeniden yapılandırılmıştı. Şubat ortalarında Müsellah Müdafayı Milliye Grubu faaliyete başlamıştı. Kısaca Mim Mim Grubu deniyordu. Simgesi MM olmuştu. Çeşitli nedenlerle gerçekleşmeyen birleşme başarılmıştı. Artık aklına esen çevresinde örgüt kuramayacaktı. Bütün kuvayı milliye direnişçileri Ankara’dan Emekli Süvari Yarbayı Hüsamettin tarafından yönetilecekti. Başına buyruk hareket edenler ağzının payını alacaktı. Terzi'nin bir de müjdesi vardı. Hayrettin iki gün önce buraya gelmişti.

Hava kararınca Mesut'un kardeşinin yakındaki küçük çiftliğine gittiler. Sofada mangal başında ev sahibi ile oturan Hayrettin onu uzamış sakalları ile görünce ayağa fırladı. Hasretle kucaklaştılar. Ev sahibi Murat Bey ile tanıştılar. Yemek hazırlanana kadar, Hayrettin ile Hüseyin'i dertleşmeleri için misafir odasına yolladılar.

Hayrettin hem Hüseyin'i görecekti, hem de İnebolu çevresindeki çalışmaları denetleyip, rapor verecekti. İşgal güçleri İnebolu'yu denizden ve karadan çok sıkı kontrol ediyordu. Rum çetelerini de destekliyorlardı. Çalışmalarımız yavaşlamıştı. Onu yolcu ettikten sonra İstanbul'a dönecekti. Gizlenen elemanları bulup, yeni örgüte katılmaları için iknaya çalışıyorlardı. Hasan Çavuş ve Mahmut yanından ayrılmamışlardı. Gülümseyerek bitirdi: “Binbaşım, Mahmut senin emir erindi, belki bilmezsin diye söylüyorum. Onunla aynı odada yatmak bir azap.”

Bilmez miyim? Aynı mevzide kaldığımızda horlamasından uyuyamazdım. Ama bu sayede bir keresinde baskın yemekten kurtulmuştuk.”

Gülüştüler.

Asıl haberi unuttum. Mahmut ta Vartan'ı öldüremedi. Buzda ayağı kayınca Vartan silahını çekebilmiş ve onun arkasından boşaltmış. Etraftan başkaları geliyormuş. Zor kaçmış.”

Hüseyin kaşlarını çattı. Bunu daha sonra kendisi halledecekti. Hayrettin Hint Hilafet Komitesi temsilcisi Mustafa Sagir’i anlattı. Milyonlarca lira yardım getirecekti. Geçenlerde Ankara'ya göndermişlerdi. Önceki başkan Kurmay Yarbay Muğlalı Mustafa'nın emriyle, yanında Deniz Üsteğmeni Mehmet Ali de vardı. Yardımcı olacak ve onu izleyecekti.

Annesi, Ayşe, Sabri ve ailesi iyilerdi. Nişanlısı Hanımşah öğretmenliğe devam ediyordu. Her hafta sonu Balat'a gelip Reşide Hanım'ı ziyaret ediyordu. Babası İbrahim Bey hala görevindeydi. Kızının baskısıyla kayınpederinin Hüseyin'in yargılanma sürecindeki yardımları da takdir edilmişti.

Bunu hissetmiştim.

Hayrettin gözlüklü Cihat'ın birkaç kez Hanımşah'ı takip ve taciz ettiğini aktarmadı. Müneccim Yusuf amca yaşamına devam ediyordu. Kahve fallarında onun hakkında iyi şeyler çıktığını söylüyordu. Binbaşı sormak üzereydi ki, arkadaşı ön aldı. “Başçavuş İsmail hakkındaki haberleri sona bıraktım. Öyküsü hem uzun hem de ilginç.”

Merakla doğrulan Hüseyin devam etmesini istedi. “Galiçya'lı İstanbul'dan kaçtıktan sonra ortadan kaybolmuştu. Birkaç hafta haber alamayınca Yunan işgalindeki İzmir'de aradık. Annesi, gönderdiğim haberciye oğlundan haberi olmadığını söylemiş. Muhtemelen ona güvenmemişti. Ama habercim, annesinin tavırlarından İsmail'in sağ olduğunu anlamış. İkinci gidişinde Kur'an'a el basarak valide hanımı inandırmış. Akrabalarının yanında gizlendiğini öğrendik. Çok sevindik. Geçen sonbaharda İstanbul'a gelen bir arkadaşı Eyüp'teki dükkâna geldi. Birlikte Çerkez Ethem'in seyyar kuvvetlerinde görev almışlar. Hem Yunanlılarla hem de milli kuvvetlere karşı isyan çıkaranlarla mücadele ediyorlarmış.”

Hayrettin burada durdu. Yüzü ciddileşti. “Ama Ankara'ya kazan kaldıran Çerkez Ethem Ocak sonunda tasfiye edildi, adamları dağıldı. Bazıları milli kuvvetlere katılmış. Küçük bir grup ise Yunanlılara sığınmış. Ondan sonra İsmail'den haber alamadık.”

Hüseyin söze girdi. “Yunanlılara katılmadığı kesin. Asla böyle bir şey yapmaz. İstanbul'a da dönemezdi. İzmir’e dönmüş olabilir veya Anadolu'da bir yerdedir.”

Hayrettin, “Aynı fikirdeyim. Yakında bir haber çıkar. Benden bu kadar. Biraz da sen anlat,” diyerek noktayı koydu.

Hüseyin sakalını sıvazlayarak, köydeki yaşamını özetledi. “Buranın insanlarını çok sevdim Hayrettin. Çoğu milli mücadeleyi destekliyor. Haberleri Çatalzeytin'e gittiğimde izlemeye çalıştım. Gazeteler çok sonradan geliyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülüğündeki milli kuvvetlerin, Eskişehir'de Yunanlıları iki kez durdurması burada bayram havası estirdi. Ama insanlar Çerkez Ethem'in Ankara'ya karşı ayaklanmasını anlayamadılar. Altı ay önce kahramandı. Şimdi Yunanlılara sığınmış. Yazık oldu adama.”

Yemek sofrasına davet edildiler. İnebolulularla sohbet ettiler. Ankara yolculuğu için en yeni MM mühürlü izin belgelerini hazırlamışlardı. Ayrıca İngiliz izin belgeleri de düzenlenmişti. Kastamonu’ya kadar Rum Pontus çetesine dikkat edeceklerdi. Bölgeye getirilen Rum göçmenlerin bir kısmı Yunan subayları tarafından askeri eğitimden geçirilmişti. Karadeniz sahillerinde Pontus Hükümeti’nin askeri gücü oluşuyordu. Rum çetelerinin içinde Yunan erleri de vardı. Kastamonu’dan sonra işleri rahattı, bu bölgeye Topal Osman çetesi egemendi. Üç gün sonra Ankara’ya malzeme götüren kafileye katılacaktı. Atlı dört jandarma güvenliklerini sağlayacaktı. Hüseyin'in atı da hazırdı.

Hayrettin'den Ankara'ya gönderebildiği kadar sahte evrak üretme malzemesi istedi. Mümkünse yanında yetişen okumuş yazmış, zeki bir genç te işine yarardı. Aslında yine birlikte çalışsalar daha iyi olurdu. Fakat Hayrettin'e İstanbul'da daha fazla ihtiyaç vardı.

Beklenen gün geldi. Yirmi beş kağnı ve arabadan oluşan kafile hazırdı. Hüseyin üç gün konuk kaldığı ev sahipleriyle ve Hayrettin’le vedalaştı. Yiyecek torbası burada takviye edilmişti. Yağmurlu bir sabah erkenden yola çıktılar. Kağnılarla Ankara’ya ulaşım iki hafta sürüyordu. Kağnı birkaç yüz kilo yük taşıyordu. Hız saatte beş kilometreydi. O da düz yollarda. Yokuşlarda hızı saatte bir kilometreye kadar düşüyordu. At arabaları da aşağı yukarı aynı hıza sahipti. Kafiledeki iki at arabası, hayvanlar ve sürücüler için su, yem ve yiyecek taşıyordu. Diğerleri malzeme yüklüydü. Hepsinin üzeri bulunabilen ne varsa onunla örtülmüştü. Sürücüleri on beş yaşlarındaki çocuklar, kadınlar ve yaşlılardı. Hepsi gönüllüydüler. Bazı kadınların bebekleri de yanındaydı.

Hava sorun yapmadı. On iki gün sonra Ankara'ya geldiler. Hüseyin hayalindekinden farklı bir manzara gördüğü için şaşırdı. Çorak bir bozkırdı. İran ve Filistin çöllerini gözünün önüne getirdi. Bakımsız kerpiç evleri olan bir mahalleye geldiler. Kafile Keçiören bağlarındaki küçük bir çiftlikte durdu. Çiftlik sahibi emekli bir öğretmendi. Eşi ve birkaç köylü ile burayı çalıştırıyorlardı. Kuvayı milliyenin sadık mensuplarındandı. Görevliler hayvanlar ve yükleri ile ilgilenirken, kafiledekiler mütevazı bir sofraya davet edildiler. Duvardaki takvim 20 Mart 1921 tarihini gösteriyordu. Günün geri kalanında kendilerine gösterilen yerlerde dinlenmeye çalıştılar. Akşam yemeğini herkes çıkınında ne kaldıysa onunla geçiştirdi.

Ertesi sabah atlı bir haberci Yarbay Hüsamettin'in Hüseyin'i beklediğini bildirdi. Hemen yola koyuldular. Atlarını sürerken, genç haberci bilgi veriyordu. Mim Mim Grubu yeni kurulmuştu. Öncekilerden iyi olacaklardı. Yirmi dakika sonra, Etlik sırtlarındaki üç katlı bakımsız, kâgir eve geldiler. Atlarından indiler. Haberci iki kanatlı kalın ahşap kapının tokmağını üç kez uzun, iki kez de kısa vuruşlarla çaldı. Silahını doğrultmuş bir muhafız kapıyı araladı. Haberciyi görünce sonuna kadar açtı. Atları yedeklerine alarak binaya ilerlediler.

Yeni yuvana hoş geldin Hüseyin...





***

Sagir ve Mustafa Kemal.



Mart 1921. Ankara.



Hint asıllı İngiliz ajanı Mustafa Sagir'in de dâhil olduğu kafile 11 Mart 1921 günü Çubuk kasabası üzerinden Ankara'ya vardı. Öğleden sonra Keçiören mahallesine ulaştılar. Ağaçlık bir yerde yemek molası verdiler. Yanlarındaki kumanyaları jandarmalarla birlikte bitirdiler. Yarbay Kemalettin Sami anlatıyordu. Burası temiz havası ve bağlarıyla ünlü sayfiye yeriydi. Evler bahçe içindeydi. Bahçelerde meyve ağaçları, kümesler, havuzlar ve su kuyuları bulunuyordu. Keçiören’in üzümü ve nefis armudu ünlüydü. Ankara'nın gayrimüslimleri genellikle burada otururlardı. Ticaretle uğraştıkları için zenginleşmişlerdi, evleri, bahçeleri daha temiz ve bakımlıydı.

Sagir uzakta hayal meyal görülen Ankara'yı seyrederken çok duygulandığını söyledi. Sonunda bütün dünyada tanınmaya başlayan milli mücadelenin komuta yerine ulaşmışlardı. Hint Hilafet komitesi temsilcisi Osmanlı Devleti hakkındaki İngilizce kitabını açtı. Ankara bölümünü buldu. Üstteki kötü basılmış bir fotoğraf ve tüm bilgi bir sayfanın yarısı kadardı. Yarbay'ın doğrulamasını rica ederek, yüksek sesle okuyacağını söyledi. Yarbay “Ankara’nın harap, büyük merkezlere uzak ve bataklıklarla çevrili oluşu, yabancıların milli mücadeleyi küçümsemelerine yol açıyor,” dedi. Kaşlarını çatarak ilave etti, “Korkarım İngilizler bu bilgiyi de kaydetmeyi unutmamışlardır.” Sagir daha önce okuduğu paragrafta buna rastlamadığını, kitabın basım tarihinin dört yıl önce olduğunu söyledi. Okumaya başladı:

Ankara yaklaşık otuz bin kişinin yaşadığı küçük bir Orta Anadolu kentidir. Deniz seviyesinden 900 metre yüksektedir. Üzerinde on üç vilayet olan Orta Anadolu yaylasının merkezindeki bozkırdadır. Bölgede başta Hititler olmak üzere birçok uygarlık doğmuş ve gelişmiştir. Sıcak memleketlerin yakıcılığı kadar, kutup soğukları da yaşanır. En çok esen rüzgâr, sağlık rüzgârı olan poyrazdır. 1402 yılındaki Ankara Savaşında fillerin gizlenebildiği ormanlar bugün yok olmuştur. Kale civarlarına sıkışan kentin dışa açılan tek kapısı Eskişehir’i Ankara'ya bağlayan demiryoludur. Doğuda kısa ve dar bir dekovil hattı bulunur.”

Yarbay araya girdi. “Çarlık zamanındaki Ruslar Ankara'dan doğuya demiryolu yapımına karşı çıkmışlardı. Onların dediği oldu,” dedi. Sagir son cümleyi de okudu ve kitabı kapattı. “Ankara'da modern ısıtma olmadığından kışları havası temiz değildir.”

Yarbay acı bir gülümsemeyle yetindi. Söyleyecek bir şey bulamadı. Yola devam ettiler. Hürriyet Oteli’ni buldular. Yerleri hazırdı, odaları temizlenmişti. Atlarını en yakındaki ahıra götürmek için jandarmalar yardımcı oldular. Bu gece yakındaki bir karakolda dinlenecek, ertesi gün geri döneceklerdi. Sagir zahmetleri için teşekkür etti. Bahşiş vermeyi unutmadı. Yarbay konuklara veda ederek evine gitti. Bir sıkıntıları olursa kendisini her zaman arayabileceklerini söyledi. Yarından sonra Erkânı Harbiye'de (Genelkurmay) olacaktı.

Sagir o gece deliksiz uyudu. Sabahleyin uyandığında kendini bayağı iyi hissediyordu. Yandaki odanın kapısını tıklattı. Ses yoktu. Mehmet Ali, konuştukları gibi, erkenden yola çıkmış olmalıydı. Kalaba'daki Erkânı Harbiye (Genelkurmay) karargâhına giderek geldiklerini bildirecekti. Giyindi, yemek salonuna indi. Otel müşterileri fazla değildi. Ona kaçamak gözlerle bakıp kahvaltılarına devam ettiler. Hintli yaşlı garsona ne varsa getirmesini istedi. Burada İstanbul'daki gibi kahvaltı ve yiyecek bulamayacağını biliyordu. Önünde engebeli, bilinmeyen bir yol vardı. Bu görevini daha heyecanlı hale getiriyordu. İyi bir satranç oyuncusu olarak, çeşitli taktikleri deneyecekti. Taşların kimleri temsil ettiğini görecekti. Sonra da şahı mat edecekti.

Mustafa Kemal ölecekti...

Sabırlı olup, Ankara'daki Black Jumbo ajanlarının kendisiyle irtibata geçmesini bekleyecekti. Erkânı Harbiye'de Türk kimliğiyle berber olarak yerleştirilen Rum er Yorgi’nin ilk teması çok önemliydi. Bu kadar hassas bir göreve gelebilmesi büyük bir başarıydı. Türk vatandaşı olan diğer iki ajan da onunla temasa geçecek ve her ihtiyacıyla ilgileneceklerdi. Sagir ve Albay David Nelson arasındaki iletişimi de onlar sağlayacaktı. Adapazarı'nda da Türk vatandaşı olan bir ajan Sagir'in görevden sonra İstanbul’a dönüşüne yardımcı olacaktı. İkinci bir kaçış yolu olarak, Bursa seçilmişti. Orada da başka bir Türk vatandaşı ajan yardıma hazırdı. Nelson ile temastaydılar. Hepsinin boyunlarına astıkları muskalarda sakız haline getirilmiş zehir vardı. Muskayı kullanamadan yakalanırlarsa, her türlü işkenceye hazır olacaklardı.

Kahvaltısını bitirdi. Resepsiyondaki uzun siyah bıyıklı görevliye yüklü bir bahşiş vererek geçen hafta çıkan tüm gazeteleri bulmalarını ve odasına göndermelerini rica etti. Bir saat sonra gelen gazeteleri okumaya başladı. Yerel haberleri geçti. Tasfiye edilen eski kuvayı milliyeci Çerkez Ethem ilgisini çekti. İzmir'de Yunanlılara sığınması beş gün arka arkaya dizi halinde anlatılıyordu. Aynı günlerde Bolşevik Ruslarla işbirliği halindeki Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz'de kaybolmuştu. Türkiye'nin geleceğinin konuşulduğu Londra Konferansı hakkında da haberler veriliyordu. Avrupa için Türkler bitmişti. Osmanlı'nın savaştaki başkomutanı Enver Paşa Moskova’daydı. Ordusuyla milliyetçi güçlere katılmak için Mustafa Kemal’e haber göndermişti. Ama ret cevabı almıştı.

Mehmet Ali öğleden sonra otele döndü. Erkânı Harbiye karargâhına giderek geldiklerini bildirmişti. Oradaki görevliler gerisini halledecek, Mustafa Kemal'e durumu bildireceklerdi. Otelde haber bekleyeceklerdi.

Ertesi gün Ankara Kalesi’ni ziyaret ettiler. Sagir Mehmet Ali’ye dikkat edecekti. Her ayrıntıyı not defterine kaydediyordu. Ona fazla güvenmeyecekti. Akşamüzeri bir görevli geldi. Ertesi gün onları Paşa'ya götürecekti. Programlar sık sık değişiyordu. O nedenle günün herhangi bir saatinde gelebilirlerdi. Otelden ayrılmamalarını rica etti.

Sagir nihayet ünlü Mustafa Kemal ile tanışacaktı. Özellikleri belleğindeydi. İyi bir subay ve iyi bir generaldi. Fransızca ve Almanca biliyordu. Hesaplı riskler alıyordu. Almanlarla, İttihatçılarla ve Enver Paşa ile anlaşamamıştı. Mustafa Kemal’e göre Osmanlı sultanı Bizans’ın son kralına benziyordu. Yeni bir devlet şekliyle ilgileniyordu. Avrupa'yı takdir ediyor ama sevmiyordu. İnsanlarını uygarlaştırmak istiyordu. Hırslıydı ama durmasını da bilirdi. Yemeyi, içmeyi, hayattan zevk almayı ihmal etmezdi. Çevresine en iyileri toplayabiliyordu. Kadınlarla ve parayla arası iyi sayılmazdı.

Sonraki gün öğleden önce, genç bir subay otele geldi. Konuklara meclise kadar refakat edecekti. Dışarıda bekleyen faytona bindiler. Yol tenhaydı. Birkaç landon, fayton ve at arabası. Karaoğlan meydanına varmaları beş dakikalarını aldı. Çevresinde başka bir yapı bulunmayan Meclis'e geldiler. Taş bina iki katlıydı. İki kanadını açmış bir kartal gibi görünüyordu. Mehmet Ali paketleri alıp önden giden Sagir ve genç subayı izledi. Girişteki nöbetçiler görevli subayı selamladılar. Kapısında “Dâhiliye Vekili (İçişleri Bakanı)” yazılı odanın önüne geldiler. Görevli memur konukları bekliyordu. İçerideki toplantı bitmek üzereydi. Koridordaki iskemlelerde istirahat etmelerini söyledi. Az sonra içeri alındılar. Adnan Bey güler yüzlü bir insandı. Buraya gelmelerine çok sevindiklerini belirtti, seyahatlerini ve Ankara'daki günlerini sordu. Çaylarını içerken Meclis hakkında bilgi verdi. Milletvekili sayısı dört yüz yirmi kadardı. Üçte ikisi yeniydi. Seksen milletvekili, geçen yıl kendini fesheden İstanbul Meclisi kökenliydi. Padişahın sadece hükümeti kalmıştı, gücü İstanbul ve çevresiyle sınırlıydı. Ankara Meclisi ve hükümeti Anadolu’nun yönetimini ele almıştı. Vergileri düzenli olarak topluyorlardı.

Sagir takdirlerini belirtti. Adnan Bey gülümseyerek ilave etti: “Osmanlı Bankası aracılığıyla 400.000 altın lira kuvayı milliye hesabına girdi. Hindistan'daki tüm arkadaşlarınıza lütfen teşekkürlerimizi iletin. Biz ayrıca bir teşekkür mektubu hazırlıyoruz. Adresi sizden alırız.”

Sagir sakalını sıvazlarken düşündü. Nelson işini aksatmazdı. Mahcup bir ifade takınarak konuştu. “Bunu birinci yardım ödemesi sayabiliriz. Para Hindistan üzerinden İstanbul’a, sonra da Ankara’ya ulaşıyor. Bunun için bir arkadaşım İstanbul'da bana yardım ediyor.”

Paşa'nın müsait olacağı haberi gelince Adnan Bey ile Mustafa Kemal’in makam odasına geldiler. Yaver (Emir subayı) onları bekliyordu. Biraz oturmalarını söyledi. İçeridekiler çıkınca, konukları makama aldı ve tanıttı: “Hint Hilafet Komitesi temsilcisi Mustafa Sagir geldi Paşa Hazretleri.” Mustafa Kemal koltuğundan kalktı. “Hoş geldiniz” dedi. Çalışma masasının yanından dolaşarak ellerini sıktı ve yerine döndü. Masanın önündeki iki koltuğu gösterdi. Sagir ve Mehmet Ali birine, Adnan Bey diğerine oturdular.

Paşa kırk yaşlarındaydı. Mavi gözlerinin bakışları deliciydi. Fazla uyumamışa benziyordu. Çok çalıştığı, çok gergin zamanları olduğu anlaşılıyordu. Az sonra hizmetli çaylarını getirdi. Şekerliği sehpaya bıraktı. Nezaket konuşmalarından sonra, Sagir konuya girmek için izin istedi. Mustafa Kemal başıyla onayladı. Sagir Mehmet Ali’ye işaret etti ve paket açıldı. Ayağa kalktı, boğazını temizledi, ciddi ve resmi bir tonla, ezberlediği konuşmasına başladı: “Paşa Hazretleri, bu mukaddes sancağı Hint Hilafet Komitesi Başkanı Ebülfazl Hazretleri adına takdim etmekten onur duyarım. Hint Müslümanları giriştiğiniz millî cihada tamamen katılıyor, manen ve maddeten ellerinden geleni sizden esirgemeyeceğini vadediyor. Bendeniz bu kararın tebliğine memurum ve olağanüstü temsilci olarak gönderildim.”

Sancak çok değerli bir kumaştan sırma ile işlenmişti. Üzerinde “Lâilâhe İllallah Muhammeden Resulullah” yazıyordu. Mustafa Kemal sancağı elleriyle tutarak öptü. “Çok teşekkür ederim Sayın Mustafa Sagir. Buralara kadar zahmet ettiniz. Bu sancak müzemizin en seçkin köşesine konacaktır. Şahsınızda Hint Müslümanlarına en içten teşekkürlerimi sunarım. Bunu düşünmeniz dahi bizim için büyük değere sahiptir.”

Mehmet Ali’ye işaret etti ve sancak bohçasına özenle yerleştirildi. Mustafa Kemal yerine dönerken, Sagir: “Paşa hazretleri, sancağın yanı sıra, Hint Müslümanları arasında toplanan ve 6 milyon altın liraya ulaşan yardımın da kabulünü saygılarımla arz ederim.” dedi.

Mustafa Kemal gülümsemesine devam etti, “Çok teşekkür ederiz. 6 milyon altın lira yüksek bir meblağdır. Ankara’ya nasıl getirileceğini merak ettim.”

Paşa hazretleri, para azar azar getirilecektir. Bu meblağı Hint Müslümanlarının Anadolu mücadelesine, Türk ve Müslüman devletinizin bağımsızlık savaşına küçük bir yardımı dokunur ümidiyle getiriyoruz. Sizlere karşı en büyük yardım Cenabı Hak’tan gelecektir. Bütün İslam Âleminin manevî desteğine lâyık bulunduğunuza dair inancımız samimidir. Buna itimat buyurunuz.”

Mustafa Kemal anladığını gösterir şekilde başını salladı. “Bu çok değerli sancak ve maddi yardımları için Ebülfazl Efendi’ye teşekkür anlamındaki cevap mektubumu, rica etsem, siz Urduca yazabilir misiniz?”

Hintli Müslüman “Elbette Paşa Hazretleri” diyerek Mustafa Kemal’in uzattığı kâğıdı ve kalemi aldı. Mehmet Ali de mürekkep hokkasını masadan alarak sehpaya yerleştirdi. Sagir söylenenleri tekrar ederek yazmaya başladı: “Ebülfazl Hazretleri, Hintli kardeşlerimizi hatırlatmak üzere gönderdiğiniz sancağı büyük bir memnuniyetle aldım. Bu suretle gönül okşayan davranışınızdan dolayı teşekkürler eylerim efendim. Maddi yardımlarınız için de şükranlarımı sunuyorum. Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal”

Mustafa Kemal uzatılan mektubun altını imzaladı. “Teşekkür ederim Sayın Sagir. Dışarıdaki yavere çıkışta söylerseniz size zarfı da takdim eder,” diyerek, kibarca görüşmenin bittiğini ima etti. Ayağa kalktı ve masayı dolaşarak yanlarına geldi. Misafirler de kalkınca ellerini sıktı ve kapıya kadar yanlarında yürüdü.

Mustafa Kemal’in mektubunu alan Sagir, Adnan Bey ile büyük salondaki Millet Meclisi Genel Kurulu’na geçti. Milletvekilleri onu bekliyordu. Kürsüye kadar yol gösterdiler. Takdim edilince alkışlarla karşılandı. Geliş amacını ve yardımların devamlı olması için çalışacaklarını Türkçe açıkladı. Ve sonunu bağladı: “Tek isteğimiz, başarınızdan sonra bize yol gösterecek, eğitim verecek, belli yerlerde başımıza geçecek Türk kardeşlerimizin yardımımıza gelmesidir. Burada da bir Türk-Hint Derneği kuracağız Allah’ın izniyle. Böylece karşılıklı yardım işini daha kolay örgütleyebiliriz. İstanbul’daki hamiyetli kardeşlerimizle kurduğumuz derneği burada da, başka şehirlerde de kurmak için geceli gündüzlü çalışmaya geldim. Kardeşlerim, lütfen yardım ve desteklerinizi esirgemeyin. Saygılar sunuyorum. Sağ olunuz efendim.”

Milletvekilleri Sagir’i uzun uzun alkışladılar. Onlarla kuru fasulye, bulgur pilavı ve Çubuk turşusundan oluşan öğle yemeğine katıldıktan sonra, gayet memnun olarak otele döndüler. Akşamüzeri yağmur durunca dışarı çıktılar. Yolda Mehmet Ali'ye aklından geçeni söyledi. Bir müstakil ev bulmalıydılar. Otel sıkıcıydı. İstanbul’daki arkadaşları bunu halletmişlerdi. Genç denizciye takıldı. Bakalım onlar gibi becerikli miydi?

Hintli bu gün gördüklerini düşündü. Meclisin çevresi boştu. Giriş silahlı muhafızlarca kontrol ediliyordu. İç isyanlar başlarını çok ağrıtıyordu. Özellikle yabancılara dikkat ediliyordu. Paşa’nın yaverleri silahlıydı. Milletvekillerinin de çoğu silahlıydı, tabancalarını gizlemeye gerek görmüyorlardı. Meclis’te bir eylem çok güçtü. Kendisi veya suikastçı yakalanabilirdi. Muskayı dahi kullanamadan…









***

Scott Ankara'da



Mart 1921. Ankara.



İskoç gazeteci ve tarihçi Scott Wallace mutlaka Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeliydi. Paşa bu önemli satranç oyunundaki ‘Şah’tı…

Aralık ayında önemli bir fırsat çıkmıştı. Sultan'ın hükümeti ve Ankara hükümeti arasında gizli bir toplantı yapılacaktı. Ve Mustafa Kemal de katılacaktı. Toplantıdan sonra Paşa’yla görüşebilirdi. Bunu toplantıdan bir hafta kadar önce öğrenmişti. İstanbul heyetine Scott da alınabilirdi. Yardım istediği Büyükelçi Rumbold kabul etmemişti. Hatırlı Türklere ulaşmak zorundaydı. Sebottendorf ile İtalya Büyükelçiliği Müsteşarı Signor Grasso’dan yardım istemişti. İkisi de milliyetçi Türklerle iyi ilişkiler içindeydi. Sonunda beklediği haber geldi. Signor Grasso İskoç gazeteci için kefil olmuş, Ankara’daki gazeteci arkadaşı Yunus Bey’i aramış ve o da randevuyu ayarlamıştı. Grasso Yunus Bey’le Konstantinopolis'teyken arkadaş olmuşlardı. Yunus Bey aylar önce, tutuklanmak üzereyken, Konstantinopolis'ten (İstanbul'dan) Ankara'ya kaçmıştı.

Scott’u Ankara'da bekliyorlardı. 11-12 Mart günleri İnebolu'da olması isteniyordu. Ondan haber bekliyorlardı. Sonraki yolculuğu ve konaklamanın ayarlanması Türk milliyetçilerine aitti. Scott düşünmeden kabul etti. Grasso telgrafla konuğun anılan tarihte İnebolu'da olacağını bildirdi. Scott bu arada İngiltere'deki New State Dergisi'ne telgraf çekmiş ve onay almıştı.

9 Mart günü Konstantinopolis'ten vapurla hareket etti. Ama hava ve deniz çok kötüydü. Şiddetli poyraz ve dalgalar yüzünden sürekli sallanan vapurda midesi allak bullak oldu. Buna karşı bir ilaç almayı düşünememişti. Kuzey Denizi’ndeki şiddetli fırtınaları sık sık hatırladı. Scott 11 Mart öğle saatlerinde İnebolu kıyılarını gördüklerinde Tanrı'ya defalarca şükretti. Fırtına hafiflemişti, ama bitmemişti. Vapur açıkta demirledi. Beşik gibi sallanan külüstür bir tekneye indiler. Dalgaların üzerine çıkıp, dağdan yuvarlanan bir kaya gibi aşağı düşüyorlardı. Kıyıya kadar kusmamak için zor dayandı. Valizini sıkı sıkı tutarak rıhtıma yanaşan tekneden ilk önce o indi. Uygun bir yer aramaya fırsat yoktu. Hemen oraya midesini boşalttı. Kendisini toparladığında, önünde duran delikanlıyı fark etti.

Merak etmeyin Bay Wallace. Otelinizde bir iki bardak nane limonlu sıcak çay için. Yarım saatte bir şeyiniz kalmayacaktır.”

Scott valizini bırakmadan doğrulup ona baktı. Cevap vermesine fırsat vermeden, delikanlı devam etti: “Hoş geldiniz. Adım Muharrem. Sizi bekliyordum. Size Ankara'ya kadar eşlik edeceğim.”

Gazeteci biraz rahatladı. “Teşekkür ederim,” diyerek valizini yere bıraktı ve elini uzattı. Delikanlının nasırlı ve güçlü elleri vardı. Scott’tan on santim kadar kısaydı. Genç adam konuğun valizini bir eline aldı, diğer koluyla da koluna girdi. Otel yakındaydı. Konuğun üst kattaki odasına çıktılar. Scott hemen koridordaki ortaklaşa kullanılan tuvalete koştu. Su tesisatı yoktu. İhtiyaç sonrası temizlik kenara bırakılan su dolu birkaç ibrikle gideriliyordu. Dert etmedi. Odaya döndüğünde delikanlı masanın üzerindeki nane limon çayını gösterdi. Konuğunun çayını bitirmesini hastasını iyileştiren bir doktor gibi dikkatle izledi. Akşam yemeğini erkenden yemesini ve yatıp güzelce dinlenmesini tembih etti. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra da odasında kendini beklemesini söyleyerek izin istedi. Kendisi buraya yakın bir yerdeki jandarma karakolunda kalacaktı. Bir sıkıntı olursa otel personeli onun yerini biliyordu.

İskoç hasta genç doktorunun (!) dediklerini yaptı. Ertesi sabah çok iyi hissediyordu. Muharrem kahvaltıdan sonra odaya geldi. Scott’a bir at getirmişti. Kasabayı dolaşırken sohbete başladılar. Delikanlı iki yıldır burada görevli bir jandarma çavuşuydu. İnebolu'yu çok sevmişti. Kasabanın iklimi ılımandı. Erik, fındık, dut, elma, ceviz yetişirdi. Yollar emniyetli sayılırdı. Ama yol kesen Rum çeteler veya asker kaçakları tamamen temizlenememişti. Silahlar her zaman hazır tutulmalıydı. Scott pantolon kemerine kılıfıyla takılı Luger P08 tabancasını yokladı. Yarı otomatikti. Sebottendorf'a içinden teşekkür etti. Bunu bildiğinden tabancayı ve iki kutu yedek mermisini vermişti.

Ertesi gün eşyaları, yiyecek ve suyu bir katıra yüklediler. Gündüzleri yolculuk yaptılar. Geceleri uygun yerlerde mola verdiler. Kastamonu-Çankırı-Çubuk yoluyla 22 Mart 1921 günü Ankara'ya vardılar. At sırtındaki yolculukları on gün sürmüştü.

Scott uzakta hayal meyal görülen Ankara'yı seyrederken çok heyecanlıydı. Sonunda Mustafa Kemal'in komuta yerine ulaşmışlardı. Dikkatini ilk çeken şey ormanların yokluğuydu. Kelt atalarının bu topraklardaki binlerce yıl öncesini tahmine çalıştı. Bundan daha yeşil olduğuna kalıbını basabilirdi.



















***

Yeniden doğuş.



Mart 1921. Ankara.



Binbaşı Hüseyin 21 Mart sabahı gelen haberciyle atlarını sürerken gocuğunun yakalarını iyice kaldırdı. Boynundaki yün atkısını sıkılaştırdı. Mahmut'un babaannesini hatırladı. Onun ördüğü yün fanila, yün çorap ve yün hırkasını hala giyiyordu. Ankara yaylası Karadeniz kıyısından çok farklıydı. İki yıl önceyi düşündü. İstanbul'daydı. Yine Nevruz günüydü. Yusuf Amca ile Bektaşi tekkesine gitmişlerdi. Yaşlı bilgenin söyledikleri kulaklarındaydı.

Bu gün yeniden doğuşu ve ölümden sonra dirilişi simgeler.”

Sanki Hüseyin'in bu gününü tarif etmişti. Gülümsedi. Mim Mim Grubu başkanı Yarbay Hüsamettin ile görüşmek için yoldaydılar. Etlik sırtlarındaki duvarları sarı boyalı Sarıkışla'yı geride bıraktılar. Beş dakika daha bağların arasından at sürdüler ve bakımsız görünen bir evde durdular. Burası Mim Mim karargâhıydı. Ayakkabılarını çıkarıp içeri girdiler. Yarbay Hüsamettin girişteki sofada üç kişiyle bir masanın çevresine oturmuştu. Gelenleri görünce usta süvari ayağa fırladı. “Hoş geldin Hüseyin!” dedi ve sarıldı. Genç haberciye çay servisi yapmasını söyledi. Diğerleri de ayağa kalkmışlardı. Yarbay onları tanıştırdı. Hüseyin hepsini ilk kez görüyordu. Biri ile aynı yaşta gibiydi, diğerleri daha gençti. Masadaki boş iskemleye buyur ettiler. Hepsi de sıkı sıkı giyinmişlerdi. İçerisi serindi. Çaylarını içerken Hüsamettin çalışmalarına devam etti. Sekiz bölgede örgütleneceklerdi: İstanbul, Trakya, Ege, Akdeniz, Karadeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu bölgesi. Bunların başına kimleri vereceklerini daha sonra görüşeceklerdi. Önerilere açıktı. Eğitimin tek elden veya bölgelerde ayrı ayrı yapılmasının fayda ve mahzurlarını düşünmelerini söyledi. Kararını yarın verecekti. Denetleme şubesinin başına deneyimli birini arayacaklardı. Personel temini, silah, mühimmat, teknik malzeme, bina, arazi ve para ihtiyacını yarın görüşeceklerdi.

Toplantı bitince diğerleri ayrıldı, Hüseyin ve Hüsamettin üst kattaki mütevazı çalışma odasına geçtiler. Yarbay merdivenleri çıkarlarken açıkladı. Fevzi Çakmak Paşa yeni örgütlenmenin sonucu bekliyor, Yarbayı sıkıştırıyordu. Binanın içi derme çatma eşyalarla döşenmişti. Yarbayın odası da farksızdı. Yandaki divana oturdular. Perdeler çarşaflardan bozmaya benziyordu. Köşedeki odun sobası ve boruları da eskiydi. Onun bakışını yakalayan Hüsamettin “Sadece akşamları mümkün olduğunca geç saatte yakıyoruz. Tasarrufa çok dikkat ediyoruz,” diyerek bir sigara yaktı, konuğuna da kibritle beraber paketi uzattı. Arkasına yaslandı.

Seni iyi gördüm Hüseyin, sana iyi bakmışlar.”

Sağolun Yarbayım. Verilecek her görevi yapmaya hazırım. Beni yanınıza istemenizden gurur duydum.”

Senin çalışmalarını biliyorum. Her yerde adın geçiyor. O kadar çok tavsiye eden oldu ki, isimlerini sayamam.”

Teşekkür ederim.”

Önce son zamanlarda neler yaşadığını anlat.”

Hüseyin ateşkesten sonra İstanbul’a dönüşünü, Erkânı Harbiye (Genelkurmay) ve Karakol’un toparlanma gayretlerini özetledi. 21 Mayıs günü yakalanıp, üç ay Bekirağa’da ve iki ay merkez komutanlığında hapis hayatını ekledi. Hamza Grubunun yardımıyla firarını ve dört ay kadar Çatalzeytin'de saklandığını, Ocak 1921'de ordudan atıldığını anlattı.

Hepimizi attılar Hüseyin. Önemli değil. Burada aynı rütbelerimiz geçerlidir. Firar edebilmen çok ilginç. Hamza Grubunun o kadar güçlü olduğunu bilmiyordum.”

Hüseyin gülümsemekle yetindi. Ona yardım eden diğerlerini ileride sırası gelince anlatabilirdi. Hüsamettin devam etti. “Merak etmişsindir. Seni şimdilik Ankara'da görevlendireceğim. Beynine ihtiyacım var. Hem sen de biraz daha toparlarsın.” Masadan kalkıp odanın kapısını açtı, habercisine iki kahve getirmesini söyledi. Yerine oturunca kendisini anlatmaya başladı. Fevzi (Çakmak) Paşa, geçen yıl Anadolu'ya kaçarken Hüsamettin'i de Ankara'ya çağırmıştı. İşgalden sonra kendisi de takip ediliyordu. Ocak ayında ailesiyle Samsun'a gelmiş ve Paşa'ya haber vermişti. O sırada Erkânı Harbiye'de (Genelkurmay) gizli istihbarat şubesi kurulmuştu. Kurmay Yüzbaşı Recep bakıyordu. Mustafa Kemal Paşa onu mecliste görevlendirince, Fevzi Paşa da Hüsamettin'i önermiş ve Mustafa Kemal Paşa kabul etmişti. Ama kurmay olmadığı için itirazlar olmuştu. O göreve Şükrü Ali'yi atamışlardı. Süvari Yarbayı da Fevzi Paşa'ya doğrudan bağlı Mim Mim (MM) Örgütü'nün başına getirmişlerdi. Öncelikle örgütlerin dağınık çalışmalarını bir komuta altında toplayacaktı.

Kahvelerini içerken, Yarbay örgütlenmeyi açıkladı. MM Grubu beş şubeyle yönetiliyordu. Personel Şube Müdürü Yüzbaşı Muhittin, İstihbarat Şube Müdürü Yüzbaşı Âdem, Harekât Şube Müdürü Yüzbaşı Ömer, İkmal Şube Müdürü Başçavuş Bekir, Muhabere Şube Müdürü posta memurlarından Osman idi. Hepsi de genç ve sadık arkadaşlardı. Erkânı Harbiye bazılarını cepheye istiyordu. Hüsamettin'i çok sıkıştırıyorlardı. Ama Fevzi Paşa sağ olsundu. Bu kritik ve hassas günlerde dahi Örgüt'ü güçlendirmeye çalışıyordu.

Hüseyin açıklamaları dikkatle dinledi. Başkan'ın susarak, kendisine soran gözlerle bakmasını fırsat bildi. “Ben hangi göreve getirileceğim?”

Başkan yardımcısı olacaksın. Fevzi Paşa da onayladı.”

Binbaşı iskemlesinde doğruldu. “Baş üstüne.”

Yarbay bir süre gözlerini kapadı. Düşünüyordu. Sonra ağır ağır konuşmaya başladı. “Tüccarlar, gümrük memurları, mavnacılar, hamallar, arabacılar, deniz yolları çalışanları, polis memurları, hastane, otel görevlileri, temizlikçiler, fırıncı, kayıkçı gibi eski adamlarımızla iletişimdeyiz.”

Hüseyin'e baktı. “Telefon santrallerini, kahveleri ve meclisi dahi gizlice dinleyeceğiz. İngiliz Black Jumbo Örgütüne adam sokacağız. Casusları yakalayacağız. En önemlisi eğitimdir. Sağlığın düzelene kadar asıl konun budur. Tabii gelen bilgilerin değerlendirilmesi de sana ait olacak.”

Merak etmeyin. Güveniniz için teşekkür ederim.”

Karşıdaki odayı hazırlattım. Çalışma ve yatma yerin orasıdır. Mütevazı yemeklerimizi de burada paylaşıyoruz. Burasını küçük ve fakir bulacaksın. Ama ileride daha güzel şartlarda çalışacağımıza inanıyorum.”

Hüseyin “Beş ay hapisten sonra burası cennet gibidir, efendim. İşlerinizin yoğun olduğunu biliyorum. İzninizle odama yerleşeyim.” dedi.

Öğle yemeğine kadar yerleş, binayı gez. Öğleden sonra çalışmaya başlayabilirsin. Bu hafta Ankara'daki ilk yemeğimizi ben ısmarlıyorum. Senin maaşını alman için işlemler biraz uzayabilir. Bu arada, kendine yeni bir isim bulsan iyi olur.”

Sağolun. Artık beni Yusuf Bey diye çağırabilirsiniz. Maaşımı alır almaz ilk yemek te benden efendim.”

Hüseyin tek valizi ve torbasıyla odasına yerleşti. Masa, iskemle ve küçük bir dolabı vardı. Ot doldurulmuş yatağı ve yastığı yamalı bir çarşafla gizlenmişti. Eski bir yorgan ve battaniye ile örtülmüştü. Soba yoktu. Babaannenin yün giyecekleri yeterdi. Zaten yaz yaklaşıyordu. Tuvalet koridorun sonunda ortaktı. Suyu dışarıdaki kuyudan getiriyorlardı.

Diğer odalarda çalışanlara selam vererek üç katı da dolaştı. Üst katta sorgu odası ve gizli haberleşme odasının kapısı kilitliydi. Giriş katında kapıya yakın yerde muhafızların odası bulunuyordu. Onların yanında mutfak ve yemek salonu yer alıyordu. Karşılarındaki büyük oda hizmetlilere ve habercilere ayrılmıştı. Atlar dışarıda arka tarafta ele geçen malzemeyle inşa edilmiş eğri büğrü bir ahırda kalıyordu.

Yatağına uzandı. Gözlerini kapattı. Ela gözlü nişanlısı Hanımşah'ı düşündü. El ele tutuştuklarında pembeleşen yanakları gözlerinin önüne geldi. Cildinin harika kokusunu hatırlamaya çalıştı. Hafif nezleli sesi de kulaklarında yankılandı. Nişanlanalı iki yılı geçmesine rağmen, sadece üç kez görüşebilmişlerdi. Sonraki ilişkileri mektuplara bağlı kalmıştı. Hanımşah'tan son mektup bir ay önce Çatalzeytin'e gelmişti. O mektubu da defalarca okumuştu. Ona birçok mektup yollamıştı. Beş aylık hapisliğini ve dört aylık kaçaklığını ayrıntılarıyla yazmıştı. Şimdi Ankara'daydı. Hayrettin'e verdiği mektupta bunları anlatmıştı. Onu çok özlemişti. Bir görev çıkarsa, kılık değiştirerek onun yanına gelebilecekti. Babası İbrahim Bey’in yargılanma sürecindeki yardımlarını biliyordu. Hanımşah'ın baskısıyla da olsa ona borçlanmıştı. İlk fırsatta ona da ayrıca teşekkür mektubu yazacaktı.









***

Öteki İstanbul



24 Ocak 2019. Ankara



Geçen hafta Bilge Bey'in ilettiği romanı ve videoları zor beğenir olmasıyla ünlü arkadaşım, Hasan Algan ile paylaştım. Korktuğum gibi benimle dalga geçmedi. Haksızlık etmişim. Çok ilgilendi. İncelemek için birer kopya istedi. Ama yapamadık, iletilerin tamamı kopyalamaya karşı korunmuştu. Bu kez Bilgisayar Doktoru’na gitmek istemedim. Hasan bazı akşamlar bana geldi.

24 Ocak 2019 gecesi Hasan gelememişti. Posta kutumda Bilge Bey’den bir haber vardı. Artık farklı zamanlarda haberleşeceklerini, bu nedenle, düşüncelerini ve isteklerini daha önceden yazıp, birbirlerine göndermeyi öneriyordu. Bana göre de bu uygundu. Daha rahat bir ortamda, daha ayrıntılı yazışabilecektik. Aklımdakileri yazmaya başladım.

'Yirmibir'den Sonra' adlı romanı zaman buldukça okuyorum, okuduklarımı da araştırıyorum. İkinci Bölümdeyim. 'Ankara'nın Zor Yılları' bölümünün ortalarındayım. 1921 yılının Mart ayı anlatılıyor. Binbaşı Hüseyin'in Ankara'da Mim Mim Grubu'na katılışı bilinmiyor. İngiliz istihbaratının ajanı, Mustafa Sagir ve yardımcısı deniz subayı Mehmet Ali hakkında yazılanları doğrularım. Sagir o tarihlerde Mustafa Kemal ile görüştü. Saygılar ve selamlar...”

Önceki iletilere ek olarak gelen fotoğraf ve videoları izleyecek biraz daha zamanım vardı. Ankara'nın fotoğrafları ve videolarını izlemiştim. Bilge Bey'in yüz yıl önceki dünyasında Sevr Anlaşması yürürlüğe girmişti. Türkiye Cumhuriyeti yoktu. Onun yerine, başkenti Ankara olan Orta Anadolu Cumhuriyeti kurulmuştu. Türklüğün adı geçmiyordu. İngiliz mandasından sonra bağımsız olmuş, sonra kendi isteğiyle Orta Doğu Konfederasyonu'na girmişti. Ermeni ve Kürt devletleriyle diğer Arap devletleri ile İsrail de buraya bağlıydı. Bizim dünyamızda yüz yıl sonra yapılmak istenenler orada çoktan gerçekleşmişti. Trakya ve Batı Anadolu Yunanistan'ın birer eyaletiydi. Antalya merkezli Batı Akdeniz bölgesi de İtalya'nın bir eyaleti olmuş, sonra Yunanistan'a bırakılmıştı.

İstanbul hakkındaki notları okumaya başladım. Beklediğim gibi, onların İstanbul'u da çok farklıydı. Kentin adı Konstantinopolis olmuştu. Sınırları bizim İstanbul ilinin sınırlarına çok yakındı. İstanbul ve Çanakkale Boğazları da yüz yıldır Birleşmiş Milletler'in uluslararası yönetimindeydi.

Siyasal konuların özetine geçtim. Barış anlaşmasından sonra kent 1946'ya kadar Cemiyeti Akvam tarafından yönetilmişti. Daha sonra aynı görevi yapan Birleşmiş Milletler yönetimi devralmıştı. Böylece demokrasiye geçiş başlamıştı. 1960'ta yapılan ilk seçimde Yasama Konseyi’nin üyeleri işbaşına gelmişti. Konstantinopolis bağımsız bir devlet olmuştu. Küçük bir cumhuriyetti. Küçük bir silahlı kuvvete sahipti. Ertesi yıl da NATO üyesi yapılarak Sovyetler Birliği tehdidine karşı güvenliği sağlanmıştı.

Bilge Bey buraya parantez içinde bir not eklemişti. İşin aslına bakılacak olursa, Konstantinopolis'in siyasal yönetimine, perde arkasından, önce İngilizler, sonra da Amerikalılar egemen olmuşlardı.

Ekonomi bölümüne geçtim. Kent küresel ekonomiyle bütünleşmiş bir finans merkeziydi, dünyanın altıncı büyük döviz pazarıydı, dünya deniz ticaretinin en işlek liman kentlerindendi. Dünya kapitalizminin Orta Doğu ve Balkanlardaki merkezi buradaydı. Ekonomik faaliyetlerin yirmi dört saat devam ettiği hiperaktif bir kent olmuştu. Dünyadaki saat farkları Konstantinopolis için önemli değildi. Vardiyalar halinde çalışılıyordu. Bankacılık, ticaret, deniz ürünleri, turizm, kuyumculuk, sanat, kültür alanlarında gelişmişti. Son yıllarda yazılım ve yapay zekâ konularına çok yatırım yapılmıştı. Gelir dağılımı, refah ve işsizlik rakamları dünya ortalamalarının çok üzerindeydi.

Bunları okurken doğup büyüdüğüm İstanbul ve İstanbullular hesabına çok hayıflandım. Hatta kıskandım. On yedi milyonluk İstanbul'un perişan halini düşündüm. Bu güzelim kenti el birliğiyle mahvetmeyi becermiştik.

Sosyal konular da ilginç bilgiler içeriyordu. Kent çok dinli, çok kültürlü ve çok lisanlı idi. Dünyadaki en kozmopolit ve renkli şehirlerden biriydi. Yaşam standartları da iyi görünüyordu. Pahalı ama güvenle yaşanabilen bir kentti. Buna paralel olarak, vergiler yüksekti. Sıkı bir vatandaşlık siyaseti izleniyordu. Her isteyen buraya yerleşemiyordu. Konstantinopolis'in 2018'deki nüfusu altı milyondu. Gençlerin sayısı azalıyordu. Türk ve Müslümanların nüfustaki oranları yüzde yirmi beş, Hristiyan nüfus oranı yüzde elli beşti. Kalan yüzde yirmi nüfus ise Deist, agnostik ve ateistlerdi. Hristiyanların yüzde altmışı Ortodoks Rum, Rus, Bulgar, Sırp ve Makedonlardan oluşuyordu. Yüzde onu Katolik Ermeniler ve Romenlerdi. Yüzde otuzu da Protestan idi. İstatistikler Protestan ve Deistlerin oranının artmakta olduğunu gösteriyordu.

Eğitim başlığı altında da kıskandırıcı bilgiler yer alıyordu. İlk modern okullaşma faaliyetlerini İngiliz kilisesinin misyonerleri başlatmışlardı.

Bilge Wallace burada da bir parantez açmıştı. 1922 yılında nüfusu 500 milyona yaklaşan İngiliz imparatorluğu dini alanda da etkinliğini devam ettirebilmek için Anglikan Kilisesini kurmuştu. Avrupa'da halkın kendi dilinde ibadet yapabilmesinin öncüsü olmuştu. Katolik ve Protestan geleneklerinin bir kısmını kabul eder, Papa'nın otoritesini kabul etmezdi.

İngiliz kilisesinin misyonerleri Konstantinopolis'teki Müslüman çocuklarını da okullarına çekmişlerdi. Daha sonra dini ön plana almayan okulların yönetimini de üstlenmişlerdi. Müslümanlar da boş durmamış, kendi medreselerini kurmuştu. Son yıllarda çağdaş İslamcı kurumlaşmalar da hızlanıyordu.

Önder Üsküplü bundan sonra Konstantinopolis'in İngilizce seslendirilmiş tanıtım videosunu çalıştırdı. Marmara, Haliç ve surlar arasında kalan eski İstanbul kesimi tarihine dokunulmadan aynı mimariyle geliştirilmişti. İnşaat ve onarımlarda taş, tuğla, kiremit, ahşap kullanılmıştı. Betonarme sadece yeni binaların temelleri içindi. Yüksek binalar yoktu. İngilizlerin yönetimde olduğu zamandan beri yasaklanmıştı. Haliç ve Boğaz arasında kalan Beyoğlu bölgesi ile Boğaz'ın iki kıyısı da aynı durumdaydı. Yüksek binalar denizden görünmeyen arka kesimlere yerleştirilmişti. Kamera kentin üzerinde gezmeye başladı. Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı, Sultan Ahmet Camisi ve Topkapı Sarayı en başa alınmıştı. Sultanahmet Meydanı ve çevresi yapılardan arındırılmış ve Gülhane Parkı ile birleştirilmişti. Fener Patrikhanesi ve arkasındaki Kırmızı Mektep'in çevreleri de temizlenmiş, park ve bahçeler arasına yerleştirilmişlerdi. Kamera klasik Türk müziğini andıran müzik eşliğinde tüm kenti yavaşça dolaşıyordu. Az sonra bir alt yazı ile bu müziğin Bizans müziği olduğu açıklandı. Kapalı çarşı, Bozdoğan Kemeri, Bizans surları, Hisarlar, camiler, kiliseler, sinagoglar, saraylar, köşkler, kasırlar, yedi tepe, korular, ormanlar, bağlar, bahçeler, Haliç'te yüzen insanlar... Hepsi birer tablo gibiydi. Boğaz'da köprü yapılmamıştı. Birkaç tane sualtı tüneli olduğu vurgulandı.

Bilge Wallace son notunu ekleyerek mesajını bitirmişti: “Önceki iletilerimde atlamışım. Ankara'mızın bugünkü nüfusu 1,5 milyondur. 1921'de ise 200 bin civarındaydı. Selamlar...”













***

Geleceğin Ermenistan'ı



Mart 1921. Konstantinopolis (İstanbul).



Vartan güçsüz ve hareketsiz sol kolunu kullanmayı yine denedi, ama oynatamadı. İç geçirerek kapıyı sağ koluyla açtı ve çamurlu ayakkabılarını, elini kullanmadan girişteki muşambanın üzerine çıkardı. Terliklerini giydi. Cibali'de, Reji yakınlarındaki yeni kiralık evini seviyordu. Sobayı yaktı. Eve gelirken işkembecide karnını doyurmuştu. İspirto ocağında çay suyunu kaynatmaya başladı. Bir tepsiye biraz bisküviyle, şeker kavanozu ve çay bardağını koydu. Çayını daha sonra sobanın üzerinde demleyecekti. Oturma odasına döndü, köşedeki divana uzandı, önceki akşam katlayarak bıraktığı battaniyesini üzerine örttü. Artık ayrı eve çıkmıştı. Teyzesi gibi her şeyiyle ilgilenen birine ihtiyacı vardı.

Evlenme zamanı geldi, hatta geçiyor.

Kırk bir yaşındaydı ve tek kolu özürlüydü. Uygun bir eş bulması zora girmişti. Sıkıntıyla tavana baktı. Sonra gözlerini yumdu. Bir ay önceki o talihsiz akşamı tekrar yaşamaya başladı. Bu kendisine düzenlenen ikinci saldırıydı. İlk saldırıdan on yedi ay sonraydı. Deneyimli bir Taşnak komitecisi olarak, ikinciden de sağ kurtulmuştu. Hem de tek koluyla mücadele ederek… Binbaşı Hüseyin geçen Mayıs’ta tutuklanmış ve çetesi dağılmıştı. Vartan üç ay sonra, Yüzbaşı Bennett'in verdiği korumalara gerek kalmadığını söylemişti. Ancak Hüseyin Ekim sonunda kaçmış ve kayıplara karışmıştı. Tekrar koruma istemeye gerek duymamıştı. Soğuk ve karlı bir Şubat akşamıydı. Meyhaneye gelirken saldırganı fark edememişti. Dışarı çıktığında ise çok sarhoştu. Adam onu sessizce izlemişti. Aniden arkasında bir hışırtı duymuş ve yana sıçramıştı. Önceden defalarca eğitimini yaptığı şekilde belindeki tabancasını çekebilmişti. Saldırganın başında kapüşon vardı, kısa boyluydu. Sol elini Vartan'ın ağzını kapatmak için uzatmıştı. Sağ elindeki bıçağının hamlesi boşa gitmiş ve buzlanmış kaldırımda dengesi bozulmuştu. Hayatta kalabilmesini buza ve atikliğine borçluydu. Vartan adamın kasığına bir tekme vurunca ikisi de kaymaya başlamıştı. Yere düşüyorlardı. Tabancasını güçlükle ateşlemişti. Vuramamıştı. Saldırgan bıçağını düşürmüştü ama daha atikti, ayağa fırlamış ve koşmaya başlamıştı. Vartan düştüğü yerden tüm mermilerini boşaltmış ama vuramamıştı. Bu adamın izini bulamamışlardı.

Hayat yine korumalarla devam ediyordu. Yeni avukatlık bürosunu Arto'yla ortak olarak satın almışlardı. Arkada küçük bir dinlenme odası, mutfak ve banyo ihtiyaca yeterdi. Yakında elektrik bağlanacaktı. Bazen geceleri burada yatıyorlardı. Onarım, boya, badana, tesisat işleri davalarına baktıkları Ermeni soydaşları tarafından yapılmıştı. Çoğu sadece malzeme parası almıştı. Biri de ısrarlarına rağmen, hiçbir malzeme ve işçilik ücreti almamıştı. Eşyaların tamamı yine Ermeniler tarafından çok uygun fiyatlarla yenilenmişti. İngilizler çalışmalarını takdir ettiklerini belli etmek için maaşını artırmışlardı. Bennett ile yakın dost olmuşlardı. Geçen akşam onu Pera'da bir Rum meyhanesine davet etmişti. Sık sık sakat kalan sol koluna bakıyordu. Vartan buna alışması gerektiğini düşünmüştü. İngiliz Yüzbaşı çoğunlukla yeni ilgilendiği Bektaşilik hakkında konuşmuştu. Vartan bu topraklarda yaşamasına rağmen konu hakkında çok az bilgisi olduğunu söyleyince, genç yüzbaşı heyecanla yeni öğrendiklerini sıralamıştı. Bennett rica edince, Vartan da Ermeni mücadelesini özetlemişti. Ayrılırlarken, Bennett'i ilk fırsatta bir Ermeni restoranına davet edeceğini söylemişti.

Çay kokusuyla düşüncelerinden sıyrıldı. Sobanın üzerinde demlediği çaydan bir bardak doldurdu. Artık çay, şeker, kahve, kömür gibi karaborsada satılan mallara sahip olabiliyordu. Yeni sokağını ve komşularını beğenmişti. Komşu evlerin dış merdivenleri arap sabunuyla fırçalanıyordu. Bazı pencereler çiçeklerle süslüydü. Sokağın başındaki Ermeni manifaturacı ile ahbap olmuştu. Fakat çoğunluğu ahşap olan bu evlerde sık sık yangınlar çıkıyordu. Geçen hafta yakındaki bir evde çıkan yangını söndürme çabalarına yardım etmişti.

Ertesi sabah çayı demleyince, Arto Dinkyan her zamanki gülümseyen çehresiyle büroya girdi. Haberler iyiydi. İranlı bir Ermeni genci Ermeni katliamından sorumlu olan eski başbakan Talat Paşa’yı Berlin'de öldürmüştü. Vartan özel günler için sakladığı Ermeni konyağını ve iki kadehi Arto'nun masasına yerleştirdi. “Bu insan kasabının cehenneme gidişinin şerefine kadehlerimizi kaldıralım.”

Davaların son durumunu konuştular. Mağdur Ermenilerin mahkeme dosya sayısı yüzü geçmişti. Haftada yedi, sekiz celseye katılmaları gerekiyordu. Davacıların maddi durumları da düzeliyordu. Yargıdan kaçanların peşine düşen Nemesis operasyonuyla listedekilere ölümcül darbeler vuruluyordu. Ama geleceğin Ermenistan'ı için daha fazlasına ihtiyaç vardı. Anadolu Kavağı'nda yetiştirilen Ermeni militanlarının sayısı yetersizdi. Bir yılda ancak otuz bir eleman mezun olabilmişti. Sekizi suikast timlerine alınmış, kalanı diğer alanlarda görevlendirilmişti.

Erzurum, Erzincan, Beyazıt, Adana, Van, Bitlis, Kars, Ardahan daha fazla ilgi bekliyordu.









***

Scott ve Mustafa Kemal.



Mart 1921. Ankara.



İskoç gazeteci Scott Wallace 22 Mart günü öğleden sonra Ankara'ya ulaştı. Yolda sorun yaşamamışlardı. Jandarma Çavuşu, sevimli Muharrem rehberliğini çok iyi yapmıştı. İnebolu ile Kastamonu arasını Rum çetelerine rastlamadan geçmişlerdi. Yanlarına tüfekli iki jandarma daha almışlardı. Kastamonu'dan sonraki yolculuğu sadece ikisi yapmıştı.

Ankara'da ilk işleri odasının ayırtıldığı Hürriyet Oteli’ni bulmak oldu. Scott'un odasına çıktılar. On günlük yolculuktan sonra, sıcak bir banyoya, temiz bir yatağa ve sıcak bir yemeğe çok ihtiyacı vardı. Muharrem dinlenmesini söyleyerek izin istedi. Atları yakındaki jandarma karakoluna götürüp, gece orada dinlenecek, ertesi gün Yunus Bey'e geldiklerini bildirecekti. Bir hafta için Ankara dışında bir göreve gidecekti. Sonra konuğuyla tekrar ilgilenecekti. Ankara'daki rehberi Yunus Bey olacaktı. Bir sıkıntısı olursa onu arayabilecekti.

Scott banyodan sonra hafif bir yemek yedi. Erkenden yattı, hemen uyudu. Sabahleyin uyandığında kendini daha güçlü hissediyordu. Kahvaltıda hareketli ve sürükleyici hayatını düşündü. Önünde iki ödül vardı. Birinci ödül, Avrupa'nın aklı başındaki aydınlarının takdirini kazanan Mustafa Kemal Paşa ile görüşebilecek olmasıydı. İngiliz kamuoyunun fazla tanımadığı bu Doğu'lu subayı onlara ilk kez kendisi tanıtacaktı. İkinci ödülü farklıydı. Ataları olan Keltlerin binlerce yıl önce yaşadığı bu topraklardaydı. Yetmiş yaşını aşan babası gözlemlerini ilgiyle dinleyecekti.

Kahvaltıdan sonra girişteki görevliye bir ziyaretçisinin geleceğini ve odasında beklediğini söyledi. Yunus Bey'i beklerken Mustafa Kemal Paşa’ya soracağı soruları düzenledi. İngiliz kamuoyunun bilmek isteyeceği hususlar neler olabilirdi? Çok ayrıntı okuyucuyu boğabilirdi. Esaslı fakat kısa cevaplar gerekliydi. Görüşme süresini söylememişlerdi. Ortalama bir saat olabilirdi. Sık sık not alacağı için bu süreye ihtiyacı olacaktı. Bu zamanı azaltmamaları için Yunus Bey'den aracı olmasını rica edecekti. Fotoğraf için de izin gerekiyordu. Şansı yaver giderse görüşme uzayabilirdi. Yunus Bey'den alacağı bilgiler de olmalıydı. Onları da sıraladı. Böylece zamanı daha idareli kullanabilecekti. Scott kısa bir yemek molası vererek, öğleden sonraya kadar notlarını bitirdi. Yunus Bey hala gelmemişti. Penceresinden dışarı baktı. Çamurlu yoldan geçen insanları, develeri ve katırları seyretti. Sonra ağır ağır yürüyen üç askeri izledi. Birinin başı sarılıydı, diğerinin kolu askıdaydı, üçüncünün ayağında sorunu vardı. Arkadaşının kolunu tutarak ve aksayarak yürüyebiliyordu. Cepheden gelmiş, ya da cepheye gidecek olmalıydılar. Pencereyi açarak fotoğraflarını çekti. Yanında getirdiği Keltlerin Tarihi'ni açtı. İşaretlediği yeri tekrar okudu.

...Keltler akın akın Galatika’ya geliyor, kardeşlerine katılıyorlardı. Anadolu’da Galatların karışmadığı hiçbir önemli olay geçmedi, onlarsız bir olay yaşanmadı. Pontus, Suriye ve Mısır, Galatlarla savaştılar. Galatlar kazandı ve Ancyra’ya girdi. Galatlar Avrupa’daki gibi, ormanlarına kavuşmuşlardı. Tarım, hayvancılık, et saklama, kurutma ve biraları ile ünlü Galatlar rahatlamıştı. Bol balıklı Sangarios nehri (Sakarya), bulanık sulu ve balıksız Halys nehri (Kızılırmak) arasını yurtları yaptılar. Güneyde Tatta (Tuz gölü) ve kuzeyde Olympos (Aladağlar) artık Galatia olarak anılıyordu. Başkent Ancyra değerli malların, yolcuların, kervanların uğrak yeriydi. Bu çekici bölge dinlerin ve akınların yolları üzerindeydi.”

Scott kapının çalınmasıyla kitabını bıraktı ve seslendi: “Girin, kapı açık.” Kapıdan kalpaklı başını uzatan gözlüklü ve pala bıyıklı adam Yunus Bey olmalıydı. Signor Grasso'nun tarifine uyuyordu. Gülümseyerek içeri girdi, ayağa kalkan İskoç konuğuna ve meslektaşına elini uzattı. “Hoş geldiniz Bay Wallace. Benim adım Yunus. Muharrem Çavuş'tan haberinizi alınca hemen geldim.”

Scott hafif şişman yapılı adamın elini sıktı. “Yardımlarınız için çok teşekkür ederim Yunus Bey. Siz olmasaydınız bu görüşme için Ankara'ya gelemezdim.”

Grasso çok iyi ahbabımdır. O araya girince bütün imkânlarımı seferber ederim. Kendisi iyidir umarım.”

Çok selam söyledi. Yardımlarınızdan sonra size tekrar borçlandığını söylememi istedi.”

Yunus Bey konuğunun ertesi gün Mustafa Kemal Paşa ile görüşeceğini ve öğle yemeğini birlikte yiyeceklerini müjdeledi. Ankara'daki ilk gününün otel odasında geçmesini istemediği için paltosunu çıkarmadığını söyledi. Scott hemen hazırlandı. Birlikte dışarı çıkıp yürüdüler. Yeni Gün Gazetesi'ne gidiyorlardı. Binası bir caminin bitişiğindeydi. Taş kaideli, tuğla duvarlı ve kiremit çatılı caminin adı bahçesindeki Hacı Bayram Türbesi'nden geliyordu. Augustus Tapınağı'nın bitişiğindeydi. Yunus Bey gazete binasına girmeden önce, tapınağın kalıntılarını göstererek bilgi verdi. MÖ. 25 yıllarında son Galatya kralı, Roma İmparatoru Augustus'a bağlılığını göstermek için yaptırmıştı. Scott aniden durdu. Kulaklarına inanamıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Kentte daha ilk adımlarını atmıştı ve bir hazine bulmuştu. Bu kadarı da fazlaydı. Kelt ataları hakkında okudukları arasında bu bilgiye rastlamadığına emindi. Hemen fotoğraf makinasını çıkardı, birkaç kare fotoğraf çekti. Yunus Bey'in bundan memnun olduğunu açığa vuran gözlerine dikkatle baktı. O da Scott'a şaşkınlıkla bakıyordu.

Benim soyumun Keltlerden geldiğini biliyorsunuz değil mi? Lütfen itiraf edin.”

Hayır bilmiyordum. Grasso sadece İskoç asıllı İngiliz olduğunuzu söylemişti. Yani bunu hatırlıyorum sadece.”

Galatyalıların diğer adının Keltler olduğunu bilmiyor olamazsınız.”

Yunus Bey mahcup bir ifadeyle yanıtladı “İnanın şimdi ilk kez duyuyorum.”

Özür dilerim. Bir an için kendimi tutamadım. Amacım sizi sınamak değildi. Beni mutlu etmek için, bilerek ve özellikle buraya getirdiğinizi düşündüm. Yanılmışım demek ki. Tekrar affınızı diliyorum.”

Ankara'nın tarihini sadece iyi bir kaynaktan okursanız Galatyalılara rastlarsınız Bay Scott. Fakat Keltlerin adını duyduğumu hiç hatırlamıyorum.”

Bu tür bilgiler ve onlarla ilgili eşyalar, kalıntılar benim en çok ilgilendiğim konular arasındadır. Gazetecilik benim ikinci mesleğimdir. İskoçya'da üniversitede tarih okudum. Özellikle İlk Çağ tarihi ve tarih öncesiyle çok ilgilenirim. Atalarım olan Keltler konusunda da yardımınızı istersem çok ileri mi gitmiş olurum? “

Ne münasebet. Bundan sonra bu konu benim de ilgi alanlarımın arasına girmiştir. Elime geçen her bilgiyi size göndereceğimden emin olabilirsiniz.”

İskoç gazeteci Yunus’u izledi. Bina iki katlı, eski bir Ankara eviydi. İçeride ahırdan bozulmuş bölüme basımevi ve diğer donanımlar yerleştirilmişti. Yukarıda bir sofa ve sağlı sollu iki oda vardı. Yeni Gün Gazetesi ve basımevi küçük bir mekâna yerleşmişti. Baskı makinaları Gazete’nin İstanbul’daki binasından sökülmüş, gizlice ve parça parça Anadolu’ya kaçırılmıştı. Başyazar Yunus Bey yazı işleri müdürü, düzeltici ve fıkra yazarlığı da yapıyordu. İdare müdürü aynı zamanda başbayi idi. Dört dizici ve bir makinist hamallık da yapardı. Türk kilimiyle kaplı sedire oturdular. Scott çantasından Konstantinopolis'ten (İstanbul'dan) aldığı ciltli bir Fransızca kitabı çıkardı ve Yunus Bey'e verdi. Küçük bir armağandı. Yakındaki kahveden getirilen Türk kahvelerini yudumlarken, Yunus anlatıyordu. Türklerin milli mücadelesini desteklemek ve örnek almak isteyen Hint Müslümanlarının temsilcisi ile de beş gün önce burada görüşmüştü. Adı Mustafa Sagir idi. Burada Urdu diliyle bir gazete daha basılması ve Hindistan'a yollanması için anlaşmışlardı. Mali kaynak, malzemeler ve mürettipler Hindistan’dan getirilecekti. Türklerin milli mücadelesini örnek almak istiyorlardı. Hintlilerin yardımıyla İngilizce yayın dahi yapabilirlerdi.

Scott şansının yine yaver gittiğini düşündü. Gülümseyerek ev sahibinin sözünü kesti. “Yunus Bey, ricalarımla sizi sıktığımın farkındayım.”

İstirham ederim. Aramızda resmi konuşmayı da bırakmayı öneriyorum. Siz isterseniz tabii.”

Çok sevinirim.”

Güzel. Şimdi ne söyleyeceğini merak ediyorum Scott.”

Senden bir iyilik daha isteyebileceğimi sanıyorum. Bu Hintliyle tanışmak isterim. Doğru anladıysam, buralara kadar size yardıma gelmiş ve sizi örnek alarak, Hindistan'da İngilizlere karşı ayaklanacaklarmış.”

Aynen. Amaçları budur.”

Yarından sonra Ankara'da birkaç gün daha zamanım var. Bu konu benim için harika bir haber olabilir.”

Kendisiyle görüşürüm. Ama bunun gizli kalmasını istiyor sanırım. Sizle görüşebilmesi için Hindistan'daki amirlerinden izin istemesi gerekebilir. Bu da en azından on gün daha geçecek demektir.”

Bence denemeye değer.”

Onunla bir iki gün içinde görüşebilirim sanırım.”

Yunus devam etti. Halide Edip Hanım ile Anadolu Ajansı’nı kurmuşlardı. Eşi de hükümet üyesiydi. Halide Hanım ile yarın tanışacaktı.

Akşam yemeğini Taş Han denilen bir yerde birlikte yediler. Yunus zamanı olduğunda konuğunun burayı ve çevresini gezmesini öğütledi. Otele çok yakınlardı. Karşılarında görülen Meclis binası Ankara halkının özverileri ile tamamlanmış ve geçen yıl hizmete yetiştirilmişti. Okullardan getirilen sıralarla döşenmişti. Bütün milli mücadele buradan yönetiliyordu. Yunus Nadi de burada siyaset yapıyordu. Yunan işgalindeki Aydın vilayetinin milletvekiliydi.

Ertesi sabah otelde birlikte kahvaltı yaptılar. Faytonla Ankara’ya yirmi beş dakika uzaklıktaki asma bağları ile ünlü Kalaba Köyü'ne geldiler. Ziraat Mektebi (Okulu), diğer adıyla Taş Mektep buradaydı. Kapısında faytondan indiler. Bir dakika kadar Çubuk Çayı'nı ve çevreyi seyrettiler. İki katlı taş binaya Erkânı Harp (Genelkurmay) ve Milli Müdafaa Vekâleti (Savunma Bakanlığı) yerleşmişti. Koridorda ve iki yanındaki odalardaki yoğun çalışma sesleri duvarlarda ve merdivende yankılanıyordu. Üst kata çıktılar. Koridorun başındaki oda Paşa’nın çalışma ve kabul odasıydı. Siyah giysili muhafızlar ve Yaver (Emir subayı) onları bekliyordu. Kapıyı tıklattı, konukları makama aldı ve tanıttı: “İngiliz gazeteci Scott Wallace geldi Paşa Hazretleri.” Mustafa Kemal masasının yanından dolaşarak ellerini sıktı ve tok bir sesle “Hoş geldiniz Bay Wallace,” dedi. Yunus Bey'i de başıyla selamladı. Önündeki kanepeye otururken, konuklara da karşısındaki iki koltuğu işaret etti. Gümüş tabakasından çıkardığı bir sigarayı dudaklarına yerleştirdi. Sonra tabakayı konuklarına uzattı. Yunus bir tane aldı ve çakmağıyla sigaralarını yaktı. Scott not tutacağı için sigara almayacağını söyledi. Odası basit döşenmişti. Bir kanepe ile iki koltuktan başka, dört basit sandalyeli bir toplantı masası vardı. Kenarda da saçtan bir odun sobası kurulmuştu. İki pencere sararmış bir tül perdeyle örtülmeye çalışılmıştı. Tavan ahşaptı. Ortasında eski bir avize vardı. Binada elektrik olmadığı belliydi. İspirto ve mumlarla idare ediyor gibiydiler. Paşa kırk yaşlarında, mavi gözlü, saçları seyrelmiş, alnı kırışık ve bıyıklıydı. Az sonra bir hizmetli çaylarını getirdi. Şekerliği sehpaya bıraktı. Mustafa Kemal Scott'a ve Yunus'a neler yaptıklarını sordu. Anlattıklarını ilgiyle dinledi.

Paşa yelek cebinden çıkardığı saatine bakarak Scott'a döndü. “Bir saat kadar zamanım var. Buyurun sizi dinliyorum Bay Wallace,” dedi. Scott görüşmeye başlamadan önce, elindeki fotoğraf makinasını göstererek Mustafa Kemal'in iznini aldı ve bir kaç poz fotoğrafını çekti. Makinasını çantasına koyup, not defterini çıkardı. Yüzüne ciddi bir gülümseme yerleştirdi.

İlk sorum çok basittir Paşam. Amacınız nedir?”

Mustafa Kemal bu soruya çok cevap verdiğini, yani hazırlıklı olduğunu gösteren bir dudak işareti yaptı. “Amacımızı anlatabilmek için, önce önümüzdeki tabloyu çizmeliyim. Bu tablo elbette aydınlık ve mutlu bir dünyayı göstermiyor.” Sigarasından derin bir nefes çekti, mavi dumanını havaya üfledi. “Düşman devletleri biliyorsunuz. Başta sizin ülkeniz var. Diğerlerini saymıyorum. Önemli değiller.”

Scott not almayı bıraktı. “Özür dilerim. Yunanlılar da önemli değil mi?” Geçen yıl Yunan birliklerinin komutanı Korgeneral Paraskevopoulos ile yaptığı görüşmeyi hatırladı. Ona göre, İngilizler Anadolu’da fazla kalamazdı. İlhak ve işgal işlerine gelmezdi. Fransızlar ve İtalyanlar da aynı durumdaydı. Batı Anadolu Yunanistan'ın hakkıydı. Söke söke alacaklardı.

Paşa biraz düşünüp yanıtladı. “İngiltere büyük hata yaptı, Yunan ordusunun İzmir'e çıkışına izin verdi. İngiltere'nin yeterli desteğini alamadıkları zaman Yunanlıların nefesi tükenecektir.” Gülerek ilave etti, “Ben Selanikliyim, Yunanlıları çok iyi tanırım.”

Scott bunu bildiğini gösterircesine başını salladı. Paşa devam etti. “İngiltere Osmanlı devletini yok etmeye ve ortaklarıyla paylaşmaya karar verdi. Padişah ve halife ile hükûmetini yok sayıyorum. Sadece kendi hayatını ve rahatını kurtarabilecek çareler arıyorlar. Millet umurlarında değil. Zavallı insanlarımız, karanlıklar ve belirsizlikler içinde olup bitecekleri bekliyordu.” Çayından bir yudum alıp kuruyan boğazını ıslattı. “Felâketin dehşet ve ağırlığını kavramaya başlayanlar da vardı. Başta Askerlerimiz geliyordu. Vatanın parçalanmış olduğunu yürekleri kan ağlayarak görüyorlardı. Ama çok yorgundular. Asker ve sivil bazı insanlar kendilerince kurtuluş çaresi saydıkları eylemlere başvurdular.” Önemli bir noktayı vurgulayacak gibi öne eğildi. “Ama öncelikle işgalcilere karşı düşmanca tavır alınmayacak, Padişah ve Halife'ye bağlı kalınacaktı. Böylece İngiliz veya Amerikan himâyesi sağlanacak ve Osmanlı topraklarının parçalanması önlenebilecekti.”

Scott araya girdi. “Bence de yanılmışlar Paşam. Diğer İmparatorluklar gibi, Osmanlının da çökmesi kaçınılmazdı.”

Aynen. Bazıları da bölgesel kurtuluş çarelerine başvurmuştu. Osmanlı ülkesinin paylaşılacağını oldubitti kabul ederek kendi başlarını kurtarmaya çalışıyordu. Şimdi amacımıza geliyorum. Bu durum karşısında bir tek karar vardı: Ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!”

Scott yine araya girdi. “Buna ne zaman karar verdiniz?”

Çok öncedendi. Ama ilk kez Ateşkes Anlaşması’ndan sonra geldiğim İstanbul'da yakın arkadaşlarıma söyledim. Anadolu topraklarına ayak basar basmaz da uygulamasına başladık.”

Yunus dayanamadı, Paşa’ya destek oldu. “Sloganımız bellidir: Ya istiklal ya ölüm!”

Scott başını salladı. Söze başlamadan yutkundu, ağzı kurumuştu. “Ama bunu başaramayabilirsiniz. Sonucu daha kötü olmaz mı?”

Mustafa Kemal gazeteciye diktiği gözlerini kırpmadan, bıyıklarını düzeltti: “Sonucu elbette tutsaklıktır. Ama bağımsızlık için ölümü göze alan bir ulus çok farklıdır. Haysiyet ve onurunun gereği olan bütün fedakârlığı yapmıştır. Bununla teselli bulur. Tutsaklığı kendiliğinden kabul eden miskin, haysiyetsiz bir ulusla asla karşılaştırılamaz. Dost ve düşman gözündeki yeri bambaşka olur.”

Paşa İskoç gazetecinin not alması için biraz bekledi. Söylenenleri hızla yazmaya çalışırken, odada sadece onun kaleminin kâğıt üzerinde gezerken çıkardığı sesler duyuluyordu. Scott yazmayı bitirince, aklındakini sormakta gecikmedi. “Osmanlı sultanı ve halife ne olacak?”

Çok basit, diğerleri gibi tarihe karışacak. Bilim ve tekniğin dünyasında gülünç sayılırlar.”

Türk halkı buna hazır mı sizce?”

Bu konuda ikna olacaklardır. Hristiyanların kucağına oturan bir sultan ve halifeyi elbette yadırgayacaklardır. Bunun Türklere basit ve açık sözlerle anlatılması gerekiyor. Osmanlı sarayının kaba, cahil, göçebe dediği Türkler artık tarih sahnesine çıkıyorlar. Ümmet değil, millet olacaklar.”

Sizi ve arkadaşlarınızı ordudan attılar ve idam cezasına çarptırdılar. Güvenliğinizden endişe etmiyor musunuz?”

Aradan iki yıla yakın zaman geçti. Hala buradayım. Biz de sultan ve yardakçılarını vatan haini ilan ettik. Sonunda mutlaka yargılanacaklar Sayın Wallace.”

Kuracağınız devletin sınırları neresidir Paşam?

Sınırlar Misakı Milli (Ulusal Yemin) belgesinde yazılıdır. İstanbul’daki meclis geçen yıl ilan etti. Trakya, Anadolu, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak topraklarının kuracağımız yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne ait olacağının belgesidir. Bunun üzerine, hatırlayacaksınız, İngiliz birlikleri Meclis ve bütün hükümet dairelerini işgal etmiş, milli mücadele yanlısı milletvekillerini tutuklamıştı. Biz de Anadolu’daki bütün İngiliz subay ve erlerini tutuklatmıştık.”

Sevr Antlaşması hakkında ne diyorsunuz?”

Güzel bir soru. Teşekkür ederim. Misakı Milli’nin ilanından yedi ay kadar sonra Osmanlı sultanı ve hükümetinin kabul ettiği bir paçavradır. Sevr ile parçalanan topraklarımızı kanımızın son damlasına kadar savaşarak geri alacağız.”

İttihat ve Terakki liderleri ve ardılları hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Birkaç saniyelik sessizlik oldu. Duvardaki saatin sesinden başka bir ses duyulmuyordu. “Osmanlı’yı kurtarmak için darbe ile yönetime geldiler. Almanlara güvenerek, hatta devleti onlara peşkeş çekerek çok yanlış yaptılar. Sonunda devleti batırıp ülke dışına kaçtılar. Ardıllarına gelince, onların çoğu gerçeği gördü. Artık yanımızdadırlar. Küçük bir azınlık hala Enver Paşa’yı geri getirmeye uğraşıyor. Ama böyle bir şey olmayacak.”

Çerkez Ethem gibi mi?”

Evet. O sorunu çoktan hallettik Sayın Wallace. Şimdi Yunanistan’a sığındı.”

Bolşevik Ruslardan yardım alıyorsunuz. Onlara güveniyor musunuz? Türkiye’de komünist hareketlerin gelişmesini destekliyor musunuz?”

Siyaset ve strateji uzun vadeli düşünmeyi gerektirir. Ruslar da bizim gibi İngiltere’yle ve Avrupalı sömürgecilerle mücadele ediyorlar. Bize para, silah ve cephane yardımı yapıyorlar. Bay Lenin’le iyi ilişkiler içindeyiz. Sadece siyaset yapıyoruz. Meclis’in içinde ve dışında gelişen komünist hareketleri izliyoruz. Fazla güçleri yoktur. İnsanımız bunlara güvenmiyor.”

Mustafa Kemal’in başarısı Hindistan'a ve Arabistan’a da sıçrayabilir mi?”

Bu zamana ve liderlere bağlıdır. Ama bir gün onlar da sömürgecilere karşı ayaklanacaklardır. Avrupa aklını başına almalıdır.”

Scott not alırken, Paşa’nın saatini çıkardığını gördü. “Son bir soru efendim. Komuta yeriniz olarak neden Ankara’yı seçtiniz?”

Mustafa Kemal Yunus’a bakarak gülümsedi. İskoç gazetecinin bu soruyu sormasını onun isteğini düşündü. “Ankara biz gelmeden önce, işgale direnen ilk kentlerdendi. Defterdar, Müftü, Polis Müdürü, Jandarma Komutanı, üst düzey memurlar İstanbul yönetiminin işbirlikçi valisini tanımadılar ve değiştirdiler.” Paşa gözlerini kapayarak birkaç saniye düşündü. Devam etti. “Ayrıca Ankara’nın fazla bilinmeyen çok özel bir tarihi vardır. Hatırladığım kadarıyla, Anadolu Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra kurulan Ankara Ahi Cumhuriyeti otuz beş yıl kadar yaşadı. Bağımsız esnaf, zanaatkâr loncalarına ve seçime dayanan bir yönetimi vardı. Biz de saltanatı yıkıp, seçimlere dayanan bir cumhuriyet kuracağız.”

Yunus’un işareti üzerine Scott notlarını çantasına yerleştirdi ve izin isteyip, Mustafa Kemal’e veda ettiler. Ziraat Mektebi’nin yanındaki vadide bulunan binaya yürüdüler. Öğrenciler burada kalıyordu. Şimdi Anadolu Ajansı yerleşmişti. Dosya rafları, birkaç sandalye, iki masa, bir yazı makinesi vardı. Eşyaların eski ve elden düşme olduğu belliydi. Halide Edip Hanım onları bekliyordu. Yaşı otuz beş, kırk arası olmalıydı. Orta boylu, kısa saçlı, kumral, kahverengi gözlü ve yuvarlak çerçeveli gözlük kullanan ciddi bir öğretmene benziyordu. Scott kendini tanıttı. İzin alarak Halide Hanım’ın fotoğrafını çekti. O da kendini kısaca tanıttı. Amerikan Koleji’ni bitiren ilk Türk kızıydı. Savaş sırasında, öğretmen olarak Suriye ve Lübnan’da çalışmıştı. Tutucu bir toplumda, kadın hakları için çalışıyordu. Çokeşliliğe karşıydı. Şimdi gazetecilik ve yazarlık yapıyordu. İngiliz gazetelerinde çıkan makaleleri nedeniyle tanınmıştı. Bertrand Russell gibi aydınlarla tanışmış, İngiliz Parlamentosu’nu ziyaret etmişti. İzmir’in Yunanlılarca işgaline karşı düzenlenen mitinglerde baş konuşmacıydı. İstanbul’un işgalinden sonra, eşiyle Ankara’ya kaçmışlardı. Mustafa Kemal’e yazı işlerinde yardım ediyordu. Ona gelen telgraflar arasında, Ajans için gereken parçaları alıyor, Paşa'nın bazı yazılarını hazırlıyordu. İngilizce gazetelerin siyasetle ilgili kısımlarını tercüme ediyordu. Silah kullanmayı ve ata binmeyi de öğrenmişti. Amerikan mandasını istemek için kurulan Wilson Prensipleri Cemiyeti’ne üye olmuştu. Sonra vazgeçerek bağımsızlık için Mustafa Kemal’le çalışmaya başlamıştı. Yunus araya girerek, kendisinin de aynı aşamadan geçtiğini söyledi. Şimdi ikisi de Sultan tarafından idama mahkûm edilenler arasındaydı.

Scott Halide Hanım’ı tanıdığı için çok memnun olduğunu, İngiltere’de çıkan yazılarından haberi olmadığı için utandığını söyledi. Döner dönmez bunları bulacaktı. Bundan sonraki yazılarını da İstanbul’da kaldığı Pera Otel’e göndermesini rica etti. Uygun olanları kendi dergisi için hazırlayacağı yazılara ekleyebilirdi.

Ana binada öğle yemeği yediler. O gün kısmetlerine kuru fasulye, bulgur pilavı ve üzüm hoşafı düşmüştü. Akşama da aynen bunlar yenecekti. Yemekler de odalar gibi sadeydi. Tasarruf her yerdeydi.









***



28 Nisan 1921 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Anadolu'da zorlanan İngiliz hükümeti tutum değiştiriyor...

İngiliz hükümeti, Türk-Yunan Savaşı’nda tarafsız olacağını duyurdu. Yunan ordusunun Türk milliyetçileri karşısındaki başarısızlığı İngiliz hükümetini düşündürüyor. İngilizlerin Malta’da gözaltına aldıkları bazı Türk ileri gelenlerini serbest bırakmaları da çeşitli yorumlara yol açıyor.

















***

Hüsamettin



Nisan 1921. Ankara.



Mim Mim karargâhındaki akşam yemeğinden sonra çaylar geldi. Çevresindekiler Yarbay Hüsamettin'in sohbetlerinden birini daha dinlemeye başladılar. “Balkan savaşı devam ediyordu. Yunanlılar Selanik'i tek kurşun atmadan teslim almıştı. Doğuya, Serez'e ilerlediler. 25. Süvari Alayı'nda bölük komutanıyım. Bizi kuşatmak üzereydiler. Atlarımızdan inip savaşa yaya girince kuşatmayı önledik ama çok kayıp verdik. Kalçamdan yaralanarak Yunanlılara tutsak oldum. Sedyeyle Florina istasyonuna getirildim. Trene bindirilirken bir koşuşturma başladı.”

Dinleyenlerin gözlerine 'Buna inanamayacaksınız' dercesine baktı. “Yunan Başkomutanı Prens Konstantin ve yaveri süvarileriyle istasyona geldi.”

Hüseyin, diğer adıyla Yusuf Bey, araya girdi: “Yani şimdiki kralları.”

Ta kendisi. Koumaria Savaşı’nda ölen yüzlerce Yunanlı görmüştü. Burunları ve kulakları kesilmiş yaralı Yunan askerlerle de karşılaşmıştı. Son derece öfkeliydi. Birileri yaralı olarak sedyede yatan beni gösterdi. 'Komutanları buradaki yaralıdır' dediler. Prens'in emir subayı 'Bu subayı kurşuna dizin!' emrini verdi. Beni bir çukura indirdiler. Ecel terleri döküyordum. O sırada bizim süvari bölüğündeki bir Rum eri atıldı. Hatırladım. Borazanlardan biriydi. 'Durun, bunları yaptıran bu subay değildir, çetelerdir.' dedi. Herkes donakaldı. Borazancımız devam etti. 'Ben bu subayın emrindeydim, Yunan tutsaklarına iyi davranmıştı.' Bu çocuk hayatımı kurtarmıştı.” Başkan bir sigara yaktı. Dinleyenler de çaylarını yudumladılar. “Ondan sonra emir subayı ile dost olduk. Adı Metaksas idi. Süvari yüzbaşısıydı. Bana yardım etti. Tedavim için Yunan Kızılhaç hastanesine gönderdi. Koğuşumuzda çeşitli cephelerden gelmiş Türk subayları da vardı. İnanmayacaksınız ama çoğu savaşın bizim için büyük bir bozgunla biteceğine inanıyordu. En ilginç anım da, Yunan, Bulgar ve Sırp Krallarının bizleri ziyaretleriydi.”

Subaylardan biri atıldı, “Bizim sultanlar saraylarından çıkmaya korkarken, onların kralları cepheyi dolaşıp, moral veriyorlar.” Diğeri de söze girdi “En son sefere çıkan padişahımız kimdi? Bilen var mı?” Hüseyin “Sanırım Dördüncü Murad’ın ordusunun başında çıktığı Revan ve Bağdat seferleri sonuncusudur. Sonraki sultanlar sefere çıkmadılar.”

Hüsamettin devam etti. “Fransız doktor kalçamdaki kurşunu çıkardı. Yaralarım iyileşince Selanik'e izinli çıkmaya başladım. Metaksas ailemi buldurdu. Serez’den göçerek Selanik’e gelmişler, bütün göçmenler gibi Yahudi hahamlığının binalarına yerleştirilmişler. Ailem sağdı ama küçük kızım ölmüştü.” Yarbay ıslanan gözlerini arkadaşlarından saklamaya çalıştı. Sigarasından bir nefes daha çekti. Dumanının havaya savurdu. “Hahambaşı’ya başımdan geçenleri anlattım. Yardım edeceğini söyledi. Bana, aileme ve yanımdaki iki ere göçmen pasaportu ve izin belgeleri hazırlattı. Bu arada göçmenlerin arasına karışan sancaktardan Manastır'da savaşan 5. Süvari Alayı'nın sancağını da aldık. Hahambaşı'nın yardımıyla İstanbul’a giden bir İtalyan vapuruna yerleştik. Ben, annem, eşim, çocuklarım ve iki erim İstanbul’a sağ salim geldik.”

Dinleyenlerin bazıları öykünün çok ilginç olduğunu belirtti. Biri bunu yazmasını önerdi. Yemekten sonra Başkan ve Hüseyin makam odasında çalıştılar. MM Grubu’nun noksanları tamamlanıyordu, İstanbul ve Ankara işe başlamıştı. Samsun ve İnebolu merkezle düzenli iletişime geçmişlerdi. En önemlisi, Ankara’da Sovyet Olağanüstü Elçisi Mdivani'nin askeri ataşesi ile irtibattaydılar. Hüsamettin: “Önemli bir görev aldık Yusuf. Sen ilgileneceksin,” dedi.

Elbette Yarbayım.”

Hintli Müslümanların bir temsilcisi geçen gün Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüş.”

Ankara'ya geldiğinden haberim vardı. Ama Paşa ile görüşeceğini bilmiyordum.”

Ben de üzerinde durmamış, unutmuştum. Adı Mustafa Sagir Han. Milli mücadeleye milyonlarca lira yardım getireceğini söylemiş. Mustafa Kemal Paşa pek inanmamış.”

Hüseyin araya girdi: “Hatırladım. Benim yerime bakan Hayrettin söylemişti. Yarbay Muğlalı Mustafa'nın onayını alarak Ankara'ya göndermişler. Bu kadar parayı reddetmek istememişler.”

Evet, Muğlalı, Sagir'i izlemesi için Üsteğmen Mehmet Ali’yi görevlendirmiş.”

Sanırım, Hayrettin bunu da söylemişti. Paşa neden kuşkulanmış?”

Bolşeviklerden yardım aldığımız sırada, Hintli Müslümanlar da Ankara’ya para gönderiyorlar. Bu çok iyi. Paşa bu yardımı küçümsememiş. Ama Bolşeviklere yanaşmamızdan çekinen İngilizlerin bir oyunu olabileceğinden kuşkulanmış. Hintlinin izlenmesini buyurmuşlar.”

Sagir ile ben bizzat ilgileneceğim. Emredersiniz.”

Hürriyet Oteli'nde kalıyorlar. Hintli fark etmeden Mehmet Ali ile temas kur.”

Anlaşıldı. İzin verirseniz Sagir hakkında bilgi toplamak için acele Hindistan’a İngilizce bilen birini gönderelim.”

İyi olur. Ben İstanbul'daki arkadaşlara şifreli bir telgraf yollarım. Ama sonucu almamız ayları bulacaktır. Sen hemen işe başla Hüseyin.”









***

Ankara'da satranç



Nisan 1921. Ankara.



Mustafa Sagir Üsteğmen Mehmet Ali’nin bulduğu Karaoğlan semtindeki kiralık eve önceki gün taşınmıştı. Ev sahibesi kocasını kaybettikten sonra kızının yanına gitmişti. Küçük bir bahçe içindeki tek katlı ahşap ev üç odalıydı. Girişte bir sofa vardı. Bir mutfağı ve kurnalı banyo ile aynı yerdeki tuvaleti bulunuyordu. Suyu elli altmış metre ilerideki sokak çeşmesinden sırayla alıyorlardı. Ev sahibesi eşyalarının bir kısmını evde bırakmıştı. Diğer ihtiyaçlar için Mim Mim mensupları yardımcı olacaktı.

Mehmet Ali ikinci gün alışverişe gitti. Sagir paltosunun astarına gizlediği görünmez mürekkebi bahçe duvarındaki bir taşın arkasına yerleştirdi. Üsteğmen akşamüzeri döndü. Aldıklarını beraberce taşıdılar. Bu ortamda ihtiyaç listesinin yarısını bulabilmişti. Mahalle çeşmesine gidip, testileri ve güğümleri yıkayıp suyla doldurdular. Karaborsadan bulabildiği bir teneke gazyağıyla gaz ocağını doldurdu. Haşhaş yağı yedekteydi. Sebzeli ve peynirli omleti afiyetle yediler. Sagir iyi bir aşçı olan genç arkadaşını kutladı. Köy fırınındaki odun ateşinin ve mumların ışığında genç denizcinin anılarını paylaştılar.

Sonraki gün Karaoğlan Meydanı’nı gezdiler. Meclis’in çevresi gelişiyordu. Taşhan, kahvehaneler, dükkânlar ve öğretmen okulu da Karaoğlan Çarşısı yakınındaydı. Akla gelen tüm dükkânlar balık pazarı, at pazarı, saman pazarı civarındaydı. Ankara esnaf ve zanaatkârlarının çoğuyla tanıştılar.

İzleyen gün, Mehmet Ali alışveriş için evden çıktı. Az sonra kapının tokmağı çaldı. Delikanlı anahtarını unutmuş olmalıydı. Kapıyı açtı. Gelen orta yaşlı bir yabancıydı. Elinde küçük bir torba vardı. Sıkılgan bir ifadeyle konuştu:

Ramiz Bey’in evi mi?”

Kısa boylu tıknaz adam kararlaştırdıkları parolayı söylemişti. Ankara'daki ajanlarından biriydi. Sonunda merakla beklediği adamlarıyla tanışmaya başlıyordu.

İşareti de belliydi. Sagir hemen cevap verdi:

Hayır, yanlış yere geldiniz.”

Tıknaz adam kısık bir sesle yanıtladı: “Lütfen beni izleyin.” Arkasını döndü ve yavaşça yürümeye başladı. Sagir çabucak gocuğunu ve ayakkabılarını giydi. Onu uzaktan izledi. On dakika uzaktaki bir kahvehaneye peş peşe girdiler. Hintli Müslüman içeridekileri selamladı: “Selamünaleyküm.” Nargile içen iki müşteri, tavla oynayan ve seyreden birkaç kişi selamını iade ettiler: “Ve aleykümselam.” Tıknaz adam köşedeki bir masaya oturdu. Sagir de ona yöneldi. Eski bir tanıdık gibi elini uzattı. Yanına oturdu. Kahveci geldi. Çay istediler. Kısık gözlerle etrafı tarayan eleman, yavaşça elini boynuna attı ve muskasını hafifçe kaldırarak gösterdi. Sagir de öksürür gibi yaparak yakasını açtı ve kendisininkini gösterdi. İkisi de ciddiydi, eğitimleri gereği, hemen dost olamazlardı. Tıknaz adam çayları geldikten sonra anlatmaya başladı. Erkânı Harbiye'deki (Genelkurmay) berber Yorgi idi. Müslüman Seyfi olarak tanınıyordu. Black Jumbo Sagir’i Ankara'da izlemeye ve kollamaya başlamıştı. Otele bir kez, eve de bir kez gelmişti. Ama Sagir yalnız olmadığından görüşememişti. Çalıştığı yerden istediği her zaman ayrılamıyordu. İşini aksatmamaya, kuşku uyandırmamaya çalışıyordu. Diğer arkadaşı da denemiş ama onu yalnız yakalayamamışlardı. Yorgi eğilerek “Bir kuşku duyarsak kahvehaneyi ayrı ayrı terk edelim,” dedi. Sagir başını salladı, sonra fısıldayarak Erkânı Harbiye'de neler yaptığını, nerelere girebildiğini sordu. Seyfi altı ay önce işe alınmıştı. Erkânı Harbiye'de herkes tarafından çok seviliyordu. Fevzi Paşa’yı bile tıraş ediyordu. Sagir Afgan Emirini zehirleme girişimlerini hatırladı.

Mustafa Kemal?”

O mecliste tıraş oluyor. Erkânı Harbiye'deki odasına geldiğinde Karadenizli muhafızları hiçbirimizi yukarı kata sokmazlar.”

Sagir sakalını sıvazlayarak düşündü. Tıraş ederken zehirlemek mümkün değildi. Rum berber Sagir'in görevinin ne olduğunu bilmiyordu. “Odasını gördün mü?”

Evet Efendim. Fevzi Paşa'nın yanındaki oda onundur.”

Anahtar kopyalamayı biliyor musun?”

Evet. Anadolu Kavağı'nda göstermişlerdi. Bir kalıp yumuşak sabun bana yeter.”

Güzel. Kilitlere ve anahtarlara dikkat etmelisin. Komutanların oda anahtarları kilitte bırakılıyor mu? Kimlerde yedekleri var?”

Tamam efendim.”

Çok geç olmasın.”

Merak etmeyin”

Senden başka kimler var?”

Ben sadece Samanpazarı’nda aktar Murat Efendi ve seyyar satıcı Şükrü ile çalışıyorum. Başkaları da varmış, ama biz onları, onlar da bizi tanımazlar.”

Sagir anladığını söyledi. Cüzdanını çıkardı. Berberin cebine kimseye sezdirmeden bir miktar kâğıt parayı yerleştirdi. Haberleşecekleri posta kutusu olan ağacı göstereceğini, onu uzaktan izlemesini söyledi. Hesabı ödeyerek dışarı çıktı. Eve beş dakika mesafedeki küçük ağaçlığa geldi. En yaşlı ağacı buldu. Önceden belirlediği kovuğu eliyle yokladı. Seyfi uzaktan gördüğünü belirtti ve uzaklaştı.

Hintli saatine baktı. Biraz daha zamanı vardı. Meydana doğru yürüdü. Taşhan'da tanıştığı satranç ile ilgilenen iki kişiye bu gün ders verecekti. Biri Gar Müdürü Lütfü Bey idi. Ücreti karşılığında on iki yaşındaki oğluna İngilizce dersi vermesini rica ettiğinde bunu düşüneceği yanıtını vermişti. Meclis'te Türkçe yaptığı konuşması duyulmuştu. İki haftadır otelde ziyarete gelen din adamları, milletvekilleri, gazetecilerle görüşmüştü. Aldığı bilgileri günde iki kez tekrar ederek belleğine kaydediyordu. Yazılı belge çok tehlikeliydi. Görünmez mürekkebi sadece Albay Nelson'a yazacağı mektuplar için kullanacaktı. Mustafa Kemal’in haftalık ve mümkünse aylık çalışma takvimini, güvenlik önemlerini, alışkanlıklarını, zayıf ve hassas taraflarını, hastalıklarını öğrenmeliydi. Sohbetlerini Taşhan'da, lokantalarda, kahvehanelerde, Meclis koridorlarında ve yemekhanesinde yapıyordu. Ankara’da yayınlanan iki gazeteyi her gün okuyordu.

Geçenlerde Mehmet Ali ile Hâkimiyeti Milliye gazetesini ziyaret etmişti. Uluslararası kitleye ulaşmak istiyorlardı. Sagir yardımcı olacağına söz vermişti. Fransızca ve İngilizce de yayın yapabilirlerdi. Hatta Yunanlılara da hitap etmeyi düşünüyorlardı. Beş bin baskı İstanbul ve Anadolu’ya gizlice yollanıyordu. İşgal kuvvetleri yakalananlara ağır cezalar verdiğinden dağıtımda çok dikkatliydiler. Sagir öğrendiklerini Albay Nelson’a iletecekti.

Daha sonra Yeni Gün gazetesini ziyaret etmişlerdi. Yunus Bey İstanbul’daki gazetesini parça parça Ankara’ya nakletmişti. Halide Edip Hanım’la Anadolu Ajansı’nı kurmuşlardı. Kuvayı Milliye haberlerini yayınlıyorlardı. Bunlar yabancı dillere çevrilerek dünyaya aktarılıyordu. Sagir’in Urdu diliyle bir gazete çıkarılması önerisi de konuşulmuştu. Malzemeler ve mürettipler Hindistan’dan getirilebilirdi. Milli mücadeleyi örnek almak istiyorlardı. Bunun için ayda iki bin İngiliz lirası verecekti. Üç, dört bin nüsha yeterliydi. Yunus Bey konuyu Mustafa Kemal ile görüştükten sonra önerisinin kabul edildiğini bildirmişti. İşler iyi gidiyordu. Urduca gazete basılması Nelson'a bildireceği konular arasındaydı. Paranın ve malzemelerin hazırlanması gerecekti.

Taşhan'a geldiğinde iki Ankaralı onu bekliyordu. İlk ders önemsiz sanılan piyonlardı. Korunamayan piyon zayıftı. Oyun ortasında şah kanadındaki piyonlar yerinde kalmalıydı. Tek kanatta piyon varsa, at filden güçlüydü. Piyonları kendi renginde ise fil kötüydü. Açık kanatlarda veya her iki kanatta piyon bulunması halinde fil, ata tercih edilirdi. Sagir Gar Müdürünün oğluna haftada üç saat İngilizce dersi verebilirdi. Anlaştılar.









***

Kovalamaca



Nisan 1921. Ankara.



Hacı Bayram Camisi'nin yakınındaki Redif Kışlası'nın girişindeki nöbetçi, atıyla yaklaşan siyah sakallı Ankaralıyı durdurdu.

Dur! Giriş yasak hemşerim!”

Ceketli, bol pantolonlu, diz altı çoraplı ve çarıklı adamı tanımıyordu. Yabancı atından yavaşça indi. Bir eliyle atını tutarken, diğer eliyle ceketinin altındaki gömleğinin cebine uzandı. Binbaşı Yusuf yazan kimliğini gösterdi. Nöbetçi esas duruşa geçti.

Ahır ne tarafta asker?”

Nöbetçi ilerideki binayı gösterdi. Binbaşı atıyla ahıra yürüdü. Atını teslim alan asker, at sahibini ve atını kaydetti. Hüseyin işlerini yaya olarak yapacaktı. Önce Samanpazarı caddesindeki Hamza'nın çilingir dükkânına gitti. Kapıdan girerken karşısındaki yorgancı dükkânını gördü. Aklına emir eri Mahmut geldi.

Onu da buraya getirtebilirim.

Hamza en güvenilir Mim Mim mensuplarındandı. Yarbay Hüsamettin'in emrinde süvari çavuşu olarak görev yapmıştı. Otuzlu yaşlarda, sıkı bir kuvayı milliyeciydi. Memleketi Kayseri'den geçen yıl Ankara'ya gelmiş ve bu dükkânı açmıştı. Erkânı Harbiye'nin ve bazı bakanlıkların tüm kilit ve anahtar işleri ona verilirdi. Hüseyin önce hal hatır sordu. Çaylarını yudumlarken Hamza’nın yorgancıyla arkadaş olduğunu öğrendi. Binbaşı İstanbul'daki Mim Mim elemanı Mahmut'u kısaca anlattı. Kalfa olarak buraya işe girerse Örgüte çok yararı olacaktı. Kayserili ilk fırsatta konuşacaktı.

Asıl sorumu unutuyordum Hamza. Üsteğmen Mehmet Ali'den haber var mı?”

Şehirde Hintli ile birlikte görülüyor ama benimle temasa geçmedi.” Çilingir biraz düşündü. “Belki fırsat bulamamıştır.”

Üç haftadır Ankara'da ve Bahriyeli hala seninle temas etmemiş. Bu işe el atmam gerekiyor. Onu sana gönderirim. İrtibat elemanı sensin.”

Tamam Binbaşım.”

Hüseyin dükkândan ayrıldı. Hürriyet Oteli'nin girişindeki görevli yerinde değildi. Bankonun üzerindeki zili bir kaç kez çaldı. Cevap yoktu. İskemlelerden birine oturdu. Az sonra uzun siyah bıyıklı biri geldi. Yerine geçti ve Hüseyin'e baktı.

Buyurun, ne istemiştiniz?”

Hintli ile birlikte gelen Mehmet Ali adındaki arkadaşımı görmeye geldim.”

Otelden ayrıldılar.”

Nereye gittiklerini biliyor musunuz?” Uzun siyah bıyıklı adam önündeki deftere göz gezdirdi. Başını iki yana salladı. “Üç gün önce ayrılmışlar. Bazı müşteriler adres bırakır. Ama bunlar bırakmamışlar.”

Hüseyin dışarı çıktı. İşlerinin yoğunluğu yüzünden Mustafa Sagir ve Mehmet Ali ile ilgilenememişti. Genç bahriyeliye de kiminle, nasıl temas kuracağı söylenmemiş olmalıydı. Ya da sürekli yapı değiştiren örgütler yüzünden bir karışıklık olmuştu. Mustafa Sagir hakkında en son bilgiyi Mehmet Ali verecekti. Bir aydır onunla beraberdi. Hintli’yi araştırmak için Hindistan’a bir eleman gönderilmişti. Sonucu aylar sonra gelirdi. Mustafa Kemal Paşa ona güvenmemişti. Sagir ile Hüseyin'in ilgilenmesi emredilmişti. Aklına Taşhan'a bakmak geldi. Oraya taşınmış olmalıydılar. Girişteki görevliye Hintli'yi ve yanındaki Türk'ü sordu. Görevli başını iki yana sallayarak otelde kalmadıklarını söyledi. Ama Hintli'yi tanıyordu. Zaman zaman buraya geliyor, çay salonunda oturuyor, sohbetlere katılıyordu. Ankara'da kalburüstü herkesin uğrak yeri burasıydı. Binbaşı çay salonuna geçti. Bir kahve söyledi. Sehpadaki Hâkimiyeti Milliye gazetesini okumaya başladı. Geçen hafta yapılan İkinci İnönü Muharebesi anlatılıyordu. Yunan birlikleri 23 Mart 1921 günü Bursa ve Uşak üzerinden saldırıya geçmişti. Eskişehir ve Afyon'u ele geçireceklerdi. Sonra da Ankara'ya yürüyecek, Sevr Antlaşması hükümlerini Milli Hükümet'e kabul ettireceklerdi. Sayıca ve cephanece üstün Yunan birlikleri, başlarda başarılı olsa da, Türk ordusunun karşı taarruzuyla geri çekilmek zorunda kalmışlardı.

Yanındaki masadakiler aniden iskemlelerini gıcırdatarak ayağa kalkınca, Hüseyin okumayı bıraktı. Gözlerine inanamadı. Aradığı adam onlara doğru yürüyordu. Kısa boylu ve şişmancaydı. Başında Hint usulü beyaz sarık, üzerinde siyah bir cübbe vardı. Cübbesinin yakasında, önünde ve kol başlarındaki sırma motifleri dikkat çekiciydi. Hintli hal hatır sorduktan sonra, diğerlerine katıldı. Hüseyin yabancıyı belli etmeden incelemeye başladı. Kırk yaşlarındaydı. Gözlüklü, esmer tenli, koyu sarı renkli saçları, sakalı, bıyığı ve kaşları ile ilginç biriydi. İki Ankaralıyla satranç oynamaya başladılar. Hüseyin'in merak ettiği, ama fırsat bulup öğrenemediği bir oyundu. Bazı kurmayların bu oyunu öğrendiklerini duymuştu. Hintli hem oynuyor hem anlatıyordu.

Oyunu bitirdikten sonra Sagir kalktı ve kapıya yöneldi. Hesabı ödeyen Hüseyin de arkasından dışarı çıktı. Hintli az ileride kendinden emin adımlarla yürüyordu. Deneyimli Binbaşı uygun uzaklığı koruyarak izliyordu. Sagir birden tespihini yere düşürdü ve almak için eğildi. O anda hızla geriye baktı. Takip edilip edilmediğini kontrol ediyordu!

Bu tesadüf müydü? Yoksa içgüdüsel bir hareket miydi? Veya bu adam deneyimli bir ajan mıydı? Hüseyin aradaki mesafeyi arttırdı. Sagir cübbesini düzelterek, tespih çekerek, insanlara elini göğsüne götürüp selam vererek yoluna devam etti. Bahçe içindeki tek katlı bir evin önünde durdu. Binbaşı hemen yanında gördüğü çeşmeden su içmeye başladı. Hintli cebinden anahtarını çıkarırken çevreyi hızlıca kontrol etti ve içeri girdi. Binbaşı acele adımlarla geri döndü ve köşedeki yan yola saptı. Artık görülmesi mümkün değildi. Yarından tezi yoktu, evi nöbetleşe gözetlemek için iki adam ayıracaktı. Mehmet Ali ile onlar temasa geçecekti.

Binbaşı Redif Kışlası'na bıraktığı atını aldı ve yirmi beş dakika sonra Ziraat Mektebi binasına vardı. Milli Müdafaa Vekâleti (Milli Savunma Bakanlığı) ve Erkânı Harbiye (Genelkurmay) karargâhlarında işi vardı. Yarbay Hüsamettin İstihbarat Daire Başkanı ile Hüseyin'in görüşmesi için randevu almıştı. Önce Gizli İstihbarat Şube Müdürü Kurmay Yüzbaşı Şükrü Ali'yi buldu. Biraz sohbetten sonra Daire Başkanı Kurmay Binbaşı Mümtaz'a gittiler. Mim Mim'in kaynak ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağını görüştüler. İkmal dairesi kesin emir almıştı. İstanbul'dan kaçırılan silah ve mühimmatın tamamı Batı cephesine gönderiliyordu. Doğu cephesinde işler iyi gittiği için oradan bazı malzemeler gelecekti. Para konusu da sıkıntılıydı. Maaşları ödemekte bile zorlanıyorlardı. Biraz daha dişlerini sıkacaklar, ellerindekilerle idare edeceklerdi.

Hüseyin beklediği cevapları almıştı. Etlik'teki karargâha dönmeden önce eski bir personelci olan Orhan’ı buldu. Çay içerlerken güzel haberi verdi. Teyze oğlu Başçavuş İsmail Çerkez Ethem'in tasfiyesinden sonra, Şubat başında Ankara'ya gelip teslim olmuştu. Bir ay kadar hapiste yatmış ve divanı harp mahkemesinde yargılanmıştı. Beş aylık çeteciliğinin hesabını vermişti. Sadece Yunanlılara ve Anadolu'daki isyancılara karşı savaşmıştı. Milli kuvvetlere tek kurşun sıkmamıştı. Eski başarıları ve Karakol Örgütü'ndeki hizmetleri dikkate alınmış ve beraat etmişti. Mart başında onu başçavuş rütbesiyle İsmet Paşa emrindeki Batı cephesinde görevlendirmişlerdi.

Hüseyin buna çok sevindi. Galiçya'lının birliğini de sordu. Orhan çıktı, az sonra döndü. İsmail 61. Tümenin 190. Alayına takım komutanı olarak atanmıştı.

Etlik'teki karargâha döndü. Eğitimdeki beş adayın durumlarını gördü. Fena sayılmazlardı.









***

Bir avuç milliyetçi.



Nisan 1921. Ankara.



İskoç gazeteci ve tarihçi Scott Wallace üç gündür Ankara'daydı, ama haftalardır burada olduğu gibi bir duyguya kapılmıştı. Günler hızlı ve yoğun geçmişti. İkinci gününü meslektaşı Yunus Bey ile geçirmişti. Üçüncü gün Paşa ile görüşmüştü. Önceden hazırlamasına rağmen sorularının tamamını soramamıştı. Geri kalanları Yunus'a sorup bazı cevaplar almıştı. Onları kendi yorumlarına katabilirdi. Notlarını temize çekerken, Paşa'nın yüz ifadelerini, vücudunun, kollarının ve ellerinin hareketlerini, sesinin özelliklerini hatırlamaya çalışmıştı. Başta gelen özelliklerini sorsalar, otoriter ve sert karakterli ama nazik biri olduğunu söyleyebilirdi. Başka? Ciddi ve gururluydu. Daha başka? Enerjik, karizmatik, riski seven, kararlı, yaratıcı ve mücadeleciydi. Zayıf yönleri yok muydu? Elbette vardı: İnatçı, sabırsız, sinirli ve heyecanlıydı. Daha zorlayıcı bir soru da sorulabilirdi. Bir saatte hiç tanımadığı biri hakkındaki izlenimlerinde ne kadar yanılma payı olabilirdi? Güzel bir soru olduğunu söylerdi. Ama bu izlenimlerin doğruluğunun yüzde elliden fazla olduğunu, yüzde yetmişten az olduğunu söyleyebilirdi.

Scott dördüncü gününde önce Augustus Tapınağı'na gitti. Kitabını ve notlarını gözden geçirmiş, hazırlık yapmıştı. Bu kalıntıları Konstantinopolis'te (İstanbul'da) beş yıl görev yapan Avusturya elçisi Busbecque 1555 yılında bulmuştu. 4.000 yıllık geçmişe sahipti. Daha önce bir Frig tapınağıydı. Roma İmparatorluğu, Galatya’ya egemen olunca, Ancyra’yı eyaletin başkenti yapmıştı. Son Galat (Kelt) Kralı, İmparator Augustus’a bağlılığını göstermek için harap haldeki Frig tapınağının yerine bu tapınağı yaptırmıştı. Sonraki dönemlerde Hristiyanlar tapınağı kiliseye çevirmişlerdi. Yunus'un ayarladığı bir fayton emrindeydi. Tapınağa gitti. Alanın bir köşesine Hacı Bayram Camisi inşa edilmiş, bir kısmına da evler yapılmıştı. Tapınağı gezdi. Mermer duvarlardaki Latince ve Helence yazıların fotoğraflarını çekti. Yerlerde tapınağın parçalanmış sütunlarını da fotoğrafladı. İskoçya'daki arkeoloji fakülteleri değerlendirecekti.

Oradan Ankara Kale'sine gitti. Yürüyerek dolaştı. 15 metre kadar yükseklikteki taş duvarların bazı yerlerinde mermer ve tuğla bölümler de vardı. Sonradan değişiklik ve onarımlar yapıldığı belliydi. Roma anıtlarının mermer blokları, sütun başlıkları, suyollarının mermer olukları kullanılmıştı. Yirmiye yakın kulesi vardı. İç Kale'deki 700 yıllık Sultan Alaattin Camisi kullanılıyordu ama kapısındaki saat kulesi kaderine terkedilmişti. İç kalenin çevresi yalçın kayalıktı. Romalıların Galatya'yı işgalinden sonra kent büyüyerek iç kalenin dışına taşınca aşağılara dış kale yapılmıştı. Daha sonraları tepenin eteklerine üçüncü sıra dış surlar yapılmıştı. Ama yıkılmışlardı.

Scott faytoncuyu gönderirken, ertesi gün Mamak’taki Hüseyin Gazi Tepesi'ni göreceğini, uygun bir rehber bulmasını söyledi. Sonra Taşhan’da yemek yedi. Hava kararmadan oteline yürümeye başladı. Yağmur devam ediyordu. Yoldaki su dolu çukurlardan kaçınmaya çalışıyordu. Aniden birisiyle çarpıştı. Fesli adam ceketinin yakalarını kaldırmıştı. İkisi de aynı sözü söylediler:

Af edersiniz.”

Fesli adam gözlerini kırpmadan Scott'a bakıyordu. Uzun boylu, sarı saçlı, gözlüklü Avrupalıyı görünce şaşırmıştı. Bir anda gözlerinde Scott’u tanıdığını gösteren bir ışık parladı. Sonra yoluna devam etti. Scott onu bir yerde görmüştü. Sakalları vardı ama yüzü, gözleri, atletik yapısı onu andırıyordu. Önce Konstantinopolis'teki (İstanbul'daki) Bektaşi tekkesinde, sonra Bektaşi Yusuf'la meyhanedeyken beraber olmuşlardı. Sebottendorf da yanlarındaydı. Evet, o binbaşıydı, onlara İran deneyimlerini anlatmıştı. Seslendi.

Bakar mısınız?”

Adam başını arkaya çevirdi. “Bana mı seslendiniz?” Scott’un başını olumlu anlamda salladığını görünce durdu. Geri döndü. Scott biraz yaklaştı. “Özür dilerim, sizi rahatsız etmek istemem.” Adam “Ne istiyorsun?” dercesine kaşlarını kaldırdı. Scott boğazını temizledi. “Sizi bir tanıdığıma benzettim.” Adam yine sessizdi. “Sanırım tanışmıştık. İstanbul'da. Yanınızda Yusuf Bey vardı.” Adam gözlerini kapattı, gülümsedi. “Şimdi hatırladım. Benim de gözüm ısırmıştı. Ama çıkaramamıştım. Siz o gazetecisiniz.” Yağmur hızlanıyordu. Scott “Otelim az ileride. İsterseniz orada biraz sohbet ederiz. Yağmur dindiğinde yolunuza devam edersiniz,” dedi. Adamın yanıtını beklemedi, “Tabii zamanınız varsa ve rahatsız etmiyorsam.” Binbaşı sakalını sıvazladı ve “Rahatsızlık söz konusu değildir. Bize yardım ettiğinizi hatırlıyorum. Ben de sohbet etmekten memnun olurum.”

Yan yana yürüdükleri yolda çamura ve suların biriktiği çukurlara dikkat ediyorlardı. İki üç dakika sonra Hürriyet Oteli'ne geldiler. Scott girişteki uzun siyah bıyıklı adama selam verdi. Kendisine bir not vardı. Hemen okudu. Muharrem otele bırakmıştı. 27 Mart sabahı İnebolu'ya hareket edeceklerdi. Buna engel bir durumu varsa Yunus Bey’e bildirecekti. Scott konuğuyla yemek ve çay salonuna yürüdü. Köşedeki masaya oturdular. “Şimdi tekrar tanışabiliriz. Ben Scott Wallace, İngiltere'deki New State Dergisi'nin muhabiriyim.”

Binbaşı arkasına yaslandı. “Hatırladım elbette. Yanınızda bir Alman vardı O da Bektaşi olmuştu. Adı neydi?”

Scott cevapladı, “Sebottendorf.”

Tamam. Benim adım da Yusuf.”

Scott şaşırdı, “Sanırım adınız yaşlı Bektaşi'nin adından farklıydı.”

Binbaşı sakalını sıvazladı, gülümsedi, “Yusuf ikinci adımdır. Hüseyin adını da kullanırım.”

Girişteki bıyıklı ne içeceklerini sormaya gelince sohbete ara verdiler. Scott eleman sıkıntısı nedeniyle onun garsonluk ta yaptığını belirtti. Kahveyi istediler. Görevli mutfağa giderken döndü ve Hüseyin’e “Aradığınız arkadaşlarınızı bulabildiniz mi Beyim?” deyince, Binbaşı şaşkınlığını gizleyemedi. Bir anlık suskunluktan sonra cevapladı, “Buldum, buldum, ilgin için sağ ol.” Mim Mim Örgütü'nün bu uyanık adam gibilerine ihtiyacı vardı.

Kahvelerini yudumlarlarken Scott Ankara'da Mustafa Kemal Paşa ile görüştüğü konuları özetledi. Sonraki gün İstanbul'a döneceğini söyledi. Binbaşı da diğer direnişçi Türk milliyetçileri gibi Anadolu’ya kaçtığını söyledi. Ankara’ya bir işini halletmeye geldiğini ekledi. Bir saat kadar ortak dostlarından ve güncel konulardan söz ettiler. Hüseyin tekrar görüşmeyi umduğunu söyleyerek otelden ayrıldı.

Ertesi gün Scott’un Ankara'daki son günüydü. Kitabında Hüseyin Gazi tepesi hakkında kısa bir bilgi vardı. Keltler bin yıl süreyle burada yaşamışlardı. Sonra Hristiyanlığı kabul etmişlerdi. Bizans'ın 838 yılındaki saldırısına dayanamayan Keltler Ancyra'yı terk etmiş ve liderleri Corbeas başkanlığında Malatya’ya kaçmışlardı. Yirmi yıl kadar sonra, Abbasi emiri Hüseyin Gazi’nin yardımıyla Ancyra'yı geri almaya çalışmışlardı. Ama başaramamışlardı. Corbeas Hüseyin Gazi tepesindeki çarpışmada ölmüş ve buraya gömülmüştü.

Yunus Bey'den girişteki görevliye mesaj bırakılmıştı. Hint Hilafet Komitesi temsilcisi Sagir bu aşamada bir gazeteciyle görüşmeyi sakıncalı bulmuştu. Özür diliyordu.

Faytoncu az sonra geldi. Mamak yöresini bilen bir arkadaşını da getirmişti. Yaşlı adamı karşısına oturttu. Hareket ettiler. Rehber anlatmaya başladı. “Eskiden beri Ankara’nın doğu kapısı Mamak’tır beyim. Geçmiş zamanda bu kasabayı kuran ve yöneten Ahi Mamak Hazretlerinin adından gelir. Ankara'nın meyvesi burada yetişir. Bizanslılar zamanında İslam orduları Ankara'ya kadar gelmişler. Birçok şehit vermişler. Seyyid Hüseyin Gazi hazretleri, bu savaşlarda şehit düşmüş. Fatih Sultan Mehmet Han buraya bir türbe ve zaviye yaptırmış. Evliya Çelebi hazretleri de Ankara’ya gelmiş ve Hüseyin Gazi Türbesini ziyaret etmiş. Tepenin eteklerinde hala çok eski zamanlara ait balta ve bıçaklar bulunur beyim...”

Scott bundan sonra yaşlı adamın verdiği diğer bilgileri fazla dinlemedi. O da az sonra sustu. Bozuk ve çamurlu yollardan geçtiler. Kayalık yollardan bata çıka, hoplaya zıplaya çıplak tepeye tırmandılar. Atın çok zorlandığı yerlerde faytondan inip yürüdüler. Sonunda şahane bir manzara onları bekliyordu. Ankara şehri ve ova ayaklarının altındaydı. Scott fotoğraf makinasını çalıştırdı. Türbe beş altı metre yüksekliğindeydi, sekizgen bir planı vardı. Konstantinopolis'te gördüğü sekiz kenarlı Bektaşi tekkelerini hatırladı. Taş duvarları bir kubbeyle örtülmüştü. Dış çevredeki yıkık duvarlar ve kırık mezar taşlarına meydan okuyan türbe bakımsızdı ama ayaktaydı. Scott defterini çıkardı, rüzgâr almayan bir yer buldu. Notlarını kaydetti. Corbeas unutulmuştu.

Tekrar aşağı indiklerinde acıkmışlardı. Rastladıkları küçük bir lokantada durdular. Sahibi odun ateşinde pişmiş yemeklerini övdü. Tarhana çorbası, çoban kavurması, bulgur pilavı ve ayranla karınlarını doyurdular. Akşam saatlerinde Ankara'ya döndüler. Scott faytoncuya ve rehbere teşekkür ederek bahşişlerini verdi. Çok yorulmuştu. Kurnalı banyosunda yıkanıp yatağa uzandı. Biraz dinlendi. Çünkü son gecesi de doluydu. Yunus Bey konuğunun şanslı olduğunu söylemişti. Otele yakın bir salona gittiler. Gaz lambalarının ve mumların ışığında Shakespeare'in Hamlet adlı oyununu Türkçe olarak seyrettiler. İskoç tarihçi için bu çok özel bir gösteriydi. Buna inanamamıştı. Başroldeki sanatçının adı da çok ilginçti: Othello Kamil! O dâhinin güzel sözlerini de hatırlamıştı: Hemen yapmalıyız ne yapmak istiyorsak. Çünkü isteklerimiz değişebilir. Düşer, duraklar eller, diller, rastlantılar önünde. Araya zaman girdi mi can attığımız şey. Bir ah çekmeye, sıkıntılı bir iç boşaltmaya döner.”

Scott otele geç saatte döndü. Yatmadan önce notlarını ve fotoğraflarını düzene soktu. Eşyalarını topladı. Sabah atlarla ve katırla otele gelen Muharrem'in yardımıyla eşyalarını ve yolluklarını yüklediler. Yunus Bey'in gazetesine uğradılar. Kısa bir vedalaşma oldu. Binadan çıkıp atlara bindiler. Aniden gök gürledi ve şiddetli bir yağmur başladı. Scott sordu: “Ankara'dayken çok yağmur yağdı. Burasının neden çorak olduğuna akıl erdiremedim.” Muharrem'in cevabı ilginçti. “Sizin şansınıza beyim.” Sokaktakiler en yakın kapı aralığına veya cumbaların altına sığınmışlardı. Muharrem az ileride kapalı bir yer olduğunu söyledi. Atları hızlandırdılar. Bu sırada Scott bir kapı aralığına sığınmış iki kişiyi gördü. Kısa boylu ve şişmanca olanın başında Hint usulü beyaz bir sarık, üzerinde siyah bir cübbe vardı. Gözlüklüydü. Hızla uzaklaştıkları için bu kadarını görebilmişti. Ankara'da bu giysi sadece bir kişide bulunabilirdi. O kendisiyle görüşmeyi reddeden Hint Hilafet Komitesi temsilcisiydi. Boş verdi. Az sonra yağmur hafifledi. Atlarını Ankara çıkışına sürdüler.

Bundan sonraki hava az bulutlu bir bahar havasına döndü. İnebolu'ya dönüşleri daha kısa sürdü. Scott orada bir gece kaldı. Yol yorgunluğunu atmasına yetmişti. Ertesi sabah Muharrem'e yüklü bir bahşiş vererek vedalaştı. 4 Nisan günü İnebolu'dan Konstantinopolis'e giden gemideydi. Bu kez şansı yaver gitti. Karadeniz sakindi.

Scott 9 Nisan günü Signor Grasso’yla buluştu. Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesine yardımı için teşekkür etti. Ankara yolculuğunu ve izlenimlerini aktardı. Ankara’dan getirdiği keçi kılından yapılmış Yörük kilimini armağan etti.

12 Nisan 1921 tarihli bazı Avrupa gazetelerinde “Bir Avuç Milliyetçi mi?” başlıklı bir makale yayınlandı. Yazarın adı Scott Wallace idi. Osmanlı Sultanı Vahdettin'in, İngiltere'nin Konstantinopolis (İstanbul) Büyükelçisi Horace Rumbold'un ve Mustafa Kemal Paşa'nın fotoğrafları yan yanaydı.

İmparatorluğunu yitiren Osmanlı sultanının temsilcileri Sevr Barış Anlaşması'na imza atalı sekiz ay oldu. Ama parlamento onayı hala gerçekleşmedi. Müttefikler Sultan'ın hükümetinin işini kolaylaştırmak için Yunan ordusunu ileri sürdü. Ama iki ay içinde yapılan iki Eskişehir saldırısı da başarısızlıkla sonuçlandı. Türkler kendi aralarında çatışırken büyük bir fırsat kaçırıldı.

Eskişehir’deki ilk savaştan sonra düzenlenen Londra Konferansı tam bir hayal kırıklığı idi. Ankara’daki milliyetçiler çetin ceviz çıktı. Liderleri Mustafa Kemal, Sultan’ın hükümetinin temsil edilmesine dahi itiraz etti. Sultan’ın yaşlı başbakanı Tevfik Paşa da gerçek temsilcinin milliyetçiler olduğunu beyan etti. Müttefik temsilcileri kulaklarına inanamamıştı. Sevr Anlaşmasının onaylanması için yapılabilecek düzeltme girişimleri işe yaramadı. Konstantinopolis'ten Londra’ya çağrılan Anadolu'daki işgal güçlerinin komutanı General Harington kabineye aydınlatıcı açıklamalar yaptı. İngiltere ile Türkiye arasında ikili anlaşma yapılmasını savundu.

Duruma Yunanistan tarafından bakalım.

Ordusu Mustafa Kemal Paşa’nın derme çatma ordusunu yok ederek Ankara'yı ele geçirmeye çalışıyor. Ama güçlerini tam olarak kullanamıyorlar. Yüz bin askerlik güçlerinin yarısı Trakya’da bulunuyor. Bulgarlardan çekindikleri bir sır değil. Öte yandan, Yunan subaylarının morallerinin bozuk olduğu, mücadele ve savaştan bıktıkları duyumları da dikkate değer. Yunan ordusu içindeki parti kavgaları da biliniyor. Kral Konstantin hükümetinin aleyhindeki memnuniyetsizliğin yaygın olduğu söyleniyor. Başkomutan Papulas ve maiyeti değerli askerlerden oluşuyor. Ama alt kademelerin yetersiz subayların ve emeklilerin eline geçmesi eleştiriliyor. Anadolu’daki Yunan ordusunun iyi beslenemediği, işgal bölgesindeki siyasi temsilcilerin artan yolsuzlukları ve yerli Rumlar arasındaki itibar kaybı da önemli. Doğrusunu söylemek gerekirse İngiliz ve Fransız askerleri de aynı durumdadır.

Siyasal gelişmeleri de değerlendirmeye çalışalım.

İngiliz hükümeti ve özellikle başbakan hala Yunanlılardan yanadır. Başka seçenekleri kabul etmiyor. Fransızları dinlemiyor, muhalefet milletvekillerinin ve basının sözlerine kulak asmıyor. Türklerle ayrı bir barış yapılmasını reddediyor. Rusya'dan gelen haberler de kötüdür. Çarlık yanlıları Batı'nın yardımlarına rağmen Bolşevikleri yenemedi. Ruslarla Ankara milliyetçi hükümetinin Moskova Anlaşması'nı imzalaması da önemli bir gelişmedir. İlk kez batılı bir devletle antlaşma imzalanması Müttefiklere vurulan güçlü bir darbedir. Ruslar yakında Anadolu'ya altın ve silah gönderecektir. Doğu sınırının güvenliğini sağlayan Mustafa Kemal Paşa, kısa zaman sonra askeri birliklerinin çoğunu batıya kaydıracaktır. O zaman Müttefiklerin ve özellikle Yunanlıların işleri daha da zorlaşacaktır.

Bolşevik Ruslar Sevr Barış Anlaşması'nı tanımadığını açıkladılar. Kapitülasyonların kaldırıldığını da kabul edecekler. Buna Türk milliyetçilerin Afganistan'la imzaladıkları Dostluk ve Yardımlaşma Antlaşmasını da eklersek, durumun ciddiyeti ortaya çıkar. İlk kez bir İslam devleti Ankara hükümetini tanımıştır. Önemli bir gelişme de Irak'ta yaşanıyor. Irak Kürtleri İngiliz manda yönetimine karşı ayaklandılar. Musul ve Kerkük'te direnişin yaygınlaştığı bildiriliyor.

Doğu Sorunu'nu çözmek isteyen İngiltere'ye güven azalıyor. Ankara'ya olan güven de artıyor.









***

Trabzon'da sabotaj



Nisan 1921. Trabzon.



Taşnak Örgütü’nün Nemesis operasyonuna seçilen eylemcileri güvertede donuk gözlerle Trabzon'u seyrediyorlardı. Dört Ermeni genci Black Jumbo kurslarında tanışmıştı. Hepsi de “iyi” notla mezun olmuştu. Geçen yılki birincilerden Etyen de Erzurum’dan gelerek onlara katılacaktı. Onları yemyeşil bir halı gibi görünen dağların yamaçları ve kıyı şeridi değil, çok özel görevleri düşündürüyordu. Liderleri çolak Vartan da aynı manzaraya bakarken benzer şeyler düşünüyordu. Trabzon'daki İngiliz konsolosluğu Black Jumbo elemanı Albay Nelson'a önemli bir rapor vermişti. Bolşevik Rusların Trabzon'a gönderdikleri silah ve cephanenin tamamı artık Erzurum'a gönderilmiyordu. Marka ve modelleri uyan az bir kısmı Erzurum'a, kalan büyük kısmı da İnebolu'ya aktarılıyordu. Hatta bazı malzemeler Erzurum'dan geliyor ve limandaki depolara konuyordu. Depoların çok sıkı korunduğu da not edilmişti. İngilizlerin amacı, Türklerin doğudan batıya kuvvet kaydırmalarını geciktirmek, mümkünse engellemekti. Vartan görevi alırken dinlediği bu bilgileri belleğine kaydetmişti. Diğerleri ayrıntıları bilmiyordu. Sadece hedefleri izleyecek, vuracak ve sonra kaybolacaklardı.

Erzurum’u denize bağlayan ana yol Trabzon'dan başlıyordu. Rusya’dan Türklere gelen personel, silah, cephane, ilaç ve diğer yardımlar da buradan naklediliyordu. Çok önemli olduğundan, İngiltere, Rusya, İran, Yunanistan, Fransa, İtalya, Avusturya, Prusya, ABD ve Belçika Trabzon’da konsolosluk açmışlardı. Rumlar Türklere göre daha fazla ekonomik güce sahipti, dış dünya ile temasları kolaydı. Sanayi ve ticaret odalarında, belediye meclislerinde daha etkinlerdi. Kuracakları devletin merkezi Trabzon olacaktı. Devletin silahlı kuvveti olmaya hazırlanan Rum çetelerini Yunan subayları eğitiyordu. Osmanlı ordusundan alınıp, Batum’da toplanan silahların bir kısmını ele geçirmişlerdi. Yunan gemilerinin taşıdıkları silâh ve malzemeyi de kolayca alıyorlardı. İngiliz, Fransız, Amerikan konsolos ve misyonerleri de çeteleri destekliyordu.

Türklerin de direniş örgütü vardı. Erzurum'daki kolorduya bağlı Trabzon'daki Tümen tarafından destekleniyordu. Bolşevik Rusların Trabzon Konsolosluğu bir telsiz istasyonu ile istihbarat teşkilatına sahipti. Gizlice Türkleri destekliyordu.

Operasyonunun hedefi Tümen’in depolarıydı. Pontus Rum çeteleri köylerde ve yollarda etkiliydiler ama askeri bölgelere giremiyorlardı. Son aylarda yapacakları her ciddi eylem Türkler tarafından öğreniliyor ve önlem alınıyordu. Bu yüzden çok eleman kaybetmişlerdi. Bazı çeteciler kayıptı. Konuşmuş olabilirlerdi. İçlerindeki köstebeği bulamamışlardı.

Onları karşılayan Black Jumbo elemanı eylemcileri üç Rum evine dağıttı. Türk ve Rus istihbaratının sürekli izlediği oteller güvenli değildi.















***

Gar Müdürü.



Nisan 1921. Ankara.



Sagir Albay Nelson'a yazdığı mektubu bitirdi. Zarftaki adres “Cavit Bey, Hint Hilafet Komitesi temsilcisi, İleri gazetesi, İstanbul” idi. Mustafa Kemal Paşa ile ve diğer yetkililerle görüşmelerini övücü sözlerle süsleyerek anlattı. Hintli Müslümanlar milli mücadeleyi örnek almak istiyorlardı. Urdu diliyle Ankara'da bir gazete çıkarılacaktı. Malzemeler ve mürettipler Hindistan’dan getirilecekti. Üç, dört bin nüsha için ayda iki bin İngiliz lirası verecekti. Acele olarak, gereken malzemelerin işgal kuvvetlerine belli edilmeden gönderilmesini ve paranın toplanan yardımlardan karşılanmasını istiyordu. Taşındığı kiralık evin adresini yazdı. Yakında Ankara'da açacağı Türk-Hint Derneği irtibat bürosunun adresini göndereceğini ilave etti. Şimdilik görünmez mürekkeple yazacağı bir konu yoktu. Mehmet Ali'ye mektubu postaya vermesini rica etti.

Sagir birkaç gündür tedirgindi. Eve geldiğinde, anahtarını çıkarırken çevreyi taramış ve mahallenin çeşmesinden su içen Seymen giysili birini görmüştü. İçeri girdikten sonra hemen üst katın perdesini aralayarak o tarafa bakmıştı. Kimse yoktu. Bu tesadüf olabilirdi. Veya izleniyordu. Konutta, yollarda, camide, Taşhan’da daha dikkatli olmaya çalışıyordu. Rum berber Yorgi yani Seyfi anahtar kopyalamayı becerebilmiş miydi? Dün gece ağacın kovuğu boştu.

Mehmet Ali gündüzleri dışarıda oluyordu. Evin ihtiyaçları bitmiyordu. Bu sayede karaborsacıları da tanımıştı. Açacakları irtibat bürosu için çarşıda uygun bir dükkân arıyordu. Mehmet Ali'nin çayına baharatçıdan aldığı kediotundan biraz karıştırması işe yarıyordu. Yatağa girer girmez derin bir uykuya dalıyor ve sabaha kadar uyanamıyordu. Sagir de rahatça çalışabiliyordu. Bazı geceler adamlarıyla buluşabilmişti. Yorgi'den bir gün sonra Black Jumbo'nun irtibat elemanı, aktar Murat ve daha sonra seyyar satıcı Şükrü gelmişti. Onlara da ağaç kovuğu sistemini göstermişti. Haberleşmelerini bu ağaç kovuğuna bırakacaklar, her gece buraya bakacaklardı. Sagir bir sorun olduğunda kapının üzerindeki perdeyi açık tutarak işaret verecekti. İzlenmeye ve gözetlenmeye karşı çok dikkatli olacaklardı. Sagir, ajanlarla farklı günlerde ve farklı mekânlarda buluşacaktı. Her buluşmadan sonra, zaman ve yerleri belirleyeceklerdi. Görünmez mürekkebi ve onu okunur yapan amonyaklı suyu bitince, Murat Efendi müshil ilacı kutusunda devamını getirecekti. Evde örümcek, kırkayak, akrep, arı sokmalarına karşı bir miktar amonyak bulundurulması faydalıydı.

Önceki gün Gar Müdürü Lütfü Bey ile sohbet ederken ilginç bir bilgiye ulaşmıştı. Çerkes Ethem, tasfiye edilmeden önce, birkaç adamıyla istasyondaki evine giderek, hasta yatağındaki Mustafa Kemal'i öldürmek istemişti. Fakat Paşa'nın muhafızları onu engellemişti. Murat ve Şükrü meclis muhafız tabur komutanı Topal Osman ve adamları hakkında bilgi toplayacaktı. Siyah giysili Karadenizlilerden birine çengel atılabilirdi. Böylece Paşa'ya evinde veya yolda suikast yapılabilirdi. Mustafa Kemal'in kuryeleri de önemliydi. İnebolu üzerinden İstanbul'a gidiyorlardı. Ama Paşa ve adamları cepheye gitmek için treni kullanıyordu. Gar müdürü işine yarayabilirdi. İlişkileri sıklaştıracaktı. Oğlunun İngilizce dersleri iyi değildi. Ders saatlerini artıracaktı. Kuşku duymaması için ilave ücret isteyecekti.









***

Yeni Haçlı Konferansı.



Nisan 1921. Konstantinopolis (İstanbul).



Scott Wallace piposundan bir nefes daha çekti. Bu seferki tütün mükemmeldi. Sebottendorf sayesinde, bu kıtlıkta ihtiyacı olan her şeyi bulabiliyordu. Aynı desteği işgalcilerin ve Osmanlı sultanının üst düzey görevlilerine de sağlıyordu. Uyanık Alman bu işlerden çok para kazanıyordu. Gümrüklerden Kapalıçarşı'ya kadar özel bir ağ kurmuştu. Adamlarının çoğu Ankara'daki direnişçi milliyetçilere destek veren örgütlere çalışıyordu. Karaborsa müşterileri arasında işgalcilerin devam ettiği Pera'daki ve Boğaz'daki gece kulüplerinin sahipleri ve güzel kadınları da bulunuyordu. Bu sayede çok değerli bilgilere de ulaşması çok normaldi. Bunun ödülü bazen para, bazen içki, bazen de kömür olabiliyordu.

İskoç gazeteci ve tarihçi Pera Oteli konferans salonuna inerken gülümsüyordu. Bugünkü tarihe, yani 10 Nisan 1921 gününe denk getirilen “Haçlı Konferansı” düzenleyicilerini takdir etti. Çünkü 10 Nisan günü özeldi. 10 Nisan 837 günü, Halley kuyruklu yıldızı Dünya'nın yakınından geçmişti. Türklerin Ortodoks Hristiyanlığın merkezi olan Konstantinopolis'i aldığı tarih olan 1453 yılında da aynı gökyüzü olayı gerçekleşmişti. Papa III. Calixtus bu uğursuzluğu büyük bir kuyruklu yıldızın görünmesine bağlamıştı. Roma'yı da aynı talihsizlik bekliyor gibiydi. Dualara yeni bir ek yapılmıştı:

Türklerle kuyruklu yıldızlardan koru bizi ulu tanrım!”

Ünlü İngiliz astronom Halley bu olayı doğrulamıştı. Kendi adıyla anılan 1682 kuyruklu yıldızının Konstantinopolis'in düşüşüne denk gelen kuyruklu yıldızla aynı olduğunu açıklamıştı. Bu kuyruklu yıldız 76 yılda bir dünyaya yaklaşıyordu.

Davetliler ikram masasındaki yiyecek ve içecekleri bitirmek üzereydiler. Scott fotoğraf makinesini çıkardı. Önce büyük afişi görüntüledi. Büyük harflerle İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Osmanlıca yazılmıştı. Dört köşesinde birer kuyruklu yıldız eşliğindeki NCCC amblemi vardı: “New Crusade Coordination Center. Centre Coordination de Nouevau Croisade. Centro Coordinazione di Nuovo Crociata. Yeni Haçlı Eşgüdüm Merkezi.”

Canlı org müziği ile konukların sohbetleri birbirine karışıyordu. Bir gruba kulak kabarttı. Yüzyıllardır beklenen olay gerçekleşiyordu. Gözleriyle konukları taradı. Aralarında din adamları da vardı. Hristiyanlar Konstantinopolis Yahudi Hahamı'nı dinliyorlardı. Öteki köşede Ortodoks Patriği ilgi odağındaydı. Hararetli jestlerle konuşuyordu.

Çalan zil ve duyuruyla davetliler salondaki yerlerine geçtiler. Az sonra genç bir bayan mikrofona geldi ve İngilizce konuştu: “Toplantıya hoş geldiniz sayın konuklar. Bu konferansı düzenleyen Sayın İngiltere Büyükelçisi Sir Horace Rumbold’u kürsüye davet etmekten onur duyuyorum. Lütfen sorularınızı konuşma sonuna saklayınız.”

Çevirmenler bu sözleri çevirmeyi bitirince alkışlar arasında İngiltere Büyükelçisi kürsüye geldi, herkesi selamladı: “Değerli konuklar, davetimizi kabul edip bizi Konstantinopolis'te onurlandırdığınız için ülkem ve müttefik ülkeler adına hepinize şükranlarımı sunuyorum.”

Alkışlar yinelendi. Rumbold gözlüğünü taktı, önündeki notlara bakarak sözlerini sürdürdü:

Türkler Ortadoğu ve Anadolu dediğimiz coğrafyada, Bizans modelinden etkilendiler ve parlak hanedanlar kurdular. İslam'ı etkisi altına aldılar ve Osmanlı İmparatorluğunu Akdeniz’de de egemen kıldılar.” Büyükelçi öksürerek boğazını temizlemek için ara verdi. “Biliyoruz ki Haçlı Seferleri başarılı olamadı. Bu güne kadar yapılan birçok savaş son noktayı koyamadı. Türklerin Asya bozkırlarına gönderilmesi ve bölgedeki insanların özgürlüklerine kavuşmaları ellerimize kaldı.” Alkışlar ilkinden daha yüksekti. Rumbold gülümseyerek karşılık verdi ve devam etti: “Bu amaçla müttefiklerimizle bir 'Yeni Haçlı Eşgüdüm Merkezi' oluşturuyoruz. Sevr Anlaşması'nın uygulamasının ince ayrıntılarıyla bu arkadaşlarımız ilgilenecekler.” Büyükelçi ön sırada oturan diğer büyükelçilere baktı. Devam etti: “Merkezin yeri için, Konstantinopolis ve Kahire düşünüldü. Orta Doğu ve Akdeniz'e ilave olarak, Balkanlar, Karadeniz ve Kafkasların da kontrolü için Konstantinopolis daha yüksek not aldı. Bu konferansın amacı çalışmaların başladığını resmen duyurmak içindir. Buradaki görüşmelerin temsilcilerimize yardımcı olacağını umuyoruz. Teşekkür ederim.”

Alkışlardan sonra kürsünün yanına önceden hazırlanan haritalar getirildi ve lambalarla aydınlatıldı. Tekrar kürsüye gelen bayan sunucu konuk profesörü takdim etti. “Sayın konuklar, sunumunu yapmak üzere, Oxford Üniversitesi Tarih Fakültesi Profesörü Leighton Walcott'u kürsüye davet ediyorum.”

Alkışlar arasında ön koltuklardan birinde oturan konuşmacı kürsüye geldi. “Çevirmenlere zaman tanımak için kısa cümleler kuracağım. Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika birlikte düşünülmelidir. Dünya'nın en önemli coğrafyası Akdeniz'in çevresidir.” Yanındaki haritalara bakarak devam etti. “İlk çağlardan beri Akdeniz'in çevresine egemen olabilmek için Doğu ve Batı sürekli mücadele etti.” Diğer haritayı gösterdi. “İki tarafın zayıflamasıyla ganimete konan Roma İmparatorluğu bölgeyi 700 yıl kadar yönetti. Sonra yükselen İslam Devleti karşısında zayıfladı ve Anadolu'ya çekildi. Doğu, elli yıl içinde Afrika-Avrasya uygarlık kuşağını denetimine aldı. Batı, İspanya'yı da kaybetmişti. Avrupa’nın Karanlık Çağı 700 yıl kadar sürdü.”

Profesör bir yudum su için durakladı. Yanındaki üçüncü haritayı işaret ederek devam etti. “İslam Devleti'ni ele geçiren Selçuklu ve Osmanlı Türkleri Orta Doğu'ya egemen oldular. Avrupa'nın içlerine kadar ilerlediler. Bin yıl önce, Avrupa'nın etnik çehresini değiştiren şaman Hunlar, Müslüman Türkler olarak geri geldi. Bu kez Kuzey Afrika'yı da ele geçirdiler ve Akdeniz bir Türk gölü oldu. Hristiyan Dünyası panik yaşıyordu. Ama Rönesans ve keşiflerle gelen zenginlik ve Hristiyanlıktaki Reform ile güçlenen Avrupa Müslümanları önce İspanya’dan kovdu. Sonra Türkleri Viyana’da durdurdu ve Akdeniz’de yendi. Ruslar da kuzeyden gelerek Türkleri devirdi.”

Profesör iki kolunu yukarı kaldırdı. Dua eder gibi bir hareket yaptı. Sesini yükselterek devam etti. “Bir mucize olmuştu! Batı sonunda Doğu'yu durdurmuştu!” Dinleyiciler fısıldaşmaya başladı. Tarih uzmanı tonunu artırarak sürdürdü konuşmasını. “Batı ilerlemeye devam etti. Orta Doğu’nun etrafından dolaşarak Basra Körfezi ve Hindistan’a ulaştı.” Walcott tek kolunu başının üzerinde tuttu. Bir tiyatro oyuncusu gibi sözcüklerinin her birine basarak ve ağır ağır konuştu: “Bu çok zekiceydi sevgili dostlar!”

Dinleyicilerin hazmetmeleri için on saniye kadar ara verdi. “Batı'ya Amerika kıtasının altınları akmaya başlamıştı. Sanayi devrimine hazırlık yapılıyordu. Akdeniz’i eline geçiriyordu. Ama unutulan bir gerçek var. Haçlıların kovulmasından beş yüzyıl sonra Orta Doğu'ya gelen ilk Batılı Ruslar oldu.”

Dinleyiciler arasında yine fısıldaşmalar oldu.

Rusları Fransızlar izledi. Onları da İngilizler tamamladı. Akdeniz’in çevresi tamamen kurtarıldı. Şimdi buradayız.”





***

Bahriyeli ve çilingir.



Nisan 1921. Ankara.



Hüseyin kahvehanenin tenha olmasına memnun olmuştu. Dipteki köşede genç bahriyeli onu bekliyordu. Kendisini Yusuf olarak tanıttı. Birer çay istediler. “Mesajını alır almaz geldim Yusuf Binbaşım. Beni unuttuğunuzu düşünüyordum.”

Unutmadım. Seni Hürriyet Oteli'nde aradım. Hintli fark etmeden seni görecektim. Ama ayrılmıştınız ve adres bırakmamıştınız. Ayrıca Ankara'ya geldiğini rapor etmemişsin. Neler oluyor?”

Ama ben 12 Mart günü Kalaba'daki Erkânı Harbiye (Genelkurmay) istihbarat başkanlığına geldiğimizi bildirmiştim.”

Binbaşı gülümsedi. “Şimdi anlaşıldı. Oysa Etlik'teki Mim Mim karargâhına gelecektin. Aksama bundan olmuş. Erkânı Harbiye de bu kadar işin arasında senin raporunun üzerinde durmamış herhalde.”

Hüseyin Sagir'in evini öğrenince, gözetleme için iki Mim Mim elemanı görevlendirmişti. Üsteğmen Mehmet Ali evden çıktığında, gözcü tenha bir yerde yaklaşmış ve işareti söylemişti: “Ya istiklal ya ölüm!” Genç bahriyeli parolayla yanıtlamıştı. “Vatan sağ olsun!” Ertesi gün saat onda Ulucanlar yolundaki Seymenler kahvesinde Yusuf Binbaşı onu bekliyordu.

Sanırım Mustafa Sagir Han hakkında bilgi istiyorsunuz.” Hüseyin başını onaylarcasına salladı. Bahriyeli defterini çıkardı. Anlatmaya başladı. “26 Şubat’ta İstanbul'dan hareket ettik. 11 Mart'ta Ankara'ya vardık. Ertesi gün Erkânı Harbiye karargâhına geldiğimizi bildirdim. 15 Mart günü Mustafa Kemal Paşa ile görüştük, kendisine Hindistan Müslümanlarının gönderdiği sancağı teslim ettik. Sagir Meclis'te etkili bir konuşma yaptı. 30 Mart günü benim bulduğum kiralık eve taşındık. Otelde Ankara eşrafından ve yöneticilerinden birçok kişi hoş geldin ziyaretinde bulundu. Hepsi nezaket sınırları içindeydi. Önemli bir konu konuşulmadı.”

Sagir nerelere gitti?”

Önce Vali'yi, sonra da iki Ankara gazetesinin basıldığı yere gitti.” Notlarına baktı. “Hâkimiyeti Milliye ve Yeni Gün gazeteleri. Burada Urduca bir gazete bastırıp, kuvayı milliyenin çalışmalarını Hindistan Müslümanlarına duyurmak istiyor. Mustafa kemal Paşa'nın da onayı alındı.”

En fazla kimlerle görüşüyor?”

On gün önce, Gar Müdürü Lütfü Bey ile haftada iki üç kez buluşup satranç oynamaya başladı. Sonra onun evine gidip oğluna İngilizce dersi veriyor. Akşam yemeğini de onların evinde yiyor. Bazen başka bir Ankara'lı sadece satrançta onlara katılıyor. Adını alamadım.”

Hindistan ve İstanbul ile nasıl haberleşiyor?”

Ankara’ya geleli bir ay oldu. Sadece bir mektup yazdı. Mektubu geçen hafta Hint Hilafet Komitesi temsilcisi Cavit Bey’e gönderdim. İstanbul'daki İleri gazetesinde çalışıyor.”

Mektubu okudun mu?”

Evet. Mustafa Kemal Paşa ve diğer yetkililerle görüşmelerini, Ankara'da Urduca gazete çıkaracağını yazdı. Hindistan’dan malzeme ve mürettipler yollanmasını istedi. Taşındığımız evin adresini yazdı. Türk-Hint Derneği irtibat bürosunun adresini sonra göndereceğini ilave etti.”

Hüseyin başını salladı. “Dikkat çekici bir şey görünmüyor. Ama sana önemli bir görev vereceğim Mehmet Ali. Beni dikkatle dinlemeni istiyorum.”

Buyurun Binbaşım.”

Mustafa Kemal Paşa ve bazı yetkililer bu Hintli'ye güvenmiyorlar. Sagir hakkında bilgi toplamak için Hindistan’a birini gönderdik. Örgüt'ün seni Sagir'e dikkat etmen için görevlendirdiğini biliyorsun, değil mi?”

Elbette.”

Bu günden itibaren onu daha yakından izleyeceksin. Eşyalarını ve evi iyice ara. Şeytan ayrıntılarda gizlidir. Bir şey daha var. Hintli ondan kuşkulandığımızı kesinlikle fark etmemeli.”

Hiç merak etmeyin. Daha dikkatli olacağım.”

Ben de İstanbul'daki Cavit'i izletirim ve hakkında bilgi toplamalarını isterim. Unutmadan sorayım. Sagir bu güzel Türkçeyi nasıl öğrenmiş?”

Bunu birkaç kişi daha sordu. Ruslara Sarıkamış taraflarında esir düştükten sonra kaçmayı başaran bir Türk subayını Peşaver'de altı ay kadar konuk etmişler. Sagir ona İngilizce, subay da Sagir'e Türkçe öğretmiş. Lisana karşı merakı varmış. Arapça ve Farsça da biliyor.”

Kahveden çıkınca Samanpazarı’na gittiler. Hamza dükkânında yoktu. Çırak birazdan döneceğini söyledi. Az sonra Çilingir güler yüzüyle içeri girdi. Müjdeyi verdi. Karşısındaki yorgancı Mahmut'u kalfa olarak işe alacaktı. Sözü fazla uzatmadan Bahriyeli, Hamza ile tanıştı, günaşırı buraya uğrayacaktı. Hüseyin Ankara’daki İngiliz ajanlarına dikkat etmesini söyledi. Mehmet Ali ve Mim Mim ava giderken avlanabilirdi. Herkes izlenmediğine emin olmalıydı.



***

Ankara Türk-Hint Derneği



Nisan 1921. Ankara.



Mustafa Sagir’in Samanpazarı Caddesindeki dükkânı Türk-Hint Derneği Merkezi haline getirmesi tamamlanmıştı. Mehmet Ali iyi çalışmıştı. Çarşıdaki bütün dükkânları ve karaborsacıları avucunun içi gibi biliyordu. Masa, sandalye, dolap, sehpa, gaz lambası, kırtasiye, çay semaveri, kahve cezvesi, ispirto ocağı, arkadaki mutfak ve banyo için malzemeler iki günde gelmişti. Kapıya asılacak levha da yakında hazırdı. Gelecek hafta resmi açılış yapacaklardı. Gazetecileri, bakanları, milletvekillerini davet edecekti. Rum Berber Seyfi'den iyi haber vardı. Ağaç kovuğuna kısa bir not bırakmıştı. “Anahtarı hallettim.”

Sagir hemen cevaplamıştı. “Salim’in masasını ve çekmecelerini ara, notlarına bak. Ziyaret yerlerini ve zamanlarını öğren.”

Mustafa Kemal'in kod adı Salim idi. Başkalarının onu bombayla ve zehirle öldürme girişimleri olmuştu. Zehirleme neredeyse başarılı olacaktı, ama Paşa, şiddetli acılar çekerek doktorların çabalarıyla yaşama dönebilmişti. Artık son derece kuşkucu biri olmuştu. Ankara istasyon binasındaki konutta dahi silahlıydı. Yanında muhafızları olmadan asla dışarı çıkmıyordu. Konutu ışıldaklarla donattırmıştı. Özel izni olmayan hiç kimse çevreye yaklaştırılmıyordu. Şehre gidecek olduğunda yollar korumaya alınıyordu. Bir lokantaya, bir dostunun evine gidecekse, silahlı korumalar önceden geliyorlardı. Atla veya otomobille giderken yaverleri onun binmesini bekliyor ve çevreyi gözetliyorlardı. Sonra kendi bineklerine biniyor ve konvoy hareket ediyordu. Paşa'ya yaklaşarak, tabancayla ateş edip kaçma olanağı yoktu. O mesafeye yaklaşmak mümkün değildi. Zehir kullanma konusunu Murat Efendi inceliyordu. Paşa'nın aşçısı ve yaveri sadık, çok güvenilir kimselerdi. İçeceklerine veya yemeklerine zehir koydurmak olanaksızdı. Ama makam odasında bir zehirleme düzeni alınamaz mıydı? Gizli bir yere zehir sürülerek, nefesle veya temasla zehirlenmesi mümkün müydü? Murat Efendi'nin aktar dükkânında sattığı birçok bitki bulunuyordu. Zehir konusunda fazla bilgisi yoktu. Ama eski bir kitapta bu tür bilgiler vardı. Kimseye sezdirmeden bir karışım yapabilir ve hayvanlar üzerinde deneyebilirdi. Banotu yaprağı, hintyağı, baldıran otu, böcek öldürücü ilaçlar, yabani ot öldürücü ilaçlar, arsenik tozu, naftalin ile çalışacaktı. Berber fırsat bulursa, muskasındaki zehiri kullanabilirdi. Mustafa Kemal’in çayına, kahvesine, yemeğine karıştırabilirdi.

Sagir hep aynı konuyla yatıyor, kalkıyordu. Ama tünelin ucundaki ışık görünmüyordu…

Önceki gün Gar Müdürü'nü makamında ziyaret etmiş ve önemli bilgiler almıştı. Büyük savaşta trenler Almanya’dan getirilen kömürle çalışıyordu. Şimdi kömür bulmakta çok zorlanıyorlardı. Lokomotifler odunla çalışmak zorundaydı. Müdür bilgi ve beceri gerektiren tüm etkinliklerin hala gayrimüslimlerin tekelinde olduğundan da şikâyetçiydi. Mustafa Kemal Paşa'yı Samsun'dan Anadolu'ya getiren şoför bile yaşlı bir gayrimüslim idi. Onu cepheye götüren trenin makinisti Rum, ateşçisi Ermeni idi. Yanlarına yetiştirmeleri için birer Türk yardımcı vermişlerdi. Eskişehir'deki uçakların onarımı da demiryolları atölyesinde yapılıyordu. Tezgâhlarda Rum ve Ermeniler çalışıyordu. Dahası, onların çıkarılması durumunda makineler duruyordu.

Gayrimüslimlere ne kadar güveniyorsunuz, Lütfü Bey?”

Açıkçası güvenmiyoruz. Eskişehir'deki Anadolu Demiryolları Genel Müdürü'nün kesin emri vardır. Hepsi sıkı gözetim altındadır.” Müdür birden ciddileşti. Sesini alçalttı. “Paşa Ankara’dan Eskişehir'e gidiş gelişlerde sadece treni kullanıyor. Bay Sagir.” Fısıltıyla konuştu. “Çok endişeleniyorum gerçekten.”

Sagir'in zihninde şimşekler çakmıştı. Evde plan üstüne plan yaptı. Suikast bu trende yapılamaz mıydı? O gece ağaç kovuğuna notunu bıraktı. Yardımcıları trenin Rum makinisti ve Ermeni ateşçisini izleyecekler ve haklarında acele bilgi toplayacaklardı. Bunu Nelson'a yazacağı mektupta görünmez mürekkeple önerecekti.



Albay Nelson ve Yüzbaşı Bennett Ankara'daki işlerin yavaş gittiğini düşünüyorlardı. Sagir'e daha fazla yardım gerekiyordu. İki yetenekli Black Jumbo fedaisi Ankara'ya yola çıkmıştı. Sagir'in görünmez mürekkeple yazdığı notu aldıklarında Yüzbaşı'nın ilk tepkisi olumluydu. Trende suikastın uygulanabilirliğini incelemeye başladı. Beş ay kadar önce Bilecik'e Sultan'ın heyeti ile Ankara heyeti arasındaki görüşmelere gözlemci olarak katılmıştı. Mustafa Kemal de görüşmelere trenle gelmişti. Tren iki vagonluydu. İkinci vagona bindirilmiş otuz kadar silahlı muhafızı da düşünmeleri gerekiyordu. Haritayı incelediler. Eskişehir yakınları eylem için uygundu. Eylemden sonra, dağ yollarından yararlanarak 60 kilometre kadar uzaktaki sınırı geçmek kolay olurdu. Buralarda lokomotifin motor arızası yapması sağlanabilirdi. Makinist tehditle veya işbirlikçi olarak kullanılabilirdi. Muhafızlara uyku ilacı verilebilirdi. Son seçenek olarak, trene iki üç uçakla saldırı yapılabilirdi.

Ertesi gün Bennett Yeşilköy havaalanında görevli pilot arkadaşını ziyaret etti. Son bilgileri aldı. Türk pilotlarının yerlerini Müttefikler almıştı. Yeşilköy'de yirmi dört İngiliz savaş uçağı görev yapıyordu. Bennett uçakların teknik özelliklerini de not aldı. İki kişilik DH-4 bombardıman uçakları ikisi önde, ikisi arkada dört makinalı tüfeğe sahipti. 100 kilogramlık dört bomba taşıyabiliyordu. Hızı saatte 130 ila 140 kilometreyi buluyordu. Yunanlıların işgal bölgesinde bulunan İnegöl hava meydanını geçici olarak kullanabilirlerdi. Uçuş süresi bir saatten az olacaktı, depoları gidiş dönüş için yeterliydi. Operasyon için üç uçak uygundu. Türk uçaklarının müdahalesini de dikkate alacaklardı. Ayrıntılı planlama için en az iki gün önceden haberleri olmalıydı.

Nelson da katılıyordu. Eylem için en uygun seçenek trene hava saldırısıydı. Durumu önce Karadeniz Orduları Başkomutanı’na, sonra da Büyükelçi’ye anlatarak onaylarını aldı. Hazırlık için emir verildi. Üç pilotun eğitim uçuşları demiryolu hattına yönlendirildi. Bu arada Türklerin mevzilerini ve hareketlerini rapor edeceklerdi.

Sagir’e Hindistan'dan gelecek basımevi malzemeleri ve ödeneğin kullanılması hakkında bir mektup yazıldı. Görünmez mürekkeple asıl mesaj yerleştirdi. Sagir çalışmalarına devam edecekti. Mustafa Kemal’in Eskişehir'e ilk tren yolculuğunu ve hareket saatini en az iki gün önceden açık bir telgrafla kodlayarak bildirmeliydi. Kelimeler arasına yerleştirilecek ilk rakam ay, sonraki rakam gün, daha sonraki rakam trenin hareket saati olacaktı.









***

Erzurum’da suikast.



Nisan 1921. Erzurum.



Trabzon'daki İngiliz Konsolosluğu Black Jumbo elemanı yerli Rumlardan biriydi. İyi çalışıyordu. Vapurdan indikleri günün ertesinde, Vartan’ı deniz tarafında yer alan üç askeri depoyu dikkat çekmeden gören bodur ağaçların olduğu yamaçlara götürdü. Onun önerisi basitti. Vartan onayladı. Aynı akşam Etyen Erzurum’dan gelip aralarına katıldı. Herkes ne yapacağını defalarca tekrar etti. Dikkat çekmemek için prova yapılmadı. İki gün sonra eylem başladı. Vartan ve üç eylemci karanlıkta kürek çekerek birinci sandalla depoların uzağındaki bir yerden karaya çıktılar. Nöbet değişimine bir saat vardı. Onlara otuz dakika yeterliydi. İlk beş dakikada sessizce iki nöbetçinin işini bitirdiler. İkinci sandalda dinamit, gazyağı ve diğer malzeme ile açıkta bekleyen Etyen ve arkadaşı fenerle ‘hazır’ işaretini alınca yanlarına geldi. Yirmi dakikada depolara patlayıcıları ve gazyağını yerleştirdiler, fitilleri ateşlediler. Beş dakika sonra iki sandal karanlık sularda kayboldu. Uzaktan izledikleri patlamalar ve yangınlar Trabzon’u ayağa kaldırdı. Vartan uzun süre sakat sol kolunu sağ kolunun yardımıyla havada tuttu ve defalarca “Nemesis!” diyerek haykırdı. Genç eylemciler hangi tarafa bakacaklarına karar verememişlerdi. İki manzara da birbirinden güzeldi…

Her şey planladıkları gibi olmuştu. Sabahı beklemeden, jandarma üniformalarını giyip atlarını Gümüşhane istikametine sürdüler. Vartan başçavuş, Etyen onbaşı, diğerleri erdi. Hepsinin tüfekleri ve mermileri hazırlanmıştı. Yerli Rum’u kutladılar. İstanbul’a gerekli raporu vereceklerdi. Aşkale’ye beş gün sonra ulaştılar. Etyen’in görevlendirdiği Abdullah’ı buldular. Kırk yaşlarında Hınıs'lı bir Kürt idi. Aşkale maden ocaklarından birinde çalışıyordu. Eylemcileri terk edilmiş evlerden birine götürdü. Döşemenin altına sakladığı su, yiyecek, at yemi, tabanca ve el bombalarını gösterdi. Eylem ve sonrası da düşünülmüştü. Vartan buraya kadar yaptığı güzel hazırlıklar için Etyen’i kutladı. Diğer gençlere örnek gösterdi. Jandarma üniformalarını hazırlanan yıpranmış Erzurumlu köylü giysileriyle değiştirdiler. Erzurum'da Etyen’in yardımcısı olan Black Jumbo elemanı Sait’i buldular. Otuz beş yaşlarında Çat'lı bir Kürt idi. Seyyar satıcılık yapıyordu. Atlarını iki ayrı ahıra emanet ettiler. Erzurum'da da üç ayrı eve dağıldılar.

Buradaki hedefleri Ermenilere büyük darbeler vuran Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa idi. Bolşeviklerle sıcak ilişkiler kurmuştu. Prusya generaline benziyordu. Sert bir askerdi. Herkes tarafından seviliyor ve çekiniliyordu. Doğu Anadolu ondan soruluyordu. Geçen ay Talat Paşa'nın Berlin'de bir Ermeni tarafından öldürülmesinden sonra, Kazım Paşa daha sıkı korunmaya başlamıştı. Öndeki ve arkadaki atlı muhafızlar dörtten altıya çıkarılmıştı. Karargâhında fazla zaman harcamıyordu. Geniş sorumluluk bölgesini denetlemek için sık sık şehir dışına gidiyordu. Makam otomobili vardı, ama benzin bulmakta ve arızaları gidermekte sorunlar yaşadığı için fazla kullanamıyordu.

Vartan doğduğu, büyüdüğü vatanına geldiği için çok heyecanlanmıştı. Buradan ayrılalı tam yirmi üç yıl olmuştu. Zaman su gibi akıyordu. Hristiyan mahallesindeki küçük bahçesi olan tek katlı evlerini görmeye gitti. Şimdi başkaları oturuyordu. Annesi ile birlikte tapu belgeleri de yok olmuştu. Konstantinopolis'te diğer soydaşlarının mahkeme davalarına bakarken kendi ailesinin kayıtlarını da aratmıştı. Ama bulunamamıştı. Bu fırsattan yararlanarak bizzat Erzurum tapu memurluğuna gitmeyi düşünmüş ama vaz geçmişti. Bütün kimliği açık olacaktı. Bu eylemi de bitirip, salimen Konstantinopolis'e döndüklerinde hepsine yüklü miktarda ödüller verilecekti. Vartan bununla uygun bir ev satın alabilecekti. Cibali'deki kiralık evi ev sahibi satarsa alabileceğini tahmin ediyordu. Bu da bir teselli olacaktı. Çocukluğunun geçtiği mahalledeki Ermeni ortaokulu ve lisesi binalarını buldu. Artık ikisi de Türk Okulu idi.

Etyen planları da hazırlamıştı. Sade ve basitti. Kars Kapı, İstanbul Kapı ve Dumlu yönlerini ikişerli gruplarla keşfettiler. Eylem noktaları, kaçış yolları tek tek belirlendi. Çat'lı Sait karargâhta görevli bir arkadaşı sayesinde Paşa'nın programını öğrenip, Etyen’e bildirdi.

Eylem günü 24 Nisan olarak kararlaştırıldı. Altı yıl önce, aynı gün, Ermeni Komite Merkezleri kapatılarak yöneticileri tutuklanmıştı. Onun intikamı alınmış olacaktı. Karabekir sabah erkenden faytonu ile karargâhtan çıkıp, Dumlu’daki birlikleri görmeye gidiyordu. Önceden keşfettikleri yerde, Etyen kalabalığın arasından öne çıkıp bir el bombası attı. Sonra diğer iki genç bombalarını kullandı. Panik içindeki insanlar dağılırken, altı eylemci birden tabancalarını ateşledi ve atlı muhafızları devirdi. Sonra Paşa'yı ve yanındaki yaverini vurdular. Fakat o kargaşada ekibin en genci vurularak yere düştü. Onu kimin vurduğunu anlayamadılar. Onu kurtaracak zamanları yoktu. Beş Ermeni eylemci farklı yönlere kaçıp, paniklemiş halkın arasına karıştı. Vurulan genç ölmüş olabilirdi. Eğer yaralı olarak ele geçmişse muskasındaki zehiri kullanabilmiş olmasını dilediler. Birer birer beşer dakika arayla atlarını ahırdan alarak Aşkale yakınlarındaki köye ulaştılar.

Yarım saat sonra dört jandarmadan oluşan müfreze atlarını Bayburt yoluna sürdü. Etyen Erzurum’daki görevinde kalacaktı. Bir süre ortalıkta görünmeyecekti. Vartan ve üç Nemesis eylemcisi beş gün süren yolculukta zorlanmayacaklardı. Dönüş yolunu ezberlemişlerdi. Geldikleri yoldan Trabzon’a geri döndüler. Bir zayiatla görevlerini tamamlamışlardı.









***

Ruslar Ankara’da



Nisan 1921. Ankara.



Binbaşı Hüseyin Üsküplü Mim Mim Başkanı Yarbay Hüsamettin'in talimatıyla Rus Büyükelçiliğine gidiyordu. Ankaralı bir Seymen gibi giyinmişti. Yamaçtaki Kurşunlu Camisi yakınında durakladı. Duvarları taş örgüydü. Kubbesi kurşunla kaplıydı ve tuğla gövdeli minaresi gibi sekizgen şeklindeydi. Sekiz kenarlı Bektaşi tekkelerini hatırlatıyordu.

Ve onların önde gelen ilkesini: Dürüst davranmak.

İnsanları anlamak zordu. Yöneticileri değişince öncekinden çok farklı davranabiliyorlardı. Az sonra görüşeceği Ruslar Çarların yönetiminde Osmanlı Devleti'ni yıkmak için ellerinden geleni yapmıştı. Ama dört yıl önceki Bolşevik Devrimi sonrası, tam tersini yapmışlardı. Savaşın ortasında askerlerini çekerek Osmanlı ordusunu rahatlatmış, 40 yıllık işgali sonlandırmışlardı. Şimdi de Anadolu Türklerinin milli mücadelesini destekliyordu. Türklerle resmi anlaşma imzalayan ilk Avrupa devleti Sovyetler Birliği olmuştu. Tonlarca silah, cephane ve para gönderiyordu. Türk hükümeti de Ankara’ya tantanalı bir şekilde gelen Medivani’ye bu binayı vermiş, etraftaki evleri de boşaltarak Büyükelçiliğin geniş bir sahaya yerleşmelerine yardım etmişti. Elçilik binasının kapısında orak çekiçli Sovyet Rusya bayrağı hafifçe dalgalanıyordu. Kapıdaki levhada Rusça ve Osmanlıca “Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti (RSFSC) Elçiliği” yazıyordu. Hüseyin kapıdaki görevliye Yusuf adına düzenlenmiş kimliğini gösterdi, Askeri Ataşe Vekili Üsteğmen Pavel'in kendisini beklediğini söyledi. Görevlinin bilgisi vardı, konuğu hemen Pavel’in odasına götürdü. Uzun boylu, zayıf, mavi çekik gözlü Pavel konuğunu kapıda karşılayamadığı için özür diledi. Türkçesi oldukça iyiydi. Kahveler içilirken konuğuna kendini tanıttı. Kırımlıydı. Ünlü besteci Çaykovski ve yazar Tolstoy hayranıydı. Yirmi altı yaşındaydı. Bekârdı. Doğum yeri ve memleketi Sivastopol idi. Ataları Kırım Tatar kökenli idi ve bununla övünürdü. Bu nedenle kendini Türklere yakın hissediyordu. Askeri Akademi'den Büyük Savaş’ta mezun olmuş ve Galiçya'da savaşmıştı.

Hüseyin araya girdi. Teyze oğlu Başçavuş İsmail’in ve Galiçya'daki Osmanlı ordusunun öyküsünü özetledi.

Pavel Bolşevik Devrimi'nde Kızılorduda görev almıştı. Babası Komünist Parti ileri gelenlerindendi. Pavel Çarlık yanlısı Beyaz Ruslara karşı üç yıl savaşmıştı. Yılbaşında Olağanüstü Elçi Medivani ile Ankara’ya gelmişti.

Hüseyin’e Sivastopol'u görüp görmediğini sordu. Olumsuz yanıt alınca anlatmaya başladı. Şehir Tatarlar tarafından Akyar olarak anılıyordu. 1853'te Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa ve İtalya orduları tarafından ağır bir bombardımanla çok hasar görmüştü. 1871'de yeniden inşa edilmişti.

Hüseyin de Almanların komutasındaki Osmanlı gemilerinin Sivastopol ve Odesa limanlarını topa tutup Rus gemilerini batırdığını hatırlattı. Osmanlı Devleti burada Avrupa Savaşına girmişti. Savaştan sonra da İttihatçı Paşalar bir Alman savaş gemisiyle Sivastopol’a, oradan da Berlin’e kaçmışlardı. Tarihin garip bir cilvesiydi.

Binbaşı Yusuf elçiliğin gözetlendiğini, bundan sonra farklı kahvelerde buluşmalarını istedi. Ruslar da gözetlendiklerinin farkındaydı. Dışarıda adamları vardı. Onlar da elçiliği gözetleyenleri izliyorlardı. Yerel giysili iki kişiydiler. İngiliz ajanları olmalıydılar. Ürkütmemek için peşlerinden gitmiyorlar, farkında değilmiş gibi yapıyorlardı. Pavel birkaç hafta sonra İngiliz ajanlarının rahatlayacağını umuyordu. Sonra Ruslar onları izleyecek ve gizlendikleri yeri bulacaktı. Çarlık yanlılarını izlerken bu taktiği uygulamış ve başarılı olmuşlardı. Elbette bu bilgiyi Mim Mim ile paylaşacaklardı.

Hüseyin elçilikten çıkınca Samanpazarı caddesindeki Hamza'nın dükkânına gitti. Bahriyeli Mehmet Ali haber bırakmıştı. Hintli Sagir'in eşyalarını ve evi dikkatlice aramıştı. Kuşkulu bir durum yoktu.









***

Eskişehir'e doğru



Nisan 1921. Ankara.



Sagir, 22 Nisan cuma namazını kıldığı Hacı Bayram Camisi'nin yakınındaki Yeni Gün gazetesine uğradı. Yunus Bey ile Urdu diliyle gazete basılmasını görüştüler. Hindistan’daki yetkililer uygun bulmuştu. Malzeme ve mürettipler hazırlanıyordu. İşgal kuvvetlerine belli edilmeden gönderilmesi için Ankara hükümetinin yardımı rica edilmişti. Harcamalar toplanan yardımlardan karşılanacaktı. Türk-Hint Derneği çalışmalarını duyuran haberleri için teşekkür etti. Derneğin bir şubesini de Eskişehir’de açmayı düşündüğünü söyleyince, Yunus Bey olumlu buldu. Savaşın en şiddetli olduğu bir yerde açılacak bir şube moralleri düzeltecekti. Büyük ölçüde Tatar ve Çerkes göçmenlerin barındığı Eskişehir Anadolu mücadelesi için önemli bir merkezdi. Sagir Eskişehir’de bir şube açmayı Mehmet Ali ile de tartışmıştı. Orada güvenilir iki kişi bulunmalıydı. Kendilerine maaş ödenecekti. Bahriyeli Mim Mim ile görüşecekti.

Sagir daha sonra Taşhan'a gitti. Gar Müdürü Lütfü Bey’e satranç dersi vermeye devam etti. “Şah tehdidi” konusunu işledi. Şahın önü sürekli kapalı kalamazdı. Şah tehdit edildiğinde ne yapılırdı? Uygun yer varsa kaçırabilirdik. Yoksa arayı başka bir taşla kapatabilirdik. Ama bu taşımız artık kıpırdayamazdı. Son olarak şahımızı tehdit eden taşı alabilirdik. Hayat satranç oyununa benziyordu.

Hintli akşam karanlığı bastığı sırada eve geldi. İzlenmediğinden emin olarak ağaç kovuğunu kontrol etmişti. Mesajı hemen cebine atmıştı. Bahriyeli evde değildi. Okudu: “Doktorunun tavsiyesiyle, Salim 2 Mayıs gecesi Eskişehir'e hareket edecek. Bir hafta sonra geri dönecek.” Mustafa Kemal'in kod adı Salim idi. Haberin kaynağı da Paşa’nın doktoruydu. Sagir aynı kâğıda talimatını yazdı ve kovuğa bıraktı. “Rum bakkala borcunuzu ödeyin. Miktarı ivedi doğrulayın.” ‘Bakkal’ makinistin koduydu. ‘Borcunuzu ödeyin’, para verin demekti. ‘Miktarı ivedi doğrulayın’, bilgiyi ivedi doğrulayın, demekti.

Mehmet Ali gelince sebzeli omlet hazırladılar. Çay demlediler. Sagir heyecanını gizlemek için Bahriyeli'nin kısa yaşam öyküsünü anlatmasını istedi. 1895 Ürgüp doğumluydu. Babası sivil paşaydı. İlkokul ve ortaokulu bitirdikten sonra, İstanbul'a gelmiş ve Heybeliada'daki Bahriye Mektebinde lisede okumuştu. Savaş nedeniyle Deniz Harp Okulu'ndan erken mezun olmuştu. 20 yaşında Nusrat mayın gemisinde göreve başlamıştı. Çanakkale Boğazı’nın iki yakasına dört yüz mayın yerleştirmişlerdi. Rusların Karadeniz’e döktüğü mayınları toplayarak ilave engeller yapmışlardı. İngiliz ve Fransızlar üç mayını imha edince boğazın temiz olduğu sanmışlar ve donanmaları mahvolmuştu. Ateşkes sonrası Osmanlı donanmasının teçhizatı sökülmüş ve personeli terhis edilmişti. Buna rağmen bazı gemileri kaçırmışlardı. Sagir bunların bir kısmını biliyordu ama renk vermedi, hatta sorular sorarak konuların açıklanmasını sağladı.









***

Zaman daralıyor.



Nisan 1921. Ankara.



Binbaşı Yusuf eğitime aldıkları otuz yaşın üzerindeki beş Mim Mim adayının eğitimi başlamadan güvenlik araştırmalarını yaptırmıştı. Eğitim devam ederken de araştırmalar devam ediyordu. İlkokulu bitirememişlerdi. Orduda çavuş rütbesiyle savaşmışlardı. İkisi Çerkez Ethem'in Kuvayı Seyyare birliklerinde görev almıştı. Yargılamadan sonra, Galiçya’lı İsmail Başçavuş gibi, beraat etmişlerdi. İşlerini bırakıp Mim Mim'e gönüllü olarak katılmışlardı. Örgütten aldıkları maaşla ailelerini desteklemeye çalışıyorlardı.

O günkü ilk ders bir yakın dövüş tekniği olan Osmanlı tokadı atmaktı. Silahın olmadığı veya kullanılmak istenmediği zamanlarda başvurulacaktı. Her gün mermer tokatlayarak eller, pazular ve kollar güçlendiriliyordu. Vuruş sırasında hasmı korkutucu bir nara atmak ta gerekiyordu. O kalın sesi çıkarmak için gırtlaklarını eğitmeye başladılar. İşin aslını bilmeyenler bu tuhaf insanların hasta olduğunu düşünebilirdi. On dakika çalıştılar. Sırada vuruşlar vardı. Binbaşı ilk olarak avuç içi vuruşunu gösterdi. Hasmın burnunun ucuna tam bilekle el ayasının birleştiği yere denk gelecek şekilde tüm güçle vurulurdu. Kırılan burun kemiği kafatasının göz çukurları arasından beyne saplanır ve hasmın ani ölümünü sağlardı.

İkinci konu takip ve gözetleme idi. Bir at arabasıyla Ankara'ya gittiler. Yarım saatlik devrelerde biri hedef, diğeri takipçi oldu. Sırayla yapılan eğitimleri Binbaşı değerlendirdi. Sonra çarşının çeşitli noktalarında yerleştiler ve yarım saatte gördükleri ayrıntıları belleklerine aldılar ve rapor ettiler. Hüseyin eğitimden sonra doğrularını ve yanlışlarını anlattı. Tarafsız, önyargısız ve eleştirisiz olacaklardı. Sonra onlara izin verdi. Akşamüzeri at arabası onları Etlik'e geri götürecekti.

Hüseyin sonra Çilingir'in dükkânına gitti. Onu bir sürpriz bekliyordu. Mahmut dün akşam gelmiş ve karşıdaki yorgancıda işe başlamıştı. Bıçak kullanmak kadar Osmanlı tokadının da ustası olmuştu. Dükkânın arkasındaki küçük odada kalacaktı. İstanbul'daki İleri gazetesindeki Hint Hilafet Komitesi temsilcisi Cavit Bey hakkındaki araştırmalar devam ediyordu. Şimdilik bir sorun yoktu. Bahriyeli haber bırakmıştı. 24 Nisan akşamı Mustafa Sagir ile Eskişehir’e gidiyorlardı. Hüseyin ve Çilingir o gece Sagir'in evinde arama yapmaya karar verdiler. Anahtarı çoktan kopyalanmıştı.

Mahmut'u çağırttılar. Bıyıkları daha gürleşmişti. Kucaklaştılar. Yakındaki kahvehaneye gittiler. Hüseyin, Mahmut'a tekrar teşekkür etti. Babaannesi, annesi ve iki kız kardeşi ile dört ay yaşamıştı. Kendisine evlatları gibi bakmışlardı. Onlara şükran borçluydu. Babaannenin ördüğü yün fanila, yün çorap ve yün hırkasını hala giyiyordu.

Mahmut güzel haberler getirmişti. Annesi Reşide Hanım ve Ayşe iyilerdi. Sabri böbreklerinden rahatsızdı, ama düzeliyordu. Müneccim Yusuf işlerine ve yaşamına devam ediyordu. Hayrettin sahte evrak baskı malzemesini Bekir adındaki gençle gönderecekti. Nişanlısı Hanımşah bir mektup göndermişti. Hemen okudu. Kasımpaşa'da öğretmenliğe devam ediyordu. Zamanı olunca Reşide Hanım'ı ziyaret ediyordu. Babası İbrahim Bey kuvayı milliyecilere daha sıcak bakıyordu. Düğün için acele etmeyeceklerdi. Geçen ay yeni yüksek komiser Fransız Generali Pelle, İstanbul’da göreve başlamıştı. Hanımların çay toplantısında Mustafa Kemal’le görüşmeye gelen Fransız Bayan Berthe Georges-Gaulis ile tanışmışlardı. Merzifon’daki Amerikan Koleji’nde yapılan aramada, Pontus Kulübü ile ilgili belgeler ele geçmiş, görevli 29 Amerikalı yurt dışına çıkarılmıştı. Hanımşah böyle bir okuldan mezun olduğu için utanıyordu. Babasının tanıdığı şair Mehmet Emin Bey de, Ankara’ya gitmeye karar vermişti. Onunla tanışabilirdi.

Hüseyin nişanlısını çok özlemişti. Bir görevle İstanbul'a gidebilmeyi umuyordu.







***

Öteki İzmir



1 Şubat 2019. Ankara



Zil çaldı. Gelen üniversiteli karşı komşumdu. Önceki hafta ödünç aldığı bir kitabı geri getirmişti. Teşekkür ederek Beyazıt'taki sahaflarda bulduğu eski bir kitabı gösterdi. 1928 yılında Latin alfabesine geçildikten beş yıl sonra basılan Fransız yazar Victor Hugo'nun Sefiller'inin ilk Türkçe çevirisiydi. Kullanılan dil çok ilginçti. Osmanlıca-Türkçe sözlükle bulmaca çözer gibi okunuyordu. Ona çok eğlenceli gelmişti. Arzu edersem, okuduktan sonra getireceğini söyleyerek izin istedi. Öneriyi kabul ettim. Buzdolabından bir bira alarak masaya döndüm. Hasan Algan hala gelmemişti. Onu beklemedim. Bilge Bey'in Smyrna hakkında gönderdiği bilgi ve belgelerinden aldığım notları ekrana getirdim. İzmir’in de adı değişmişti.

O dünya çok farklıydı. Sevr Anlaşması hayata geçirilmişti. Türkiye Cumhuriyeti yoktu. Trakya ve Anadolu'da farklı devletler kurulmuştu. Türkiye Cumhuriyeti'nin karşılığı küçük bir Orta Anadolu Cumhuriyeti'ydi. Türk adı geçmiyordu. İngiliz mandasından sonra, Orta Doğu Konfederasyonu'na bağlanmıştı. Amerikalılar başkenti Kudüs'e taşımıştı.

1600 yıllarında İtalya’da yaşayan Galileo’nun cehennemin dünyadaki yerini arayışını hatırladım. Cehennem dünyanın merkezinden yükselen bir koniye benziyordu. Ekseni de Kudüs’ten geçiyordu!

Okumayı sürdürdüm…

Bizim dünyamızda yüz yıl sonra gerçekleştirilmek istenen Büyük Orta Doğu Projesi, Bilge Bey'in dünyasında çok önceleri gerçekleşmişti. Bazı farkları vardı ama esasta aynı sayılırdı. İsrail kurulmuştu. Parçalanan Türk, Arap ve Fars topraklarında kurulan konfederasyonun başkenti olarak çok önemli bir konuma getirilmişti. Konfederasyonun güvenlik örgütü de kurulmuştu.

Oradaki Ankara ve İstanbul bizimkinden farklıydı. Ancyra ve Konstantinopolis olmuşlardı. Konstantinopolis 1960'ta bağımsız bir şehir devleti olmuştu. Dünya kapitalizminin Orta Doğu ve Balkanlardaki merkeziydi. “Ortak Dünya Mirası” ilan edilmişti. İslam'ın Hilafet merkeziydi. Ama Müslümanlar nüfus azınlığa düşmüştü. Yıldız Sarayı'ndaki Halife'yi Şiiler kabul etmiyorlardı. İran'ın Kum kentinde görev yapan kendi halifelerini seçmişti. Sünni dünyası da bölünmüştü. Ürdün Krallığında iktidara gelen Haşimi Araplar Peygamber soyundan geldikleri için krallarını ayrı bir Sünni halife olarak ilan etmişlerdi.

900'lü yıllarda da benzer durumlar yaşandığını hatırlıyorum. Sünni İslam dünyasında Bağdat’ta ve İspanya Kurtuba’da iki halifelik ortaya çıkmıştı. Mısır'daki Şii Fatımiler Devleti de Kahire’de ayrı bir halifelik merkezi kurmuştu. Aynı zamanda üç halife olmuştu! Trajikomik bir durumdu.

Hristiyanlar da benzer karmaşa ortamındaydılar. Konstantinopolis'teki Ortodoks Kilisesi’ne Vatikan benzeri ekümeniklik sağlanmıştı. Ama sorunlar çözülmemişti. Sovyetler Birliği 1970'lerde, Ortodoks kilisesinin yasağını kaldırmıştı. Komünist Parti din konusunda daha esnek davranmayı yeğlemişti. Moskova Patriği tekrar Rus Ortodoks Kilisesi'nin etkin bir önderi olmaya başlamıştı. İki Ortodoks patrik te İslam halifeleri gibi bir araya gelemiyordu.

Sırada Smyrna’yı tanıtan video vardı.

Kent 1915 yılındaki Yunan işgalinden sonra Osmanlı zamanındaki yapısını ve çehresini yavaş yavaş yitirmişti. Özellikle 15 Aralık 1921 tarihli Roma Barış Anlaşması kabul edildikten sonra, İstanbul gibi, Müslüman Türkleri seyrekleştirmişlerdi. Hemen hemen tüm Ege bölgesi zaman içinde aynı işlemden geçirilmişti. Bazı Türklerin küçük direniş ve çete eylemleri olmuştu ama bastırılmıştı. Bölge Yunanistan'ın İyonya Eyaleti olmuştu. Eyalet İngiltere'nin desteğiyle İkinci Büyük Savaş'a kadar gelişmişti. Yunanistan bu savaştan sonra Akdeniz'e genişlemişti. İtalya yenilen tarafta olduğundan bir anlaşma ile Antalya yöresindeki eyaletini Yunanistan'a bırakmıştı. Kıbrıs da 1968’de halkoyuyla Yunanistan’a bağlanınca, Orta Doğu'da ve Akdeniz'de söz sahibi bir devlet olmuştu. Avrupa Birliği'nde saygın bir üyeydi. Batı'nın enerji politikalarına etkin bir oyuncuydu.

Videoyu izlemeye başladım...

Smyrna’nın nüfusu 1,5 milyondu. Ticaret, eğitim, kültür ve turizm alanlarında öne çıkmıştı. Havadan alınan üç boyutlu görüntülerde, Körfez'in üç yakası bugünkü gibiydi. Her yerde dalgalanan Yunan bayrakları vardı. İskeleler, kıyıdaki bahçeler, parklar, spor alanları, Konak Meydanı, Saat Kulesi ve Kordon Boyu Selanik kentinin deniz kıyısının bir kopyası gibiydi...

Konak Meydanı’ndaki küçük Yalı Camisi yerinde duruyordu... Sekizgen planlı Osmanlı mimarisiyle Fatih Çinili Camisi artık bir Ortodoks kilisesiydi... Kemeraltı Çarşısı ve kiliseye çevrilen dört yüz yaşındaki Hisar Camisi bugünkü görünümüne benziyordu... Kestanepazarı Camisi de kiliseye çevrilmişti, ama Kemeraltı çarşısında kaybolmamıştı, çevresi temizlenmişti... Yakınındaki Sabatay Sevi evi ve çevresi yeniden düzenlenmişti. Pasaport İskelesi yakınındaki Aziz Polycarpe Kilisesi de çevre düzenlemesiyle göze çarpıyordu... Alsancak Katolik Kilisesi ve Bet İsrael Sinagogu da benzer durumdaydı...

Kamera dolaşmaya devam ediyordu...

Büyük İskender'in fotoğraf, büst ve heykelleriyle süslenen, kendisinin yaptırdığı kasaba olan Agora Açıkhava Müzesi oldukça bakımlıydı. Büyük İskender'in bir komutanı tarafından tepeye yaptırılan Kadifekale bin beş yüz yıl öncesinin görünümünü yansıtmayı başarmıştı. Tarihi konaklar, kiliseler, Mitoloji kahramanlarının heykelleri ardı ardına görüntüye geldiler...

Özet olarak, Smyrna, tarihi ve turistik açıdan İzmir’den daha iyi sayılırdı. Ama kent planlaması yönü Konstantinopolis ve Ancyra kadar gelişmemişti...

Bilgisayarı kapatmadan önce Bilge Bey'e bir not gönderdim. Kentlerin adlarını özellikle bizimkiler gibi yazdım.

Değerli Bilge Bey, Ankara ve İstanbul görüntülerinden sonra, İzmir'i de seyrettim. Çok teşekkürler. 'Yirmi Bir'den Sonra' romanı hakkındaki düşüncelerimi de paylaşmak isterim.

Ermeni komiteci Vartan ve arkadaşlarının Trabzon ve Erzurum'daki eylemleri, Karabekir Paşa'ya suikast girişimi, bize yabancı olan konulardır. Babanız Scott Wallace'ın Ankara'ya ünlü gazetecimiz Yunus Nadi ve Mustafa Kemal ile görüşmesi bizim tarafta bilinmiyor. Bu arada o tarihlerde Milli Mücadelede adı geçen yabancı gazetecileri de araştırdım. Daha önce belirttiğim gibi, gazeteci babanız tarihimizde yoktur. Ama başkalarını buldum. İngiliz Daily Mail gazetesinden Ward Price Kasım 1918’de Mustafa Kemal ile İstanbul’da görüştü. ABD Chicago Daily News gazetesinden L.E. Browne Eylül 1919'da Sivas Kongresi'ndeki manda müzakerelerini izledi. ABD Philadephia Public Ledger gazetesinden Clarence K. Streit 1921'in ilk aylarında Türkiye’deydi ve Mustafa Kemal ile Meclis Başkanı seçildikten sonra görüştü. Son olarak Fransız gazeteci Berthe-Gaulis Nisan 1921'de Mustafa Kemal ile Ankara’da görüştü (Soyadına bakarak onun da atalarınız gibi Galli olduğunu anlıyorum!)

Mustafa Sagir'in milyonlarca lira yardım vaadine Mustafa Kemal Paşa'nın inanmadığı doğrudur. Peşine adam takıldığı ve izlenmeye başladığı da kayıtlarımızda vardır. Genelkurmay karargâhına Türk adıyla sızdırılan İngiliz ajanı Rum berber Yorgi de gerçektir. Ancak Sagir'in Ankara tren garı müdürü ile yakınlaşması konusuna rastlayamadım. İstanbul'da basına açık yapılan Haçlı konferansı da kayıtlarımızda geçmiyor.

Selamlar, saygılar...

Önder Üsküplü.”

Az sonra Hasan Algan zili çaldı. Geciktiği için üzgündü. Doğruca salona gitti ve açık duran dizüstü bilgisayarıma el koydu…











***

Son karar.



Nisan 1921. Ankara.



Sagir Türk-Hint Derneği çalışmaları için camileri, çarşıyı, kahvehaneleri ziyaretlerine devam etti. Milletvekillerinin kaldığı erkek öğretmen okuluna ve Musevi mahallesine de uğruyordu. En küçük bilgi kırıntısı dahi işe yarayabilirdi. Cuma namazını Namazgâh tepesindeki cemaatle birlikte kılmıştı. Ankaralıların askerler savaşa giderken, bayramlarda ve güneşli cuma günlerinde burada topluca namaz kıldıklarını, bazen de yağmur duaları yaptıklarını öğrenmişti.

Eylemi başlatacak şifreli telgrafı aklına yazmıştı: “... hafta önce urdu diliyle bir gazete çıkarılması için gereken malzemelerin listesini istemiştim. Hindistan’dan ... mürettip gelecekti. Yolculuk süreleri ... gün olacaktı. Hala haber alamadım.”

Metindeki ilk rakam aydı ve belli olmuş gibiydi: Beş.

Sonraki rakam günü gösterecekti. O da belli sayılırdı: İki.

Daha sonraki rakam trenin hareket saati olacaktı. Belli değildi.

Her şey yolunda gidiyordu. Ama Eskişehir'e hareket gününden önceki gece ağaç kovuğundaki şifreli notu çözünce bayağı endişelenmişti: “Senden kuşkulanıyorlar, izlenmeye başlandın. Çok dikkatli ol. Ramiz.” Yataktan kalktı, pencereye yanaştı, perdenin kenarından sokağı gözden geçirdi. Kimseler görünmüyordu. Karşıdaki ve yanlardaki evlere daha fazla dikkat etmeliydi. Eve de girebilirlerdi. Etrafı dikkatlice gözden geçirdi. Kitaplarının aralarına baktı. Yazılı hiçbir not olmamalıydı. Gizli yazı yazan mürekkep te dışarıda gizlediği yerindeydi. Pencerelere birer toplu iğne yerleştirdi. Evi terk ederken aynı şeyi kapıya da yapmak için ceketinin yakasına bir iğne iliştirdi. Bahriyeli fark etmeden onu da yerleştirdi.

Gardan sabah sekizde hareket ettiler. Etimesgut ve Sincan istasyonlarında verilen beşer dakika moladan sonra yola devam edildi. Bu tren İstanbul’dan Sofya’ya giden trene göre daha yavaştı. Muhtemelen lokomotifler daha eskiydi. Odunun buhar verimi düşük olduğundan hafif yokuşlarda bile zorlanıyorlardı. Polatlı’ya üç saatte ulaştılar. Yarım saat moladan sonra hareket ettiler. Orta Anadolu yaylasının örnek manzaralarını oluşturan buğday tarlaları arasından Alpu istasyonuna geldiler. Polatlı’dan beş saat uzaklıktaydı. Burada da yarım saat mola verildi. Alpu Eskişehir arası ise iki saat sürdü. Alpu yakınları eylem için uygun olabilirdi. Mustafa Kemal’in treni daha hızlıydı. Hareketinden yedi, sekiz saat sonra buralara gelebilirdi.

Eskişehir’e vardıklarında hava kararıyordu. İstasyon kapısında, tüfekleri omuzlarında asılı olan iki asker yanlarından geçti. Sagir ve Mehmet Ali Odunpazarı'ndaki bir otele gittiler. Ertesi gün adresleri verilenleri aradılar. Önce Mim Mim üyesi Osman Bey'i buldular. Kırk, kırk beş yaşlarındaydı. Öğretmendi. Sagir Türk-Hint Derneği'nin amaçlarını anlatınca kabul etti. Diğer Mim Mim üyesi Musa Bey'i de tanıyordu. Fransız Okulu yakınında bir fırın işletiyordu. Ertesi gün o da kabul etti. Bu günlerde şehir merkezinde uygun bir dükkân bulmak zor değildi. Yunanlıların Eskişehir’e yaptıkları ikinci saldırı başarısız olsa da, insanların moralleri bozulmuştu. Yunanlıların tekrar geleceklerini ileri sürenler çoğunluktaydı. Bir kısmı ailesini Ankara’ya yollamıştı. Sagir, Türk-Hint Derneği'nin moralleri düzeltmek için yardımcı olacağını söyledi. Binlerce kilometre uzaktaki Müslümanların desteği buralara uzanacaktı. Çarşıda dolaşmaya başladılar. Üç ay önce kapanan Yeni Dünya gazetesinin yazıhanesini gördüler. Gazete Çerkez Ethem’e dayanarak komünizmi savununca, Mustafa Kemal'in emriyle Ankara'ya taşınmıştı. Türk-Hint Derneği'ne uygundu. Sahibini bulup konuşacaklardı.

Son akşam Eskişehir Milletvekili ve saygın bir din adamı olan Abdullah Azmi Efendi'nin evinde yemeğe davetliydiler. Müdafayı Hukuk Cemiyeti'nde önemli görevler yapmıştı. Mustafa Kemal Paşa'yı ve Anadolu Hareketi'ni destekleyen din adamları arasındaydı. Şeyhülislam’ın millî kuvvetleri kâfir ilan eden ve katledilmelerinin vacip olduğunu bildiren fetvasını hatırlattı. İngilizlerin zoruyla yazılmıştı, dinimizin Hristiyanlara peşkeş çekilmesini eleştirdi. Daha sonra, Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi’nin yüz elli üç müftü tarafından imzalanan Ankara Fetvası yayınlanmıştı. Padişahın fetvasına karşı çıkılıyordu. Meşru hakları ve halifeliği gasp edilmiş olan memleketleri düşmandan temizlemek için mücadele eden ve savaşan İslâm halkı şeriatça eşkıya sayılmazdı.

Sagir dönüş yolunda Türk insanını tanıdıkça onlara kanının kaynamaya başladığını hissetti. Bu insanların aleyhinde çalışmasının gerekçelerini düşündü. Ama İngilizlere Kur'an üzerine ettiği sadakat yemini aklına geldi. İngiliz ekmeğini yemişti. Hayatını ve her şeyini onlara borçluydu. Duygularını gömmek zorundaydı.

















***

Arama



Nisan 1921. Ankara.



Mustafa Sagir ve Mehmet Ali Eskişehir’de iken, Hüseyin Pazartesi gecesi yanına Çilingir Hamza'yı alarak Sagir'in Karaoğlan semtindeki evine gitti. Mehmet Ali'nin titizlikle tuttuğu notlara göre, eve 30 Mart günü taşınmışlardı. Tek katlı ahşap ev bahçe içindeydi. Kopyaladıkları anahtarla kapıyı açarak içeri girdiler. Dışarı ışık sızmaması için sofanın bütün perdelerini kapattılar. Sofayı, üç odayı, mutfağı ve tuvaleti aradılar. Yatak, yastık, yorgan, karyola, komodin temizdi. Elbise dolabındaki giyecekler ve astarları, ayakkabıların içi ve topukları, sarık, tıraş malzemeleri normaldi. Tuvalet dolabında sadece oksijenli su, birkaç fırça, bir şişe amonyak ve bazı ilaçlar vardı. Masanın üzerinde İngilizce satranç kitabı ve bazı kitaplar, kalemler, boş bir not defteri bulunuyordu. Yatağın ve dolabın altını da iyice aradılar. Döşeme tahtalarını tek tek yokladılar. Her şey yerli yerindeydi. Perdelerin içine dahi baktılar. Bahçede dikkat çeken bir durum yoktu. Her taraf temizdi. Bir sorun yoktu. Dış kapıyı sessizce kapatıp Hamza'nın evine gittiler.

Hüseyin yine de emin değildi. Hintli'yi izlemeye devam edecekti. Bazı Türklerin İngiliz ajanı olduğuna ilişkin haberler geliyordu. Çoğu asılsız çıkıyordu. Mim Mim’i şaşırtmak ve işlerini artırmak için düzenlendikleri belliydi. Eğitimdeki adaylardan en iyisini kurs biter bitmez Sagir'in peşine takacaktı.

Ertesi gün sözleştikleri gibi, köylü kılığındaki Üsteğmen Pavel ile çarşıdaki bir kahvehanede buluştu. Ekonomik krize giren Bolşevik Ruslar İngilizlerle ticaret anlaşması imzalamak zorunda kalmıştı. Ne yazık ki, Sovyetlerin İngiliz karşıtı hareketlere desteğinin kesilmesi kabul edilmişti. Temasları iki haftada bire düşürdüler. İstanbul’daki elemanlarından aldıkları bilgiye göre, Ankara ve çevresindeki İngiliz casusları çoğalıyordu. Aralarında Türkler de vardı. Diğerleri de çok güzel Türkçe konuşabiliyorlardı. Ankara'da Mustafa Kemal Paşa ve diğer komutanlara suikastlar düzenlenebilirdi. İkisinin peşindeydiler. Suçüstü yakalanmaları için önümüzdeki günlerde kimliklerini ve adreslerini Mim Mim’e bildireceklerdi.

Hüseyin karargâhta Yarbay Hüsamettin ile durumu değerlendirdi. Ruslar haklı olabilirdi. Mustafa Kemal’e yakın olanlardan dahi kuşkulanmaları gerekiyordu. Kastamonu ve Bolu Bölge Komutanı Muhittin Paşa da suikastlar konusunda endişeliydi. Padişahtan aylık yüz altın lira maaş alan Şerif Mecdi Paşa’nın bir suikast ekibi kurduğunu duymuşlardı. Araştırıyorlardı. Çerkes Ethem'in de Mustafa Kemal'i öldürtmek üzere Anadolu'ya üç adam göndereceğini haber almışlardı. Çerkes Ethem’le birlikte Kuşçubaşı Eşref'in de üç aydır Yunanlıların hizmetine girdiklerini biliyorlardı. Rum ve Ermeni grupları ile birlikte çalıştıklarına ve Midilli adasında bazı girişimlerine ilişkin haberler de gelmişti. Çok dikkatli olmalıydılar.









***

Büyük gün.



Nisan 1921. Ankara.



Sagir ve Mehmet Ali Ankara'ya döndüler. Trende iyi kötü uyumuşlardı. Çarşıda akşam yemeği olarak birer işkembe çorbası içtiler. Fazla oyalanmadan eve gittiler. Sagir kapıyı açmadan önce yerleştirdiği toplu iğneyi aradı. Yerinde yoktu. Kuşkuları artıyordu. Mehmet Ali gayet rahat görünüyordu. Ona belli etmeden çevreyi gözden geçirdi. Sofada bıraktığı terliklerin yönü değişmişti. Kapının üzerindeki küçük pencerenin perdesi kapanmıştı. Her zamanki gibi açık bıraktığına emindi. Sagir bir sorun olduğunda kapının üzerindeki perdeyi kapalı tutarak adamlarına işaret verecekti.

Birilerinin eve girdikleri belliydi. Tepki vermeden Mehmet Ali'ye gülümsedi. Odasına geçti. Gaz lambasını yaktı. Pencereye yerleştirdiği iğne yerindeydi. Fakat komodinin üzerindeki kitabı ters duruyordu. Tozunu temizlemediği masasının üzerinde bazı izler vardı. Elbise dolabındaki ayakkabıları her zamankinden daha içeride duruyordu. Ürperdi. Kabil'deki hapishane günlerini tekrar yaşayacak mıydı?

Tuvalete girdi. Dolaptaki amonyak şişesinin yeri değişmişti. İbrik farklı bir yerdeydi. Oturma odasına geçti. Mehmet Ali çaylarını hazırlamıştı. Biraz sohbetten sonra odasına gidip uyuya kalınca, Sagir on dakika kadar bekledi. Sonra sessizce dışarı çıktı. Ağaç kovuğuna baktı. Beklediği gibi şifreli bir not vardı. Çözerek okudu. “Berberin haberi doğru. Hareket 2 Mayıs Pazartesi akşamı tahminen on bir. Salim ilk vagonda, korumalar ikinci vagonda. Beklediğimiz iki tüccar dün geldi.”

Deneyimli Hintli ajan hızla düşündü. Mustafa Kemal’in Eskişehir’e hareket edeceği zaman belli olmuştu. Rum makiniste yüklüce para verilince ilk bilgi doğrulanmıştı. İki Black Jumbo eylemcisi daha emrine verilmişti. Onlar tren operasyonu sonuçsuz kalırsa işe yarayacaktı. Aklındaki telgrafı hemen şifreleyerek yazdı ve kovuğa bıraktı. “Bu telgrafı acele Cavit'e çekin: 'Beş hafta önce Urduca gazete için malzeme listesi istedim. Hindistan’dan iki mürettip gelecekti. Yolculuk süreleri yirmi üç gün olacaktı. Hala haber alamadım. Sagir.”

Eve dönerken aklına bahçe duvarına gizlediği görünmez mürekkep hokkası geldi. Karanlıkta taşa baktı. Yerinden oynamamıştı. Sessizce taşı çekti. Yerindeydi. Aleyhindeki en önemli delil oydu. Bulamamışlardı. Hintli ajan tren operasyonundan sonuç alamazlarsa Paşa'nın zehirlenmesi üzerinde daha fazla duracaktı. O da olmazsa yeni gelen iki elemanı kullanacaktı. Sonuç mutlaka alınmalıydı. Zaman daralıyordu. Ama sakin olmalıydı, paniğe gerek yoktu. Bir şey bulamamışlardı. Sadece büyük günün gelmesini bekleyecekti.









***

Dönemeç.



Mayıs 1921. Ankara.



Sahte belge uzmanı Bekir geçen hafta İstanbul’dan Ankara’ya gelmişti. Hüseyin çok memnun olmuştu. Hayrettin ricasını fazla gecikmeden yerine getirmişti. Bizzat yetiştirdiği gencin yanında bir tahta bavul dolusu malzeme de göndermişti. 1915 modeli İsviçre yapımı Hermes daktilosu, küçük bir kâğıt kesme makinası, siyah, mavi ve kırmızı mürekkepler de getirmişti. Delikanlı Çanakkale savaşına katılmak için lise eğitimini bırakmıştı. Ama savaşta ağır yaralanmış, tedaviden sonra çürüğe çıkarılmıştı. Zayıf ve çelimsizdi. Kulakları iyi duymuyor, ciğerleri iyi çalışmıyordu. İstanbul'da bir basımevinde iş bulmuş, bu arada çeşitli direniş örgütlerinde çalışmıştı. Hayrettin onun yeteneklerini görmüş ve yanına almıştı. Yabancı dili olmasa da sahte belge üretme konusunda fena sayılmazdı. Kâğıtların cinsi, boyutları asıllarına uygundu. Mühürlerin ve damgaların kopyalarını büyütücü bir ayna yardımıyla kısa sürede yapabiliyordu. İstanbul Hükümeti'nin ve Müttefiklerin belgelerine bakarak kopyalarını üretebiliyordu. El yazısı ya da daktiloyla yazılı olması fark etmiyordu. Daktilo ile yazdığı İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca metinleri aslından ayırmak çok zordu. Hazırladığı kimlik ve izin belgeleri kusursuz gibiydi.

Sahte belge düzenlenmesi çok önemliydi de Mim Mim Bekir'e uygun bir çalışma odası bulamıyordu. Hüseyin onu kendi odasına almıştı. Uygun zamanlarda masasını kullandırıyordu. Geceleri, sandalyeleri birleştirip bir battaniye örterek yatıyordu.

Etlik'teki binaları yetersiz kalıyordu. Eğitim için gelenler, aralarına katılan eski Teşkilatı Mahsusacılar ve askeri personel için çalışma ve kalacak oda bulmaları da zorlaşmıştı. Anadolu'dan Ankara'ya gelen mensuplar için de aynı sorun geçerliydi. Karargâhı destekleyen yardımcı personel de yetersiz kalmaya başlamıştı. İstirahat edecek zaman bulamıyorlardı.

Başkan Yardımcısı olarak bu sorunları Hüseyin’in çözmesi gerekiyordu…

Görevler de artıyordu. Ankara'ya son iki ayda gelen ziyaretçilerin izlenmesi büyük önem taşıyordu. Kaldıkları otel sahipleri yeni gelenleri hemen Valiliğe bildiriyor, oradan da Mim Mim'e aktarılıyordu. Bunların çoğu sahte isimle kayıt yaptırıyordu. Hepsinde farklı kimlik belgeleri vardı. Çok azı fotoğraflı idi. Peşlerine adam takmak zorlaşmıştı. Aynı eleman bazen iki, ya da üç kişiyi izlemeye çalışıyordu.

Yarbay Hüsamettin örgütü üç ay önce kurmaya başlamış ve ancak buraya getirebilmişti. Hüseyin ise beş haftadır bu görevi yapıyordu. Ne yazık ki, bu güne kadar etkili bir operasyon yapamamışlardı. Meclis koridorlarında ve valilikte Mim Mim aleyhinde konuşmalar başlamıştı. Yarbay ancak Fevzi Paşa'dan destek alabiliyordu. Daha büyük çalışma ortamı, daha güçlü mali destek, daha fazla donanım gerekiyordu. Paşa’ya ulaşmak ise o kadar kolay değildi. Meclis başkan yardımcısı, başbakan ve milli savunma bakanı görevleri için gece gündüz her yere yetişmeye çalışıyordu.

Hüseyin odasının kapısının hızla çalınmasıyla çalışmalarına ara verdi, “Gir!” diye seslendi. Haberciydi. Yarbay acele onu bekliyordu. Bekir'e beklemesini söyleyip ayağa kalktı, koridora çıktı. Hüsamettin'in kapısı açıktı. Başkan telefonla konuşuyordu. Yardımcısına eliyle kapıyı gösterdi, kapatmasını ve önündeki iskemleye oturmasını işaret etti. Heyecandan gözleri açılmış bir halde telefonun diğer ucundakini dinliyordu. “İnanamıyorum...” dedi ve dinlemeye devam etti. Kaşları çatık, yumrukları sıkılı durumda “Anlaşıldı albayım” diyerek telefonu yerine sertçe bıraktı.

Kötü haberler mi var komutanım?”

Kötü değil, çok kötü Hüseyin.” Sigara paketine uzandı. Kibritini bulamayınca Binbaşı kendi kibritini uzattı. Elleri titreyerek sigarasını yaktı ve derin bir nefes çekti. Dumanını savururken konuşabildi. “Erkânı Harbiye'den (Genelkurmay) aradılar. Mustafa Kemal Paşa’nın trenine saldırmışlar!”

Ne dediniz?”

Alpu batısında uçaklardan bombalarla, makinalı tüfeklerle trene saldırmışlar.”

Kimin uçakları? Yunanlıların mı?”

Bilmiyorlar, ama İngiliz uçakları da olabilirmiş. Uçaklar İnegöl istikametinde hızla uzaklaşmışlar.”

Paşa Hazretleri nasılmış?”

Yaralanmış. Kendinde değilmiş. Trende Paşa’nın yanında bulunan Doktor Refik ilk müdahaleyi yapmış, sonra Eskişehir’e getirmişler. Hemen ameliyathaneye götürmüşler. Paşa çok kan kaybetmiş, ama yolda kanamayı durdurmuşlar. Başında ve vücudunda ciddi yaralanmalar varmış.”

Hüseyin donmuş kalmıştı. Bu nasıl olabilirdi? Trene havadan saldırı ilk kez yapılmıştı. Ama bu seyahati nasıl haber almışlardı?

Elbette Ankara'daki casuslarından...

Yarbay sırtını dikleştirmiş, sinirli hareketlerle anlatıyordu. İsmet Paşa diğer yaralılara yardım etmek ve demiryolunu açmak için Alpu’ya bir ekip göndermişti. Eskişehir tedavi için uygun olmadığından, acele Ankara’ya tahliye için bir tren hazırlatmış, refakate bir doktor daha vermişti. Olayı sadece Fevzi Paşa biliyordu. Mustafa Kemal gizlice Ankara’ya getirilmiş ve hastaneye yatırılmıştı.

Hüseyin bu beklenmeyen durumda ne yapmaları gerektiğini düşünemiyordu. Soran gözlerle Yarbay'a baktı. “Bu şimdilik aramızda kalsın Hüseyin. Çok hassas bir durumdayız. Beni Erkânı Harbiye'ye çağırıyorlar. Acele bir toplantı yapılıyormuş. Herkes günlük çalışmalarını sürdürsün. Ben dönünce ne yapacağımıza bakarız.”









***



14 Mayıs 1921 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Türkiye'deki milliyetçiler şokta...

Ankara'daki milliyetçilerin önderi Mustafa Kemal Paşa trenine yapılan hava saldırısından kurtuldu. Ancak görev yapamayacak şekilde yaralandığı sanılıyor. Milliyetçilerin yeni yönetimi kuruluyor. Bu arada Yunan Ordusunun, işgalci Müttefiklerin ve Rusların tepkileri merak ediliyor.











***

Nemesis başarılı.



Mayıs 1921. Konstantinopolis (İstanbul).



Vartan Saatçıyan ve Nemesis Operasyonunun eylemcileri Türk jandarması kılığında Trabzon'a 30 Nisan günü geldiler. Erzurum'daki çatışmada başından vurulan genç arkadaşlarını orada bırakmak zorunda kalmışlardı. 2 Mayıs gecesi Trabzon'da F21 numaralı İngiliz muhribine binip, dört gün sonra Konstantinopolis'e vardılar. Muhrip bir gün boyunca İnebolu iskelesini ve kasabasını topa tutmuştu ve gereken gözdağını vermişti. Onu da zevkle izlemişlerdi.

Vartan bir gün dinlendikten sonra, Anadolu Kavağı'na gitti. İngiliz Yüzbaşı Bennett'e rapor verdi. Trabzon'daki Black Jumbo elemanı çok iyi çalışmıştı. Onun yardımıyla baskını gerçekleştirmişlerdi. Kuvayı milliye depoları ağır hasar almıştı. Yüzbaşı daha önce aldıkları bilgilerle bunu doğruladı. Erzurum'daki Paşa'ya suikast ise başarı sayılmazdı. Bir arkadaşları ölmüştü. Trabzon'da Paşa'nın hayatta kaldığını öğrenmişlerdi. Bennett yine tamamladı. Genç Nemesis eylemcisi ölmemiş, muskasındaki zehiri de kullanamamıştı. Muhtemelen işkence ile konuşturmuşlar, sonra da öldürmüşlerdi. Ama ölen genç Ermeni dâhil, hepsinin ödüllendirilmesi için Albay Nelson ile konuşacaktı. Her şeye rağmen büyükelçi ve general alınan sonuçlardan memnunlardı.

Vartan o akşam uzun zamandır görmediği teyzesinin evine gitti. Geceyi de orada geçirmesi için ısrar ettiler. Felçli kolunu muayene eden doktor eniştesi Ara Kamburyan ile uzun sohbetleri oldu. Büyük kuzeni Kirkor fakülteyi bitirip dişçi olmuştu. Babasının yanında küçük bir muayenehane açmıştı. Küçük kuzeni Movses liseyi bitirmiş, mühendislik fakültesinde öğrenime başlamıştı.

Amerika'ya giden küçük kardeşi Hagop'tan mektup gelmişti. Hemen okudu. Birkaç arkadaşıyla önce Marsilya'ya, oradan da başka bir gemiyle New York'a gitmişlerdi. Yolculukları 17 gün sürmüştü. Çok katlı yataklarda yatmışlar, her gün makarna yemişlerdi. New York’a gelince, özgürlük anıtının bulunduğu Elis Adasında sağlık denetiminden geçmişlerdi. Bir kaç kişi geri gönderilmişti. Hagop New York'taki göçmen bürosuna adresini bırakmıştı. Haftalığı 15 dolara, günde 12 saat çalışarak pidecilik yapmıştı. Şimdi kendine ait Ermeni pideci dükkânı açmıştı, baklava da satıyordu. Durumu iyiydi. Her ay konserler ve tiyatrolar düzenleyerek toplanan paraları Anadolu'daki Ermeni örgütlerine gönderiyorlardı. New York Gregoryen Kilisesine üye olmuştu. Bir Ermeni kızla nişanlanacaktı. Şimdiki adresini göndermişti, ağabeyini de bekliyordu. Kendisine merakla bakan teyzesine gülümsedi ve “Buradaki işlerim bitmeden gidemem.” dedi.

Hagop New York’ta yayınlanan Ermenice bir gazeteden kestiği makaleyi de yollamıştı. Talat Paşa'nın Almanya'da öldürülmesini anlatıyordu. Alman makamları mahkeme sırasında Ermeni katliamlarındaki sorumluluklarının ortaya çıkmasından kaygılanıyordu. Bu nedenle, Alman hükümeti davaya yayın yasağı koymuştu. Makale suikasta İngilizlerin destek verdiğinin konuşulduğunu eklemişti. Şoförü tarafından öldürülen Hintli bir zenginin karısı açıklama yapmıştı. “Kocamı İngilizler öldürttü, çünkü Talat Paşa’yı katleden komiteye İngiltere Sefaretinden verilen ödüle ve bu gibi başka önemli sırlara vakıftı” demişti. Makale bu gibi olayların devamının beklendiğini ileri sürüyordu. Kanıtı da vardı. Taşnak örgütü daha önce Ermeni asıllı katliam işbirlikçisi olarak belirledikleri Hemayag Aramyan, Mıgırdıç Harotunyan, Vahe Ihsan Yesayan'ı Konstantinopolis'te (İstanbul’da) öldürmüştü. Son olarak, Ermeni soykırımını anlatan sinema filmleri ve tiyatro oyunları ile Avrupa kamuoyunun etkilenmeye başlamasının bir başarı olduğu vurgulanıyordu.









***

İngilizler memnun.



Mayıs 1921. Konstantinopolis (İstanbul).



Sagir'in yolladığı telgraf Konstantinopolis'teki Nelson'un eline 30 Nisan akşamı geçmişti. Yüzbaşı Bennett ile harita üzerinden Mustafa Kemal'in trenine uçakların saldırı yerini belirlemişlerdi. Kabaca Eskişehir doğusu oluyordu. 3 Mayıs sabah saatlerinde operasyon başlayacaktı. İnegöl meydanında konuşlandırılan İngiliz uçaklarının 2 Mayıs günkü eğitimleri bu bölgeyi keşfedecek şekilde belirlenmişti. Yunan uçaklarına da Türk uçaklarını izleme görevi verilmişti. Bursa'dan Eskişehir'e gönderilen Black Jumbo elemanı, istasyon binasında bekleyecek ve operasyonun sonucunu bildirecekti. Nelson bizzat General Harington ve Büyükelçi Rumbold’a yürütecekleri çok gizli operasyon hakkında son bilgileri vermişti. Sonuç alamazlarsa Ankara'ya gönderdikleri iki Black Jumbo fedaisi Sagir’in emrinde eyleme başlayacaktı.

Eylem günü öğleye doğru beklenen haber Yeşilköy meydanında bekleyen Yüzbaşı Bennett'ten telefonla geldi. Hava saldırıları başarılıydı. Uçaklar saldırı sonrasında İnegöl meydanına inerek Yunanlıların desteğinde yakıt ikmali yapmışlar ve emniyetle Yeşilköy meydanına varmışlardı. Yunanlılara eğitim uçuşu yaptıklarını söylemişlerdi. Üç pilot ve üç yardımcı pilot dönüş brifinginde raporlarını vermişlerdi. Lokomotif ve iki vagondan oluşan trene sabah saat sekiz otuzda sırayla saldırmışlardı. İlk uçak lokomotifi bombalamış ve raylardan çıkararak trenin devrilmesine yol açmıştı. İkinci uçak ilk vagona, son uçak da son vagona saldırmıştı. İkinci turda diğer bombalar kullanılmış, üçüncü turda da kalan son bombalar atılmıştı. Bombaların parça tesirini artırmak için çevrelerine çivi dolu torbacıklar sarılmıştı. Bu tekniği Mısır Cephesinde denemişler ve verdirilen kayıpların arttığını görmüşlerdi. Dördüncü turdan sonra makinalı tüfeklerle trenden çıkıp kaçmaya çalışanlara saldırılar yapılmıştı. Yerdekiler tüfeklerle karşılık vermeye çalışmışlar, ancak isabet kaydedememişlerdi. Bombaları ve mermileri bitince, uçaklar geldikleri yoldan, dağların üzerinden geri dönmüşlerdi.

İkinci haber akşama doğru gelen şifreli telgrafla Nelson'a iletildi. Eskişehir tren istasyonunda seyyar satıcı rolüyle görevlendirdikleri Black Jumbo elemanı rapor veriyordu: “Hastamız (Paşa) yaşıyor, tedavi için Ankara'ya gönderdik.”

Büyükelçi, General ve Nelson 4 Mayıs gününü Ankara'dan gelecek haberleri bekleyerek geçirmişlerdi. 6 Mayıs akşamı şifreli telgraf önlerindeydi: “Hastamız (Paşa) felç oldu.”

Büyükelçi ayağa kalktı. Nelson’a “Sizi ve arkadaşlarınızı yürekten kutluyorum. Mustafa Kemal ölmemiş ama felç olmuş. Bu da yeter, işimizi bitirene kadar görevden uzak kalacaktır.” dedi. General destekledi: “Bize en az iki tümene eşdeğer katkılarınız oldu, tebrikler Nelson.”

Büyükelçi sonraki hamleleri hatırlattı. Londra’nın talimatı açıktı. Ankara’daki hükümete Hint Müslümanlarından gelen sözde yardımın ikinci taksiti ödenmişti, aynı zamanda Yunanlılara askeri harekâtı hızlandırmaları için yardım edilecekti. General araya girdi “Mustafa Sagir için ne düşünüyorsun Albayım?”

Sagir Ankara’da iyi işler yaptı. Biraz daha çalıştırabiliriz veya bir mazeret uydurup oradan uzaklaştırabiliriz. Henüz karar vermedim. Kendisinden şüpheleniyorlar, izliyorlar. Bunu o da biz de biliyoruz. Ama Türklerin arasındaki liderlik mücadelesini de izlemek istiyorum. Belki askeri planlarını da elde edebiliriz.”

Bence de biraz daha kalabilir. O planları elde edersek Yunanlılara büyük yardımı dokunur.” General Büyükelçi’ye ne düşündüğünü sorar gibi baktı. Rumbold içkisinden bir yudum alarak biraz düşündü. “Bence de uygun. Ama Sagir’i Ankara’dan hızla kaçırabilecek bir hazırlık yapabilirsiniz. Yakalanıp konuştururlarsa uluslararası alanda çok zorlanabiliriz.”

Nelson başıyla anlaşıldığını ifade etti. Büyükelçi devam etti. “Dışişleri Bakanımız, Türklerin işinin bir an önce bitirilmesini istiyor. Onların önüne, reddettikleri ne kadar anlaşma maddesi varsa hepsini tek tek koyacağını söylüyor.”

Rusların da hareketlendiklerini haber aldık Sayın Büyükelçi.”

Ben de onu soracaktım, ağzımdan aldınız General.”

Çarlık yanlısı birliklerde görev yapan subaylarımıza ve istihbarat elemanlarımıza Moskova, Bakü ve Batum’daki gelişmeleri izletiyorum. Yakında bazı bilgiler getirebilirim sanıyorum.”

Evet. Biliyorsunuz, Ruslar bizimle ekonomik işbirliği anlaşması imzaladı, karşılığında Türkleri desteklemeyeceklerdi. Ama el altından hala destekliyorlar. Bunu biliyoruz. Ellerinden gelse Türkiye’yi Bolşevik yapacaklar. Buna engel olacağız. “

Harington “Bu arada Başbakan olarak Damat Ferit Paşa’yı yeniden düşünebiliriz sanıyorum. Kendisiyle hala temasta olan arkadaşlarım var. İsterseniz bir zemin yoklaması yaptırabilirim, efendim.”

Büyükelçi sağ elinin başparmağını havaya kaldırarak “İyi fikir, teşekkür ederim, eğer kabul ederse ben de Sultan ile uygun bir dille görüşürüm,” dedi.









***

Casusu bulun!



Mayıs 1921. Ankara.



Hüseyin, Yarbay Hüsamettin'in Erkânı Harbiye'de (Genelkurmay) yapılan toplantı sonrasında Etlik'e dönmesini heyecanla beklemişti. Mustafa Kemal Paşa'ya treninde havadan saldırı akıllara ziyandı. Bunu düşünenler ve gerçekleştirenler İblis'in yeryüzündeki uzantıları olmalıydı. Sonuçta başarılıydılar. Daha doğrusu kuvayı milliye istihbarata karşı koymada başarısızdı. Herkes Ankara'da İngiliz ve diğer işgalcilerin ajanlarının varlığını biliyordu. Ama hiç biri yakalanamamıştı. Karakol bir yıl kadar çalıştıktan sonra İngilizler tarafından dağıtılmıştı. Yerine kurulanlar da yine İngilizler tarafından kısa sürede çökertilmişti. Mim Mim ise üç aylık bir geçmişe sahipti.

İki İngiliz ajanının peşinde olan Ruslar da yavaşlamışlardı. Şimdi buradaydılar. Geleceğe bakmak gerekiyordu. Hem de gecikmeden. Bu büyük darbe milli mücadeleye çok zarar verecekti. Bu gelişme diğerlerine duyurulmamıştı. Herkes günlük çalışmalarını sürdürmüştü.

Yarbay dönünce olaylar açıklık kazandı. Doktor Tevfik Rüştü Bey'e göre beyni besleyen damarların yırtılması sonucu bazı bölgelerde kanama olmuştu. Beyinde hasar vardı. Sağ tarafında hareket kaybı, konuşamama, yüz şeklinin değişmesi gibi etkiler gözlemlenmişti. Bir felç geçiriyordu. Bilinç kaybı, hareket bozuklukları, görme bozuklukları, duyu bozuklukları da ortaya çıkabilirdi. İsmet Paşa kendisinden sonraki kıdemli Albay Selahattin’e vekâlet bırakarak Mustafa Kemal’in yanında Ankara'ya gelmişti. Fevzi Paşa ile Kalaba’daki karargâhtaydılar. Ama bunun daha fazla gizli tutulmaması gerekiyordu. Mustafa Kemal’in kısa sürede göreve dönmesi mümkün görünmüyordu. Onun yokluğunda Meclis Başkan Vekili ve Hükümet Başkanı olarak Fevzi Paşa vekâlet edecekti. Ama uzun süreli bir hastalık durumunda ne yapılacağı üç ay önce kabul edilen Anayasa’da belirtilmemişti.

Doktor Tevfik Rüştü Bey Paşa'nın Almanya’ya naklini önermişti. Rusya üzerinden yolculuk tehlikeliydi. İç savaş yüzünden yollar hala güvenli değildi. Antalya’dan bir gemiyle önce İtalya’ya, oradan da Almanya’ya nakil daha uygundu. Roma büyükelçiliğine atanan Celalettin Arif Bey’den yardım istenecekti. Doktor ve Paşa'nın bir yaveri refakatte olacaktı. Hükümetin resmi açıklaması beklenecekti.

Erkânı Harbiye istihbarat dairesi Mustafa Kemal Paşa'ya saldırıyı ve öncesindeki gelişmeleri değerlendirmişti. 10 Nisan'da İstanbul’da Yeni Haçlı Konferansı düzenlenmiş ve Sevr Anlaşması'nın uygulanması için başlama işareti verilmişti. Ardından Trabzon limanındaki askeri depoya sabotaj yapılmıştı. 24 Nisan günü Erzurum'da Karabekir Paşa’ya suikast düzenlenmiş ve yaralanmıştı. Saldırganlardan biri ağır yaralı olarak ele geçirilmişti. Bunların arkasında İngilizlerin ve maşaları Ermeni elemanları olduğu anlaşılmıştı. Muhtemel gelişmeler de sıralanmıştı. İç isyanların yeniden başlamasının ardından Yunanlıların taarruzu bekleniyordu.

Mim Mim'e verilen görev belliydi. Yarbay kaşlarını çatarak aldığı emri tekrarladı: “Bilgiyi sızdıranı bulun!”

Ankara'daki tüm elemanları seferber edeceklerdi. Ellerindeki işleri erteleyeceklerdi. İlk soru şuydu: Mustafa Kemal Paşa bu seyahate ne zaman karar vermişti? 2 Mayıs gecesi trenle Eskişehir'e gideceğini kimler biliyordu? Uçaklarla trene saldırı için mutlaka günlerce önceden hazırlık yapılmıştı. Öncelikle Erkânı Harbiye'deki ve Meclis'teki yakın adamları sorguya alınacaktı. Ankara garı çalışanları da sıradaydı. Trenin Rum makinisti ve Ermeni ateşçisi de şüphelilerdi, ama ikisi de lokomotife atılan bombalarla ölmüştü. Onların evleri ve eşyaları hemen aranacak, aileleri gözaltına alınacaktı. Trendeki ölüler, yaralılar, sağ kalanlar da araştırılacaktı. Çok iş vardı ve zaman azdı.

Ankara'daki casusların sonraki hedefini de konuştular. Yeni meclis başkanı, komutanlar da suikast hedefi olabilirdi. Casuslar ordunun planlarını, gücünü, desteğini ve zayıf taraflarını da araştırıyorlardı.

Meclis Başkanlığı 6 Mayıs günü Anadolu Ajansı’na kısa bir açıklama yaptı. Mustafa Kemal’in trenine yapılan saldırıdan sağ olarak kurtulduğu, bir süre tedavi göreceği, bu arada yeni meclis başkanının seçileceği belirtildi.

İçişleri Bakanlığı aynı gün soruşturmalara başladı. Soruşturmalara Mim Mim İstihbarat Şubesi de birer eleman görevlendirdi. Sorguya ilk alınanlar Mustafa Kemal’in iki yaveri, iki özel sekreteri ile doktoru idi. Aileleri dâhil kimseye bu konudan söz etmemişlerdi. Doktor Refik Bey Eskişehir'e gidecek heyette olduğunu özel sekreterden öğrenmişti. Trene saldırı sonrası Paşa'ya ilk müdahaleyi o yapmıştı. Ama önemli bir ayrıntıyı hatırlamıştı. Tıraş olurken, Eskişehir'e hareketin beş gün sonra olacağını ve kendisinin de katılacağını ağzından kaçırmıştı. Bunun üzerine berber hemen sorguya alındı. Her zaman yaptığı gibi, müşterisiyle sohbet ederdi. Ama trenle ilgili bir şey duyduğunu hatırlamıyordu. Bu arada bir görevli berberin eşyalarını aramıştı. Berber takımlarının arasında birkaç anahtar bulununca sorgucuların baskısı arttı. Anahtarların Mustafa Kemal’in ve Fevzi Paşa’nın çalışma odalarının kilidini açtıkları anlaşıldı. Berber yalan söylüyordu. Tutuklanıp bir hücreye kapatıldı, fakat ertesi sabah hücresinde ölü bulundu. Zehirlenmişti. Casus şebekesinin kollarının cezaevine kadar uzanması çok endişe yarattı. Ama sonradan boynunda asılı duran muskasındaki zehiri kullandığı anlaşıldı. Muhtemelen işkence göreceği ve idam edileceğini anlamıştı. Bu sayede bir ipucu bulundu. Muska Black Jumbo elemanlarına intihar için önceden veriliyordu.

Soruşturma genişledi. Çarşıda berber malzemesi satan dükkânlar ve çilingirler sorgulanmaya başladı. Gar Müdürü ve emrindekiler de sorgulandı. Müdür Eskişehir'e hareketi üç gün önce öğrenmiş ve hazırlık için sadece Rum makiniste söylemişti. Lokomotifin ihtiyacı olan odunları ve suyu depolaması, vagonların temizliği ve hazırlanması için böyle yaparlardı. Müdür Kur'an'a el basarak yemin etmişti. Başka hiç kimsenin haberi yoktu. Makamında ve evinde yapılan aramalarda herhangi bir suç delili bulunamamıştı. Makinist saldırıda öldüğünden sorgulanamamıştı. Ancak, evinde yapılan aramada, yatağının içine gizlenmiş altı yüz sterlin para bulundu. Bunun üzerine Müdür hemen tutuklandı.

Meclisteki soruşturmalar temiz çıkmıştı.

Berberin ve Makinistin arkasında kim vardı?

İstasyon müdürünün tutuklandığı gün, Üsteğmen Mehmet Ali ilginç bir haber getirdi. Hintli Sagir evin arandığını anlamıştı. Ama kendisine belli etmiyordu. Önceki gece yarısı gizlice dışarı çıkmış ve on dakika sonra geri gelmişti. Ama Üsteğmen uyur gibi yapmış ve sonra yastığını yatağın içine koyarak yorganı yukarıya kadar çekmişti. Sonra da sessizce onu izlemişti. Sagir yakındaki bir ağacın yanında kısa bir süre kalmış, sonra eve geri dönmüştü. İzlendiğinden habersiz yatmıştı. Mehmet Ali ağaca bakmış ama bir şey bulamamıştı. Onun izlenmesi için görevlendirilenler başka görevlere verilmişti. Şimdi tekrar izlenmeye alınması gerekiyordu. 6 Mayıs günü ancak bir eleman görevlendirebildiler.

Mustafa Kemal'in felç durumu kesinleşti. Yurtdışında tedavi gerekiyordu. Tevfik Rüştü Bey Almanya’yı düşünmüştü. Profesör Fedor Krause’nin adını duymuştu. Almanya’da sinir cerrahisinin kurucusuydu. Fevzi Paşa uygun görünce Almanya’daki doktor arkadaşlarını arayarak yardımlarını rica etmişti. Paşa'nın Almanca bilen yakını Fikrîye Hanım’ı da yanına alacak şekilde gerekli hazırlıkların yapılması için onay verilmişti. Yaverlerden biri de onlarla gidecekti.

Mücadele sürdürülecekti. Askerlerin en kıdemlisi Fevzi Paşa idi. Karabekir Paşa yaralandıktan sonra da doğu cephesine başarıyla komuta ediyordu, Bolşeviklerle arası iyiydi. İsmet Paşa batı cephesi komutanıydı. Yunanlılarla en iyi savaşan oydu. Güney cephesi komutanı Refet Paşa Ankara’ya geliyordu. Son harekâtta başarısız bulunmuştu. Güney ve batı cepheleri birleştirilerek İsmet Paşa'ya verilecekti. Mücadelenin başına geçmeye aday sivillerden öne çıkan Nazım Bey vardı. Onun sol akımlar içerisindeki yeri biliniyordu. Enver Paşa ve Çerkes Ethem ile ilişkileri de unutulmamıştı. Geçen yıl yapılan içişleri bakanlığı seçiminde Mustafa Kemal’in adayı Refet Bey’i otuzdan fazla oy farkıyla geçmişti.

Karabekir Paşa geçici yönetimi en kıdemli olan Fevzi Paşa’nın devralmasını önerdi. İsmet Paşa da Karabekir Paşa’ya katıldığını belirtti. Son kararı Meclis verecekti.









***

Kaçak.



Mayıs 1921. Ankara.



Sagir 29 Nisan akşamı Ankara'ya döndüğünde tatsız bir olayla karşılaşmıştı. Eskişehir'de kaldıkları beş günden yararlanan birisi veya birileri eve girmiş ve her yeri aramıştı. İyi haber ise, aleyhinde delil olabilecek görünmez mürekkep hokkasını bulamamışlardı. Ertesi gün Mustafa Kemal'in trenine eylemi başlatacak şifreli telgrafı yollamıştı. Hareket günü olan 2 Mayıs günü öğleden sonra, Gar Müdürü'nün oğluna makamının yanındaki odada İngilizce dersi vermesi de iyi bir rastlantı olmuştu. Alınan güvenlik önlemleri ve çalışanların heyecanlı halleri aldıkları bilgiyi doğrular gibiydi. Paşa o akşam veya o gece Eskişehir'e gidiyordu. Sagir 3 Mayıs günü, saldırı günü, her zamanki çalışmalarını sürdürmüştü. Heyecanını belli etmemişti. Dernekte fazla kalmamış, çarşıda dolaşmış, akşamüzeri meclise uğramıştı. Olağanüstü bir durum yoktu. 4 Mayıs günü geçmek nedir bilmemişti. Ama akşam Gar Müdürü'nün odasında çaylarını içerken, bir haber üzerine tüm istasyon boşaltılmıştı. Sagir dikkatleri çekmemek için oradan uzaklaşmıştı. Ama önemli bir durum olduğu belliydi. Karaoğlan Meydanı'na giden yolda da güvenlik önlemleri alınıyordu.

Sagir 5 Mayıs günü Meclis'e çağırıldı. Osmanlı Bankası aracılığıyla Hindistan'dan yollanan ikinci taksit 400.000 altın lira kuvayı milliye hesabına girmişti. Maliye Bakanı Hakkı Behiç Bey özel oturumda Hint Hilafet Komitesi temsilcisini övücü bir konuşma yaptı. İşler düzeliyor gibiydi. Sagir öğle yemeğinde milletvekilleriyle beraber oldu. Yandaki masada oturan iki milletvekili Mustafa Kemal'in yaralı olarak Ankara'ya getirildiğini konuşuyordu. Deneyimli Hintli istihbaratçı bütün milletvekillerinin Paşa'yı desteklemediğini biliyordu. Fazla ilgili olmamaya dikkat ederek, kulak misafiri olduğunu, özür dileyerek, neler olduğunu merak ettiğini söyledi. Kısık sesle verilen bilgi şaşırtıcıydı: “Ne yazık ki Mustafa Kemal'in durumu ağır, Efendi Hazretleri.”

Allah korusun. Hayırdır, nasıl olmuş?”

Trenine sabotaj yapılmış. Felç geçiriyormuş, ama tedavisi devam ediyor.”

Allah'tan ümit kesilmez Sayın Milletvekilim. Umarım kısa zamanda iyi olur.”

Sagir Meclis'ten ayrılınca Taşhan'a gitti. Gar Müdürü Lütfü Bey gelmemişti. Yarım saat kadar bekledi. Herhalde acil bir işi çıkmıştı. Derneğe kadar yürüdü. Hayat devam ediyordu. Mehmet Ali yoktu. Murat Efendi'nin dükkânına gitmeyi düşündüyse de vazgeçti. Yüz yüze görüşmemelerini bizzat kendisi istemişti. Bu günlerde ihtiyatı elden bırakmayacaklardı. Derneği kapattı. İlk faytonu çevirerek eve gitti. Mehmet Ali daha sonra geldi. O da bazı söylentiler duymuştu. Erkânı Harbiye’ye gitmişti. Sadece Mustafa Kemal Paşa’nın trenine sabotaj yapıldığını öğrenebilmişti. Ne zaman ve nasıl olduğunu öğrenememişti. Sagir Meclis’te duyduklarını kendisine saklamıştı.

Her zamanki gibi, akşam yemeğini yediler, çaylarını içtiler. İlk Hristiyanların yer altındaki mağaralarda ve dehlizlerde saklandığı Kapadokya hakkında sohbet ettiler. Sagir Mehmet Ali uyuduktan sonra, dışarı çıktı. Ağaç kovuğunu kontrol etti. Boştu. Hazırladığı kısa mesajı bıraktı. “Nelson'a şu telgrafı çekin: Hastamız felç oldu, tedavi devam ediyor.”

Hintli ajan ertesi gün Hacı Bayram Camisi'nde Cuma namazında Gar Müdürü'nü göremeyince bayağı meraklandı. O gece ağaç kovuğunu kontrol etti. Boştu. Oysa kapı üzerindeki perdeyi açık tutuyordu. Sorun olmadığını işaret ediyordu. Fakat adamları bir sorun yaşarsa nasıl haber bırakacaklarını konuşmamışlardı. Ortalıkta tuhaf bir şeyler dönüyordu. O gün sık sık izlendiği duygusuna kapılmış, ama izleyeni görememişti.

Cumartesi günü huzursuzluğu devam etti. Bir faytonla istasyona gitti. Kötü haber: Gar müdürü tutuklanmıştı! Görevliler nedenini bilmiyorlardı. Sagir birden nabzının yükseldiğini, başının döndüğünü hissetti, hemen su getirdiler. Biraz dinlendikten sonra, Müslüman Efendi'ye bir fayton çağırdılar. Kaybedecek zaman yoktu. Doğruca Murat Efendi'nin dükkânına gitti. Murat çok şaşkındı. Arkadaki depoya geçtiler. Sagir mesaj alışverişi için zaman olmadığından bizzat geldiğini söyledi. Son haberleri istiyordu. Murat heyecanla anlattı. Berber Yorgi de tutuklanmıştı. Hafta sonu gelmemişti. Hiç böyle yapmazdı. Şükrü'yü valiliğe göndermiş ve olayı anlamıştı. Bu gelişmeler çok tehlikeliydi. Sagir sıranın üçüne de gelebileceğini söyledi. Hemen kararını verdi.

Murat hemen Ramiz'e telgraf çek. Yola çıktığımı şifreyle bildir. Bu gece İstanbul'a kaçmalıyım. Artık o evde kalamam. Şimdi eşyalarımı toplayıp, üzerimi değişeceğim. Hava kararınca beni Roma Hamamı harabelerinden aldır. Yerini biliyorsun değil mi?”

Aktarın beti benzi atmıştı. Kekeleyerek cevap verdi. “Evet. Karaoğlan Meydanı'ndan batıya uzanan cadde üzerindedir.”

Güzel. İkiniz de çok dikkatli olun. İzleniyorsanız, hemen Ankara'yı terk edin. Yakalanmamaya çalışın. Muskalarınızı kullanabileceğinizi unutmayın. Sorun yoksa burada işlerinize devam edin. Yeni elemanlar da işlerine devam etsin. Ne yapacakları için talimat beklesinler. Allah'a emanet olun.”

Sagir dükkândan dışarı çıktı. İzlenmediğinden emin olmak için ters yönde yürümeye başladı, sonra aniden geri döndü. Dikkat çeken biri yoktu. Yakındaki Osmanlı Banka şubesine gitti. Yolda çok paraya ihtiyacı olacaktı. Hesabından yüzlük, ellilik ve yirmilikler halinde iki bin Osmanlı kâğıt lirası aldı. Yeleğinin iç ceplerine yerleştirdi. Kalanını İstanbul'da alabilirdi. Biraz yürüyerek rastladığı ilk faytona bindi. On dakika sonra evdeydi. Hemen sakal tıraşı oldu. Sadece bıyığı kaldı. Sarığını ve siyah cübbesini çıkardı. Pantolon, gömlek ve gocuğunu giydi. Saçlarının bıyığının ve kaşlarının boyasını kolonya ile temizledi. Bol bol su içti. Gözlüğünü, ekmek, peynir, zeytin, helvadan oluşan yiyecekleri küçük bir torbaya koydu. Perdeyi aralayarak dışarıyı kontrol etti. Kimseyi göremedi. Yine de ihtiyatlı olmalıydı. Arka bahçenin duvarını sessizce aşarak yan yola çıktı. Normal adımlarla harabelere yürümeye başladı.











***

Morali bozmayalım.



Mayıs 1921. Ankara.



Mim Mim’in iki gözcüsü nöbetleşe olarak 6 Mayıs’ta Sagir’i 24 saat izlemeye başlamıştı. 7 Mayıs Cumartesi sabahı görevi devralan gözcü Hintli’yi istasyondan ayrılana kadar izlemiş, ama fayton bulamadığı için izini kaybetmişti. On onbeş dakika sonra bulabildiği ilk faytonla Derneğe gitmiş, Sagir’i bulamamıştı. Hemen evine koşturmuş, huzursuz olarak evi gözetlemeye başlamıştı.

Bir şeyler ters gidiyordu…

Gözcü bir saat kadar sonra, Üsteğmen Mehmet Ali’yi eve yaklaşırken gördü ve onu arka sokağa çağırdı. Durumu görüştükten sonra, eve giren üsteğmen beş dakika sonra heyecanla dışarı çıktı. Tekrar arka sokağa gidip görüştüler. Sagir’in sarığı ve siyah cübbesi yatağının üzerine atılmıştı. Hiç böyle yapmazdı. Çok düzenliydi. Dolabındaki gocuğu, pantolonu ve gömleği yoktu. Boş askılar vardı sadece. Mutfak dolabına da bakmıştı. Önceki akşam aldığı peynir, zeytin, helva gibi yiyecekler yerinde değildi. Mehmet Ali elemana gözetlemeye devam etmesini söyledi ve hemen Derneğe gitti. Hintli ortada yoktu. Tekrar eve geldi. Biri evde, diğeri sokağın köşesinde, hava kararıncaya kadar beklediler. Haberleştiği ağacın kovuğuna da bakmışlar, bir şey bulamamışlardı.

Durum anlaşılmıştı. Kuş uçmuştu!

Gözcü evi gözetlemeye devam ederken, Üsteğmen hızlı adımlarla caddeye çıktı ve ilk faytonu çevirdi. Yarım saat sonra Binbaşı Yusuf’un odasındaydı. Durumu anlattı. Acı gerçek ortadaydı. Mustafa Kemal Paşa'ya suikast düzenleyenlerden birisi de bu hoca kılıklı sahtekârdı! Paşa'nın yedi hafta önce dile getirdiği kuşkuları doğrulanmıştı. Bu adam İngiliz ajanıydı. Herkesi aldatmıştı.

Pazar sabahı Osmanlı Bankası'ndaki para çekme ve havale işlemleri de öğrenildi. Herif hızlı davranmıştı. İzlendiğini anlamıştı. Gar Müdürü’nün ve Berber’in tutuklandığını öğrenince kaçmıştı. Şeytan şimdi İstanbul yolunda olmalıydı. Kuvayı milliye güçlerinin kontrol ettiği her yere Hintlinin eşkâli telgrafla bildirildi. Mümkünse sağ olarak yakalanacak ve Ankara'ya getirilecekti.

Hüseyin çok üzülüyordu. Günler geçtikçe, üzüntüsü vicdan azabına dönüştü. Hüsamettin ona özel olarak bu adamı izleme görevi vermişti. Ama beş altı hafta geçmesine rağmen Sagir’i suçüstü yakalayamamıştı. En önemlisi de Mustafa Kemal'e suikastı önleyememişti. Milli mücadele ve Mim Mim için yüz karasıydı.

Mehmet Ali baygınlıklar geçiriyordu. Soru sorulduğunda unuttuğu bir şeyi hatırlamaya çalışıyor gibi ağzı açık bakakalıyordu. Hem Örgüt hem de Binbaşı Hüseyin ona çok güvenmişti. Kendini affetmeyeceğini söyleyip duruyordu. Rüyalarında sık sık Mustafa Kemal Paşa ile konuşuyordu. Ona hesap veriyordu. Kendini ve arkadaşlarını savunuyordu.

Yarbay Hüsamettin, içi kan ağlamasına rağmen, astlarına belli etmemeye çalışıyordu. Fevzi Paşa ona bir türlü randevu vermemişti. Sadece Erkânı Harbiye'nin (Genelkurmay) yazılı talimatını almıştı: “Öncelikle Ankara'daki ve İstanbul'daki diğer casusları bulun. Suikastın halk arasında nasıl karşılandığını izleyin.” Mim Mim Ankara'daki, İstanbul'daki ve Anadolu'daki otellerde, hanlarda, kahvelerde, casuslardan bir iz bulmaya çalışıyordu. Bu sırada İstanbul'dan gelen bir haber yürekleri biraz serinletti. Daha sıkı izlenmeye başlayan Sagir'in yardımcısı Cavit bir İngiliz şirketine girerken görülmüştü. Hayrettin onu kaçırmıştı ve İngilizlerle irtibatını sorguluyordu. Evi ve çalışma odası gizlice aranacaktı. Sonuç bildirilecekti.

Mustafa Kemal Paşa'nın yokluğu insanların çoğunu üzmüştü. Ne zaman göreve döneceği merak ediliyordu. Azınlıktaki bir grup ise memnuniyetini belirtiyor veya gizlice seviniyordu. Aynı durum Meclis'te de görülüyordu. Saltanatçı ve hilafetçi milletvekilleri, Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olanlar, İttihat ve Terakki'yi canlandırmak isteyenler sorun olmaya başlamıştı. Fevzi Paşa hakkında söylentiler yayıyorlardı. Enver'in ordudaki tasfiyesi sırasında İttihat ve Terakki Partisi'ne iyi gözle bakmadığı için rütbesi bir derece düşürülenlerdendi. Başlangıçta Kuvayı Milliyeye ve Mustafa Kemal’e güvenmemişti. Ali Fuat Paşa Mustafa Kemal’i ikna etmeseydi Ankara’ya katılamayacaktı. Bazıları, Mustafa Kemal Paşa’nın diktatör olacağı endişesiyle Fevzi Paşa’yı başa geçirmeyi düşünmüştü. Kabul etmemişti.

12 Mayıs günü Meclis’te oylama yapıldı. Üçte iki çoğunlukla Fevzi Paşa’ya Mustafa Kemal iyileşene kadar tüm yetkiyle vekâlet verildi. Üçte bir civarındaki milletvekili, Mustafa Kemal’in iyileşmesinin uzun süreceğini, Enver Paşa’nın Ankara’ya çağrılarak mücadelenin başına geçmesini önerdi. Kabul edilmedi.

13 Mayıs’ta Fevzi Paşa şifreli bir telgraf aldı. Mustafa Kemal ve yanındakiler Antalya’dan bir İtalyan vapuruyla İtalya'ya hareket etmişti.











***

1453'ü unutmadık.



18 Mayıs 1921. Smyrna (İzmir).



İskoç gazeteci Scott Wallace Smyrna'daki Yunan Başkomutanlığı binasına yaklaşıyordu. Saatine baktı. Daha onbeş dakikası vardı. Sahildeki bir banka oturdu. Denizden gelen iyot kokusunu içine çekti. Önemli olaylara tanık olmuştu. İki ay önce Ankara'daydı. Mustafa Kemal ile görüşmüş, uzun süredir arzuladığı haberini ve yorumunu yapabilmişti. Avrupa'da yayınlanan makalesinde, Doğu Sorunu'nu çözmek isteyen İngiltere'ye güvenin azaldığını, Ankara'ya olan güvenin arttığını belirtmişti. O günlerde Konstantinopolis'te (İstanbul) Yeni Haçlı Konferansı düzenlenmişti. Scott konferansa katılmış, Yeni Haçlı Eşgüdüm Merkezi'nin kurulduğunu görmüştü.

Aynı günlerde yaşamının aşkını bulmuştu. Harika bir gelişmeydi. Keyifle piposunu hazırladı ve ilk dumanını içine çekti. Sebottendorf ile Cihangir'deki Alman Hastanesine gitmişlerdi. İtalyan Büyükelçiliği Müsteşarı Signor Grasso'nun eşi hastanede tedavi görüyordu. On yıldır Konstantinopolis'te bulunan Grasso’larla bir yıldan fazla zamandır dost olmuşlardı. Sinyora Grasso için güzel bir buket çiçek yaptırmışlardı. Scott odaya girdiklerinde kendilerini selamlayan hemşireye bir vazo getirmesini rica etmişti. Genç kız da beyaz başörtüsünü düzeltip, güzel bir İngilizceyle “elbette!” diyerek odayı terk etmişti. Grasso’lar Scott'a yarı kızgın, yarı gülen çehrelerle bakmışlardı. Hemşire sandığı kızın doktor olduğunu ve Sinyora Grasso ile ilgilendiğini söylemişlerdi. Adı Naciye idi. Scott az sonra bir vazoyla dönen genç doktordan özür dilemişti. O anda beyninde ve kalbinde tuhaf şeyler olduğunu hissetmişti. Otuz altı yaşındaydı ve bu duyguyu hiç yaşamamıştı. Doktor Naciye gülümseyen gözlerle ona bakıyordu, “olur böyle şeyler” der gibiydi. Scott'un gözlüklerine gizlemeye çalıştığı gözleri kim bilir ne komik görünmüştü. Özgüveni azalıyordu. Sonunda kısık bir sesle “Çok özür dilerim. Ve kendimi affettirmek zorundayım,” diyebilmişti. Doktor Naciye de gülümsemesini sürdürerek “Affınız kabul edildi,” diye yanıtlamıştı. İskoçyalı Scott bir Türk kızının bu derece rahat olmasını beklememişti.

Birkaç gün sonra, Alman Büyükelçiliği yakınlarındaki Kibele adlı kahvede buluşmuşlardı. Gözleri Naciye'ye takılmıştı. Ela renkli badem gözler, küçük ve biçimli burun, çocuksu dudaklar, inci gibi dişler, pembe beyaz pürüzsüz bir ten uyum içinde bir araya gelmişti. Boyu normalden uzun sayılırdı. Sesi iç gıcıklayıcıydı. Güzel olduğu kadar, cesurdu. O da arada beğeni dolu bakışlarla Scott'a bakıyordu. Bu kız hiç kimseye benzemiyordu. Gülümseyen gözlerinin hep belleğinde kalmasını istemişti. Fotoğrafını çekmek istemiş ama yanlış anlaşılmaktan korkmuştu. Bu aşkın ilk kıvılcımlarıydı. Sonsuza dek yanında bu güzelle yaşamak istiyordu. Scott kendi yaşam öyküsünü anlatmış, Naciye ilgiyle dinlemişti. Onun öyküsü de ilginçti. İstanbul'da doğmuştu. Dört kız kardeşin en küçüğü idi. Dedesi, babası ve annesinin ailesi Osmanlı İmparatorluğu'nda çeşitli hizmetleriyle tanınmıştı. Şanslıydı. Ama altı yaşındayken babasını kaybetmiş, dedesinin konağında büyümüştü. İstanbul Amerikan Kız Koleji mezunuydu. Avrupa Savaşı’ndan önce, Almanya'da dil eğitimine başlamıştı. Orada savaş nedeniyle ve yabancı dil yetersizliği yüzünden, bazı idari sorunlarla uğraşmıştı, Ama İngilizcesi sayesinde Almancayı da kısa sürede sökebilmişti. Heidelberg Tıp Fakültesi'ni iyi dereceyle bitirmişti. Beş aydır Alman Hastanesi'nde çalışıyordu.

Naciye de bunu karşılıksız bırakmamış, ertesi hafta, Scott'u Amerikan Kız Koleji'nden en iyi arkadaşı olan Hanımşah ile birlikte Pera'daki Agustine pastanesinde çaya davet etmişti. Hanımşah da iyi bir aileden gelen ve öğretmenlik yapan bir Türk kızı idi. Parmağındaki yüzükten nişanlı olduğu anlaşılıyordu. Fazla konuşmamıştı. Scott hakkında arkadaşı için gözlem yapıyor gibiydi. İkisi de tutucu çevrelerin kadınlara olan baskısından kopmak üzereydiler.

Martıların sesleri ile nerede olduğunu hatırladı. Randevu zamanı gelmişti. Artık kendisini daha farklı hissetmeye başlamıştı. Gülümsedi. Yakındaki karargâha yöneldi. Yunan Başkomutanı General Anastasios Papulas’ın karargâhının girişindeki evzon nöbetçilerin, tören bölüğünün ve bandonun fotoğrafını çekti. Bunun için özel izin almıştı. Avrupa'da yayınlanacak fotoğrafları kusursuz olmalıydı. Askerlerin kıyafetleri ve tüfekleri kontrol edildi. Kırmızı bereleri, geniş kollu gömlekleri, süslü yelekleri, pileli etekleri, püsküllü çorapları ve ponponlu ayakkabılarıyla tören bölüğü krallarını bekliyordu. Baştaki bando karşılama marşı için hazırdı. En sağda karşılama heyeti ve Yunan bayrağını taşıyan uzun boylu asker nefes almadan duruyordu.

Az sonra başkomutan Kral Konstantin’in otomobili, önündeki ve arkasındaki atlı muhafızların arasında ana kapıdan içeri girdi. Bando çalmaya başladı. General ve karşılama heyetinin ellerini sıktıktan sonra tören bölüğünü selamladı. Binaya girerken Scott‘a başıyla selam verdi. Scott geçen yıl bu binada Korgeneral Paraskevopoulos ile yaptığı söyleşiyi hatırladı. “Türkler karşımızda duramazlar. Tek isteğimiz İngiltere’nin desteğini sürdürmesidir. Umarım Ankara’da da bir röportaj yaparız.”

Beş dakika sonra Scott makam odasına alındı. Kral Konstantin ve General Papulas kenardaki koltuklarda oturuyorlardı. Ayağa kalkıp gazetecinin elini sıktılar. Emir subayına siparişleri verdiler. Kral ellili yaşlardaydı. Saçları dökülmüştü. Bıyıkları Kayzer Wilhelm tarzı kesilmişti. Efzon üniforması giyiyordu. Heyecanlı ve mutlu görünüyordu. O sırada Scott karşısındaki sehpadaki bir fotoğrafa bakıyordu. Bir Osmanlı Paşası kılıcını teslim ediyordu. Daha önce de görmüştü. Hatırlayamadı. Kral konuğun bakışını yakaladı ve açıkladı: “1913’te Yanya’yı Türklerden teslim alışımızı gösteriyor. Ben Veliaht iken çekilmişti.” Bir fotoğraf daha vardı. Alman İmparatoru Wilhelm ile el sıkışıyorlardı. Kral onu da açıkladı: “Biliyorsunuzdur. Wilhelm’in kız kardeşi ile evliyim.” Gazeteci başıyla onaylayınca devam etti, “Fransızlar bu yüzden benden nefret eder.” Ardından kahkahayı patlattı. General de kibarca gülümsedi. Kral'ın İngilizcesi fena değildi. İskoç gazeteci söze girdi, “Çok yoğun olduğunuzu biliyorum muhterem Kral. Zaman ayırabildiğiniz için New State dergisi adına şükranlarımı sunuyorum.”

Sağolun. Sorulara geçebiliriz.”

Mustafa Kemal Paşa’nın felç olması planlarınızı değiştirecek mi?”

Sevr Anlaşması uygulamaya geçecek. İngilizlerle anlaştık. Bir an önce Ankara’ya el atacağız. Ben bunun önemini vurgulamak için buradayım. Yunan ordusuna emrimi yayınladım: Askerler! Vatanın sesi beni yeniden sizin komutanınız olmaya çağırdı. Elen ülküsü için çarpışıyoruz. İleri!” Gözleri ışıl ışıldı.

Özür dilerim Kral hazretleri. Geçen yıl bu odada General Paraskevopoulos ile görüşmüştüm. Ankara’da da kısa süre içerisinde ilk söyleşiyi benimle yapacaktı. Bir yıl geçti. Ama hala buradayız.”

Siyasal mücadeleler askerlerimizi ters yönde etkiledi. Şimdi durum düzeldi. Birliklerimizi on bir tümene çıkardık. Türk ordusu ise çok yayıldı. Bu kez Ankara’yı koruyamayacaklar. Buralarda Yunan egemenliği kurulacaktır. Zorla göç ettirilen Yunan evlatları geri gelecekler.”

Ben zamanlamayı merak ediyorum. Harekâtı ne kadar zamanda bitirebilirsiniz?”

Hazırlıklarımız bitti. Generallerim Ankara'yı ele geçirmemizin on onbeş gün arasında olabileceğini söylüyor.” Konstantin durdu ve koltuğunda doğruldu. “Belki hatırlarsınız. Bizans'ın başkenti Konstantinopolis 29 Mayıs 1453'te düşmüştü. Ben de 29 Mayıs günü Ankara'ya gireceğimize inanıyorum. Tanrı'nın izni ile.”

Sizle orada da görüşmek isterim Sayın Kral. İzin verirseniz ordunuzu yakından izlemek istiyorum.”

Elbette. Size bir rehber ve bir at verelim. Umarım atlarla aranız iyidir.”

Sağolun efendim. Başta zorlanacağım, ama sonra alışırım.”

Yarın Uşak'ta başarılı birliklerin sancaklarını madalya ile ödüllendireceğim. Görevinize orada başlarsınız. Sonra da beni izleyin.”







***

Konstantinopolis yolunda.



Mayıs 1921. Ankara.



İngiliz ajanı Mustafa Sagir evden ayrılmadan önce son bir kontrol yaptı. Banka hesabından aldığı iki bin Osmanlı kâğıt lirası yeleğinin iç ceplerindeydi. Yolda ihtiyaç duyacağı yiyecekleri küçük torbasındaydı. Muskası boynundaydı. İçindeki zehiri nasıl kullanacağını zihninde canlandırdı. Bahçe duvarına gizlediği görünmez mürekkebi yere döktü. Üzerine biraz toprak attı. Boş şişeyi yolda uygun bir yerde çöpe atacaktı. Arka bahçenin duvarından atlayarak yola koyuldu. Az sonra Roma Hamamı harabelerindeydi. İzlenmediğinden emindi. Ama hala kalbi duracak gibiydi. Hava kararıncaya kadar gözlerden uzak bir yerde heyecanla bekledi. Saatler geçmek bilmiyordu. Sonunda, caddeye bakan boş alanda bir gölge belirdi. Sagir yabancının biraz daha yaklaşmasını bekledi. Evet Şükrü'ydü. Fısıltıyla “Acele edelim Efendi,” dedi. Tek atlı bir saman arabasıyla gelmişti. Hintli samanların arasına girdikten sonra üzerini güzelce kapattı. Kuvayı milliyecilerin ana yolları kestiğini tahmin ediyorlardı. Bir saat sonra durdular. Aktar ile yaptıkları kaçış planını konuştular. Geçen yıl Sultan’ı desteklemek için, Düzce'de başlayan, Bolu, Gerede, Mudurnu, Beypazarı ve Nallıhan'a yayılan ayaklanmaların olduğu yolu seçmişlerdi. Sadece geceleri seyahat ederek az kullanılan yollardan gideceklerdi. Hava aydınlanınca kuytu bir yerde dinleneceklerdi. Eğer bu mümkün olmazsa, uygun bir yer bulunana kadar yola devam edecekler ve Sagir samanların altında saklanacaktı. Yakalanırlarsa bütün emekleri boşa gidebilirdi. Bu görevinden mahcup olmadan, alnının akıyla çıkmayı başarmalıydı.

Tüm gece ayaza aldırmadan yol aldılar. Herhangi bir kontrol olmamıştı. Hava aydınlanınca Ayaş kasabası yakınlarındaydılar. Yola devam ettiler. Kaçak tekrar samanların arasına saklandı. Öğleye doğru küçük bir korulukta mola verdiler. Şükrü ve at çok yorgundu. Akşama kadar dinlendiler. Bu arada Sagir merak ettiği soruyu sordu:

Şükrü anlatsana. Sen ve arkadaşların neden Mustafa Kemal'e karşısınız?”

Black Jumbo elemanı Türk şaşırdı. Mahcup bir gülümseme belirdi yüzünde. “Uzun hikâye beyim. Ben eğitimli biri değilim. İyi anlatamam. Karşıyız işte.”

Neden karşısın? İçinden geleni söyle.”

Şükrü başını sallayarak anlatmaya başladı. “Balkan Savaşını bilir misin Beyim?”

Evet. On yıl önceydi.”

Biz Samsun'un bir köyünde yaşıyorduk. Toprağımız yoktu. Başkalarının yerlerini kiralayıp, ekip biçiyorduk. Tavuklarımız ve iki ineğimiz vardı. On üç yaşındaydım. Babam da otuz dört. Onu askere aldılar. Bir iki yıl geçti. Hiçbir haber alamadık. Anama ve iki kız kardeşime ben baktım. Toprak sahibi kirasını artırdı. Ödeyemezdik. Bizi kovmaya kalktı. Anam yalvardı yakardı. Kirasını artırarak onu razı etti. İki yıl daha zorla hayatta kalmaya çalıştık. Bir gün jandarmalar geldi. Beni de askere istiyorlardı. Hükümet savaş kararı almıştı.”

Sagir araya girdi: “Avrupa Savaşı başlamıştı. Osmanlı Devleti Almanların yanında savaşa girmişti.”

Ben on beş yaşındaydım. Jandarmalara nüfus kâğıdımı gösterdim. İnanmadılar. Nüfusa geç kaydolduğumu düşündüler. Gerçekten boylu posluydum. Yıllardır tarlalarda çalıştığım için kaslarım gelişmişti. Yaşıtlarımdan büyük gösteriyordum. Kasaba doktoru da benim askere elverişli olduğuma karar verdi. Benim gibi çok genç vardı. Onlar da aynı şeyi söylemişlerdi. Anam çok yalvardı. Babam askerden geri gelmemişti. Aileye ben bakıyordum. Üç yıl sonra on sekiz yaşına girecektim. O zaman vatana helal olsundu.”

Ama anneni dinlemediler.”

Evet Efendim. Zulmetmeyeceğiz, halk rahat edecek, diye bizi aldattılar. Dört yıl Erzurum'da ve Arabistan çöllerinde savaştım. Birkaç kez yaralandım, tedavi ettiler, yine cepheye yolladılar. Savaştan sonra köye geldim. Annem ve kız kardeşlerimi aradım. Benden sonra yerimizden kovulmuşlardı. Samsun'da deniz kıyısında kimsesizlere verilen derme çatma kulübelere sığınmışlar. Orada fazla dayanamamışlar. Sonra da başka yerlere gitmişler. Bazı uzak akrabalarımız vardı. Onlara da sordum. Haberleri yoktu. Onlar da çok zor durumdaydılar.”

Yani aileni bulamadın mı?”

Valiliğe, Jandarmaya gittim. Bilmiyorlardı. Ailemi bulamadım. Perişan olmuştuk. İttihatçıların yüzünden. Onlardan nefret ettim. Yakalarsam öldürebilirdim. Ama yurt dışına kaçmıştılar. Mustafa Kemal ve kuvayı milliyeciler de onlar gibidir. Zavallı saf insanları boşu boşuna kırdırıyorlar. İngilizleri kızdırdılar, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Yenildikten sonra sonucuna katlanmak gerekiyor Beyim.”

Sonra ne yaptın Şükrü?”

Samsun'da iş ararken bir asker arkadaşımla karşılaştım. Padişah yanlısı çok tanıdığı vardı. İslâm Teâli (Yükseltme) Cemiyeti üyesiydi. Beni de üye yaptı. Ufak tefek işler yaptım. Sonra Ankara'ya, aktar Murat Efendi'nin yanına yolladılar. Bir yıldır buradayım.”

Karanlık basınca yola devam ettiler. Yollar açıktı. Sabaha karşı Beypazarı kasabasını geçtiler. Buraya kadar sorun olmaması morallerini düzeltmişti. Sürücü ve atın dinlenmesi için duruyorlardı. Ertesi sabah Nallıhan'daydılar. Mudurnu üzerinden çam ormanlarının arasından kuzeye gittiler. Şiddetli bir yağmura yakalandılar. Çok ıslandılar. Beş gece sonra, 12 Mayıs sabahı Bolu'daydılar. Murat’ın uzak akrabalarının şehir dışındaki evini buldular. Kuvayı milliyecileri hiç sevmiyorlardı. Çok iyi karşılandılar. Sıcak yemek yediler. Sırtları gerçek bir yatak gördü. Atı da iyice beslediler, temizlediler, dinlendirdiler. Tüm gün rahat geçti. Murat’ın yeğenlerinden birini de rehber olarak yanlarına verdiler. Issız dağ yollarından Düzce'ye geldiler. Kasabaya girmeden köy yollarından Hendek'e ulaştılar. Orada da yeğenin Padişah yanlısı arkadaşlarından yardım aldılar. Boş zamanlarında geçen yılki isyanları konuştular. Emekli jandarma binbaşısı Anzavur'un kahramanlıklarını dinlediler. Top ve makineli tüfeklerle donatılmış beş yüz kişilik kuvvetiyle kuvayı milliyecileri perişan etmişti. Dört bin Abaza ve Çerkez Düzce’yi basarak hapishaneleri boşaltmış ve kuvayı milliyecilerin silâhlarını almıştı. Hükûmet memurlarını ve subayları hapsetmişlerdi. Hendek ve Adapazarı ele geçirilmişti. Üzerlerine gönderilen bir tümen muharebe edemeden tutsak olmuştu. İzmit Mutasarrıfı isyancılardan yanaydı. Halka Padişah’ın selâmını bildirmiş ve yüz elli lira maaşla gönüllü toplamıştı. Fakat başka bir Çerkez olan Ethem'in çetecileri ve Türk milliyetçileri isyanı bastırmıştı. Ama bölge hala çoğunlukla Padişah yanlısıydı.

Artık güvenli bölgedeydiler. Yeğen Bolu'ya döndü. Karanlık basınca yine köy yollarından Adapazarı'na hareket ettiler. Orada kendilerini bekleyen Black Jumbo elemanını bulacaklardı. Sadece yirmi beş kilometre kadar yolları kalmıştı. Bozuk yollara rağmen, hava aydınlanmadan orada olacaklardı. Ankara'dan ayrılalı dokuz gün olmuştu. Buralarda yakalanma tehlikesi azalmıştı. Ama Hintli yine de samanların altına saklandı. “Önce emniyet” ilkesini asla unutmamalıydı. Sagir günler sonra samanlara alışmıştı. Bazen kupkuruydular, yüzüne, ensesine, vücuduna batıyor, onu kaşındırıyorlardı. Bazen de yağmurda ve sonrasında vıcık vıcık oluyorlardı. O zaman yumuşuyorlar, ama çok kötü kokuyorlardı. Artık bunlardan rahatsız olmuyordu. İnsanoğlu çabuk alışırdı. Kabil'deki hapishane günleri yanında bu sıkıntı ona hafif geliyordu. Samanlar ana rahmi gibi koruyucuydu. Samanları, bu günlere kadar, işe yaramaz atıklar olarak düşündüğü için kendinden utanıyordu. Yakında İstanbul'da, otel odasında, ılık bir duştan sonra temiz bir yatakta derin bir uykuya dalacağını hayal etti.

Sagir aniden gözlerini açtı. Uyuya kalmıştı. Engebeli ve bozuk köy yollarında uyuyamazdı. Ama düz yollarda atın ninni gibi gelen nal sesleriyle uyuyabiliyordu. Yine böyle olmuştu demek. Araba durmuştu. Şükrü atı ve kendilerini dinlendirmek için mola vermiş olmalıydı. Samanların aralıklarından görebildiği kadarıyla hala karanlıktı. Dışarı çıkmaya hazırlandı. Ama vazgeçti. Biri yüksek sesle konuşuyordu. Şükrü bazen atlarla konuşurdu. Ama duyduğu ses onun sesi değildi. Dikkatle kulak kabarttı. Söylenenleri duymaya çalıştı. Kalbi hızla atmaya başladı.

Adın Şükrü demek.” Sagir nefesini tuttu. Bu ses iki köylü arasındaki bir konuşmaya ait olamazdı. Sesin sahibi, dediğinin yapılmasını bekleyen, emretmeye alışmış biri olmalıydı.

Evet çavuşum.”

Kaçak Hintli yol arkadaşının korku dolu sesini tanıdı. Endişesi arttı. Kalbinin atışları o kadar hızlandı ki dışarıdan duyulabileceğinden korktu. Titremeye başladı.

Gece karanlığında nereye gidiyorsun?”

Adapazarı'na efendim.” Şükrü'nün sesinin de kendisi gibi titrediği çok belliydi.

Nereden geliyorsun?”

Hendek'in Şeyhler Köyü'nden çavuşum.”

Saman taşımak için bu saatte yollara düşmeni anlayamadım. Ben Adapazarı’nda görevliyim. Orada saman kıtlığı yoktur. Belgelerin yanında mı?”

Şükrü bu soruyu cevaplamadı. Sessizliği yine Çavuş bozdu.

Konuşsana be adam! Yasadışı bir şeyler yapıyorsun değil mi? Elbette cevap veremezsin.”

Bu kez bağırmıştı. Çavuş'un kızmaya başladığı anlaşılıyordu. Sagir nefesinin daraldığını hissetti. Galiba bu tehlikeli yolun sonuna gelmişti. Karşılaşacağı bu en kötü olasılığı düşünmüştü hep. Muskasını birkaç saniyede nasıl kullanacağını zihninde canlandırmıştı. Bunu iki kez de prova etmişti.

Samanların içini arayın!”

Başkaları da vardı demek. Fazla düşünmeye gerek yoktu. Saniyeler içinde, boynundaki muskasını çıkardı, yapışkan kumaşın katmanlarını açtı ve içindeki zehirli sakızı ağzına attı.

Büyük Allah’ım, beni bağışla.















***

Son görüntüler.



9 Şubat 2019. Ankara



Hasan Algan beni geçmeye çalışıyordu. Bunların düzmece olmadığına inanmıştı. Bu yüzden bir haftadır dizüstü bilgisayarıma el koymuştu. Benimle birlikte eve geliyor, geç saatlere kadar birlikte oluyorduk. Bazen okuduğu yerleri ve görüntüleri paylaşıyordu. Tekrar okuyor ya da seyrediyorduk. Ara verdiğinde de buzdolabındaki biraları tüketiyor, ardından çay demleniyordu. Ben de kapı komşum üniversiteli Bora'nın sahaflarda bulduğu eski kitabı okuyordum. Victor Hugo'nun Sefiller'inin ilk Türkçe çevirisiydi. Lisedeyken okuduğum romanı tekrar okumak ilginçti. Kullanılan dil gerçekten ağırdı. Osmanlıca-Türkçe sözlüğe sıkça bakıyordum. Beyin jimnastiğim için yararlıydı.

Konu basitti: Ekmek çaldığı için beş yıl küreğe mahkûm edilen adamın kaçma girişimleri nedeniyle cezası uzar. 19 yıl sonra şartlı tahliye edilir. Ancak tahliye koşuluna aykırı hareket ettiği için kaçar ve adını değiştirir. İyiliksever bir rahipten aldığı gümüş yemek takımlarını satarak bir fabrika alır. Üretimi artırarak zengin olur ve belediye başkanı seçilir. Yoksulları korur.

Sefiller'de ne anlatılmaya çalışılıyordu?

1800’lü yıllardaki Fransız halkının yoksulluğu vardı. Oysa tarih derslerinde farklı şeyler okumuştuk. Fransa'da İmparatorluğunu ilan eden Napolyon'un Osmanlı topraklarına yönelik sömürgeci girişimi... İngiltere ve Rusya ile sömürge paylaşımı için savaşlar... Fransa’nın Cezayir’i ve Tunus'u işgali... Fransa'nın Çin'deki serüvenleri... Prusya ile savaşta Fransa’nın yenilgisi ve Üçüncü Cumhuriyetin kuruluşu... Fransız ihtilalinin etkisiyle saltanatlar yıkılıyordu. Ulus devletler ortaya çıkmıştı. Bundan sonra insanlar özgür, eşit ve kardeş olacaktı...

Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sadece zenginler içindi. İnsan yığınları yoksullaşıyor, acı çekiyor, bu arada para babaları köşeyi dönüyordu. Kentliler güçleniyordu ve köylülerin sömürüsü devam ediyordu...

Sonraki günlerde Hasan Algan Ankara dışındaydı. Bilgisayar yine benimdi. Sağlık sorunları yaşayan Bilge Bey son iletisinde, bir süre yazışamayacakları için üzgün olduğunu belirtmişti.

Zaten 1919-1922 arasını anlatan “Yirmibirden Sonra” romanının sonlarına gelmiştim. Gazeteci ve tarihçi Scott Wallace Bilge'nin babasıydı. Osmanlı'nın dağılmasını izliyor ve Keltlerin Anadolu'daki izlerini arıyordu. Üstün insanların Thule örgütü üyesiydi, ama İstanbul'da tüm insanları kucaklayan Bektaşilerle karşılaşınca aklı karışıyordu. Karakol Örgütü üyesi, dayım, Binbaşı Hüseyin Üsküplü, Scott ile zaman zaman karşılaşıyorlardı. İskoç tarihçi Ermeni sorunu ile ilgileniyordu. İskenderiye'de, İstanbul'da ve Ankara'da İngiliz tüccarlarla görüşüyordu. Onların gizli servis elemanı olduklarının farkına varmıyordu. Anlatılanların çoğu bizim dünyamıza uymuyordu.

Sırada son video görüntüleri vardı...

İlk görüntüler Pontus Helen Cumhuriyeti'nin başkenti Trabzon'a aitti. Adı eski Helence “Trapezounta” olmuştu. Devlet batıda Giresun'a, doğuda Hopa'ya kadar uzanıyordu. Nüfusu üç buçuk milyondu. Türkler sadece 300 bin kadardı. Devlet ABD mandasında kurulan Ermeni-Pontus Federal Cumhuriyeti'ne bağlıydı. 1950 yılında manda sona ermiş, halk oylamasıyla federasyon dağıtılmıştı. Batı Ermenistan ve Pontus iki ayrı cumhuriyet olarak dostça ayrılmıştı. Dört yüz bin nüfuslu Trapezounta İzmir'den farklı değildi. Hatta İzmir'den daha kötü denebilirdi. Bayrakları Yunan bayrağına benziyordu. Sol üst köşesine kanatlarını açmış siyah bir kuş figürü eklenmişti. Yunanca ve İngilizce “Pontus soykırımını unutma!” levhaları sıkça ekrana geliyordu. Boztepe'deki dev “Pontus soykırımı anıtı” Mitoloji kahramanlarının heykelleri ile süslenmişti. Yakınında Atina'daki tapınağa benzer bir yapı vardı. Girişine tarihteki Pontus krallarının ve din adamlarının büstleri yerleştirilmişti. Türklerle çarpışırken ölen Pontus çete liderlerinin ve Bizans soylularının adlarıyla anılan meydanlarda Ortodoks kiliseleri görülüyordu. Sahilden uzaktaki yoksul kesimlerde tek tük camiler de vardı. Fatih Sultan Mehmet'in Pontus Rum Devleti'ni yıktığı 15 Ağustos 1461 tarihinin yıl dönümünde Sümela manastırında ilahiler eşliğinde yapılan “Kara Gün” ayini de etkileyiciydi.

Sıradaki videoda Batı Ermenistan anlatılıyordu. ABD mandasından sonra ilerleme kaydedilmişti. 1915 sonrasında Müslüman yapılıp Türklere karışan çocuklar bulunup, geri getirilmişlerdi. Şimdi nüfus dört buçuk milyondu. İş imkânları arttıkça, güvenli ortam sağlanınca yurda dönenlerin sayıları artıyordu. Türkler bir milyonun biraz üzerindeydi, ama doğum oranları yüksekti. Ermenilerin büyük çoğunluğu Gregoryen birazı da Protestan idi. Sovyetler Birliği'ne bağlı olan sosyalist Doğu Ermenistan ile birleşme mümkün olmamıştı. Kapitalist düzeni istemiyorlardı. Ama bazı vatandaşlarının batıya kaçmalarını engellemek zorlaşmıştı. Katolik ağırlıklı Kilikya Yeni Haçlı Cumhuriyeti de Fransız mandasından kurtulmuş ve bağımsızlığına kavuşmuştu. Şimdilik birleşme yanlısı değildi. Bunlara rağmen üç devletin ileri gelenlerince oluşturulan “Ermeni Ortaklık Konseyi” tarihsel hedefleri olan “Büyük Birleşme”den asla vaz geçmeyecekti.

Kamera havadan ve yerden alınan görüntülerle Ermenice şarkılar eşliğinde dolaşıyor, spiker bilgi veriyordu. Nüfusu 250 bin olan başkent Erzurum ekrana geldi. Adı “Garin” olarak değiştirilmişti. Türklerin nüfusu 70 bin kadardı. Daha yoksul olan dış mahallelerde yaşıyorlardı. Batı Ermenistan'ın gökkuşağını andıran bayrağının dalgalandığı “Soykırım Anıtı” görüntülendi. Tabyalar bölgesinin ortasına yapılmıştı. Açık hava müzesi ve yanındaki kapalı müze de aynı bölgedeydi. İkisinin ortasında da hiç sönmeyen meşaleler bulunuyordu. Bizanslılardan kalma Erzurum Kalesi'ne, kent merkezindeki Selçuklu eserlerinin uygun yerlerine de bayraklar çekilmişti. Çifte Minareli Medrese ve güneyindeki Üç Kümbetler, Rüstempaşa Bedesteni, Taşhan'ın çevreleri boşaltılmış, parklar ve spor alanları ile desteklenmişti. Muratpaşa, Bakırcı, Kurşunlu, İbrahim Paşa ve Caferiye Camileri kiliseye çevrilmişti. Ulu Cami ise özelliğini korumuştu. Hepsinin duvarlarındaki kurşun izleri gizlenmeye çalışılmıştı. İrili ufaklı kiliselerin girişlerindeki levhalarda Ermeni mimarların ve ustaların adları yazılıydı. Caddelerdeki büyük ve ışıklandırılmış levhalarda Ararat (Ağrı) dağı figürleri, Ermeni tarihi simalarının heykelleri sırayla ekrana taşındı. Maskelenmeye çalışılmasına rağmen, kentin çevresindeki kötü şehirleşme belliydi. Kışın çekilen bazı görüntülere dikkat edildiğinde, hava kirliliği fark edilebiliyordu.

Sırada Kilikya Yeni Haçlı Cumhuriyeti vardı. Burada da Ermenice şarkılar eşliğinde havadan ve karadan alınan görüntüler ekrana yansıdı. Spiker anlatıyordu. 1950'de Suriye ile birlikte yönetildikleri Fransız mandasından kurtulmuş ve bağımsız bir cumhuriyet kurulmuştu. Nüfusu üç milyondu. Katolik Ermeniler iki milyon, Protestan Ermeniler yarım milyon, Türkler de yarım milyon nüfusa sahiptiler. Toprakları batıda Tarsus'tan doğuda Fırat Nehrine kadar uzanıyordu. Güneyde İskenderun ve Kırıkhan, kuzeyde Maraş devletin sınırları içindeydi. Batı Ermenistan ile birleşmeyi kabul etmemişlerdi. Üç Ermeni devletin ileri gelenlerince oluşturulan “Ermeni Ortaklık Konseyi”ne katılıyorlardı. Erzurum'daki soydaşları gibi “Büyük Birleşme”den söz edilmiyordu.

Diğer görüntülere geçtim. İlk olarak “Soykırımı Anma” anıtı vardı. Erzurum'dakinin benzeriydi. Geceleri aydınlatılıyordu. Adana'nın adı Adonis olarak değişmişti. Fenikelilerin tarım ve bitki tanrısının adıydı. Bunu hiç duymamıştım. Dört yanında bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı, mavi ve sarı şeritlerden oluşan bayrak, merkezinde iki adet çapraz kılıçla ve şeritlere yayılmış sekiz köşeli on bir yıldızla süslenmişti.

Kamera farklı bir yere geldi. Burası kent müzesiydi. Girişte 12. ve 14. yüzyıllar arasındaki Ermeni Krallarının heykelleri sıralanmıştı. İçeride, haritalarla birlikte Ermenice ve Fransızca levhalar göründü. Biraz Fransızca biliyordum. İlk levhayı okudum: “Haçlı devletleri, 12. ve 13. yüzyıllarda Orta Doğu ve Antakya'da Haçlılar tarafından kurulmuş devletlerdir. Bunların ilk dördü Birinci Haçlı seferinin hemen ardından kurulmuştur.” Diğerleri de öteki Hristiyan devletler hakkında idi. Hepsinin altında aynı cümle vardı: “Altı yüz otuz bir yıldır Müslümanların egemenliği altında kuruyan bu topraklar Hristiyanların elinde yeşerdi.”

Sırada Katolik Ermeni kiliseleri vardı. Hepsi de bakımlıydı. Çan sesleri arasında aralarında kiliseye dönüştürülen camiler de göründüler. Hristiyan mezarlıkları da temiz ve bakımlıydı. Kamera Adana'nın en büyük camisi olan Ulu Cami'ye geldi. Bakımlı ve düzenli görünüyordu. Kamera minareye odaklandı. Hoparlör yoktu. Ezan okuyan bir müezzini gösterdi. Şehir merkezindeki Saat Meydanı ve çevresi de temizlenmişti. Saatin sesi kentin birçok yerinden duyuluyordu. Seyhan Nehri üzerinde bulunan 21 kemerli Taş Köprü “Saros Köprüsü” olarak anılıyordu ve Ermeni tarihinin ünlü simalarının heykelleriyle süslenmişti. Görüntülere dikkatli baktığımda burasının da kötü kentleşmeden kurtulamadığını gördüm. Fransız kültürü ve uygarlığı Orta Doğu'ya yenik düşmüştü...

Son sırada İngiliz mandasında kurulan Kürdistan Krallığı vardı. Bir uzman haritalar eşliğinde bilgi vermeye başladı. Krallık kuzeyde Tunceli, güneyde Mardin, batıda Malatya, doğuda Van Gölü güneyi ve Hakkâri’ye uzanıyordu. Nüfusu on beş milyondu. Kürtçe şarkılar başladı. Kırmızı, sarı ve yeşil kuşaklar ve merkezinde siyah yıldız bulunan Kürdistan Krallığı bayrağı göründü. Toplumsal gelişme yeterli olmadığından cumhuriyet tercih edilmemişti. Demokrasi, siyasi partiler, seçim gibi kurumlar zaman içinde yerleşecekti.

Hristiyan Batı'nın Manda yönetimleri 1950'lerde sona ermişti. Orta Doğu coğrafyasında artık Müslümanlar kadar Hristiyanlar da vardı. Bölgeyi küçük devletlere ayırmışlar ve otuz yıl kadar yönetmişlerdi. Bu arada Filistin'de İsrail Devleti’ni de kurmuşlardı. Üç tek tanrılı din bu kutsal topraklarda kendine yer bulmuştu.

Konuşmacı devam ediyordu. 1960'lı yıllarda ilginç gelişmeler olmuştu. Kürdistan Krallığı, Fransız Mandasındaki Suriye Kürtleri ve İngiliz mandasındaki Irak Kürtleri ile birleşmeye çalışmıştı. Olmamıştı. Kabileler arası rekabet sürekli engel çıkarmıştı. Daha ilginci de Kürt ve Ermenilerin birleşme girişimiydi. Hoybun cemiyeti, Kürtlerle Ermenilerin aynı kökten geldiğini kanıtlamaya çabalamıştı. Sadece dinleri farklıydı. Ama bu Ermeni - Kürt konfederasyonu için yeterli olmamıştı. Büyük Ermenistan hakkındaki girişimleri de, Kürtleri endişelendirmişti. Bazıları Ermeni girişiminin Kürtler arasına nifak sokmak için tezgâhlandığını ileri sürmüştü.

Uzmana göre, Hristiyanlar ve Yahudiler İslam Birliğini tehlikeli buluyordu. Buna engel olmak için Kürt milliyetçiliği körüklenmişti. Hristiyanların ve Yahudilerin desteğinde ve himayesine kurulacak küçük Kürt devletleri bu çizgide kalmalıydı. Tıpkı Araplar gibi...

Başkent Diyarbakır'dan görüntüler sıralanmaya başladı. Nüfusu bir milyondu. Diyarbakır surları ekrana geldi. Ulu Cami, diğer camiler ve medreseleri kiliseler izledi: Keldani, Ermeni ve Süryani Kiliseleri. Sonra çarşılar, hanlar ve müzeler dolaşıldı. Kale ile Dicle Nehri arasındaki Hevsel Bahçeleri tanıtıldı ve sonunda Eğil ilçesindeki Asur Kalesi ile video tamamlandı.

Diyarbakır'ın bizim Diyarbakır'dan farkı yoktu, kötü şehirleşmenin bir örneğiydi. Tarihi eserler üzerindeki Türk izlerini gösteren kitabeler kaybolmuştu.

Tam bir Orta Doğu kentiydi...

Unutmadan Bilge Bey'e bir not yazdım:

Değerli Bilge Bey, Diğer başkentler hakkındaki görüntüleri izledim. Çok teşekkürler. 'Yirmi Bir'den Sonra' romanı hakkındaki düşüncelerimi de paylaşmak isterim. 'Avrupa basınından haberler' bölümlerini tek tek kontrol ettim. Mayıs 1921 tarihine kadar bizim tarihimize uyuyorlar. Bolşevik Rusların Milli Mücadele'ye yardımları da uyumludur. Ancak Eskişehir'de Mustafa Kemal Paşa'nın trenine saldırı sonrası felç olması söz konusu değildir. Sanırım burası sizin için, önemli ve tarihi değiştiren bir dönüm noktası olmuştur. Kütahya-Eskişehir Muharebeleri sonrası, Türk Ordusu başarılı bir “muharebeyi kesme ve geri çekilme” yaparak, Sakarya doğusuna çekilmiştir. Bu Mustafa Kemal Paşa'nın yerinde ve risk alarak verdiği bir karar sonucu gerçekleşmiştir. 1921 yazında Sakarya mevzilerine, Yunan Ordusu'nun üç hafta süreyle, son gücüyle yaptığı taarruzları da durdurulmuş ve Yunanlılar Afyon'a çekilerek savunmaya geçmişlerdir. Bir yıl sonra da Türk Ordusu'nun başarılı taarruzuyla İzmir'de denize dökülmüşlerdir.

İngiliz casusu Mustafa Sagir'e geliyorum. Kendisi Türk istihbaratı tarafından izlendi ve delillerle birlikte tutuklandı. Yargılandı ve her şeyi itiraf etti. İngiliz siyasi entrikasını ayrıntılarıyla ortaya koydu. Belge bütün İslam dünyasına yayıldı. Din kardeşlerine yaptığı kötülükleri mertçe itiraf etti. 24 Mayıs 1921 günü Ankara’da Karaoğlan Meydanı’nda idam edildi. Mustafa Sagir İstiklâl Mahkemesi’nin ölüme mahkûm ettiği ilk ve son yabancı adam olarak tarihe geçti.

Selamlar, saygılar...

Önder Üsküplü.”



















***

Almanya'da yeni hedef.



Mayıs 1921. Ankara.



Tutuklanan Ankara Gar Müdürü bir hafta süreyle sorguya çekilmiş ve her şey anlaşılmıştı. İngiliz casusu Sagir onunla dostluk kurmuş ve ağzından kaçırdığı bilgileri değerlendirmişti. Gerçekten de iyi niyetli ve saf birisiydi. Serbest bırakılmıştı. Ancak görevinde ihmali görüldüğünden Konya'ya atanmıştı.

Şeytan Hintlinin bulunmasını bizzat Binbaşı Hüseyin üstlenmişti. Aradan iki hafta geçmesine rağmen yakalanamamıştı. İstanbul'a kaçmayı başarmış olmalıydı. Mim Mim İstanbul örgütüne aranması için özel emir vermişlerdi. Hayrettin de çok üzgündü. Sagir'i örgüte alan o ve ekibiydi. Milli mücadeleye maddi katkısı olacağına inanmışlardı. Ama Hintliye fazla güvenmedikleri için yanına Deniz Üsteğmeni Mehmet Ali'yi vermişlerdi. Mim Mim Başkanı Yarbay Hüsamettin ve onu destekleyen Fevzi Paşa ağır eleştirilere hedef olmuştu.

Otellerdeki, hanlardaki, kahvelerdeki araştırmalar sonuç vermemişti. Ellerindeki tek ipucu Sagir'in Hindistan ile irtibatını sağlayan yardımcısı Cavit'ti. Hayrettin onu kaçırmış ve sorgulamıştı. Başlarda yeminler ederek suçlamaları inkâr etmişti. Ancak ailesi de işe katılınca konuşmuştu. İngilizler hesabına çalışıyordu. Sadece bilgi ve haber veriyordu. Sagir’in ve Rasim'in dışında kimseyi tanımıyordu. Hücre esasına göre çalışıyorlardı. Hasta annesine bakabilmek için paraya ihtiyacı vardı. Sadece mektuplara aracılık etmişti. Görünmez mürekkeple yazışmaları da anlatmıştı. Ama ne yazıldığını kendisi göremiyordu. Acil durumlarda şifreli telgrafla haberleştiklerini söyledi. Elbette şifreyi ona söylemiyorlardı.

Hayrettin bu ahlaksıza ne yapacakları konusunda talimat istemişti. Ortadan kaldırabilirlerdi. Ya da Mim Mim için çalışmaya zorlayabilirlerdi. Kendilerine bir oyun oynamaya kalkarsa, o zaman İngilizlere Mim Mim'e her şeyi anlattığını haber verebilirlerdi. Hüsamettin Mim Mim için çalışmasını istemişti. Onunla bizzat Hayrettin ilgilenecekti. Hem gazetesine hem de İngilizlere üç günlük kayboluşuyla ilgili uygun bir öykü kurgulaması ona kalmıştı. Bu arada Hindistan'dan İstanbul Mim Mim'e beklenen telgraf gelmişti. Sagir Hint Hilafet Komitesi tarafından tanınmıyordu!

Çok değerli bu bilgi geç kalmıştı...

Hüseyin'den görev isteyen Mahmut da kendini sorumlu tutanlar arasındaydı. Hayrettin Hamza Grubu İstanbul şube başkanı iken Mahmut'u kilit personel arasına almıştı. Kaderin cilvesi olarak, Sagir İstanbul'da önce Mahmut ile tanışmış, ona çengel atmıştı. Ama Hintlinin casus olmasını da düşünmüştü. Hatta bu doğruysa, kellesini kaybedeceğini bile dile getirmişti. Milyonlar söz konusu olunca Hayrettin ile onu Örgüt'e almayı önermişlerdi. Mahmut fedailik için biraz daha bekleyecekti. Ortadan kaldırılacak bir casus hala bulunamamıştı…

Hüseyin ve Hüsamettin son gelişmeleri değerlendirmişlerdi. Fevzi Paşa on bir gündür mücadelenin başındaydı. Zaten Mustafa Kemal'in Ankara'daki en yakın yardımcısı oydu. Tüm ayrıntıları biliyordu. Çerkez Ethem'in tasfiyesinde ve Enver Paşa ekibinin etkisinin kırılmasında Mustafa Kemal'in yanında yer almıştı. Mustafa Kemal yanındakilerle İtalya'ya hareket etmişti. Ama 24 Mayıs’ta, Bektaşi Yusuf kötü haberi iletmişti. İngiliz istihbaratı ve Ermeni Taşnak Örgütü Mustafa Kemal'in izini bulmuştu. Almanya'daki elemanlarına Mustafa Kemal'in izlenmesi ve Talat Paşa gibi öldürülmesi talimatını vermişlerdi. Sebottendorf bu bilgiyi önce Yusuf'a, sonra da Almanya'daki Thule elemanlarına göndermişti. Hasta Paşa'nın korunması için her şey yapılacaktı.











***

Atlı İngiliz Gazeteci.



Mayıs 1921. Afyon.



Scott Wallace beş gündür Yunan Kralı ve Başkomutanı Konstantin'i izliyordu. “Atlı İngiliz Gazeteci” ve mihmandar Asteğmen Costas Zenginis iyi anlaşıyorlardı. Orta boylu, esmer, tıknaz yapılı bir Yunan genciydi. 24 yaşındaydı. Babası Selanik'li zengin bir çiftçiydi. Seraları, hayvan sürüleri, süt tesisleri vardı. Ataları Yunanistan Devleti kurulunca, 1830’larda Konstantinopolis'ten (İstanbul’dan) Yunanistan’a göç etmişlerdi. Londra'da İktisat okumuştu. 1920 sonunda Asteğmen olarak orduya katılmıştı. İnönü Savaşlarına katılmış, soğuktan bir böbreğini yitirmişti. Şimdi geri hizmetteydi.

Kral İnönü’den Afyon dolaylarına uzanan 160 kilometrelik cepheyi ve gerideki 300-350 kilometrelik bölgede, otomobille kolordu ve tümen komuta yerlerini gezdi. Yunanistan'dan yeni gelenlerle 11 piyade tümeni ve bir süvari tugayı toplandı. Mevcutları iki yüz bindi. Ancak Anadolu'ya yayılan ordunun cepheye ayırabildiği savaşçıların sayısı altmış bine düşüyordu. Kalanı, düşman topraklarında, gerilerde görev almak zorundaydı. Üç yüz top ve yedi yüz makinalı tüfek cepheyi destekleyecekti.

İngiliz, Yunan ve Fransız gazetecilerle Afyon'dan olayları izliyorlardı. Gelen bilgileri akşamları yaptıkları çadır sohbetlerinde paylaşıyorlardı. Scott en çok ve en güvenilir bilgiyi bu şekilde alıyordu. Türkler iki ay önceki noksanlarını tamamlayamamıştı. Yakında bir taarruz bekliyorlardı. Ellerinden geldiğince savunma hazırlıklarını geliştiriyorlardı.

Yunanlılar 24 Mayıs günü şafaktan yarım saat önce, topçu hazırlık ateşine başladılar. Asıl taarruzun yerini şaşırtmak için, Kral Eskişehir bölgesinde bulunuyordu. Scott da yanındaydı. Taarruz Eskişehir bölgesinden başladı. Buraya dört tümen ayrılmıştı. Uçaklar da burada muharebeye sokuldu. Afyon bölgesindeki zayıf hazırlık ateşi ve taarruz iki saat sonra başladı. Hedef Türk Ordusu'nun imhasıydı. Bunun yanında Afyon, Eskişehir, Kütahya gibi stratejik noktalar işgal edilecekti. 25 Mayıs’ta Yunan birlikleri Afyon'a girdi. Sonra Altıntaş-Seyitgazi istikametine ilerledi. Yunan birlikleri durakladığında konyak dağıtıldı. Bando ileri yanaştırıldı, Yunan Kralı için bestelenmiş “Kartalın Oğlu” marşı ile taarruz devam etti.

Eskişehir 26 Mayıs'ta işgal edildi. 28 Mayıs'ta Türk birlikleri Sivrihisar’a çekilmeye başladı. Ağırlıklar demiryolundan taşınmaya çalışılıyordu. İngiliz uçaklarıyla da desteklenen Yunan uçakları trenlere saldırarak bunu zorlaştırıyordu. Güneyden gelip Sivrihisar bölgesine Türklerden önce ulaşan bir Yunan Süvari Tümeni Ankara yolunu kapattı. Kuşatılan Türkler fazla direnemedi. Bir kısmı kuzeydeki dağlara kaçmayı başardı, bir kısmı da teslim oldu. Kaybedilen yerlerden Ankara istikametine kaçgöçler başladı. Bir kısmı evlerini, ağıllarını ve tarlalardaki, bağlardaki, bahçelerdeki ürünleri yakmıştı. Ama büyük kısmı öylece terk edilmişti. Sivrihisar 31 Mayıs'ta düştü. Yunan birlikleri burada durup yeniden tertiplenmeye başladı.

Kral Konstantin hemen bölgeye geldi. Yunan Askerlerine moral veriyordu. Elenler tarihi günlerinden birini yaşıyordu. Atalarının izinden gidiyorlardı. Bizans Devleti yeniden doğuyordu. Türkler geldikleri Asya bozkırlarına sürülecekti. Camilerin yerini kutsal Ortodoks Kiliseleri alacaktı.

















Bölüm III. Orta Anadolu Cumhuriyeti.





12 Haziran 1921 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Türkiye'deki milliyetçiler teslim oldu...

Yunan Ordusunun başarılı harekâtı ateşkes isteyen Türk milliyetçilerin isteği üzerine İngiltere tarafından durduruldu. Eskişehir Ateşkes Antlaşması 5 Haziran 1921 günü imzalandı. Siyasal çevreler barış anlaşmasının da kısa süre sonra imzalanacağını bekliyor.









***

Mim Mim devam.



Haziran 1921. Ankara.



Yunan birliklerinin bir haftada Eskişehir'den Sivrihisar'a kadar nasıl gelebildiğini anlayamadım Hüseyin.” Sesinin titremesine engel olamayan Yarbay Hüsamettin sinirli bir şekilde sigarasından bir nefes daha çekti. Yardımcısının sessizce kendisini izlediğini görünce devam etti. “Biliyorsun, her akşam Erkânı Harbiye'ye (Genelkurmay) giderek gelişmeleri izliyordum. Eskişehir 26 Mayıs'ta işgal edildi. Fevzi Paşa da cephedeydi. Kurmaylara göre, geride uygun mevziler vardı. İhtiyatlarla yeni mevziler tutulacaktı. Ama önemli bir bilgi alındı. Afyon cephemiz çökmüştü. Güneyden kuşatılıyorduk. Fevzi Paşa tüm ordunun süratle Sivrihisar doğusuna geri çekilmesini emretti. O gece trenle Ankara'ya hareket etti. İsmet Paşa Eskişehir'deki süvarileri hemen geri gönderdi. Kalan birlikler hem düşmanla vuruşuyor, hem de yaya yürüyüşle çekilmeye çalışıyordu. Bu arada cephane ve diğer ikmal maddeleri demiryolundan taşınmaya başlandı. Uçaklarla desteklenen Yunanlılar gece ve gündüz taarruzlarını sürdürdü. Temasta bırakılan birlikler büyük kısımların muharebeyi kesmesine yardım edemiyordu. Geri çekilme zorlaşıyordu. İstihkâmcılar da Yunanlıları durduramamıştı. Yolları ve köprüleri tahrip için yeterli malzemeleri yoktu, donanımları çok azdı.”

Evet Yarbayım. Batı cephesinin Trabzon üzerinden ikmali için daha fazla zaman gerekiyordu.”

Yunanlılar süvarilerini Sivrihisar bölgesine bizden önce ulaştırdılar. Ankara yolunu kestiler. Sivrihisar'da durmasalardı demiryolunu da keseceklerdi. Ama kuşatılmıştık.”

Evet. Birliklerimizin bir kısmı teslim oldu. Bir kısmı da kuzeydeki dağlara kaçmayı başardı. Kuşatılmaktan kurtulan birliklerimizin sayısı henüz bilinmiyor.”

Ağır silahlar ve cephanenin de önemli kısmı kurtarılamamış.” Sigarasını hırsla küllüğe bastıran Yarbay sözlerini sürdürdü. “Büyük güçlüklerle oluşturulan Türk Ordusunun büyük kısmı imha oldu. Yaşananlar utanç verici Hüseyin.”

Ne yazık ki büyük ve verimli toprakları kaybettik. Demiryolları ve Eskişehir gibi önemli bir ulaştırma merkezi Yunanlıların eline geçti. Oraları geri alamayız artık.”

Meclis çok tedirgin. Mustafa Kemal’in yokluğu acı bir şekilde hissediliyor.”

Hüseyin meclisteki görüşmeleri ikinci kez özetleyen Başkan'ı dinlerken, olayları değerlendiriyordu. Yunanlılar kuvvetlerinin çoğunu Afyon'da kullanmışlardı. Öncekiler gibi, Eskişehir’de değil. Bunu anlayamamıştık. Anlayabilsek te, birliklerin yaya olmaları sebebiyle yeterli kuvveti kaydıramazdık.

Yarbay anlatmaya devam ediyordu. “1 Haziran 1921 günü tarihimize kara gün olarak geçecektir Hüseyin. Kayseri'ye taşınarak mücadeleye devam şansımız da kalmadı. Fevzi Paşa Meclis'ten tekrar onay istedi. Barış yapmayı uygun görüyor. Balkan Savaşı, Filistin ve Irak yenilgilerimizden sonraki gibi, yenik bir millet olarak yaşamak zorundayız. Ayakta kalmaya mecbur olan bir millet olarak devam edeceğiz. Son sözleri 'Allah yardımcımız olsun!' idi.”

Ve bugün Meclis ateşkes istenmesini üçte iki çoğunlukla onayladı Yarbayım. Biz ne yapacağız?”

Ben de kendime aynı soruyu sordum. Bizim için henüz karar verilmedi. Buna zamanları olmadı sanırım. Sen ne düşünüyorsun?”

İki seçeneğimiz var gibi.”

Nedir?”

Ya devam ederiz, ya da Mim Mim dağılır.”

Gönlünden ne geçiyor Hüseyin?”

1918 sonunda Enver Paşa ülke dışına kaçarken, Teşkilatı Mahsusa'yı söndürdü, ama yeniden örgütlenmesini istedi. Tüm kaynaklarını yeni örgütlenme için ayırdı.”

Ve bu görevi de bana verdi. Onu hatırlatıyorsun. Ben de aldığım emri eksiksiz uyguladım. Arkamda güçlü bir hükümet yoktu. Az sonra Karakol kuruldu. Ama başına hep kurmayları getirdiler. Onlar da ittihatçı oldukları için Mustafa Kemal ile anlaşamadılar. Karakol bir yıl çalışabildi. Sonra çökertildi. Yerine kurulanlar da fazla başarılı olamadı. En son Mim Mim'i kurduk. Sadece dört ay çalışabildik. Anlayacağın, otuz ay inişli çıkışlı geçti. Bu günlere kadar geldik. Aynı şey tekrarlanır mı diyorsun?”

Evet Efendim. Ateşkes imzalandıktan on onbeş gün sonra Ankara'yı işgal ederler. Yani fazla zamanımız yok. Direniş kararı alınırsa, bunun desteklenmesi için hemen çalışmaya başlarsak uygun olacak.”

Aynı görüşteyim. Siz toplanın ve planlamaya başlayın. Ben de Fevzi Paşa'yı görmeye, emirlerini almaya çalışacağım.”

Rusları da yanımızda düşünsek iyi olur Yarbayım.”

Uygundur. Ben bunu da Fevzi Paşa'ya hatırlatırım.”









***

Eskişehir ateşkesi



5 Haziran 1921. Ankara.



Albay David Nelson General Harington’un özel treniyle Eskişehir'e gelirken son haftalarda yaşadıklarını düşünüyordu. Tarihler ezberindeydi. Sonunda Mustafa Kemal Paşa engelini aşmayı başarmışlardı. Bunda en büyük pay, kendisinin göreve çağırdığı Hint asıllı Müslüman ajan Mustafa Sagir'indi. Planladıkları gibi, Sagir 11 Mart günü Ankara'ya varmıştı. Ankara'da daha önce yerleşen üç İngiliz Black Jumbo ajanıyla temas sağlamıştı. Nelson Nisan sonlarında Türk istihbaratının Sagir'den şüphelendiğini öğrenmişti. Onu izlemeye başlamışlardı. Çok dikkatli olması için haber göndermişti. 27 Nisan günü Ankara'ya Aktar Murat'ı bulmaları için iki yetenekli Black Jumbo fedaisi daha yollamıştı. Sagir, Mustafa Kemal Paşa'nın trenine saldırıyı başlatacak şifreli telgrafı 30 Nisan günü çektirmişti. 3 Mayıs sabahı hava saldırısı yapılmıştı. 5 Mayıs'ta Sagir'in şifreli telgrafı gelmişti. Mustafa Kemal felç olmuştu. Bu başarılamasaydı Black Jumbo fedaileri doğrudan eyleme geçecekler, işi bitireceklerdi. Ama aktar Murat'tan gelen haberler kötüydü. Berber Seyfi tutuklanmıştı. Sagir ve Şükrü 7 Mayıs 1921 gecesi Ankara'yı terk etmişlerdi. Nallıhan üzerinden Adapazarı'na ve oradan İstanbul'a gideceklerdi. Son haber Bolu'dan gelmişti. 13 Mayıs gecesi Düzce'ye hareket etmişlerdi. Üç hafta geçmişti ama bir haber yoktu. Mutlaka başına kötü bir şey gelmişti. Ya yakalanmışlardı, ya da eşkıyalar tarafından soyulup öldürülmüşlerdi.

Şimdi yoğun çabalarının sonucunu almak üzere bu trendeydi…

Haydarpaşa garından sabaha karşı hareket ettikleri iki vagonlu tren abartılı biçimde süslenmişti. Yanlarına boya ile İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan bayrakları çizilmişti. Büyük harflerle Türkçe ve İngilizce “Barış” yazılmıştı. Adapazarı'na rahatça gelmişlerdi. Ancak daha sonrası için güvenlik önlemleri artırılmıştı. Eskişehir yöresinde bazı Türk birlikleri dağlara çekilmişti. Yunan birlikleri Ankara'ya yönelmiş, bunlarla fazla ilgilenmemişti. Küçük silahlı grupların hala bu bölgede oldukları değerlendirilmişti. Sakarya vadisini izleyen Geyve boğazı aydınlıkta ve yavaş geçildi. Vagonların üzerine silahlı gözetleyiciler ve muhafızlar yerleştirildi. Kuşkulu yerlerde tren durduruldu ve ikinci vagondaki muhafızlar çevreyi kontrol ettikten sonra yola devam edildi. Öğle saatlerinde vardıkları Bozüyük'te güvenlik önlemleri azaltıldı. Arazi açıktı ve pusu için elverişli sayılmazdı.

Ama savaş sonrası görüntüleri güvenlik kaygılarının önüne geçti. Birkaç gün önceki savaşta yaşananların izleri kaldırılmamıştı. Vagon pencerelerini kapatarak kötü kokulardan kurtulmaya çalıştılar. Yol kenarlarındaki ölü Türk askerleri ve atlar üstlerine yapışmış toz tabakasıyla örtülüydü. Çürümeye başlayan cesetler sineklerin ve akbabaların yemi olmuşlardı. Çoğunun ayakları çıplaktı. Postallarını birileri almıştı. Bazılarının postallarına dokunulmamıştı. Çok yıpranmış olmalıydılar. Diz altlarına çizme yerine sarılmış kaba kumaşlar yerindeydi. Bir başkasının ayağında çarık, çorap, şalvar, belinde kuşak, üzerinde gömlek vardı. Kolları sıvalıydı, yakasının düğmeleri açıktı. Asker değildi. Yaşı ilerlemiş birine benziyordu. Üzerini aramış olmalıydılar. Bir diğeri yarısı noksan tüfeğine sarılmış, yatıyordu. Yunan askerlerinin cesetleri kaldırılmıştı. Yunanlılar asker, sivil önlerine çıkan bütün Türkleri öldürmüşlerdi. Yaralı ve tutsaklarla uğraşmak istememişlerdi. Nelson Rusya’daki iç savaşta benzer sahneleri görmüştü. Dağ yollarından kaçanlar şanslıydılar, canlarını kurtararak ateşkes sınırına ulaşmışlardı. Arkalarında bıraktıkları ne varsa talan edilmiş veya yakılmıştı. Otlaklar, bağlar ve bahçeler içler acısı haldeydiler. Bazı köylerin üzerinde hala dumanlar tütüyordu. Yakılan bağ ve bahçeler de parçalanmış cesetlerle doluydu. Smyrna (İzmir) Metropoliti Hrisostomos’un, 15 Mayıs 1915 günü Smyrna’daki vaazını hatırladı: “Ne kadar Türk kanı dökerseniz o kadar sevaba girmiş olacaksınız.” Bu dileği gerçekleşmek üzereydi. Yunanlılar ile birlikte çarpışan küçük çaplı İngiliz ve Fransız birlikleri savaşanların aralarına girmiş ve böylelikle Yunanlılar daha fazlasına cesaret edememişlerdi.

Nelson ateşkes heyetine dâhil edildiği için çok memnundu. Türk milliyetçilerinin pes edip ateşkes istemesi önemli bir başarıydı. Ve bu başarıda onun ve ekibinin payı büyüktü. General Yunan ve Türk taraflarla ateşkes anlaşmasını imzalamak üzere Eskişehir'e geliyordu. İki taraf ta “Yansız Bölge” uygulamasını kabul etmişti. Sivrihisar ve Sakarya Nehri arasını kapsayan yirmi beş kilometre genişliğindeki bölgeye ordular ve askeri uçaklar girmeyecekti. Savaş durdurulmuştu. Siyasi hedef ele geçmiş sayılırdı. Sıra barışa gelmişti. Ateşkes anlaşmasından sonra Milliyetçi Türkler, İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan bir Avrupa kentinde toplanacak ve görüşmeler başlayacaktı.

Harington bu arada Eskişehir yakınlarında hazırlanan acele bir piste inen bir askeri uçakla bölgeyi havadan gördü. Yunan birliklerinin ileri hatlarını ve Sakarya doğusuna çekilen Türk birliklerinin yerlerini haritasına işaretledi. Uçuş rotası olarak Porsuk vadisini seçmişti. Mustafa Kemal'in trenine yapılan saldırı yerini de görmüştü. Saldırıyı yapan pilotların komutanını tekrar kutladı. Aynı akşam ateşkes anlaşmasının imzalanacağı Eskişehir'e döndü.

Türkler olağanüstü yetki ile Batı Cephesi Orduları Komutanı İsmet Paşa’yı delege atamıştı. Yunanlılar da Kral'ın kardeşi ve İkinci Kolordu Komutanı olan Prens Andreas'ı seçmişti. Sonraki gün İsmet Paşa, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve bir kurmay binbaşı ile Eskişehir'e geldi. Paşa trenden indiğinde, komuta ettiği yerlere savaşı kaybetmiş bir general olarak gelmenin üzüntüsünü gizlemeye çalışıyordu. Karşılamaya gelen bir İngiliz subayı ve iki asker Türk heyetini terk edilmiş ve savaştan zarar görmemiş bir eve götürdü.

Ertesi gün, Prens Andreas'ın başkanlığında, İngiltere delegesi General Harington, Fransa delegesi General Charpy, İtalya delegesi General Mombelli’nin katıldıkları konferans toplandı. Katılanlar arasında Amerikalı, Ermeni ve Kürt gözlemciler de vardı. İsmet Paşa ve Yusuf Kemal Bey çökmüş görünmemeye çalışıyorlardı. Onların dışındaki herkes mutluydu. Galibiyetin tadını çıkarıyorlardı. Her fırsatta gülerek, kahkahalarla yenilgi sonrası yaşadığı gerginliğin birçok belirtilerini gösteren İsmet Paşa’nın mutsuzluğunu perçinliyorlardı. İsmet Paşa görüşmenin başlangıcında sinirli ve duygusaldı. Sonra durumu kabullendi. Yapacak fazla bir şey yoktu. Ateşkes antlaşmasını imzalarken zayıf bir sesle dostluğu canlandırmak için uğraşacaklarını söyledi. Çok ağır olmalarına rağmen şartları kabul ediyordu.

İskoç gazeteci Scott Wallace toplantıya katılanları fotoğraflarla belgeledi. Haberini New State Dergisi'ne ve bazı haber ajanslarına şöyle aktardı:

5 Haziran 1921 tarihli Eskişehir Ateşkes Antlaşması ‘ateş kesme’ ya da ‘silahları bırakma’ kavramlarının çok ötesinde, siyasal nitelikli önemli maddeler içeriyor. Galipler bir uçtan öbür uca Türk yurdunu işgal etmek istiyor. Koşullar Mondros Ateşkes Anlaşmasından daha ağır. Türklerin buna karşı çıkacak güçleri kalmadı. Sevr Anlaşması hükümleri meclislerce onaylanmadığından hala geçerli değildi. Onun yerine Eskişehir Ateşkes Anlaşması yürürlükte olacak. İngiltere Hükümeti sınırları Barış Anlaşmasıyla belirlenecek Yeni Türk Devletinin koruyuculuğunu garanti edecek. Sınırlarda Trakya’nın adı geçmiyor. Boğazlar Müttefiklerin kontrolüne bırakılıyor. Konstantinopolis (İstanbul) Hilafet merkezi olacak, Hilafetin manevi gücü ve yetkisi Müslümanların yaşadığı yerlerde Müttefiklerin lehinde kullanılacak. Saltanat konusu Müttefiklerce yeniden değerlendirilecek. En önemlisi de Doğu Anadolu’da bağımsız Ermenistan ve Kürdistan kuruluyor. Ermenilere ve Pontus Rumlarına ayrıldıkları topraklara dönme izni veriliyor. Tazminat haklarının belirlenmesi ayrıca bir komisyon tarafından yapılacak. İngiltere’nin Mezopotamya egemenlikleri, Fransa’nın Suriye ve Çukurova Bölgesi egemenlikleri ile İtalya’nın Antalya ve çevresindeki egemenlikleri garanti ediliyor. Osmanlı, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçiyor. Sınır birlikleri ve asayişin temini dışında kalan Türk Ordusu üç hafta içinde terhis edilecek, silah, donanım ve cephaneleri Müttefiklere teslim edilecek. Müttefikler Anadolu’da uygun gördükleri yerlerde yönetici ve yardımcılar atayacak. Müttefiklerce bir iç güvenlik örgütü kurulacak. Demiryolları ve limanlar Müttefikler tarafından kontrol altına alınacak. İsimleri Komisyona verilecek olan savaş suçlusu liderler bir hafta içinde Müttefiklere Eskişehir’de teslim edilecek. Bu anlaşmanın yürütülmesi için Eskişehir’de kurulacak komisyonda Müttefiklerin yanında Türk temsilciler de bulunacak. Son söz: Türkler yüzyıllar önce geldikleri Asya’ya püskürtülüyor mu?”







***

Yeni Direniş.



10 Haziran 1921. Ankara.



Olaylar tahmin ettiğimiz gibi gelişiyor arkadaşlar.” Yarbay Hüsamettin öfkesini sigarasıyla bastırmaya çalışarak devam etti. “Biliyorsunuz, iki gün önce, Ateşkes antlaşmasının imzalandığı askeri birliklere bildirildi ve ateşkes koşullarına kesinkes uyulması istendi. Sınır ve jandarma birlikleri dışında kalan ordu terhis edilecek, Müttefikler silah, donanım ve cephaneleri teslim alacak. Meclis ay sonuna kadar eldeki işleri tamamlayacak ve kapatılacak. Kimlikleri Meclis'e gönderilen savaş suçluları Eskişehir’de Müttefiklere teslim edilecek.”

Mim Mim şube müdürleri başkanın odasında sessizce dinliyorlardı. “Yakında Ankara'yı işgal edecekler. Burada fazla zamanımız kalmadı. Hemen toplanmalıyız. Fevzi Paşa'nın emirlerini aldım. Meclisteki gizli oturumda “Misakı Milli” aynen kabul edildi. Üç yıl önce başladığımız milli direniş devam edecek. Kolayca teslim olmak Türklere yakışmaz. Ağır bir darbe yedik, ama yeniden ayağa kalkacağız.”

Hüsamettin çay servisinin tamamlanmasını bekledi, sonra devam etti. “Milli direnişin kararları şöyle: Orduyu terhis edeceğiz, ama milis güçleri canlanacak. Genç ve yetenekli komutanlar sahte kimliklerle sivil olarak halka karışacak. Direnişe taraftar kamu görevlileri Müttefiklere yakın gibi görünecekler. Kurulacak yeni hükümette direniş yanlısı bakanları, özellikle Maliye, Savunma ve İçişleri Bakanlarını işbaşına geçirmek gerekiyor. Yapılacak ilk seçimde direniş adaylarını seçtirmek için çalışılacak.”

Hüseyin araya girdi. “Ruslar gizlice desteklemeye devam edecekler mi Yarbayım?”

Evet. Sovyet Büyükelçisi Natsarenus emperyalizmle mücadele eden herkesle birlikte olacaklarına ilişkin güvence vermiş. Fevzi, İsmet, Refet ve Karabekir Paşalar yakında Rusya’ya kaçacaklar ve direnişi oradan yönetecekler.”

Biz ne yapıyoruz Yarbayım?” Soru Yüzbaşı Ömer'den gelmişti.

Mim Mim Grubu kilit rol oynayacak. Birçok gizli depo ve güvenli sığınak kullanılır durumda. Dağıtılmakta olan ordudan ve Kuvayı Milliye örgütlerinden yararlanarak örgütleneceğiz. Mali kaynaklar altın olarak bana teslim edildi. Gizli bir yere gömdüm. Yerini sadece Binbaşı Hüseyin biliyor. Bana bir şey olursa diye. Diğer ayrıntıları Hüseyin anlatacak.”

Hüseyin önündeki notlara bakarak konuşmaya başladı. “Personel Şubesi tanınmamış fakat güvenilir elemanlar seçecek. Tanınmış elemanların tutuklanma tehlikesi yüksektir. Bunları gizleyeceğiz. İstihbarat Şubesi İstanbul, Trakya ve Anadolu'daki tüm istihbarat elemanlarımızı listeleyecek. Bunları yerinde ziyaret edecek. Kesinlikle eylem yapmayacaklar. Sadece bilgi toplayacaklar. Harekât Şubesi yeni örgütlenmeden sorumludur.” Binbaşı masaya elle çizdiği krokiyi yerleştirdi. “Misakı Milli sınırlarımızı beş cepheye ayırdık. Batı Cephesi Yunanistan’a bırakılan yerler ve Boğazlar Bölgesidir. Merkez Cephe Türklere ve İtalyanlara bırakılan bölgedir. Kuzey Cephe'nin sorumluluk bölgesi Ermenistan’a bırakılacak bölgedir. Doğu Cephesinin sorumluluk bölgesi Kürdistan’a bırakılacak yerlerdir. Güney Cephesi Fransızlara bırakılacak bölgedir.”

Yarbay Hüsamettin burada söze girdi. “Arkadaşlar bu örgütlenmeyi Fevzi Paşa Hazretlerine bizzat ben anlattım ve onaylarını aldım. Hüseyin sen devam et lütfen.”

Her cephede yüz atlıdan oluşan Milis Bölükleri kurulacak. Altı ayda elli atlı olabilir.” Hüseyin notlarını karıştırdı. Devam etti. “İkmal Şubesi silâh, cephane ve donanımın gömülmesiyle ilgilenecek. Bu yerleri şifreyle kaydedeceğiz. İşgalcilerin buralara ulaşmasına daha zaman var. Oraları kontrol edecek kadar askerleri bulamazlar. Ermeni ve Rum çetelerini görevlendirecekler. İstihbaratçılar özellikle bunlar hakkında bilgi toplayacak. Yarından sonra Kızılcahamam'a taşınacağız. Çiftçilik yapan bir kuvayı milliyeci ev sahipliği yapacak. Osman yanına destek kısmından birini alıp yarın oraya gidecek. Nasıl yerleşeceğimize bakacaksınız. Başka seçeneğimiz yok zaten. Kış gelmeden orayı geliştireceğiz.”

Yarbay Hüsamettin son noktayı koydu. “Hemen işe koyulalım. Görevimiz çok ağırlaştı. Allah yardımcımız olsun.” Hüseyin'e beklemesini ve kapıyı kapamasını işaret etti. Kısık bir sesle konuştu. “Büyükler bu gece Ankara'dan ayrılıyor. Küçük gruplar halinde kaçacaklar. Daha ilk günden, bazılarının idam edilecekleri duyulmaya başladı.” İçini çekerek devam etti. “Pavel liderlerimize Bakü’ye kadarki yolculukta refakat edecek. İnebolu'dan Batum'a bir Rus savaş gemisi ile geçecekler. Oradan özel trenle Bakü’ye gidilecek.”

Etlik'teki binaların yetersizliğinden yakınırken şimdi çok daha kötü durumdaydılar…









***

Denetleme.



19 Haziran 1921. Ankara.



İskoç gazeteci Scott Wallace 18 Mayıs’ta Smyrna'da (İzmir) Yunan Kralı Konstantin ile görüşmüştü. Son sözleri kulaklarındaydı: “29 Mayıs 1453'te başkentimiz Konstantinopolis düşmüştü. Aynı günde Ankara'ya gireceğiz.” Kral çok emindi. Mustafa Kemal’in felç olduğu ve yurt dışına kaçırıldığını öğrenmişlerdi. En büyük engel kalkmıştı. Scott daha sonra Yunan ordusunu izlemişti. Kral’ın ordusu Türkleri yenmişti ama belirlediği gün Ankara’ya girememişti. İngilizler onları durdurmuştu. Sonunda Türkler 1 Haziran'da ateşkes istemiş ve dört gün sonra anlaşma imzalanmıştı. Scott haberlerini ve fotoğraflarını Dergisine ve bazı haber ajanslarına aktarmıştı.

Scott anlaşmanın imzalanmasından sonra İsmet Paşa ile görüşmeye çalışmış fakat başaramamıştı. Paşa bir İngiliz gazeteciyle görüşmeyi reddetmişti. Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ile görüşmeyi de denemiş ama o da kabul etmemişti.

Scott telgrafla yolladığı haberini, fotoğraflarla da süsleyip daha ayrıntılı bir makale yazacaktı. Bunun için de Konstantinopolis'e (İstanbul'a) dönmesi gerekiyordu. Ancak ulaştığı bir bilgi, bu planını ertelemesini gerektirdi. Eskişehir'de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlı subaylar, sivil ve asker teknisyenlerle tercümanlardan heyetler oluşuyordu. Ateşkes koşullarını denetlemek amacıyla Ankara'daki Erkânı Harbiye (Genelkurmay), Sivas, Erzurum, Konya ve Diyarbakır’daki Kolordu Karargâhlarına gideceklerdi. Her merkeze on kadar personel ayrılmıştı. Daha önce denetim görevini yapanlar heyetlere atandı. Birliklerin kadrolarına bakarak, hesapladıkları silahların, donanımın ve cephanenin toplanmasını ve kendilerine teslimini göreceklerdi. Bunların kaçırılacaklarını biliyorlardı. Acele etmeleri gerekiyordu. Yeniden bir direnişle karşılaşmak işlerine gelmiyordu. Ancak bu heyetlerin ulaşım, konaklama ve güvenliklerinin Ankara tarafından garanti edilmesini istiyorlardı. İsmet Paşa ile heyetteki kurmay binbaşı bu amaçla Eskişehir'de kalmıştı. İstekleri topluyor, telgrafla Erkânı Harbiye karargâhına gönderiyordu. Müttefiklere göre, Türkler işleri bilerek ağırdan alıyor, her türlü mazerete sığınarak zamanı uzatıyordu.

Scott, General Harington Konstantinopolis'e dönmeden önce Ankara heyetine fotoğrafçı olarak dâhil edilme iznini koparabilmişti. 14 Haziran günü, İngiliz Binbaşı Jack Thomson'un başkanlığındaki denetleme heyeti Ankara'ya ulaştı. Bir hafta sonra diğer heyetler Sivas, Erzurum, Konya ve Diyarbakır’daydı.

Heyet Hürriyet Oteli’ne yerleştirildi. Ertesi günü mihmandarlar eşliğinde Erkânı Harbiye karargâhına gittiler. Binbaşı Thomson Scott'a sadece fotoğraf çekmesini ve görüşmelere müdahale etmemesini rica etti. Karargâhtaki subayların bakışları ve davranışları işlerinin kolay olmayacağını gösteriyordu. Kadrolar, mevcutlar, isim listeleri, silah, araç ve malzeme dökümleri, mühimmat depoları üzerinde görüşmeler başladı. Ermeni ve Rum iki çevirmen her odaya yetişmeye çalışıyordu.

Batı cephesindeki Türk ordusu 55 bin askerden oluşan 15 piyade tümeni, 4 süvari tümeni ve 1 süvari tugayı ile savaşa başlamıştı. Kayıplar çoktu: 2.700 ölü, 8.000 yaralı ve 2.000 tutsak. 30 bin asker silahlı firardaydı. Geri kalanlar 13 bin kadardı. 711 makineli tüfekten 550'si, 160 toptan 120'si kaybedilmişti. Doğudaki kolordu 13 bin, güneydoğudaki kolordu 10 bin askerdi. Silahlar ve donanım, az sayıdaki motorlu vasıta Rus, Alman, Fransız ve İtalyan yapımıydı. Cephane de aynı durumdaydı. Çoğu sivil halka ait olan binek ve koşum hayvanlarının sayıları belli değildi.

Binbaşı Thomson masa başı çalışmaları bitince, askeri nezaket gereği, sonuçları en yüksek rütbeli komutana sunmak istedi. Buna gerek olmadığı, harekât daire başkanı albayla görüşmesinin yeterli olacağı söylendi. Fevzi Paşa aynı zamanda meclis başkanıydı. İşleri çok yoğundu. Thomson ısrar edince durum anlaşıldı. Üst düzey yöneticiler Ankara’da değillerdi. Nereye gittiklerini kimse bilmiyordu. Binbaşı General Harington'a telgrafla durumu bildirdi:

Büyükler kaçtılar!”



***

Kızılcahamam



Haziran 1921. Ankara.



Mim Mim karargâhı Etlik'ten Kızılcahamam'a dört günde taşındı. Terk edilen binalar misafirhane olarak düzenlendi. Önüne “Gaziler evi” levhası asıldı. Destek grubundan üç kişi orada kaldı. Çiftçilik ve hayvancılık yapan kuvayı milliyeci Çopur Mehmet Efendi'nin kulübesi, derme çatma ahırı ve depoları yetersizdi. İşgal edilen yerlerden buraya sığınan tarım işçileri için çadırlar kuruldu. Silah ve cephaneler yakındaki bir yere saklandı. Ev sahibi, ailesi ve kasabalıların konukseverliği ile Yarbay Hüsamettin iyimserliği birleşince moraller düzeldi. Kış gelmeden burayı hazırlayacaklardı. Gruplar halinde ağaçlardan kereste üretimine, taş ocağından kağnıyla taş taşımaya, kerpiç hazırlamaya, pişmiş topraktan tuğla yapımına başladılar.

Son gelişmeleri üç günde bir ziyaretlerine gelen Erkânı Harbiye karargâhındaki adamlarından öğreniyorlardı. Müttefiklerin denetleme heyeti hala oradaydı. Büyükler 17 Haziran’da İnebolu’da açıkta bekleyen Rus savaş gemisine binmişlerdi. Sorun olmamıştı. Trabzon'dan geçerken Karabekir Paşa'yı da alacaklardı. Ardından Batum'a, oradan da trenle Bakü'ye gideceklerdi. Onlarla temas Rus Büyükelçiliği aracılığıyla olacaktı. Heyete refakat eden Üsteğmen Pavel iki hafta içinde Ankara'da olacaktı.

Başçavuş İsmail 61’inci Tümen'den Sakarya Nehri doğusuna geçebilenler arasındaydı. Hafif şekilde yaralanmıştı. Şu anda görevinin başındaydı.

Hüseyin Ankara'da sahte kimlikle bir dükkân açmayı düşünüyordu. Manifaturacı kardeşi Sabri'nin deneyimlerinden yararlanabilirdi. Onun yardımıyla buraya mal gönderilebilirdi. Artık para kazanmayı da düşünmeliydiler. Ellerindeki para bir süre sonra bitecekti. Hazıra dağlar dayanmazdı. Mücadele uzun sürecekti. Ama Hüsamettin Yarbay’a düşüncesini anlatamadı. İstanbul'dan Çilingir’e gelen telgraf durumu değiştirdi. Annesi çok hastaydı. Acele bekleniyordu. Biraz ezilerek Başkan'a üç dört hafta izin istediğini söyledi. Hüsamettin tereddüt etmedi: “Elbette Hüseyin. Hemen hazırlan. Burasını merak etme. Yıllarca sürecek bir mücadele başlatıyoruz. Sadece görev diyerek bir yere varamayız. Aynı şeyi kendim ve diğer arkadaşlar için de yaparız. Kış gelmeden herkes en az üç, ya da dört hafta izine çıkacak.”





***

Ankara'nın işgali.



Haziran 1921. Ankara.



Ateşkes Koşullarını Denetleme Heyetleri” gittikleri yerlerde soğuk karşılandılar. Çalışmaları engellenmeye çalışıldı. Paşaları göremediler. Bunun için sürekli sorun çıkarıldı. Sonunda komutanların ve yöneticilerin kaçtıkları anlaşıldı.

Heyetlerden bir hafta sonra, İngiliz General Harington'un kurmay heyetini ve bir bölük askeri taşıyan treni Ankara’ya geldi. Karşılama heyeti Meclis Başkan vekili, Vali vekili, Garnizon Komutanı vekili Binbaşı, İngiliz heyeti başkanı Binbaşı Thomson, İskoç gazeteci Scott Wallace ve Gar Müdürü vekili gibi, eşraftan bir kaç temsilciden oluşuyordu.

Harington terk edilmiş görüntü veren tren garında sönük bir biçimde karşılanmasına sinirlendi. İngiliz General Allenby'nin dört yıl önce, Jerusalem'e (Kudüs'e) girdiği gibi görkemli bir tören yapılmamıştı. Allenby orada çok anlamlı bir jest yapmıştı. Hristiyanları sekiz yüzyıl önce Kudüs'ten kovan Selahattin Eyyubi’nin mezarının başına ayağını koyarak ‘İşte yeniden geldik Selahattin’ demişti. 9 Aralık 1917, Hristiyanlık, İngiliz ve Avrupa tarihinin altın sayfalarına yazılmıştı.

Scott'a göre, 20 Haziran 1921 de aynı öneme sahipti. Ama bu daha sonra anlaşılacaktı. Harington ve İngiliz yetkililer ileride bu tarihin bayram olarak kutlanması gerektiğini belleklerinin bir kenarına kaydetmiş olmalıydılar. Biraz daha düşününce, Harington biraz teselli bulmuştu. Allenby 7 Şubat 1919 günü Konstantinopolis'e (İstanbul'a) geldiğinde aynı gösteriyi tekrarlayamamıştı. Fransız General D'Esperey beyaz at üzerinde görkemli bir törenle Konstantinopolis'e girerek İngiliz generali gölgelemişti. Ancak Ankara'da, Konstantinopolis gibi askeri birliklerin ve gayrimüslim azınlıkların olmaması normal karşılanmalıydı. Tasalanmalarına gerek yoktu. Zamanla bu da gerçekleşecekti.

Scott trenden inenler arasında gördüğü birini tanıdı. Adını hatırlayamadığı şirketin Konstantinopolis müdürü Ramiz Bey'di. Fotoğrafının çekilmesini istememişti ama yüzünü unutmamıştı. Rus anne ve Osmanlı paşasının oğlu bu aşamada Ankara'da ne yapacaktı? Ramiz Bey gibi işadamları gerçekten müthişti. Scott onunla daha sonra görüşecekti.

Harington, bir köşede Thomson'dan son bilgileri dinlerken pek memnun görünmüyordu. Muhafız Bölüğü'nün hazır olduğu bildirilince heyet istasyon çıkışına yöneldi. En önde İngiliz bayrağını taşıyan uzun boylu bir sancaktar, arkasında siyah bir ata binen General ve subaylar, eteklikli giysileriyle marş çalan İskoç gaydacılar ve onları izleyen muhafız bölüğü uygun adımlarla yürümeye başladılar. Çok aranmasına rağmen, Harington için beyaz bir at bulunamamıştı. Scott bu tarihi görüntüyü fotoğraflamaya başladı. Beraberlerinde gelen malzemeler at arabalarında en arkadan geliyordu. Sokaklarda hiç kimse görünmüyordu. Ortalık çok sessizdi. On beş dakika sonra Meclis binasına geldiler. Kapısında iki nöbetçi ve bir kaç görevli dışında kimse görünmüyordu. Scott bu manzarayı da kaydetti. Bina tamamen heyete ayrılmıştı. Kapısına hemen İngiliz bayrağı çekildi.

General’in çalışma yeri Meclis binasıydı. Milletvekillerinin görevlerine son verilmişti. Heyet Meclis'in karşısındaki Taş Han'da kalacaktı. Muhafız Bölüğü de Hacı Bayram Camisi'nin yakınındaki Redif Kışlası'na yerleşecekti.

Harington ve bazı heyet üyeleri, ertesi gün vilayet binasına giderek Vali vekili ile görüştü. Scott da aralarındaydı. Devamlı not alıyordu. General her zamanki ciddiyetiyle ve asık bir suratla Vali vekiline Türkçe ve İngilizce yazılı bir muhtıra verdi. Engel çıkaran memurları görevlerinden alacaktı. Jandarma ve tüm güvenlik personeli Muhafız Bölük Komutanı İngiliz Yüzbaşı'nın emrine girecekti. Asayişi bozanlar tutuklanacaktı. Demiryolları, telgraf ve telefon haberleşmesi İngilizlerin yönetimine verilecekti. İngilizler istediği yerleri işgal edebilecekti.

Bunları duyan memurların yabancılara bakışları sertleşti. Davranışları ve Ermeni çevirmen tarafından General'e aktarılan sözleri dostça değildi. Diğer odalarda çalışmaya başlayan Müttefik ilgililerin soruları benzer şekilde yanıtlanıyordu: “Bilmiyorum... Birileri bütün belgeleri almış... Aramaya devam edeceğim…”

Hiçbiri alttan almıyordu. Scott yaklaşan fırtınayı hissetti. Ankara'lı Türkler işgalcilerle işbirliği yapmayacaklardı... Ertesi sabah Taşhan'ın duvarına yapıştırılan bildiri de bunu doğruluyordu.

Bu gün Ankara'nın Kara Günü! İşgalcilere ölüm! İşbirlikçilere ölüm! Yaşasın Direnişçiler!”

General Harington bunu bekliyordu. Sürpriz değildi. Albay Nelson'a ajanların daha yoğun çalışmasını söyledi. İşgal güçlerinin önceliği Ankara'ydı. Burada çok sıkı önlemler alınmazsa, çevredeki kentlerde, kasabalarda denetim çok daha zor olurdu. Harington tüm demiryollarını ve başta İnebolu olmak üzere, Karadeniz limanlarını denetimi altına alındığı raporunu 18 Haziran'da almıştı. Ancak Türk milliyetçi önderlerinin kaçmasına engel olamamışlardı. Nelson'un bir görevi de bunun nasıl yapıldığı ve kimlerin yardım ettiğiydi. Bunu ivedi bilmek istiyordu. Onların canına okuyacaktı. Nelson, Ramiz Bey olarak, paravan şirketin temsilciliğini de açacaktı. Ankara'daki adamları Ruslardan kuşkulanıyordu, ama ellerinde bir delil yoktu. Ruslarla üç ay önce anlaşma imzalamışlardı. Zor durumdaki Bolşeviklere mali yardım başlamıştı. Karşılığında İngiltere aleyhinde hiç bir girişimleri olmayacaktı. General Rusları uluslararası ortamda suçlayabilecekleri kanıtlar istiyordu. Londra da aynı şeyi ondan istiyordu.

Scott akşam yemeğinde birlikte oldukları General’den güncel bilgiler alıyordu. Silahlarıyla firarda olan 30 bin askerden endişe ediyordu. Bölgedeki İngiliz birlikleri çok azdı. Halkın işgalcilere olan güvenini artırmak gerekiyordu. Bu sayede işbirlikçiler ve ihbarcılar artabilirdi. Halife sultan da bu konuda yardımcı olmalı, insanları rahatlatmalıydı. Bölgeyi kontrol altına almaları için çok zamana ve çok çalışmaya ihtiyaç vardı.

Scott not defterini bırakıp yemek yemekte zorlanıyordu... Harington'a göre, İtalyanların fazla sorunu olmayacaktı. Türklerle araları iyiydi. Ama Türklerin nefret ettiği Yunanlılar için gelecek aylar hatta yıllar kolay geçmeyecekti. Zaten başından beri Yunanlı yöneticilere güvenmiyordu. İngilizlerin başarılı operasyonuyla, Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinden yoksun kalan Türk Ordusu'nu yenebilmişlerdi. Ama Sakarya Nehri'nin doğusuna ilerlemeleri siyasal ve askeri açıdan çok riskli olurdu. Ham nefesleri tükenecekti hem de Türklerin çok sert tepkisiyle karşılaşacaklardı. Büyükelçi ve General, Londra'dan acele talimat istemişlerdi. Londra gerekçelerini ve önerilerini kabul etmiş, Yunanlıların ateşkese uymalarını istemişti.

Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un yeğeni Yarbay Alfred Frederick Rawlinson'un durumu da önemliydi. İki yıl önce Erzurum'a gönderilmişti. Doğudaki Türk ordusunun silahlarını toplayarak işgal kuvvetlerinin depolarına gönderecek, terhisleri, ateşkes koşullarına uyumu denetleyecekti. Bağımsız Ermenistan kurulma olanaklarını da gizlice araştıracaktı. Mümkünse Türklerin silah ve cephanelerini Kafkas Ermenilerine verecekti. Ancak, İngilizler geçen yıl İstanbul'da direnişi destekleyen bazı milletvekillerini tutuklayınca, Mustafa Kemal Paşa da Rawlinson'u tutuklatmıştı. Şimdi serbest bırakılmıştı ve iki aylık bir izinden sonra Ankara'ya gelecekti. Amerikalıların Erzurum’da birlikte çalışma önerisini kabul etmemişti. Ankara'da İngiliz Genel Valisi'nin emrinde çalışmak istiyordu. Harington, Türkleri iyi tanıması ve mükemmel Türkçesiyle onun çok yararlı olacağından emindi. Scott General'in saklamasına rağmen, Rawlinson'un bir İngiliz gizli servis görevlisi olduğunu biliyordu.

Binbaşı Thomson Ankara Garnizon Komutanı olarak atandı. İlk bildirisini yayınladı:

  1. Silah taşımak ve bulundurmak suç sayılacaktır.

  2. Hava kararınca sonra sokağa çıkma yasağı başlayacaktır.

  3. Toplantılar ve gösteriler yasaklanmıştır.

  4. Camiler sadece ibadet zamanında açılacak ve siyaset dışı kalacaktır.

  5. Gazeteler sansürden geçmek zorundadır.

  6. Kaçakçılık ve karaborsa ağır şekilde cezalandırılacaktır.

  7. Sıkıyönetim görevlileri ve mahkemeler işgal güçlerinin kuracağı düzeni bozanlara hoşgörüyle davranmayacaktır.

Gelecek hafta, Thomson'un emrine Fransızlar ve İtalyanlar birer bölük, Yunanlılar da bir tabur asker vereceklerdi.

Scott sonraki gün Direnişi destekleyen gazeteci dostu Yunus Bey ile görüşmeye gitti. Kapı kapalıydı. İstanbul'daki İngilizlerden kaçıp Ankara'ya gelmişti. İngilizler buraya da gelmişti. Kaçak yaşamak onun kaderiydi.















***



22 Kasım 1921 tarihli Avrupa haber ajanslarından bir bölüm:

Türkiye'de durum normalleşiyor...

Yakalanabilen direnişçi milliyetçiler Malta’ya sürgüne gönderildi.

1 Eylül 1921 tarihinde, Ankara'da “Orta Anadolu Cumhuriyeti” ilan edildi. İlk Başbakan Damat Ferit Paşa İngiliz Genel Valisi'ne bağlı olarak göreve başladı. Tahtını bırakan Osmanlı Sultanı Vahdettin İstanbul’da Halife olarak görevini sürdürüyor.

Anadolu'da kurulan yeni devletlerde Türklere karşı katliamların başladığı iddiaları yalanlanıyor. Yeni düzene karşı çıkan gösteriler ve ayaklanmalar şiddetle bastırılıyor.

Barış anlaşmasının kısa süre sonra imzalanması bekleniyor.















***

Mazhar Bey.



Kasım 1921. Ankara.



Siyah paltolu, fesli, uzun sakallı, gözlüklü, bastonlu adam, yavaş ve aksayan adımlarla kalabalığın arasında yürümeye çalışıyordu. Yeni kılığındaki Binbaşı Hüseyin Üsküplü, ya da yeni kimliğiyle Mazhar Bey bu günlerde çok zorlanıyordu. Bakü’de üslenen komutanlar, savaşmak ya da bu aşağılayıcı günlere dayanabilmek arasında kalmıştı. Sonunda daha uzun vadeli ve planlı hareket etmeye karar vermişlerdi.

Bu dibe vuruş, yukarılara sıçrama için bir fırsat olacaktı…

Kış yaklaşıyordu. Kasım ayının ortalarında yağışlı ve soğuk haftalar bastırmıştı. Ağaçların yaprakları tükenmiş, kar ara sıra yüzünü göstermiş, sonra da yüksek bölgeleri kaplamıştı. Mazhar Bey dükkânı kapatıp, öğle saatlerinde bir gezintiye çıkmıştı. Son günlerde sinirleri çok bozulmuştu. Kurmay Okulu'ndaki öğretmeni Mehmet Albay’ın sözlerini hatırlamıştı: “Kapana kısıldığını, bunaldığını hissettiğinde çalışmaya ara ver ve kısa da olsa oradan uzaklaş.”

Cuma günüydü. Yollar kalabalıktı. İnsanlar atlarıyla, eşekleriyle, arabalarıyla pazar alışverişine gelmişlerdi. İngiliz Genel Valisi'nin talimatıyla, yeni yönetim, kış gelmeden vatandaşların sebze, meyve ve diğer ihtiyaçlarını giderebilmesi için çok çalışıyordu. Caddelere, sokaklara, yeni yönetimin desteklenmesi için ilanlar yerleştirilmişti. Mazhar yakınlardaki bir caminin müezzininin ezan sesini duydu. Üç ay öncesinden daha yanıktı, daha üzgündü. Ya da ona öyle geliyordu. Samanpazarı ve Bentderesi arasındaki yollarda elindeki siyah Oltu taşlı tespihini sallayarak ağır aksak yürüyordu.

Haziran ayından sonra aldıkları önlemlerden biri yeni kimliklerdi. Hayrettin'in yetiştirdiği sahte belge üretme uzmanı Bekir işini iyi yapmıştı. Artık Kurmay Binbaşı Hüseyin Üsküplü değildi. Kastamonulu manifatura tüccarı Mazhar Bey olmuştu. Yeni kimliğini nüfus memurluğundan almışlardı. Mazhar Balkan Savaşı'nda “kayıp” olarak kayıtlara geçirilen, kimsesiz bir askerdi. Sonra zengin biri olarak ortaya çıkmış ve yeni cumhuriyetin başkenti olan Ankara'ya gelip yerleşmişti. İzinli gittiği İstanbul'dan dönünce, Samanpazarı'nda bir manifaturacı dükkânı açmıştı. Aynı işi İstanbul'da yapan kardeşi Sabri'nin ve doğuştan esnaf sayılan çilingir Hamza'nın yardımları olmadan bunu yapamazdı. Hayatında esnaflık denen bir uğraş olmamıştı. Buradaki Yahudi dostlarından da güzel bilgiler alıyordu:

Esnaf güzel konuşur, güler yüzden ödün vermez. Velinimeti olan müşterilere güven verir, iyi davranır, güzel ev sahipliği yapar. Giyimine kuşamına dikkat eder. İsteyen müşteriye danışmanlık yapar. En büyük sırrı ise yatırımdır. Kendine güvenir, malını iyi sergiler, ama malı alırken kazanmak önemlidir. Girişimci olması şarttır, ama bir yandan da birikim yapar. Gelir gider muhasebesini iyi bilir.”

Mazhar Bey sadık dostu, eski emir eri ve fedai Mahmut'u da yanına almıştı. Karaoğlan Meydanı'na yakın bir ev kiralamıştı. Mahmut ile birlikte kalıyorlardı. Daha ilginç olan ise bu evin İngiliz ajanı Mustafa Sagir için kiralanan eve çok yakın olmasıydı. Bu hain Mustafa Kemal Paşa'ya suikastın sorumlusuydu. Ankara'dan İstanbul'a kaçarken Adapazarı'nda yakalanacağını anlayınca intihar etmişti.

Mazhar Bey, orta yaşlı ve sağlık sorunları olan bir adamdı. Görünüşü, yürüyüşü, konuşması yavaştı. İngiliz istihbaratı ve yerli işbirlikçileri cadı avına devam ediyorlardı. Umulmadık yerlerde ve zamanlarda polisler ve askeri inzibatlar insanları çevirip, kimlik kontrolü yapıyorlardı. Çok dikkatli olmalıydı. Yakalanırsa her şey biterdi.

Kar atıştırmaya başladığında, Mazhar Bey Musevi Mahallesine gelmişti. Sinagogun bulunduğu daracık sokak tenhaydı. İleride genişleyen yolun kenarındaki kahvehaneye girdi, cam kenarındaki masalardan birine oturdu. Demli bir çay ısmarladı. Sigarasını tüttürmeye başladı. Musevi hırdavatçı ve kunduracı dükkânları karşı kaldırımdaydı. Bazen onlar gelir, bazen Mazhar Bey onlara gider, sohbet ederlerdi. Ama onlara uğramadı bu sefer. Sohbete değil, biraz düşünmeye ihtiyacı vardı.

26 Haziran'dan 26 Temmuz'a kadar İstanbul'a bir ay izinli gitmişti. Geçen yıl 21 Mayıs'ta tutuklanmasından sonra, annesi çok zayıf düşmüş ve sonunda verem hastalığına yakalanmıştı. Hastane tedavisi sonuç vermeyince eve getirmişlerdi, artık ölüm döşeğindeydi. Reşide Hanım, başlangıçta, üzülmemesi için, Ankara'daki büyük oğluna haber verilmemesini istemişti. Ama son günlerini yaşadığını anlayınca onu çağırmalarını söylemişti. Son arzusu böyleydi. Hüseyin'i görünce canlanır gibi olmuştu. Geç saatlere kadar sohbet etmişlerdi. Fazla yorulmaması ricalarını dinlememişti. Oğlunun yeni görünüşünü, ona hak vermekle birlikte, biraz yadırgamıştı.

Hüseyin bu acı günlerinde çok özlediği nişanlısı Hanımşah ile fazla görüşememişti. Ama en kısa zamanda evlenmelerinin uygun olacağına karar vermişlerdi. 8 Temmuz günü Kayınpederi İbrahim Bey, kayınvalidesi Kâniye Hanım, Müneccim Yusuf, kardeşi Sabri, kız kardeşi Ayşe ve yakın arkadaşı Hayrettin'in katıldığı sade bir törenle evlenmişlerdi. İmam nikâhı Reşide Hanım'ın Balat'taki mütevazı evinde yapılmıştı. Onun görmek istediği bu nikâh hayatta her arzusunun gerçekleştiği anlamına geliyordu.

Nitekim beklenen son gecikmemişti. Reşide Hanım üç gün sonra, huzur içinde ruhunu teslim etmişti. Sevgili annesini toprağa veren Hüseyin üzüntüsünü kalbine gömmüş ve yaşamına devam etmişti. Evlenmişti ve balayını Pera Palas'ta geçirmişlerdi, ama kendi evleri yoktu. Karısı Hanımşah hala baba evinde yaşıyordu. Hüseyin de bir hafta kadar orada kalmıştı. Her fırsatta gezmiş, gelecekteki yuvaları için planlar ve alışveriş listeleri yapmışlardı. Hanımşah kararlıydı, öğretmenliği sürdürecekti. İlk fırsatta da Ankara'ya gelecekti. Çünkü bundan sonra Türklerin geleceği ve asıl işleri oradan yürüyecekti. Bunun dışında kalamazdı. Hem de bakıma muhtaç kocasının yanında olacaktı. Artık ayrılmayacaklardı.

Yeni manifatura tüccarı Mazhar Bey kardeşi Sabri'den meslek dersleri almış, Kapalıçarşı'daki toptancılarla tanışmıştı. Hesapları Sabri'nin aracılığıyla halledeceklerdi. İstanbul-Ankara arasındaki tren seferleri de normale dönmüştü. Malları yük trenleriyle Haydarpaşa'dan göndereceklerdi. Bu da dört beş gün içinde gerçekleşebiliyordu. Yolcu trenleri için bu süre 16-20 saat arasındaydı.

Ama izin bitmek üzereyken kötü bir haber gelmişti. Bektaşi Yusuf gece uyurken evinde yangın çıkmıştı. Yangından son anda kurtarılmıştı. Vücudu yanıklar içindeydi. Durumu ağırdı. Hanımşah ile hemen hastaneye koşmuşlardı. Yaşlı adam onları görünce sadece gözleriyle gülümseyebilmişti. Yüzünün, boynunun ve ellerinin cildi yanıklarla kaplanmıştı. Vücudu da öyleydi. Yaraları derindi ve iltihaplanma başlamıştı. İlerlemiş yaşı da durumunu ağırlaştırıyordu. Dahası da vardı. Dumanlardan solunum yoluyla etkilenen ciğerleri çok zarar görmüştü. Vücudu küçülmüş gibiydi. Yorgun ve süzgündü. Ancak gözleri inatla parlıyordu. Dudakları bir şakayı anımsamış gibi uçlarından kalkıktı. Zoraki bir gülümseme yayılmıştı yüzüne. Son sözlerini söylediğini biliyordu.

Fazla zamanım kalmadı Hüseyin. Çok yaşayanlar çok pişmanlıklar toplar. Daha farklı yapabileceklerini düşündüklerinden. Korkunç rüyalar görüyor, ürkütücü sesler duyuyorum. Hep sizleri düşünüyorum. Allah’a emanet olun.”

Hüseyin’in izni bitiyordu. Ne yazık ki Ankara'ya dönmesi gerekiyordu. Sabri'ye, Hayrettin'e ve Hasan'a emanet ettiği Bektaşi Yusuf hastanede on gün kadar yatmış ve sonunda, beklediği gibi, hayata veda etmişti. Vasiyeti ile tüm varlıklarını ve özellikle saklanması için kitaplarını Hüseyin'e yani Mazhar’a bırakmıştı. Tonton amcası ölmekten hiç korkmamıştı. Kötülüklerin kol gezdiği, iyilik ve güzelliklerin ender bulunduğu bu dünyadan ayrılmaktan neden korkacaktı? Üstelik bu hayat sınavını vermek için ayrıldığı o huzurlu ve mutlu yaşama geri dönecekti. Müneccim Yusuf'tan geriye maddi şeyler dışında çok önemli dersler kalmıştı: Akıl en önemli olan şeydi, ama karar verirken sezgilere de danışılacaktı. Zor anlarda hemen eyleme geçilmeyecekti. Derin nefeslerle sakinleşilecek, sonra karar verilecekti. Hasmın en zayıf yeri, neresiydi? Senin en güçlü silahın neydi? En uygun yer neredeydi? En uygun zaman hangisiydi? En zekileri, en akıllıları ve hatta en yiğitleri güçsüz ve bilinçsiz bırakan paniğe gerek yoktu. Hızlı koşan hızlı yorulurdu. İnançla ve dengeyle yere sağlam basan ve uzun soluklu olan kazanırdı. Savaşta, mücadelede yenilmek te vardı. Yenilen ilk ve son insanlar bizler değildik. Asıl kazanç kişinin kendisini yenmesi, kuşkuların, korkuların, bilgisizliğin üstesinden gelmesiydi. Ondan sonra ayağa kalkmak kolaydı.

Mazhar Bey dört ay önce Ankara’ya dönmüştü. İstanbul'dayken, yeğeni Başçavuş İsmail Ankara'ya, Genelkurmay Destek Kıtalarına atanmıştı. Mahmut, İstanbul'daki gibi, İsmail'in yanında Mim Mim fedaisi olarak görev almıştı.

16 Temmuz günü, Ankara’da İngiliz Genel Valisi göreve başlamış ve ilk işi yakalanan Türk yetkilileri Malta’ya sürgün etmek olmuştu.

Mazhar Ağustos ayında at arabasına yüklediği kumaşlarla Kızılcahamam'daki Mim Mim karargâhına gitmişti. Yarbay Hüsamettin köylü kılığındaydı, Ankara'ya gelmeye çekiniyordu. Eldeki paralarla kasabada ve yakın köylerde, ev, toprak, büyük ve küçükbaş hayvanlar, tavuklar ve küçük çiftlikler almışlardı. Gündüzleri köylüler gibi çalışıyorlar, karanlık basınca toplanıyorlardı. Kış gelmeden tohum ekme işleri bitirilecekti. Hayvanlar için saman ve yem tedariki devam ediyordu. Kullanılır durumdaki gizli depolar ve güvenli sığınaklar her bölge için bir asıl, bir yedek olmak üzere ikişer adet seçilmişti. Dağılan ordudan ve Kuvayı Milliye örgütlerinden tanınmamış ve güvenilir eleman seçimi devam ediyordu. Altınlar Kızılcahamam'a yakın bir yerde gömülmüştü. Hüsamettin ile birlikte gidip yerini görmüşlerdi. Hiçbir kayıt yapılmayacak, belleklerine kaydedilecekti. Kâğıt paralar elden çıkarılıyordu. Muhtemelen kısa sürede tedavülden kalkacaktı. İstihbarat Şubesi İstanbul, Trakya ve Anadolu'daki tüm istihbarat elemanlarımızı listelemişti. Bunları ziyaret ediyorlardı. Kış bastırmadan tamamlayacaklardı. Beş cephedeki örgütlenme zamana yayılıyordu. Gerekli silâh, cephane ve donanımın kaçırılıp dağlarda toprağa gömülmesi daha öncelikliydi. Buralara yakın Ermeni ve Rum çetelerinin hakkında bilgi toplanmaya devam ediliyordu. Eylemlere başlamak ertelenmişti. Esnaf Örgütü canlandırılacaktı. Mazhar Bey esnaflığı öğreniyordu. Esnaf Örgütü’nün yönetimini üstlenecekti.

1 Eylül 1921 günü, bazıları için tarihi, bazıları için kara bir gündü. Başkent seçilen Ankara'da “Orta Anadolu Cumhuriyeti” görkemli törenlerle ilan edilmişti. İngiliz Genel Valisine bağlı olarak, Hükümet Başkanı olarak Damat Ferit, Ankara Garnizon Komutanı olarak ta İngiliz Yarbay Rawlinson göreve başlamıştı. İngiliz hayranı Ferit Milli Mücadeleyi engellemek için elinden geleni yapmıştı. Başarmıştı üstelik. İngilizlere yaranmak için 90 bin sandık cephaneyi Marmara Denizi’ne döktürdüğünü unutmamışlardı. Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa ve Milliyetçiler ‘bir avuç maceraperest’ diye aşağılanmaya başlamıştı. Savaşlarda yitirilen canlardan da sorumlu tutuluyorlardı. Gıyaplarında yargılamalar yapılıyordu. Vahdettin aklanıyordu, haklı olduğu anlaşılmıştı. İstanbul’daki Halife olarak yüceltiliyordu.

Bu arada, Hanımşah'ın babası İbrahim Bey Ankara'da Ticaret Bakanlığı Müsteşarı olarak atanmıştı. Sultan'ın ve Damat Ferit'in yakınında olduğundan ödüllendirilmişti. Kuvayı Milliye düşmanı Balatlı Cihat'ın Ankara’da İçişleri Bakanlığı Müsteşarı olması ise kötü haberdi.

Eylül sonuna doğru Hanımşah'ın babasıyla birlikte Ankara'ya gelmesi Mazhar Bey'in bayram günüydü. Otel bulma güçlüğü nedeniyle onları yeni evinde konuk etmişti. Ekim başında, Hanımşah Musevi Mahallesi yakınındaki bir okulda öğretmenliğe başlamıştı. Hanımşah'ın babası İbrahim Bey ile her akşam dertleşiyorlar, tartışıyorlardı. Ekim ayında Anadolu karışmaya başlamıştı. Mim Mim'in kontrolü dışında, birçok yerde olaylar, hatta ayaklanmalar çıkmıştı. Bunları kimin örgütlediğini öğrenememişlerdi. Zaten bu ayaklanmalar kısa sürede bastırılmıştı. Ardından, sözleşmiş gibi, yeni devletlerde, Gayrimüslimler ve Kürtler tarafından, Türklere karşı hunharca eylemler başlamıştı. Hanımşah bunun bilinçli olarak Türk düşmanlarınca tezgâhlandığını düşünüyordu. Geçim derdine düşen Türkler olaylara ve ayaklanmaya karışmamışlardı. Kimin yaptığını bilmiyorlardı. Bunları diğer baskılar izlemişti. Özel Mahkemeler ve Tespit Komisyonları kurulmuştu. Buralarda alınan kararlarla Türklerin mallarına el konuyordu. İhbarcılar ve yalancı tanıklar her yerdeydi. Buna direnen Türklerin düzmece davalarda yargılamaları başlamıştı.

On binlerce Türk eziyetlere dayanamıyordu. Orta Anadolu Cumhuriyeti'ne doğudan ve batıdan göçler başlamıştı. Kıştan önce yakın veya uzak akrabalarının yanına sığınmayı umuyorlardı. Mallarına el konulan Türklerden boşalan yerlere Hristiyanların ve Kürtlerin yerleştirildiği haberleri geliyordu. Yerinde kalanlara ise baskı ve eziyetlerin artmakta olduğu, hatta işçi birliklerinde çalıştırıldıkları duyuluyordu. Bunlara tepkiler de başlamıştı. Türk gençlerinden, orta yaşlı erkeklerden ve kadınlardan direnişe katılmaya istekli olanların sayıları artmaya başlıyordu. Mim Mim çok dikkatli olmalıydı. Aralarına ajanların sızdırılması mümkündü.

Mim Mim, Ekim sonunda, Direniş Planı'nın onayı için Bakü'ye bir kurye göndermişti. Öncelik Orta Anadolu Cumhuriyeti'ndeydi. Hedef İngilizler ve yeni devletin işbirlikçi memurları olacaktı. 1922 baharında operasyonlar başlayacaktı. Diğer cepheler eylem için bekleyecek, teşkilatlanma ve eğitime öncelik vereceklerdi. Bölge fedaileri ve 50 kişilik birliklerin kurulması 1922 yazına kadar tamamlanacaktı.

Geçen hafta iyi bir haber almışlardı. Bolşevikler Direniş için beş milyon altın lira göndermişti. Ankara'daki Rus Büyükelçiliğinde harcamaya hazır bekletiliyordu.

Mazhar Bey çağırdığı garsona hesabı ödedi. Dışarı çıktı. Kar yağışı durmuştu. Dükkâna doğru, hafifçe aksayarak, yürümeye başladı. Düşünceleri devam ediyordu. Yakında Türk bayrağının değiştirileceği söyleniyordu. “Türk yoktur. Türkçülük bölücülüktür” diyenler ihya ediliyordu. İngiliz tarihçi ve siyaset bilimcilerine “Orta Anadolu Cumhuriyeti” kitabını yazdırıyorlardı. “Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği zarar Yunan’dan daha fazlaydı, iyi ki Yunan galip geldi” diyorlardı.

Dükkândan içeri girer girmez Mahmut serzenişe başladı. “Neredesin Binbaşım? Aklımı kaçıracaktım az kalsın. İnsan haber vermeden ortadan kaybolur mu?”

Kusura bakma Mahmut'um. Öfke nöbetlerim tuttu yine. Kendimi dışarı attım. Sen ortalıkta yoktun. Haber veremedim.”

Mahmut köşedeki kahvede bekleyen Mim Mim elemanını çağırmaya gitti. Birer sigara yaktılar. Hüsamettin yollamıştı. Örgüte katılacaklarının sayısı artıyordu. Uygun bir mağarayı üs olarak seçiyorlardı. Kasabalardan uzak duruyor, daha çok köylere yerleşiyorlardı. Ayrıca çevrede iyice gizlenmiş ve örtülmüş sığınaklar yapılıyordu. Sığınaklardan kaçış dehlizleri kazılıyordu. Bazılarında barut yapımı başlamıştı. Ama milis gücü büyüdükçe sorunlar da çıkıyordu. Eğitimlerde, yemeklerde, dinlenmelerde, nöbetlerde kavgalar çıkıyordu. Gruplaşmalar da başlamıştı. Hüsamettin Yarbay'ın kesin emri vardı. İnsanları küstürmeden gayeye hizmetleri sağlanacaktı.

Mazhar da valiliğe Esnaflar Cemiyetini (Derneğini) kurmak için başvurduğunu anlattı. Tüzüğünün örneğini İstanbul’dan almış, Çilingir Hamza ile Ankara’ya uyarlamışlardı. Merkezi şimdilik bu dükkândı. Kurucu üyeleri kendisi, Hamza’nın bir arkadaşı ve karşısındaki yorgancıydı. Defterleri ve hesapları onaydan geçmişti.

Yapılacak çok iş vardı...









***

Göçmenler.



Kasım 1921. Adana.



İskoç tarihçi ve gazeteci Scott Wallace 8 Kasım 1921 günü güzel bir sonbahar akşamı İskenderun limanına ayak bastı. İstanbul’dan başlayan gemi yolculuğu Ege Denizi'nin sert dalgalarından sonra Akdeniz'in sakin ve ılıman denizinde ve havasında ilaç gibiydi. Üç yıl önce Akdeniz'in karşı kıyısındaki İskenderiye ziyareti aklına geldi. Her iki kenti de Makedonyalı Büyük İskender kendi adını vererek kurmuştu. İngilizce adları çok yakın olduğundan, bu iki kent karıştırılırdı. Bir faytonla otele gitti. Telgrafla yer ayırtması yerindeydi. Fransız mandasında kurulan Kilikya Yeni Haçlı Cumhuriyeti birçok insanı buraya çekiyordu. Avrupa'dan, Kuzey Afrika'dan, Filistin ve Lübnan'dan ailelerini bulmak, iş kurmak, henüz pahalılaşmamış taşınır ve taşınmaz mallara erkenden sahip olmak için geliyorlardı.

Herkes “barış geldi, işimize bakalım” diye sevinirken, Türklere uygulanan sistemli katliamlar iki yıl öncekilere göre fazlalaşmış, dünya kamuoyunun dikkatini buraya çekmişti. Haberin kokusunu alan İskoç gazeteci de bu nedenle buradaydı. Tarihçi olarak bir amacı daha vardı. Keltlerin bir kolu olan Trokmeler Kilikya’ya ve Tarsus’a kadar gelmişlerdi. Bu hengâmede fırsat bulursa onların izlerini arayacaktı.

Scott ılık bir duş ve arkasından hafif bir akşam yemeğinden sonra odasına çekildi. Körfez manzaralı balkonunda piposunu içerken düşüncelere daldı. Son beş ayda yaşadıkları, henüz yazılmamış bir tarihin kilometre taşlarıydı...

Ankara'dayken, İngiliz Garnizon Komutanı Binbaşı Thomson 22 Haziran günü ilk sıkıyönetim bildirisini yayınlamıştı. Fransız, İtalyan ve Yunanlı subaylar ve bazı uzman siviller de Ankara'ya gelmiş ve onun emrine girmişti. Scott gazeteci dostu Yunus Bey’i bulamamıştı. Kaçmış olmalıydı. Şimdi kim bilir neredeydi?

Ertesi hafta Ankara hareketlenmişti. Thomson'un emrine Fransızlar ve İtalyanlar birer bölük, Yunanlılar da bir tabur asker göndermişlerdi. Ankara'daki ve yakın bölgedeki askeri birliklerin, silah ve cephane depolarının sayımı ve teslim alınması devam etmişti. Esrarengiz Ramiz Bey ortada yoktu. Şirketi için çevre kasabalarda iş imkânlarını araştırdığı söylenmişti.

Scott Zeiss fotoğraf makinası ile birçok fotoğraf çekmişti. Bunları ve not defterlerini hazine gibi saklamıştı. Hepsini ayrı bir bavula koymuş ve Temmuz başında trenle İstanbul'a dönmüştü. İlk işi, üç ay önce âşık olduğu Naciye ile buluşmaktı. Alman Hastanesi'nde çalışmaya devam ediyordu. Birkaç gün sonra arkadaşı Hanımşah evlenmişti. Doktor Naciye, dedesi gibi Bektaşi olmuştu. Artık, Peygamber'in kızı Fatma'nın yaşayan temsilcisiydi. Scott Naciye'nin dedesinin Valideçeşme’deki konağında yemeğe davet edilince, genç bir delikanlı gibi heyecanlanmıştı. Rumi Bey 75 yaşlarında tonton bir ihtiyardı. Altı yaşında babasını kaybeden Naciye için bir baba gibiydi. Mimikleri, ses tonu, el kol hareketleri Balat'taki dostu, bakırcı ustası, Bektaşi Yusuf'a çok benziyordu. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanlar'da ve Irak'ta kaymakamlık ve valilik gibi birçok görevlerde bulunmuştu. Bulgaristan'daki sapkın sayılan Bogomil tarikatını anlatmıştı. Scott Rumi Bey'i, bilmediği bir öyküyü anlatarak şaşırtmıştı. Ataları olan Keltler de konuya ilgiliydi. Bizans İmparatoru Kızılırmak-Sakarya bölgesindeki Galatların bir kısmını Plovdiv’e (Filibe’ye) sürgün etmişti. Hristiyanlığı kabul etmeyenlerdi. İsa'nın havarilerinden Aziz Paul'ün Galatlara mektupları önemli bir belgeydi. Bulgaristan'a gelen Galatların ataları olan Belgler ve Boiler, uzun zamandır Balkanlarda yaşıyorlardı. Adları “Bogomil” (halk dostu) olmuştu. Paflikyanların devamı olduğu sanılıyordu. Onlar da sapkın bir Ermeni tarikatıydı. İnsanlar çorba gibiydi.

Rumi Bey teşekkür ederek devam etmişti. Osmanlı Sultanı I. Murat Türkmenleri Balkanlara yollamıştı. Filibe, Belgrat, Dimetoka’ya yerleşen Bektaşiler Bogomillerle tanışmıştı. Rumi Dede ve Scott birbirlerine böylece bağlanmıştı. Scott torununa âşıktı, dedesini de seviyordu. Rumi o akşamı sazıyla söylediği Anadolu türküleriyle süsleyerek bitirmişti.

Scott Mart ayından beri ertelediği, Ermeni sorunu hakkında bilgi, fotoğraf ve belge toplamaya da zaman ayırabilmişti. Vartan'ı yazıhanesinde bulamamış, Arto'ya haber bırakmıştı. Üç gün sonra, Vartan'la birlikte eniştesi Doktor Kamburyan'ın evine gitmiş, ondan değerli bilgiler ve bazı belgeler almıştı. Daha sonra, Kamburyan'ın aracılığıyla, birçok Ermeni siyasetçi ile görüşmüştü.

16 Temmuz'da İngiliz Genel Valisi Ankara’da göreve başlamış, General Harington ertesi hafta İstanbul'a dönmüştü. 1 Eylül 1921 günü Ankara'da Orta Anadolu Cumhuriyeti (OAC) ilan edilmişti. İlk hükümet ve Başbakan Damat Ferit İngiliz Genel Valisine bağlı olarak göreve başlamıştı. Scott bu önemli olayı kaçırmıştı! Canı çok sıkılmıştı. Fotoğraflayamadan, Konstantinopolis'ten alabildiği bilgilerle haber yapmıştı.

Ankara’da kalsaydı, Damat Ferit ile bir söyleşi yapabilirdi. Ona soracağı en önemli soru da aklındaydı. “Geçen yıl, size ve bazı arkadaşlarınıza iki kez idam cezası verilen Ankara'da olmak nasıl bir duygudur?”

Bir dahaki seferde ona bu soruyu sorması anlamsız olacaktı. Bunun cevabını bir başka durumda kendisi verecekti. Yakalanan Türk yetkililerin Malta’ya sürgününü de kaçırmıştı. Ama son Osmanlı Sultanı Vahdettin'in Konstantinopolis'te sadece Halife olarak görevine devamını haber yapabilmişti.

Aynı haftalarda Anadolu'nun birçok yerinde olaylar, ayaklanmalar çıktıysa da kısa sürede bastırılmıştı. Bunu Ekim ayı sonuna kadar, yeni devletlerde başlayan katliamlar izlemişti. Konstantinopolis'teki yabancı çevrelerde, Türklerin mallarına el konulduğu, Tespit komisyonları ve Mahkemeler kurulduğu haberleri kulaktan kulağa yayılıyordu. Direnen Türklerin düzmece davalarda yargılamaları haberleri de eksik olmuyordu. Scott basında yer almayan bu haberleri yerinde araştıracaktı.

Şimdi İskenderun'daydı. Ertesi sabah Adana'ya gidiyordu. Bir Fransız gazeteci arkadaşının yardımıyla, çat pat İngilizce konuşabilen Kenan ve 1920 model dört silindirli Renault aracı bir ay süreyle Scott'un emrindeydi. New State Dergisi faturayı ödeyecekti.

Scott kahvaltıdan sonra otel hesabını ödemeye çalışırken, kırk yaşlarındaki şoför Kenan girişteki koltukta kendisini bekliyordu. Kısa boylu sayılırdı. Siyah kısa kesilmiş saçı, esmer teni, kara kaşları, kara gözleri ve atletik yapısı ile yakışıklı sayılırdı. Kenan eşyaları bagaja yerleştirdi. Araca binerken anlatıyordu. Deposu benzin doluydu. Çanta bidonunda yedek benzini de unutmamıştı. İlk yardım çantası, yiyecek ve su da yanlarındaydı. Hareket ettiler. Kenan kendisi hakkında bilgi veriyordu. Türkçe, Kürtçe, Arapça biliyordu, biraz da Ermenice, Fransızca ve İngilizce konuşabiliyordu. Ataları Hakkâri bölgesi kabilelerindendi. Çok önce İskenderun'a gelmişlerdi. Evliydi, iki oğlu vardı. Dinleri Asuri Hristiyan idi. Orta Doğu'da sayıları çok azalmıştı. Nesturî inanışını benimsemişlerdi. Doğu Süryanileri olarak da bilinirlerdi. Katolikliği kabul etmeyince sapkın sayılmışlardı.

Scott bir yandan duvarlara yapıştırılmış ilanları okuyordu. Bölgenin haritasını da gösteren ilanlar Fransızca, Ermenice ve Osmanlıca dillerinde yazılmışlardı. “Unutma! İlk Haçlı devleti Urfa Kontluğu 1098 yılında kuruldu ve 1144 yılına kadar ayakta kaldı.”

Birkaç yüz metre sonra diğeri: “Hristiyanlığın dördüncü kutsal Antakya Haçlı Prensliği 1098 yılında kuruldu ve 1268 yılına kadar Filistin'e de egemendi.”

Daha ileride bir başkası: “Trablusşam Kontluğu 1104 yılında kuruldu. 1291 yılına kadar ayaktaydı.”

Kentin çıkışındaki: “Kudüs Krallığı 1099 yılında kuruldu, 1291 yılında sona erdi.”

Hepsinin altında aynı cümle daha büyük harflerle yazılmıştı: “631 yıldır Müslümanların egemenliği altında kuruyan topraklar Hristiyanların elinde yeşeriyor. Cami minarelerine haç dikilmesine destek olun.”

Kenan anlatıyordu. Bir ara Türklerle savaşan Ermeni-Asuri çetesine katılmıştı. Bir çatışmada ağır yaralanmış, Fransız Askeri hastanesinde tedavi görmüştü. Daha sonra çeteden ayrılmış ve yabancı dili sayesinde Fransız lejyonunda şoför olmuştu. Yeni işinden memnundu. Bay Scott'a yardım edeceği için gururluydu. Yaşamında karşılaştığı ilk İngiliz’di. Bölgeyi tanıtıyordu. Sağ tarafta Nur Dağları, sol tarafta Akdeniz vardı. Bu manzaralar her yerde bulunmazdı.

Bazı mahallelerinden dumanlar yükselen Dörtyol ve Ceyhan kasabalarında durdular. İnsan ve hayvan cesetleri, iskeletleri göze çarpıyordu. Battaniye ile örtülenler de vardı. Birkaç caminin minareleri yıkılmış, yakınındaki mezarlar açılmıştı. Yıkılmış, yakılmış evlere sığınanlara ve enkazlar arasında şok geçirenlere de rastladılar. Bazıları yıkıntılardan eşya kurtarmaya çalışıyordu. Ama Scott onlarla konuşamadı. Yaklaşınca korkulu hareketlerle kaçıyorlardı. Bol bol fotoğraf çekmekle yetindi.

Yola devam ettiler. Pamuk tarlalarında hasat çoktan bitmişti. Öğle saatlerinde Adana'daydılar. Burası da yollarda gördüklerinden farksızdı. Duvarlara yapıştırılmış tarihi Haçlı Devletlerini tanıtan ilanlar öncekilerin kopyalarıydı. Göze çarpan yerlerdeki Fransız ve Ermeni bayraklarının arasında, enkazlar, dumanlar, çaresiz, amaçsız yollara dökülen perişan kılıklı insanlar vardı. Atlı ve yaya devriye gezen Fransız üniformalı askerlere bakmaya çekiniyorlardı.

Yer ayırttığı otel kentin sakin bir kesimindeydi. Biraz dinlendikten sonra, otelin lokantasında hafif bir yemek yediler. Scott araçla bir şehir turu istedi. İlk görüntüler fena değildi. Burası çatışmalardan uzaktı. Cumartesi günüydü. Yollar faytonlar, at arabaları ve insanlarla doluydu. Birkaç landodan inen ve bir bölümü onarılmakta olan gazinoya yürüyenleri izlediler. Ermenice ve Fransızca konuşuyorlardı. Hayatlarından memnunlardı. İlerlediler. Protestan kilisesini geçtiler. Ermenilerin yoğun olduğu ve ana kilise Surp Asdvadzadzin'in bulunduğu Hıdırilyas Mahallesi gibi Rum ve Yahudi mahalleleri de sakindi. İnsanlar, mağazalar, eczaneler, evler yaşamlarına devam ediyordu. Kenti ikiye bölen Seyhan Nehri kıyısında ilerlediler. Bakımsız iskelelerle kemerli taş köprü tarafları da sakindi. Türklerin yoğun olduğu semtlere geldiklerinde ürkütücü görünümler başladı. Saat kulesi, Kolordu meydanı, Bahri Paşa Çeşmesi, Vali konağı meydanı yürek parçalayıcıydı. Savaş sonrası gibiydi. Kenan bunun 1909'daki on on beş bin Ermeni'nin katledildiği manzaralara çok benzediğini söyledi. Ulu Cami'nin minaresi yıkılmış, içi talan edilmişti. Tepebağ semti, Çeşme Meydanı, çamurlu yolların etrafındaki evler, dükkânlar yakılıp yıkılmışlardı. Hala dumanı tüten binalar vardı. Çatışmalar bitmemişti. Aralarda birkaç insan görebildiler. Şehir merkezi terkedilmiş durumdaydı.

Bu sırada yağmur başladı. Ancak, tren İstasyonu ana baba günüydü. Vagonlarda yer bulamayanlar vagonların üzerinde yolculuk etmeye razı olmuşlardı. Kentin batısına yöneldiler. Bazı Türkler Tarsus- Pozantı yolu çıkışında at arabaları, kağnılar, develer ve yayalar olarak kervan oluşturmuşlardı. Yaşlılar, orta yaşlılar ve çocuklar ağırlıktaydı. Bir kısmının başları sargılıydı, giysileri paramparçaydı. Çoğunun ayakları çıplaktı, ayakkabıları olanların da tabanları ayrılmıştı. Scott araçtan indi. Fotoğraf çekmeye başladı. Yüzlerce insan arasından konuşabilecek sadece aklı başında orta yaşlı bir adam çıktı. Dokunsan ağlayacak durumdaydı. Ama konuştukça açıldı ve anlatmaya başladı.

İşgalden sonra hiç huzurumuz kalmadı beyim. Hristiyanlar her fırsatta güçlük çıkarıyorlar, sebepsiz yere eziyet ediyorlar. Geçen ay, birileri Ermenilere saldırmaya başladı. Daha sonra Fransız askerlerine ateş edildi. Biri öldü birkaçı yaralandı. Nasıl olduğunu anlamadık. Karanlık basınca evlerden dışarı çıkamaz olduk. Bir gece Ermeni kiliseleri kundaklanınca Türklerin iş yerleri, evleri, camileri saldırıya uğradı. Silahlı ve maskeli haydutlar Türk mahallelerini sırayla basıyorlardı. Yaşlı, çocuk, kadın demeden insanları öldürüyor ve kayboluyorlardı.” İki elini dua edercesine açtı. “Türkler hiçbir şey yapmadı beyim. Yemin ederim. Bu saldırıların olmasından korkuyorduk. Bu yüzden ortamı gerecek bir şey yapmadık. Yüksek sesle konuşmaktan kaçındık. Bize yapılanlara karşılık vermedik. Sıkıyönetimin, mukavemet edilmemesi emrine uyduk. Ama bize saldırıyorlar, sonra da ihbar ediliyorduk. Mahkemelerde yalancı tanıklar aleyhimizde ifadeler verdi. Mallarımıza el kondu. Daha fazla dayanamadık.”

Nereye gidiyorsunuz?”

Anadolu’nun içlerinde bizler için yeni bir devlet kurulmuş. Oraya göçüyoruz. Başka çaremiz yok beyim.”

Scott akşam odasına çekildi. Yüz kadar görüntü almıştı. Notlarını temize çekti. Fransız mandasında kurulan Kilikya Yeni Haçlı Cumhuriyeti Hristiyan nüfusu çoğaltacaktı. Lübnan ve Suriye’den getirilmekte olan Ermenilere karşılık, Türklerin sayısı azaltılıyordu. Caddelerdeki pankartlarla bu toprakların asıl sahibinin kendileri olduğu vurgulanıyordu. Bu arada Ermenilerin intikamı alınıyordu. Scott İstanbul'da bazı Ermeni davalarını izlemişti. Arto ve Vartan ile görüşmüştü. Doktor Kamburyan'dan bilgi ve belgeler almıştı. Ermeniler haklı görünüyordu. Balkan Hristiyanları Osmanlı Türklerinden kurtulmuş, bağımsız devletlerini kurmuşlardı. Ruslar hepsine yardım etmişti. Ama Ermenileri yarı yolda terk etmişlerdi. Şimdi İngilizler ve Fransızlar yardım ediyordu. Ermeniler de kendi devletlerine kavuşacaktı.

Fransız gazeteci arkadaşı genel vali ile randevu ayarlayamamıştı. Ama garnizon komutanı saat on birde onu bekliyordu. Fransız garnizonu Osmanlı ordusunun kışlasına yerleşmişti. Kum torbaları arkasındaki nizamiye nöbetçileri tüfeklerini doğrultarak Kenan'ın otomobilini durdurdular. Scott ve şoförün araçtan inmesini istediler. Kimlik belgelerini aldılar. Nöbetçilerden biri aracın içini ve bagajını aradı. Araca binen bir askerin rehberliğinde eğitim yapan askerlerin, park etmiş araçların önünden geçerek Binbaşı Mathieu Clichy'nin makamına geldiler. Kahve ikramından sonra, Binbaşı görevinin bilincinde olduğunu gösterircesine anlatmaya başladı.

Biliyorsunuz, Osmanlı savaşı kaybedince ateşkes istedi. Anlaşmaya göre, Suriye İşgal Ordusu Komutanı General Hamlin 1918 sonunda törenle Adana'ya girdi. Yani üç yıldır buradayız. Ben de ilk gelen subaylar arasındaydım. Bizden sonra Ermeni fedaileri ve göçmenleri bölgeye geldi. Kilikya'da Ermeni Devleti kuracaklardı. Biz de destekledik. Türkler ayaklandı. Fransızlara ağır kayıplar verdirdiler. Maraş'ı ve Urfa'yı terk etmek zorunda kaldık. Sonra 20 günlük ateşkes istedik. Suriye mandamız bile tehlikeye girmişti.”

Kenan’ın çevirisinden sonra, devam etti. “Ermeniler güçleniyordu. Sevr Antlaşması’ndan sonra bir tümen daha getirdik. Ama geçen yılsonunda tükendik. Askeri harekâtı durdurduk.”

Scott çeviri sırasında piposunu yaktı ve yorumunu yaptı. “Haziran 1921 başında Türkler Ateşkes antlaşmasını imzalayınca direniş bitti.”

Binbaşı Clichy onayladı. “Aynen Bay Wallace. Tüm askeri birlikler ateşkese uydu. Denetleme heyetleri Konya ve Diyarbakır’dan sonra Adana'yı ziyaret ettiler.”

İskoç gazeteci asıl konuya geldi. “Son aylarda Adana ve yakınlarındaki Ermenilerin taşkınlıkları için ne söyleyeceksiniz? Dörtyol, Ceyhan ve Adana'yı gezdim. Bazı Türklerle konuştum. Hoş olmayan şeyler gördüm ve duydum.”

Bunları biliyoruz. Eminim, size Ermenilere ve Kiliselere saldıranlardan haberleri olmadığını söylemişlerdir.”

Evet. Birilerinin kasten bu kışkırtmaları yaptığına inanıyorlar.”

Ben de benzer şikâyetleri duydum. Araştırdım. Ama elle tutulur bir kanıt bulamadım. Saldırılar geceleri yapıldı. Yapanları bulamadık. Türkler dükkânlarını kapattılar. Ama Ermeniler silahlanıyordu. Beyrut’tan dört tabur asker daha getirdik.”

Scott devam etti. “Konstantinopolis adliyesinde görülen bazı Ermeni davalarını izledim. Benzer durumları yaşamışlar. Ama şimdi haklarını geri alıyorlar. Sorumlu Osmanlı yöneticileri de cezalandırılıyor. Hatta biri idam edildi. Yıllar sonra siz de dava edilebilirsiniz. Sadece hatırlatmak istedim.”

Binbaşı doğruldu. Boğazını temizledi. “Türklerden boşalan yerlerin kayıtları düzenli olarak tutuluyor. Buralara ihtiyacı olan Hristiyanlar geçici olarak yerleştiriliyor. Yerinde kalanları da korumaya çalışıyoruz.”

Sizce hükümetiniz ne kadarlık bir manda süresini öngörüyor?”

Tahmini çok zor. Manda yönetimi sanıldığı kadar kolay ve ucuz değildir. Bu konuda sizinkiler gibi, dünya çapında deneyimimiz var. En az 20-25 yıl gerekecek gibi. Bu aşağı yukarı bir nesil demektir.”

Scott yeteri kadar bilgi almıştı. İzin isteyerek ayrıldı. Kışlada aracının benzin ikmalini halleden Kenan'a daha önce görmediği yerlere götürmesini söyledi. Bir Hristiyan mezarlığında durdular. Yıllardır bakımsız kalmış ve soyguncularınca yağmalanmış olmalıydı. Ustalar kırılmış, bozulmuş haçları, mezar kitabelerini ve heykelleri onarıyorlardı. Yandaki Bizans yapısı kilise de benzer durumdaydı. Haçlar ve bazı süslemeler içeren cephesinde solmuş kitabeler görünüyordu. İncil’den bazı ayetlerdi. Onlara sıra gelmemişti. Birkaç poz fotoğraf çekti. Akşama kadar dolaştılar. Buraların on on beş yıl sonraki görünümünü tahmin zordu.

Scott ve Kenan sisli bir sabahta Adana'dan ayrıldılar. Tarsus-Pozantı üzerinden iki yüz elli kilometre uzaklıktaki Niğde mülteci kampına gidiyorlardı. Çamurlu yollardaki kaçakların kervanlarını sırayla geçtiler. Yola yakın yerlerdeki insan ve hayvan cesetleri ile enkazlar devam ediyordu ama öncekilere göre daha azdı. Scott fotoğraflarını çekerken vicdanı sızlıyordu. Onların ruhlarından bir şeyleri çaldığını ve onlara borçlandığını düşündü. Her şey bittiğinde, bu görüntülere bakanlar ve bu yaşanmış öyküleri okuyanlar neler düşüneceklerdi?

İki saat kadar sonra Çukurova'yı geçmiş, Toros Dağları’na tırmanmaya başlamışlardı. Yollar bozuk ve çamurluydu. Motor gürültüsünün izin verdiği kadarıyla Asuri şoför Kenan ile sohbet ediyorlardı. Ermenilere çok yakındı. Onları haklı buluyordu. Binlerce yıldır bu topraklara egemen olan Türklerden çektikleri yeterdi. Artık onlar da cefaya katlanacaklardı. Ermeniler bundan sonra kendi vatanlarında kuracakları devletlerinde yaşayacaklardı. Müslüman Kürtler Türklerden destek alarak Ermenilere kötü davranmışlardı. Bunun karşılığında Ermenilere göre daha iyi yaşamışlardı. Ama artık Türklerden kurtulacaklardı ve kendi devletlerini hak ediyorlardı.

Dağlara tırmanmaya başladılar. Kenan dikkatini yola veriyordu. Scott derin nefeslerle doğanın tadını çıkarmaya çalıştı. Dağların karla kaplı zirvelerine, sarp kayalıklara, sedir ormanlarına, ırmaklara, insanı şaşırtan muhteşem coğrafyaya doyamıyordu. Kenan fırsat bulunca, bu yaylalarda yaşayan Yörükleri anlatıyordu.

Araç aniden durdu. Kenan ceketinin içinde kalan haçı yavaşça dışarı çıkardı ve öptü. Yolcusunun meraklı bakışlarına eliyle sessiz olmasını işaret ederek cevap verdi. Scott on metre kadar ileride, iki Ermeni çetecinin tüfeklerini onlara doğrulttuğunu o zaman fark etti. Biri şapkalı, diğeri fesli, gocuklarının üzerine çapraz doladıkları fişeklikleri ve bellerindeki kemerlerinden sarkan el bombalarıyla ürkütücüydüler. Şapkalı olanı motoru durdurmasını işaret etti. Ağaçların arasından tabancasıyla üçüncü bir çeteci daha çıktı. Bıyıksızdı, onlardan daha gençti. Araca yaklaştı. Sert bir sesle “Araçtan aşağı inin. Belgelerinizi görelim!” dedi. Söyleneni yaptılar. Ellerini başlarının üzerine koyarak diz çökmelerini ve yere bakmalarını istedi. Onu da yaptılar. Kenan Ermenicesini konuşturdu. “Ben Asuri'yim. Ermenilerin dostuyum. Bu da İngiliz gazetecidir. Yanlış yapıyorsunuz!” dedi. Genç militan sert sert baktı ve konuştu “Kes sesini!” Üzerlerinde ne varsa aldı. Aracın içine girdi. Seslerden anlaşıldığı kadarıyla her yeri arıyordu. Üç dakika kadar sonra ayağa kalkmaları istendiğinde çetecilerin işlerine yarayacak her şeyi gasp ettiklerini anladılar. Türk olmadıkları için hayatta kaldıklarına şükür etmeliydiler. Onlara biraz yiyecek ve su bırakmışlardı. Çeteciler ormanda kayboldular. Şoför ve İskoç yolcusu sessizce çetecilerin bıraktıkları eşyalarını ve giyeceklerini topladılar. Kenan “Yola çıkmadan önlem aldığımız iyi oldu efendim, sizi bu konuda uyarmıştım,” diyerek ortamı yumuşatmaya çalıştı. Hınzırca göz kırparak aracı çalıştırdı. Yarım saat sonra dere kenarında bir mola yeri buldular.

Ermeni çeteciler yedek lastiğin arkasına bakmayı akıl edemediler. Tıpkı düşündüğüm gibi efendim.”

Scott gülümseyerek yanıtladı, “Sağol Kenan. Sen olmasaydın ne yapardım, bilemiyorum.” çalınmaktan kurtulan Zeiss fotoğraf makinasını okşadı. “Sayende fotoğraf çekmeye devam edeceğim, pipomu içebileceğim.”

Tedbirli şoför de gülümseyerek yanıtladı “Sağolun efendim. Sizi korumak görevimdir.”

Kalan yiyecekleri topladılar. Asuri değerli şeyleri aynı yere sakladı. Hareket ettiler. “Dağları iki saat sonra aşarız. O zaman güvenli bölgede olacağız, Bay Wallace.” İngiliz yolcu karanlık basmadan güvenli bölgede olmalarını rica etti. Kenan elinden geleni yapacaktı. Sınırların geçtiği yerler belli değildi. Sınır tespit komisyonları kıştan önce soğuk bölgelerde çalışıyordu. Yakında burada olacaklardı. Ermeni çeteleri buralara ulaşıncaya kadar, dağ köyleri Adanalıların sığınması için emniyetli idi. Zirveye yaklaştıklarında uzaklardan silah sesleri geldi. Kenan istifini bozmadı. “Ya çeteciler arasındadır, ya da kıstırdıkları Türkleri infaz ediyorlardır, efendim.”

Renault dağdan inerken yağmur başladı. Kilikya Ermeni Cumhuriyeti ve Akdeniz’in ılıman iklimi de geride kalmıştı. İngiliz mandasındaki Orta Anadolu Cumhuriyeti topraklarına giriyorlardı. Buralarda bir tarih yazılıyordu. Scott bunu haber ve fotoğraflarla belgeleyecekti. Sonra da bir kitap ya da her yeni devlet için ayrı kitaplar yazacaktı. Akşama doğru dağları aştılar. Kenan geceyi Pozantı'da geçirmeyi önerdi. Benzin ikmali yapacaktı. Bir anısını anlatmaya başladı. “Geçen yıl Mayıs ayında bir Fransız taburu Pozantı’yı işgal etmişti. Türk direnişçileri burada güçlüydü. Pozantı'yı kuşattılar. Adana ve Mersin yolunu kestiler. Adana’daki Fransız tümen komutanı, taburun Pozantı’dan çekilip Torosları aşarak Mersin’e dönmesi emrini verdi. Ben Adana'daydım. Bu taburda Ermeni ve Asuri arkadaşlarım da görevliydi. Bir gece Fransızlar kuşatma çemberini aşıp yola çıktılar. Kılavuzların eşliğinde fazla bilinmeyen bir dağ yolunu seçmişlerdi. Ama bir geçitte tuzağa düştüler. Altı yüz Fransız askeri esir düştü.”

Scott “Komutanları çok safmış,” dedi.

Daha sonra tutsaklıktan kaçmayı başaran bir Ermeni asker Adana'ya geldi ve ifade verdi. İki kılavuzun biri kadınmış. Dağdaki dar bir geçitte önden, arkadan ve yanlardan yoğun ateş açılmış. Tabur komutanı askerlerinin hayatını kurtarmak için teslim olmaya karar vermiş. Silahları, hayvanları ve donanımları Türklerin eline geçmiş. Daha acısı, Türkler en fazla kırk kırk beş kişiymişler.”

Gerçekten inanılmaz.”

Evet. Türklerin başındaki subay çok yamanmış. Aslında, efendim, ben Yunanlıların anadan doğma asker olan Türkleri nasıl yendiklerini hala merak ediyorum.”

Ben de Avrupa Savaşı'nda yedek subaydım, Kenan. Komutan her şeydir. Kahraman, yiğit, sıradan biri, aciz hatta korkak bile olabilir. Bu barışta anlaşılmaz. Savaşta anlaşılır. Türkler başkomutanları olan Mustafa Kemal Paşa'yı kaybedince, savaşı da kaybettiler.”

Ama onların yine toparlanacağına inanıyorum.”

Sonunda küçük bir otel buldular. Sadece bir oda vardı. Şanslı sayılırlardı. Parası olan Kilikyalı (Çukurovalı) göçmenler burada kalıyorlardı. Tuvalet koridorun sonunda ortaktı. Yemek vermiyorlardı. Kenan çarşıya gitti. Bir saat sonra, odalarında akşam ve sabah yiyecekleri haşlanmış yumurta, peynir, zeytin, soğan, ekmek ve küçük bir testi ayranla döndü. Karaborsadan Fransız Frangı ödeyerek benzin bulabilmişti. Osmanlı parasını istememişlerdi.

Ertesi sabah Pozantı’yı gezdiler. Göçmenler her yerdeydi: Okullar, istasyon, evlerin bahçeleri, samanlıklar, ağaçların altları, çamurlu yollar, kadın ve çocukların sürdüğü manda arabaları…

İki saat sonra Niğde yakınlarındaki mülteci kampındaydılar. Giriş yeri tam olarak belli değildi. Çocuklar ve kadınlar yarı çıplaktı, aralarında yetişkin erkek görünmüyordu. Scott üç yıl kadar önce, Mısır’da, İngiliz ordusunun esir kamplarını ziyaret ettiği günü hatırladı. Bayrağı dalgalanan Kızılay çadırına yöneldiler. Kenan, kolunda beyaz bantlı Kızılay işareti olan yaşlı adama kendilerini tanıttı. Adana’dan geldiklerini, kampın müdürüyle görüşmek istediklerini söyledi. Yarım saat kadar araçta beklediler. Sonunda orta yaşlı, fesli, gocuğuna sarılmış müdür göründü. Çamurlu bozuk yollardan geçerek, koruluğun ortasındaki bir çadıra geldiler. Odun sobasının üzerindeki çaydanlıktan çay ikram eden müdür bilgi vermeye başladı. Niğde kampı özellikle Adana yöresinden kaçanlar için kentin güneyindeki korulukta kurulmuştu. Orta Anadolu Cumhuriyeti'nin Kızılay’ı yönetiyor, İngiliz Kızılhaç’ı yardımcı oluyordu. Canlarını kurtarabilen Türkler, Konya, Niğde, Bor ve Ulukışla'ya gelmişti. Yaşam koşulları son derece ağırdı. Salgın hastalıklar, doktor ve ilaç yokluğu nedeniyle pek çok kişi yaşamını yitiriyordu. Tam olarak sayım yapılmamıştı. Kabaca hesaplamalara göre, Orta Anadolu Cumhuriyeti'nde yaşayan yedi milyon vatandaşın altı milyonu Türk idi. Bunların da bir milyon kadarı göçmenlerdi. Scott araya girdi, “Yani yeni devlette yaşayan altı Türk’ten biri mültecidir diyorsunuz, öyle mi?”

Müdür üzüntüyle başını salladı. “Her şehir ve kasabada kamplar kuruldu. Kiminde bin, kiminde on bin insan çadırlarda hayatta kalmaya çalışıyor. Buralarda yaşam çok zor, ama hiç değilse güvendeler, yaşıyorlar.” Gazetecinin not aldığını gören Müdür devam etti. “Kaynaklar barınma, beslenme, sağlık, iş ve eğitim gibi ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak. Kışın işler daha da zorlaşacak.” Müdür anlatıyordu. “Çoğu yollarda soğuktan, açlıktan, tifo, tifüs ve çiçek gibi bulaşıcı hastalıklardan telef oldu. Ayakta kalabilenleri yol kesen çeteler soyup soğana çevirdi. Sonra da öldürdü. Hiçbirinin kaydı tutulamadı. Zaten yetersiz olan nüfus ve tapu kayıtları düzmece yangınlarla veya soygunlarla yok edildi.” Kamptaki mülteci sayısı beş bine yaklaşıyordu. Binek hayvanları çaresizlikten gıda kaynağı olmuşlardı. Ama iyi haberler de vardı. Göçmenlere aile başına beşer dönüm arazi, yüzer adet de çoğu elma olmak üzere, meyve ağacı dağıtılacaktı.

Scott Müdür'ün görevlendirdiği biriyle fotoğraflar çekerek kampı dolaştı. Bazı göçmenlerle sohbet etti, onların öykülerini dinledi, notlar aldı. Bazılarının dostları ve yakınları silahlı Ermenilerce katledilmişti. Bazılarının çiftliği, bazılarının köyleri basılmış ve yakılmıştı. Ermenileri öldürdükleri iddiasıyla kurşuna dizilen, işkencelerden sonra fırında diri diri yakılan Türkler vardı. Bazı Kiliseler bomba yapım yeri, silah ve mermi deposu, bazıları da infaz yeri haline getirilmişti. Kuyulara atılan cesetler, ağaçlara asılanlar, üzerlerine bomba atılarak öldürülenler, başı kesilerek Adana'nın en kalabalık yerinde teşhir edilenler vardı. Bazı Türk kızları, Ermenilerle evlendirilerek Halep'e götürülmüştü. Sözde, Türklerce zorla Müslüman yapılan Ermeni çocuklarını kurtarıyorlardı. Türk ailelerinin eşyaları, ürünleri ve hayvanları Ermeniler arasında paylaşılmıştı. Yaşlı bir öğretmen farklı şeyler anlattı. “Adana ve Haçın’a nüfusta görülmeyen Ermeni komitecileri doluştu. Türk memurların işine son verdiler. Elebaşıları kaymakam yapıldı. İntikam komitesi Türklerin aleyhine çalışıyordu. Kürtlere ‘Siz Türk değilsiniz’, Araplara, ‘Sizler niçin Türklere tabi oluyorsunuz?’, Avşarlara ve Çerkezlere ‘Ayrı milletlersiniz, özgür olmak hakkınızdır, Türklerin yönetiminden ayrılın,’ diyorlardı.”

Sakat bir jandarma subayı ile de görüştüler. Katliamlardan önce, vergi toplayıcılar Türk köylülerine ve esnafına ağır cezalar yazarak işe başlamıştı. Ödenemeyen cezaları mallara el koymak izliyordu. Türklerin Hristiyanlara ve Kürtlere, özellikle de kadınlarına ve çocuklarına saldırdığı söylentileri çıkarılıyordu. Sonra silahlı çeteler Türklerin azınlıkta olduğu köylerde ve mahallelerde gece baskınları yapıyordu. Sorgusuz sualsiz cinayetler ve ırza geçmeler birbirini izliyordu. Basılmamış Türk evi ya da iş yeri kalmamıştı. Kaçmayanlar da vardı. Her şeyleri talan edilmiş, yakılıp, yıkılmıştı. Harabeleri tamir edip yaşamaya çalışacaklardı. Göğüslerinde yeni devletin bayrağının işlendiği üniformalarıyla amele taburlarında çalışmaya razı olmuşlardı. Kadınların çarşaf giymeleri, peçeyle yüzlerini örtmeleri güvenlik gerekçesiyle yasaklanmıştı. Camilerde ibadet kısıtlanıyordu. Bir kısım Türkler din değiştirmeye razı olmuştu. Alınlarına kutsal su sürülmüş, domuz sucuğu yemişlerdi. Atalarından bazılarının can korkusuyla Müslüman olduğu mazeretine sığınmışlardı. Verilen belgede İsa’nın vaftizden geçirilişinin resmi basılmıştı ve “Bu kişi Hristiyan olmuştur” yazıyordu. Erkekler artık fes giymeyeceklerdi. Kadınlar da sokaklarda yüzü açık dolaşacaklardı. Görünürde yönetim Fransızların elindeydi. Ama her köşeyi Ermeniler tutmuştu. Bazı Fransız subayları da Ermenilerle birlikte varlıklı Türklerden tehditle rüşvet ve para toplamaya başlamışlardı. Türklerden toplanan silahlar Ermenilere veriliyordu. Özel “Kışkırtma Grupları” oluşturulmuştu. Bazen bildiri dağıtarak, bazen de eylem yaparak Ermenilerin Türklere düşmanlığını körüklüyorlardı. Türkler boş durmamıştı. Toroslar çetelerle kaynıyordu. Vur emri çıkarılan firari Türk askerlerinin hepsi dağlarda eşkıyalık yapıyorlardı. Köylerden ve kasabalardan da aralarına katılımlar oluyordu. Ortalık kızışıyordu.

Karanlık basmadan bir saatlik uzaklıktaki Ürgüp’e gittiler. Scott Kapadokya’yı da görebilecekti. Ünlü peri bacalarını, kayaların içlerine oyulmuş evleri ve fresklerle süslü kiliseleri, binlerce yıllık uygarlıkların izlerini görmeden buraları terk etmek yanlış olurdu.

Özellikle Keltlerin izlerini...









***

Son söz.



Bu kitabı okuyan sabırlı ve dikkatli okuyucu, 1919-1922 arasındaki zaman diliminde, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüne benim gibi tanık oldu. 1920 Ağustos'undaki Sevr Anlaşmasını kabul etmeyen Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğindeki Türk milliyetçileri, yani Kuvayı Milliyeciler, 1921 Mayıs'ında kritik bir dönemeçte yıkıldılar. Büyük önderleri İngiliz istihbaratınca etkisiz hale getirildi. Mücadeleyi bırakmak zorunda kaldı. Uygur Türklerinin torunları bir ay sonra Yunan ordusuna yenildi. Ateşkes istediler. Asker ve sivil önderler Rusya'ya kaçmak zorunda kaldılar. Üç yıl kadar önceki İttihatçı liderler gibi...

Sonra ne oldu? Merak edenler için kısaca özetlemeliyim...

1921 sonunda imzalanan Roma Barış Anlaşması ile son Türk devleti tarihe karıştı. Yeni devletlerde uygulanan baskı ve eziyetler sonucunda Türkler Anadolu içlerine göçtüler. Sığınacakları başka yer kalmamıştı.

Hristiyanların “Türkiye” dedikleri Anadolu'nun birçok yerini gezdim, gördüm. Bu zor dönemi onlarla birlikte yaşadım. Anadolu, İngiltere, Fransa ve ABD tarafından küçük devletlere bölününce Bolşevik Ruslar paniğe kapıldı. Direnişçi Türkleri gizli olarak destekledi. Bakü'de üslenen liderlerini korudu.

Sonucu tahmin edebilirsiniz…

Bu anılarımı ayrı bir kitapta toplamayı planlıyorum...

İskoçya'daki atalarım Keltler ile Türklerin ataları Uygurlar arasında elle tutulur belge ve kanıtları bulamadığımı okudunuz. Bazılarınız bunun zaten bir hayal olduğunu düşünecektir. Bazılarınız da sislerin arasında kalan bazı izlerin farkına varmış olabilir. Ama şunu da unutmayın. Asya'dan bu topraklara gelen Uygurların torunlarını buldum.

Bektaşileri...

Sevgili eşim ve hayat arkadaşım sadık bir Türk Bektaşi’si Doktor Naciye ve ailesi sayesinde bu barışçı ve uygar insanları yakından tanıdım.

Amacımın heyecanlı, sürükleyici ve gerilim dolu bir öykü anlatmak olmadığını başlangıçta belirtmiştim. Ben yaşadıklarımı ve duyduklarımı yazdım. Bu bilgilerin unutulmaması ve devamının getirilmesi en büyük dileğimdir.





Scott Wallace

Haziran 1955

Edinburgh, İskoçya, İngiltere



Yayına hazırlayan

Bilge Wallace

Haziran 1971

Edinburgh, İskoçya, İngiltere











***

Öykünün Sonu.



12 Şubat 2019. Ankara.



Sonunda “Yirmibirden Sonra” adlı kitabı ve ona ilave olarak gelen güncel bilgi ve videoları okumayı ve izlemeyi bitirdim. Bu bir ay kadar zamanımı aldı. Değerli arkadaşım Hasan Algan ile bunları tartıştık.

Kitabın yazarı paralel evrende yaşayan Scott Wallace idi. Notlarını otuz yıl sonra toplayabilmiş, ancak bastıramamıştı. 1922'den kitabı yazdığı 1955'e kadar olanları ayrı bir kitapta toplayacaktı. Ama öldüğü 1970 yılına kadar bunu yapamadığı anlaşılıyordu. Oğlu Bilge Bey notlarını derlemiş ve kitabı bastırmıştı. Bana ayrıca yolladığı kısa notlarla ve videolarla da 2018’e kadar geçen zamanı doldurmaya çalışmıştı.

Son paragrafları şöyleydi:

Sevgili Önder Bey, kitabı sonuna kadar okuduysanız ve aktardığım tüm videoları izlediyseniz, aklınızda hala bazı sorular olduğunu tahmin ediyorum. O yüzden bu notları da sizinle paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm.

Babam Scott Wallace 1919-1922 yıllarını anlattığı ‘Yirmibirden Sonra’ kitabını küçük bölümler halinde yazdı. Çok meşguldü. Yarısına geldiğini söylerken, beğenmeyip tekrar başa dönüyordu. Romandaki kişiler ve bizzat yaşamadığı olaylar hakkında bazı ilave bilgilere ulaşıyordu. Araya başka işleri ve seyahatleri girince romanıyla ilgilenemiyordu. Ancak 1955 yılında bitirebildi. Ama yayıncı bulamadı. Bana bıraktı.

En iyisi bu gelişmeleri tarih sırasıyla anlatmak olacak.

Babam 1921 yılının Kasım ayında Niğde Mülteci kampını ziyaret etmişti. Ondan sonra Kapadokya'ya gitti. Ama kış bastırınca istediklerini yapamadı ve Konstantinopolis'e (İstanbul'a) döndü. Aralık başında düzenlenen ikinci Yeni Haçlı Koordinasyon Komisyonu toplantısını izlemesi gerekiyordu. On gün sonra da Barış Anlaşması imza töreni için Roma'ya gitti. Ardından 8 Ocak 1922'de annem Doktor Naciye ile İstanbul'da evlendi. Ben Konstantinopolis Cumhuriyeti'nde doğan ilk çocuklardan biri oldum.

1939 yılına kadar Konstantinopolis'te yaşadık. Babam gazeteciliğe devam etti. Sürekli olarak Orta Doğu'da ve Anadolu'da yeni kurulan devletleri ziyaret etti. Fırsat buldukça da tarihi araştırmalarına devam etti. İkinci Büyük Savaş'ı daha iyi izleyebilmek ve aile sorunlarını halledebilmek için İskoçya'ya taşındık. Liseyi Edinburgh'ta okudum. 1970'te babam ölene kadar orada yaşadık. Scott Wallace yıllarca, bulabildiği her fırsatta, Asya'da Uygur ve Kelt izlerini aradı. Erişilemeyecek veya kaybolduğuna inanılan bilgi kaynaklarını bile araştırdı. Zamanın derinliklerine ve kayıp antik uygarlıkların ötesine ulaşmaya gayret etti. Yaşamının gayesi ailesinden çok bunlar olmuştu.

Metni okumaya ara verdim…

Scott Wallace'ın, yaşadığı yıllarda bulunsaydı, mutlaka Göbeklitepe'yi de görmek isteyeceğini düşündüm. O öldükten yirmi beş yıl sonra bulunan dünyanın ilk tapınağı, Urfa yakınındaydı. 12 bin yıl önce inşa edilmişti. Bilinen yazılı tarihe meydan okuyordu. Yapanların Sümerlerden binlerce yıl önce, Asya'dan gelenler olması mümkündü.

Bilge Bey'in notuna döndüm...

Ben de fırsat buldukça babamın izlerinden gitmeye çalıştım. Her fırsatta Anadolu topraklarında Keltlerin izlerini aradım. ‘Orta Anadolu Cumhuriyeti Galatyalılar Araştırma Vakfı’nı kurdum. Dil bilimcilerinin, Keltçe, İskoçça, Baskça, Türkçe, Asya’daki Türk lehçeleri arasındaki benzerlikleri üzerine yazdıklarını da inceledim. Bu konuları içeren bir kitap yazdım. Son düzeltmeleri yapması için genç bir arkadaşıma rica ettim. Basılınca elektronik kopyasını size de göndermeyi umuyorum.

Bizim dünyamızdaki gelişmeleri de otuzar yıllık dilimler halinde özetledim. Belki o kayıp zamanları da bilmek istersiniz.

1922-1950 arası gelişmeler:

İngiliz mandası OAC'nin nüfusu 7 milyondan 12 milyona çıktı. % 75'i yoksul ve orta halli Türk, kalanı zengin Hristiyanlardı. Milliyetçiler Misakı Milli için; İslamcılar Kürtlerle, Araplarla ve İranlılarla birleşme için; Osmanlıcılar Hristiyan ve Müslüman devletlerle yeniden ortaklık için mücadele ettiler. Ayrılıkçılar Anadolu Selçukluları gibi beylikler için uğraştılar. Hepsinin ayrı siyasi partileri, dernekleri, silahlı çeteleri oldu.

Konstantinopolis (İstanbul) ve Boğazlar için OAC ve Yunanistan Krallığı arasında sürekli sürtüşme ve rekabet yaşandı. Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler) ve İngiltere arasında da benzer sürtüşme devam etti.

12 Adalar ve Antalya için İtalya ve Yunanistan Krallığı arasında siyasal kriz çıktı. İtalya Roma İmparatorluğu'nu canlandırmaya çalışınca. direnişçi Türklere yardımı kesti, Almanya ile ittifak yaptı. Ve İkinci Büyük Savaş'ta yenildi. Mersin'in 40 km doğusuna ve batısına sahip olan OAC toprakları da zaman zaman İtalya ve Kilikya Yeni Haçlı Devleti arasında sorunlara neden oldu.

Pontus Devleti, ortağı Batı Ermenistan Cumhuriyeti ile sorunlar yaşamaya başladı. Kıbrıs gibi, Yunanistan Krallığı'na iltihak için, yani ENOSİS için çalışmaya başladı.

1950-1980 arası gelişmeleri de özetledim:

Anadolu ve Orta Doğu'daki manda yönetimleri başarısız oldu. Adaletsizlik, haksız vergiler, adam kayırma, yolsuzluk, kaçakçılık ve karaborsa önlenemedi. Manda yönetimleri 1950 yıllarında sona erdi.

Bağımsızlığını kazanan OAC'nin nüfusu 12 milyondan 20 milyona çıktı. % 80'i yoksul ve orta halli Türk, kalanı zengin Hristiyanlardı. Organik tarım, hayvancılık, balıkçılık, gıda sanayii, ticaret, sağlık ve doğa sporları turizmi gelişti. Tüm siyasi partiler Osmanlı öncesi Karaman Beyliği gibi örgütlenmeyi benimsediler. OAC 1965'te ABD yönetimindeki Orta Doğu Konfederasyonu'na katıldı.

Sovyetler Batı Ermenistan ve Pontus topraklarından bazı kesimlerin kendisine bağlanması için halk oylaması yapılmasını istedi.

Batı Ermenistan, Kilikya Yeni Haçlı Devleti ve Kürdistan Krallığı da 1965'te ABD yönetimindeki Orta Doğu Konfederasyonu'na katıldı.

Pontus halk oylamasıyla Yunanistan'a katıldı.

İkinci Büyük Savaş'ta yenilen İtalyanlar, 1946'da, 12 Adalar ve Antalya bölgesini Yunanistan Cumhuriyeti'ne terk etti. OAC'nin itirazları BM'de kabul edilmedi. Kıbrıs 1965 yılındaki halk oylamasıyla Yunanistan Cumhuriyeti'ne katıldı.

Mersin’in 40 km doğusu ve batısı OAC toprağı olarak kaldı. Burası Yunanistan Cumhuriyeti ve Kilikya Yeni Haçlı Devleti arasında sürtüşme konusu olmaktan kurtulamadı.

Son olarak 1980-2019 arası gelişmeler:

Petrol ve doğalgaz dönemi bitiyor. Dünyanın güneş çevresinde ve kendi ekseninde dönüşü enerjiye çevrilebiliyor. Din, mezhep ve etnik çatışmaların arttığı Orta Doğu Konfederasyonu dağılıyor.

SSCB baskıcı komünist sistemini zamanla yumuşattı. Tek partili komünist düzeni devam ettirdi ama ekonomik olarak liberal sistemi yerleştirdi. Aynı hamleleri yapan Çin ile arasını düzeltti.

Şimdi Doğu’yu bu iki ülke temsil ediyor…

ABD ve Avrupa Birliği de, tahmin edeceksiniz, Batı’yı temsil ediyorlar…

7 milyar nüfuslu dünya Üçüncü Büyük Savaş'a gidiyor. Ticaret savaşları yanında, kitle imha silahları ve yapay zekâ ile donatılan robotlarla destekli askeri güçler insanlık için büyük bir tehdit oluşturuyor. Uzayda, havada, denizde ve karada…

Tarih öncesindeki Mu ve Atlantis İmparatorlukları arasındaki korkunç savaş gibi bir felaketten endişe ediliyor...

Evrenimizden evreninize Selam ve sevgiler...”

Bunlar Bilge Bey’in son sözleriydi. Aradan aylar geçmiş, başka haber alamamıştım. Scott sürekli okuyor, araştırıyor, bilgi topluyordu. Ama hedefine ulaşamamıştı. Yine de birikimleri çöpe gitmemiş, bir kitap yazmıştı.

Peki, ben Önder Üsküplü, bu kitaptan neler öğrenmiştim?

Birincisi: Aldığınız her karar ve yaptığınız her seçim yakın ve bazen de uzak çevrenizi etkilerdi. Farkında olmazdınız. Ama liderler söz konusu olunca durum ciddileşiyordu. Bu bir ulusun kaderini değiştirebiliyordu.

Bazen de dünyanın…

İkincisi: Türkiye cumhuriyet tarihinde üzerinde pek durulmayan bir dönemeç vardı. Osmanlı, 1683 Viyana bozgunundan, Ağustos 1921’deki Sakarya savaşına kadar yenilmiş ve geri çekilmişti. Ama Yunanlıların durdurulduğu Sakarya savaşı hayati bir dönüm noktasıydı.

Mustafa Kemal Paşa’nın Atatürk olmasında bir kilometre taşıydı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin işaret fişeğiydi…

Dahası, Eskişehir-Kütahya savaşlarında verdiği hayati geri çekilme kararı bizleri bu günlere ulaştırmıştır:

Sakarya’nın doğusuna çekileceğiz!”

O kadar geniş vatan toprağı düşmana terk edilemez Paşam!”

Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.”

Bilge Bey’in evreninde bu karar verilememişti. Mustafa Kemal felç olmuştu. Fevzi Paşa’ya göre, Sivrihisar doğusunda da uygun mevziler vardı. Ama olmamıştı!

Mustafa Kemal sistemden nasıl çıkarılmıştı?

Onların evreninde, Ankara'da Erkânı Harbiye (Genelkurmay) Karargâhına berber olarak yerleştirilen İngiliz ajanı Rum Yorgi ancak saldırıdan sonra yakalanmıştı. Oysa bizim evrenimizde Fevzi (Çakmak) Paşa Yorgi’yi tanımış ve onu divanı harbe vermişti.

Onların evreninde, Ankara’ya, Hint Müslümanların temsilcisi gibi gelen, Mustafa Kemal’i öldürmekle görevli casus Mustafa Sagir görevini önemli ölçüde başarmış, ancak daha sonra kaçarken yakalanmış ve intihar etmişti. Bizde ise Sagir Kütahya-Eskişehir Muharebelerinden (10 - 24 Temmuz 1921) iki ay önce casus olduğu anlaşılarak yakalanmış ve 24 Mayıs 1921 günü idam edilmişti.

Onların dünyasında, yüz yıl önce Kafkaslarda ve Balkanlarda başlayan göçler bitmemişti. Göçmenlerin çocukları da torunları da göçmenlik yazgısını tadıyorlardı. Son adresleri Anadolu’nun ortasıydı.

Onların dünyasında iyiler kaybetmiş, kötüler kazanmıştı...



















Yararlanılan Kaynaklar


6 AY (SAMSUN’DAN ÖNCE BİLİNMEYEN). Alev Coşkun

ahistoryofgreece.com

ANADOLU İHTİLALİ. Sabahattin Selek

ANADOLU'DA YUNAN İŞGALİ. Metin Aydoğan

ANKARA 1920’LER VE ÖTESİNDEN. Yalçın Ergir

ATATÜRK Jorge Blanco Villalta

ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ Çeşitli Makaleler.

BİR DEVLETİN YENİDEN DOĞUŞU Arnold Joseph Toynbee

BİTMEYEN OYUN, Peter Hopkirk

BOZKURT, Harold C.Armstrong

CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI VE ÇEŞİTLİ MAKALELER, Sinan Meydan

ÇANKAYA, Falih Rıfkı ATAY

ÇANKAYA AKŞAMLARI, Berthe G. Gaulis

DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ, Prof. Dr. Ali Dönmez

EFENDİ, Soner Yalçın

ERMENİ SORUNU VE ALMANYA, Selami Kılıç.

GİZLİ BELGELERDE MUSTAFA KEMAL-VAHDETTİN VE KURTULUŞ SAVAŞI, Salâhi R. Sonyel

GİZLİ TARİH, Yalçın Küçük

Google

GÖÇLERİN EN ÖNEMLİ SEBEBİ KATLİAMLAR. H.Yıldırım Ağanoğlu

http://www.greeceindex.com

HİSTORY OF THE GREEK NATİON, Vol. XV

İNGİLİZ GİZLİ BELGELERİNDE TÜRKİYE, Erol Ulubelen

İTTİHAT VE TERAKKİ TARİHİNDE ESRAR PERDESİ Mustafa Ragıp

JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT TERAKKİ, Sina Akşin

KELTLER ANADOLU’YA GELİYOR BÖLÜM IV www.nadirelibol.com.tr/text/galatlar.html

KURTULUŞ SAVAŞI HAVA HAREKÂTI http://www.tayyareci.com

KURTULUŞ SAVAŞI İLE İLGİLİ İNGİLİZ BELGELERİ. Gotthard Jaeschke

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN MALİ KAYNAKLARI. Alptekin Müderrisoğlu

KUTSAL İSYAN. Hasan İzzettin Dinamo

LENİN DÖNEMİNDE TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ. Özlem Çolak

MECMUAYI TEVARİH-İ OSMANİ.

MİLLİ MÜCADELE’DE İNGİLİZ BASINI II, 1920-1923 SEVR’DEN LOZAN’A. Prof. Dr. Ergün Aybars

MİLLİ MÜCADELE'DE İTTİHATÇILIK. Erik Jan Zürcher

MİLLİ KURTULUŞ TARİHİ. Doğan Avcıoğlu

MILITARY HISTORY OF THE GREEK NATION

http://military.wikia.com

MİT DÜNDEN BUGÜNE GİZLİ DÜNYANIN BİLİNMEYENLERİ. Tuncay Özkan

MUSTAFA KEMAL’İN GİZLİ TEŞKİLATI. Sami Karaören

MUSTAFA SAGİR. Murat Sertoğlu

NUTUK. Mustafa Kemal Atatürk

OSMANLI DÖNEMİNDE İNGİLİZLERE TÜRKÇE ÖĞRETİMİ DOKTORA TEZİ. Erhan Yeşilyurt

OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE GİZLİ DEVLET. Öner Gürcan

ÖTEKİ TARİH ve ÇEŞİTLİ MAKALELER. Ayşe Hür

PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDAKİ YUNAN İSTEKLERİNİN BATI BASININA YANSIMALARI. Dilara Uslu

SON PADİŞAH VAHİDEDDİN. Yılmaz Çetiner.

ŞU ÇILGIN TÜRKLER. Turgut Özakman

TEK ADAM. Şevket Süreyya Aydemir

TEŞKİLATIN İKİ SİLAHŞORU VE ÇEŞİTLİ MAKALELER. Soner Yalçın

TÜRKİYE'DE AMERİKAN MANDASI. Mine Erol

TÜRKİYE’NİN SİYASİ İNTİHARI YENİ OSMANLI TUZAĞI. Cengiz Özakıncı

VAHDETTİN DOSYASI. Sinan Meydan

VAHİDUDDİN. Necip Fazıl Kısakürek

VENİZELOS'UN PONTUS KOMPLOSU, YUNANİSTAN'IN ERMENİLERLE İTTİFAK ARAYIŞI. Doç. Dr. Mehmet Okur

tr.wikipedia.org

YUNAN İŞGALLERİ KARŞISINDA GÖÇ HAREKETİ Emine Pancar


Hiç yorum yok: