İsmail’den
Pehlevi’ye ve Humeyni’ye...
Aralık 2016
Şaban Recai Öztürk
İran entelektüel bir ülkedir, bizden daha entelektüeldir. Çok iyi ressamlar, çok iyi edebiyatçılar ve çok iyi dil bilirler. Enteresan bir şekilde de kendi sahalarına çok hâkimler. İki sene evvel İstanbul'da bir İran kongresini açtım, orada hiç İran vatandaşı yoktu, sadece Amerika ve Avrupa'dan göçmenler vardı. Erkek, kadın profesörler inanılmazdı. Zaten yayınladıklarına bakarsanız fevkalade üstünler. Bizim bu kültürle bir araya gelmemiz lazım. (İlber Ortaylı. 12.3.2015)
Son zamanlarda
sık sık gündeme getirilen Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) İki büyük oyuncusu
olan Rusya ve Çin’i mercek altına almaya çalıştık. Sıra ŞİÖ gözlemcisi olan İran’da…
Amerikan ve Batı
sömürgeciliğine direnen, Şanghay İşbirliği Örgütü ile yakın ilişkide, Hazar
Denizi işbirliğini yürüten, Türkiye ile dengeli politikaya önem veren
özelliklerini yok saydığımız “Şeriatçı” İran İslam Cumhuriyeti hala gözlerimizi
bağlıyor. İran'ın bugünkü rejiminin Atatürkçü temel ilkelere dayanan
felsefemizle bağdaşmadığı, hatta karşıt olduğu doğrudur. Ancak İran ve Türkiye
bölünmeye ve parçalanmaya da hassastır. Batı’nın hallettiği, Türkiye’nin jeopolitik
dengesini bozan “Kuzey Irak’taki Kürt oluşumu ile
Türkiye Kürtçülüğünün birleştirilmesi” gibi gelişmeler İran’da
da yaşanabilir. Azeriler “Güney Azerbaycan” konusunda hareketlendirilebilir. İran'da
bizi derinden etkileyecek gelişmeler şaşırtıcı olmamalı.
Zaman azalıyor. Türkiye’de
İslamcılar-liberaller-Kürtçüler ortaklığı ile milliyetçiler arası
mücadele çoktandır milliyetçiler aleyhine döndü. Şimdi İslamcılar-liberaller-Kürtçüler
ortaklığı da bozuldu, ama İslamcı zihniyet hala yönetimde ve giderek
saldırganlaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler kuruluş felsefesini geriye
döndürme ve başka bir yöne çevirme yolunda. Ama İran’da tam tersi yönde bir
hareket var. İran’da muhalefetin büyüdüğünü ve rejimi ele geçirebileceğini, “Türkiye
ile İran’ın yer değiştirdiği; Türkiye’nin İslami bir konfederasyona, İran’ın
ise demokrasiye dönüştüğü bir durumu imkansız görmüyorum.
Ekonomisi,
silahlı kuvvetleri ve siyaseti Batı’ya ipotekli, enerjisi Rusya ve İran’a
bağımlı konfederasyon yolundaki Türkiye, Batı’nın model biçtiği Ortadoğu’ya yönlendiriliyor.
ABD ile yumuşamadan sonra, zenginleşen, eğitimli, laik, orta sınıfın yöneteceği
zayıflatılmış İran ise Asya’ya itilecek gibi görünüyor.
Yine tarihsel
ayrılık...
Acem ülkesi, Şiiliğin
anayasasında yer aldığı tek İslam devleti İran’la ilgili notlarım ve
düşüncelerim…
Önce her zamanki
gibi özet tarihi...
M.Ö. 3200-M.Ö.
700 arasında İran’da çeşitli krallıklar,
Elamlılar ve Medler
görülüyor. İran’ın temelini M.Ö. 600’lerde Pers kökenli Ahamenişler-Hehamenişiler
atmış. M.Ö. 539’da Persler Babil İmparatorluğuna son vererek Yahudileri Babil
esaretinden kurtarmış. M.Ö. 532’de düşman Hindistan’da üst sınıfın zulmünden kaçan kölelerin sığındığı Persler Hind'e
meydan okuyarak Zerdüştlüğü kabul etmiş. Tuna’dan Hindistan’a ve Karadeniz Bölgesine
kadar egemen olan Persler, Zerdüştlük sayesinde özel bir kimlik edinmiş ve en önemli sosyal emir olan çiftçilik ve
hayvancılıkla uğraşarak yerleşik hayata geçmiş. Persler M.Ö. 494’te felsefenin
merkezi, çoktanrılara ilk itirazları yapan İyonya Okulunu (Milet’i) yok etmiş,
ama 4 yıl sonra, Atina kuzeyindeki Maraton savaşında yenilmiş.
M.Ö. 325 önemli bir dönemeç. Makedonya’lı Büyük İskender, Persleri yenerek Hindistan’da
İndus nehrine ulaştı ve Batı dünyası ile Doğu dünyası kısa bir süre birleşti. Ünlü
Persepolis kentini yok etti. Batı dünyasını Doğu’nun Barbar sürülerinden korudu
(!) Bunun sonucunda Roma doğdu. Ortalama 300'er yıl etkili olan iki büyük
karşılıklı sefer, sonraki 2.300 yıllık tarihin ana motoru oldu.
İskender'den
sonra halefi Selevkoslar (Selefkiler) M.Ö. 330–150 arasında İran’a egemen oldu.
Onları Arşaklılar (Partlar, M.Ö. 250–M.S. 226) izledi. Fırat nehri M.Ö. 66’da Romalılar
ve Partlar arasında sınır oldu. M.Ö. 53’teki
ünlü Karrhae Savaşında, Partlar, Romalıları Harran yakınlarında yok etti. Roma M.S. 112’de Partları yenerek Doğu
Anadolu ve Mezopotamya’yı aldı.
İran’da 224’te
başa geçen Sasani hanedanı 288’de
Roma ile anlaştı, Fırat Roma ve Persler arasında yeniden sınır oldu. Bu sınır Bizans
döneminde de fazla değişmedi. 637’de Kadisiye Savaşında yenilen, çoğunluğu Zerdüşt
dinindeki Sasani İranlılar İslamı kabule zorlandı, 661’de iktidarı ele geçiren Emevi
Halifesi İran’ı kendine bağladı.
680’deki Kerbela
olayı İran, İslam
dünyası ve Hıristiyanlıkta
1517’de başlayan Protestanlık gibi dünya
için çok önemlidir. Hz. Muhammet'in kızı Fatma ve Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin,
üvey oğlu Abbas
ve yanındakilerin, Emevi Halifesi Muaviye’nin oğlu Yezit güçlerince Kerbela'da
öldürülmesi, İslam
dünyasında derin bir yara açtı.
Burada Şiilik
hakkında bir özet gerekli...
Kerbela’dan
sonra Muaviye Emevi hanedanını kurdu, İslam ikiye bölündü. İran öldürülen Hz. Ali’ye,
oğulları Hasan
ve Hüseyin’e
sahip çıktı. Sadece Hz. Ali ve Peygamber’in kızı Fatma’nın soyundan gelenlerin
halife olacağını savundu. Emevilerin ve ilk üç halifenin (Ebubekir, Ömer ve Osman)
zorba olduğunu ileri sürerek halifeliklerini kabul etmedi. Şiilik ortaya
çıktı. Başlangıçta göçebe toplumlar ve köle sınıfı Şiiliği tuttu. Farslar önceleri İslam'a
karşı direndi, eski Fars, Pers ve Sasani kültüründen ayrılıp İslam
dünyasında ve İslam
kültüründe kaybolmak istemedi, Sünni-Arap dünyası içinde asimile olmaktan
endişe duydu. Müslümanlığı
Şiilik
temelinde kabul etti. Bu önemli fark sayesinde Farslar, kendi kültürünü devam
ettirebildi. İslam’ın
en örgütlü kesimi Şiiliğin Sünnilikten farklarından biri de, ölçüleri, sınırları oturmuş
bir dini hiyerarşiye sahip olması ve Şiilerin çoğunluğunun bu hiyerarşiyi kabul
etmesi. Dünyadaki 1,5 milyar Müslümandan 120 milyon Şii, İran, Irak, Suudi Arabistan’ın doğusu
ve Bahreyn’de çoğunlukta; Lübnan, Pakistan, Hindistan ve Afganistan’da önemli
oranda; Suriye’de ise azınlıkta ama yönetimde. Şiilere göre, 873’te kaybolan Onikinci İmam Muhammed
el-Mehdi’nin 67 yıllık “Küçük Saklanma (gaybet-i suğra)” dönemi 940’ta bitti.
Göründükten kısa süre sonra tekrar kayboldu ve “Büyük Saklanma (gaybet-i
kübra)” dönemi başladı, halen devam ediyor ve ilerideki bir tarihte dünyaya
döneceğine ve adaleti getireceğine inanılıyor.
İslam, Emevilerin son dönemine kadar, Arap
milliyetçiliği demekti. 750’de, Haşimi soyunun Abbas kolu, Türklerin
desteğiyle, Emevilerden halifeliği ve iktidarı ele geçirdi. Abbasiler Arabistan’ın
bağnazlığını ve sofuluğunu, İran’ın kuralsız yaşam biçimiyle bağdaştırmaya çalıştı. Kültürde
İran’ı,
inançlarında Arabistan’ı örnek aldı. İslamın Arap karakterini geri plana attı.
Diğer kavimlerle uzlaştı. Askeri alanda Türklerin gücüne başvurdu. 750-1258 arasındaki Abbasi döneminde devlet merkezi ve halifelik Şam’dan Bağdat’a taşındı.
900’lerde İran
coğrafyasında İslamiyeti
doğuya ve batıya taşıyan Türk hanedanları olan Harezmşahlar, Gazneliler, Karahanlılar
ve Selçuklular görülür. Mücadele İran
ile Turan arasında, yerleşikler ile göçebeler arasında, İranlılaşan Türkler ile
Araplaşan İranlılar arasında sürecektir.
Bu arada, Şii Fatımiler (İsmailiye
mezhebi) de 909’da Tunus’ta ayrı bir Halifelik kurmuş. Mısır’ı 969’da fethedip
halifelik merkezini Kahire’ye taşımış, Suriye, Mekke ve Medine’ye de egemen
olmuş.
945’te, Abbasi Halifeliğini
elle geçiren Şii
Büveyhiler yönetimindeki İran, Selçuklular 1055’te Bağdat’ı alıp, Halife’yi
haraca bağlayınca, Türk egemenliğine girmiş.
Sünnilik tekrar öne çıkıyor…
Batı dünyası ve Hristiyanlığın,
Abbasi-Selçuklu ittifakının Şiiliği yok ederek, islamın tek bayrak altında toplanacağından
korktuğunu ve 1096-1291 arasındaki Haçlı Seferlerine başladığını
hatırlıyorum.
1059’da
İsfahan’ı başkent yapan, Sünni Halifeliğin koruyucusu Tuğrul Bey’in Büyük (İran) Selçuklu
İmparatorluğunun Bizans’a ve İslam dünyasına egemen olma dönemi başlıyor. Bu, Sünni sıfatının
arkasında “Şaman Kültürü”nün sürdürebildiği, geniş at sürülerinin ihtiyacı olan
iklime ve otlaklara sahip İran yaylalarındaki dönem.
1063-1073 Alp
Arslan dönemi, 1073-1092 Melikşah dönemi ve ünlü vezirleri Fars Nizamülmülk
(ölümü 1092) dönemi Selçukluların büyük atılımlarının incelenebileceği ayrı bir
kitap konusu...
1090’da Bâtıniler
gizli cemiyetinin ünlü lideri Hasan Sabbah, Kuzey İran’da Alamut Nizari devletini kurmuş. Büyük Selçuklu
Devleti’nde silahlı yandaşlarının sayısı 40.000’e ulaşan, Hasan Sabbah
liderliğindeki Bâtıniler
Vezir Nizamülmülk dâhil 134 kişiyi katletmiş. 1094’te Şii Fatımi Halifesi Mustansir’in
ölümüyle İsmaili hareketi bölünmüş, Hasan Sabbah aşırı kanat Haşhaşin lideri olmuş.
Birinci
Haçlı Seferinde, 1099’da, Kudüs alınınca, buraya giden hacıları ve Avrupalıları
korumak için devreye giren Tapınak Şövalyeleriyle Haşhaşinlerin ilgisi hala Masonluk
üzerinden tartışılıyor.
Semerkant
yakınlarında 1141 Katvan Savaşında, Selçuklular Budist Karahitaylar’a-Kitanlar’a
karşı bozguna uğradı, Talas’ın rövanşı, İslam’ın yenilgisi olarak algılandı ve Büyük
Selçukluların sonu oldu. Daha sonra Harezmşahlar İmparatorluğu, Karahitaylar ve
Karahanlılara son verdi.
İran 1220‘de Cengiz Han, 1370-1507 arasında Akkoyunlular, Karakoyunlular
ve Timur İmparatorluğu yönetimine girmiş.
1473 Otlukbeli
Savaşı Batı ve Orta Anadolu’ya egemen Osmanlı Türkleriyle Doğu Anadolu’ya
egemen Akkoyunlu Türklerinin mücadelesinin sonunu getirdi. Kaybeden Akkoyunlu
hükümdarı Uzun Hasan kendine bağlı Türk aşiretleriyle İran’a geçti. İzleyen yıllarda kısmen boşalan Doğu ve Güneydoğu yaylalarına
Elcezire bölgesinden Kürtler yerleşti ve Türk sultanlarının himayesine girdi.
Akkoyunlular İslam
tarihinde Şiiliği
mezhep olarak resmen tanıyan ilk devlet olmuş...
İran’da yönetimi
kaybeden Türkmen Akkoyunluların yerine Azeri Türkü Safeviler geçmiş. Tebriz'de Safevi
Devletinin kurulduğu yıl olan 1501 modern İran tarihinin başlangıcı kabul
ediliyor.
İran Safevilerin
1501-1736 arasındaki 225 yıllık döneminde tekrar Şiiliğe geçmiş. Avrasya’da Türk
Dünyasını ikiye bölen Safevi devletine
yakından bakmak gerek…
Safeviler devlet
işlerinde Farsçayı tercih etti, ama Sarayda ve Kızılbaş askeri teşkilatında
Türkçe kullanıldı. Osmanlı hükümdarları şiirlerini Farsça yazarken, Şah İsmail
Azeri Türkçesi ile yazdı.
Soyu Hz. Ali’ye
ve son Sasani kralı 3. Yezdgerd’e dayandırılan Şah İsmail'in dedesi Safiyüddin
İshak, başına geçtiği Zahidiye Tarikatı'nı kendi ismiyle Safeviye Tarikatı'na dönüştürüyor. İsmail’in
annesi Uzun Hasan’ın kızıdır. Babası Haydar’ın İranlı olduğu söylenir.
Şeyh İsmail, 1400’lerde Osmanlı’nın yasadışı ilan ettiği
Azerbaycan'dan Anadolu içlerine kadar yayılan, Alevi ve göçebe Türkmen boylarını ruhani
otoritesiyle birleştiriyor. Yani küskünler kendilerine sığınacak bir liman arıyorlar.
Hazreti Ali’nin
soyundan gelen 11 yaşındaki Şeyh İsmail Akkoyunluları yenip, önce Azerbaycan
Şahı oluyor. Sonra tüm İran’ı ele geçirerek, İran Şahı oluyor. Yıl 1502'dir. Safevi Devleti'nin
kurulmasında ve gelişmesinde Anadolulu ve Suriyeli Ustaçlı, Rumlu, Musullu,
Tekeli, Bayburtlu, Karadağlı, Dulkadirli, Karamanlı, Varsak ve Avşar Alevi Türkmen boyları
önemli rol oynamış.
Yani küskünler…
İsmail, Osmanlı
saldırılarından korunurken, Akkoyunlu kalıntılarını ezerek güçleniyor. 1504’te Tebriz’i alarak başkent
yaptığında 13 yaşındadır. 1510'a
kadar, Hemedan, Şiraz, Kirman, Şiiliğin kutsal mekânları Necef ve Kerbela, Van,
Bağdat, Horasan ve Herat şehirlerini zapt ediyor. Orta Asya'da Özbeklerin başat
olduğu Sünni
hanlıklar ile Azerilerin başat olduğu Şii Safeviler arasında başlayan din ve mezhep savaşları,
Türkistan ile İran'ın organik bağlarını koparıyor. İslam dünyasındaki dinsel hizipleşme
Safevilerle büyüyor.
Batı’da Sünni
Osmanlı, Doğu’da Sünni Türkistan, ortada Şii İran Safevileri. Hepsi Müslüman ama
birleşemiyorlar…
Şiiler de iki
ana gruba ayrılmıştır. Ortodoks Şiiler (Oniki İmam Şiiliği) ve heterodoks Şii Kızılbaşlar (Oniki
imamcı Tasavvuf, Aleviliğin Safevi versiyonu).
Ama Şah İsmail,
uzlaşması mümkün olmayan Şii din adamlarını sadakatleri karşılığında toprak ve para ile
ikna ediyor. Şiilik,
Safevilerin soylarını Yedinci Şii imama bağlayarak İran’da saltanatlarını
pekiştirmeleri ile ilk kez siyasi güce ulaşıyor.
Ama İsmail
güçlendikçe, merkezi ve nizami sisteme geçtikçe, işler değişiyor…
Çoğunluğu
oluşturan İran Sünnileriyle,
heterodoks sufi tarikatlarla, Kızılbaş Türkmen aşiretleriyle çatışıyor.
Osmanlı’dan daha gaddar davranıyor.
Şah İsmail, çok
önemli bir değişime imza atıyor. İran'ın Sünni ahalisinin mezhebini zorla değiştiriyor. Sünni ulema öldürülüyor veya sürgün
ediliyor. Nimetullahi tarikatı dışındaki pek çok tasavvufî Sünni ve Şii
tarikata izin verilmiyor.
Şah İsmail Safevi Devleti'ni kurduktan sonra
devamlı sürtüşen iki etnik grubu uzlaştırılmaya çalışmış.
Türkleri ve
Farsları…
Alevi Türkmenler onu güce taşıyan askeri becerileriyle, klasik İslam
toplumunun ehli
kılıcıdır (Seyfiyye).
Farslar ise dinsel ve bürokratik
sınıfları oluşturan ehl-i kalemdir (Kalemiyye).
Ama göçebe Alevi
Türkmenlerin toplumsal yapıları geleneksel İran sınıflı yapısı ile uzlaşamamış.
Bu, daha önce İran'da kurulan Büyük Selçuklu Devleti'nin çöküşünde de
önemli etkenlerden biriydi.
Şah İsmail 1508’den, öldüğü 1524’e kadar vezirliğe peş peşe beş Farsı
atamış. Fars
vezirlerden ikincisi Türkmen ordunun komutasına getirilince, emrine girmek
utanç sayılmış ve savaş meydanında yüzüstü bırakılan vezir feci bir biçimde
katledilmiş. Dördüncü Fars vezir bizzat Türkmenlerce katledilmiş, beşincisi
Türkmenlerin isteği ile öldürülmüş. Türkmenler Tacik dedikleri yerli İranlıların
başkentte mali işlerle ilgilenmelerini yeterli görmüş.
Fakat sonunda, Türkmen
devleti olarak doğan Safeviler Fars kimliğine bürünüyor...
Osmanlı ne
yapıyordu bu yıllarda?
Yavuz Sultan
Selim’in en büyük amacı Doğu’daki bütün
Türk devletlerini tek bir çatı altında birleştirmekti. İsmail'in
faaliyetlerini yakından izleyen ve onun 1511'de
Anadolu'da çıkarttığı Şah Kulu ayaklanmasıyla ne kadar etkili olabileceğini
gören Yavuz, Safevileri ezmek maksadıyla, Doğu Anadolu ve Azerbaycan üzerine
yürüdü. Top ve tüfeklerle donanmış piyade ağırlıklı Sünni Osmanlı, 1514’te, Van gölü kuzeyindeki Çaldıran’da, daha ilkel silahlarla
savaşan süvari ağırlıklı Şii Safevileri yendi. Şah İsmail tahtını terk ederek
kaçtı ve eski gücünü kaybetti. Yavuz Tebriz’e girdi, şehirdeki birçok sanatçı
ve ilim adamını İstanbul’a gönderdi. Şah İsmail'e karşı yanında yer alan Kürt
aşiret ağalarına özerklik verdi; Doğu Anadolu miri toprak olmaktan çıkarıldı.
Bölgeye egemen olan Kürt aşiretleri, Osmanlıya dayanarak Alevi Türkmen
aşiretleri ezdi.
Şiiler bunu İKİNCİ
KERBELA olarak nitelendirir…
Sünni Akkoyunlu
Türkmen boyları da Tebriz'den alınarak Erzurum, Gümüşhane, Bayburt ve Trabzon'a
yerleştirildi.
1517
tarihi de önemli
bir kavşak. Yavuz, Ridaniye zaferinden sonra, Mısır’daki Sünni halifeliği ele
geçirince, Osmanlı’da Sünnilik oldukça öne çıktı. Osmanlı sarayı Türklüğü ikinci
plana atarak, İslam ve Osmanlılık kimliğini öne çıkardı. Sünni Şafi mezhebi Nakşibendî
tarikatı mensubu Kürt mollası Şeyh İdrisi Bitlisi’nin
önerisiyle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, Alevi Türkmenlerden 40.000’i katledildi.
Kıyımlardan kaçanlar Şii İran’a, Safevi Devletine sığındı. Bazı Alevi
Türkmenler, ovalardan dağlara göç etti, dillerini yer yer yitirerek Kürtçe
konuşmaya başladı.
Babası Şah
İsmail'in ölümü üzerine, 1524'te
10 yaşında tahta çıkan Şah Tahmasb, tahta çıktığını Kanuni Sultan Süleyman'a
bildirmemesi ve Osmanlılara karşı bir tutum izlemesi üzerine Kanuni, batı
seferlerine ara vererek İran üzerine 3 sefer yaptı.
Kanuni’nin büyük
oğlu Şehzade Bayezid, çoğu Türkmen aşiretlerinden 15-20 bin kişilik bir kuvvetle Konya’daki
ağabeyi Selim'in üzerine yürüyünce, Kanuni Şehzade Selim'i tuttu, en güvendiği
komutanları ve askerleri onun emrine verdi. 1559’da iki kardeşin kanlı çarpışmalarını Selim kazandı, Bayezid İran'a,
Şah Tahmasb'a sığındı. Kanuni İran Şahı'na mektup yazıp tehditlerle, Bayezid ve
çocuklarının Osmanlıya iadelerini sağladı, ayrıca Şah'a 400 bin altın gönderdi.
Safeviler 1550’lerde, Osmanlılar gibi, ama 250
yıl sonra, aşiretten ayrı, merkezi ve nizami bir ordu kurdu ve ateşli silahları
aldı. Önce Türkmenlerden şaha bağlı ”süvari hassa birliği”, sonra gayrımüslim Gürcü
ve Ermenilerden devşirip Müslüman yaptıkları gençlerden “piyade gulam ordusu”
oluşturuldu. Bürokrasi ise kentli Farslara dayandırıldı. Kurumlaşma sürecinde kızılbaşlık
yerine Şiilik, Türkçe yerine Farsça ağır bastı. Hukuk uleması da Şii Araplardan
karşılandı. Şahlar artık mutlak hükümdar oluyordu. Göçer Türkmenlerin bürokrasi
ve ilmiye yetenekleri yoktu. Oysa Fars bürokrasisi Perslere kadar uzanan derin,
köklü bir gelenekti. Selçuklular, İlhanlılar, Timurlular, Safeviler, Zendler, Kaçarlar,
Pehleviler ülkeyi yönetti ama devamlılığı Fars bürokrasisi sağladı. Sarayda Türkçe
konuşulmasına rağmen, resmi yazışmalar tamamen Farsça idi.
Burası önemli.
Fars olmayanlar, çoğunluğu Türk boyları, görünürde ülkeyi yönettiğini
zannediyor. Ama asıl yönetenler perde arkasındaki Farslar…
Safevilerin en
ihtişamlı hükümdarı Şah I. Abbas Azeri-Türk Tebriz’den sonra, Fars İsfahan'ı
başkent yapmış, savaşlarda Osmanlılara ve Özbeklere yenilen ordusunu modernize
etmiş, barutun kullanımını benimsemiş. 1602'de
Portekizlileri Bahreyn'den, 1622'de
İngiliz donanmasını Hürmüz Boğazı'ndan çıkarmış. Özbeklerden Herat ve Meşhet'i,
Osmanlılardan Doğu Irak ve Kafkas ülkelerini geri almış. İNGİLİZ DOĞU HİNDİSTAN
ŞİRKETİ ve HOLLANDA DOĞU HİNDİSTAN ŞİRKETİ ile ticari ilişkilerini genişletmiş.
Ermeni, Gürcü ve Hint kökenlilerden ekonomik gücüyle etkinleşen bir tüccar
sınıfı yaratmış. Bunları kul sistemi ile bürokrasiye sokarak, idari - askeri
gücü elinde tutan Türkmenlere karşı merkezi otoriteyi kurmuş. Şah Abbas'ın uzun
hükümdarlığı sonunda (1587-1629),
Safevi sınırları bugünkü İran, Irak, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Türkmenistan,
Özbekistan, Afganistan ve Pakistan'a ulaşmış.
İran kültürü ne
durumda?
Safevi
himayesinde oldukça geliştiği kabul ediliyor. Edebiyat, kiremit imalatı,
çömlekçilik, dokumacılık gibi el sanatları, minyatürcülük, ciltçilik,
dekorasyon ve hattatlıkta büyük ilerlemeler kaydedilmiş. Halıcılık profesyonel
tasarım ve imalata dayalı bir sanayi haline dönüşmüş. İran resmi, üç boyutlu
görünüm, perspektif ve gölge, yağlı boya, yarı çıplak kadınlar, gençlik ve âşıklar
gibi yenilikler yaşamış. Mimari en seçkin örneklerle dolmuş. Ünlü İslam
filozoflarından Şirazî (1571-1640),
tasavvuf gizemciliği, Şii ilahiyatı, Aristo ve İşrakiyyun (toplumculuk-sosyalizm)
felsefelerini birleştirmiş ve Hikmetü'l Müte'âliye (Metafilozofi-Transcendent
Theosophi) düşünceyi ortaya koymuş.
Osmanlılar ile Safeviler
Irak'ın verimli toprakları uğruna 150 yıldan fazla savaştı. Bağdat'ın 1509'da Şah İsmail tarafından fethini,
kısa bir süre sonra Kanuni Sultan Süleyman'ın fethi izledi. Safeviler 1623'te Bağdat'ı geri aldı ama 1638'de tekrar Osmanlı sultanı IV.
Murat'a bırakmak zorunda kaldı. Sonunda, 1639'da Kasr-ı Şirin Antlaşması ile Osmanlılar ve Safeviler
arasında çizilen sınır günümüze kadar değişmedi.
Düşünsenize, Hazar
Denizi’nden Basra Körfezi’ne uzanan İran toprakları hem Osmanlı’ya hem de Türkistan’a
örülmüş bir duvar gibidir.
Çin Seddi’ni
hatırlatırcasına...
Safeviler Sünni Osmanlı
ve Sünni Özbekler ile savaşırken, 1600’lerde,
iki tehdit daha geldi. Kafkasya ve Orta Asya'ya yayılan Ruslar ile Kandahar ve Herat'ı alan, Afganistan'a sızan Türk Hind Babür İmparatorluğu (1526-1858).
Safeviler gibi Şiiliği
sırtlayan, Babür İmparatorluğu’nu kuran Zahirüddin Babür, Timur’un soyundan
geliyor. Oğulları Hümayun ve Ekber zamanında Hindistan’ın tamamı ele
geçirilmiş. Ekber Şah, İslamiyet, Hristiyanlık ve Hinduizmi birleştirecek Şihlik adlı yeni bir din kurmaya çalışmış.
Ancak Hindular bu yeni dine egemen olmuş, Ekber Şah’ı kullanarak Hindistan’da İslamiyet’i
ortadan kaldırmaya çabalamış, ama başaramamış. Babür ile Hindistan’a giden Türkmenler, Urduca ve Hintçe dillerine geçmiş, Hintlileşmiş ve sonunda Urduca
konuşan Müslüman bir millet, Pakistan oluşmuş. Babürlerin dünyanın en güzel
mimarisi sayılan ve Osmanlının mimarlarının da çalıştığı Taç Mahal’i yaptıran Şah
Cihan yönetimi, siyaset ve sanatta en parlak dönemini temsil ediyor. Şah Cihan,
Hint Okyanusunda Portekizlilere karşı savaşan Osmanlılara çok yardım etmiş. Son
Şah Bahadır’a kadar süren iç karışıklıklardan sonra İngilizler 1857’de Hindistan’ı ilhak ederek Babür
Devleti’ne son vermiş.
Aynı dönemdeki
Osmanlıları düşünüyorum. Kanuni zamanında Safevilerle ve Babürlerle birlik ve
beraberlik içinde olabilselerdi, dünya tarihinde ne gibi değişiklikler olurdu?
Sadece siyasal değil, ekonomik ve kültürel beraberlikten söz ediyorum.
Ayrıca, Doğu-Batı
ticaret yolu, Avrupalıların keşifleri ve Osmanlıların denizaşırı seferleri
sonucunda İran'dan uzaklaşınca Safevilerin vergi gelirleri düşmüş. 1698'de Kirman Eyaleti Beluçlarca, 1717'de Horasan Afganlarca ve Irak
Araplarca istila edilmiş.
1700’ler
İran’ı Şah İsmail’in torunlarından Tahmasp zamanında Sünnilerden temizlenmiş ve
tamamen Şiileşmişti. Ortak bir kültür ve kimlik yaratılarak İran
milliyetçiliğinin temeli atılmıştı.
Safeviler Doğu
İran'daki Sünni Afgan tebaayı zorla Şiileştirmeye çalışınca 1722'de Afganlar şiddetle tepki
göstermiş ve Afgan ordusu İran'a girerek on yıldan fazla egemenlik kurmuş. 1729'da Horasan'daki Afşar Türkmenlerinin
beyi ve Safevilerin en etkili komutanı Nadir Han Afganları yenerek İran'dan
çıkarmış, 1736'da, kendini İran
Şahı ilan etmiş. 1747'ye kadar
İran'da kısa süreli Afşar Hanedanı kurulmuş.
Nadir Şah İran’ı
geleneksel Şiiliğin yerine Şiiliğin Sünniliğe en yakın mezhebi Caferiliğe geçirmiş. Osmanlılara
üstünlük sağladıktan sonra, barış görüşmelerinde ilginç bazı isteklerde
bulunmuş: 1- İran hacıları için bir emir-i hac tayin edilmesi. 2- Caferiliğin
beşinci mezhep olarak kabulü ve Kâbe’de mezheplerine bir rükün tahsisi. 3-
Osmanlılar’ın İsfahan’da, İranlıların İstanbul’da bir şehbender bulundurması.
Ama Osmanlılar bunları kabul etmemiş ve 1746
antlaşması imzalanmış.
Safeviler 1747'de tekrar İran şahlığını ele
geçirmişse de, 1760'ta Zend
hanedanının kurucusu Kerim Han’a engel olamamış.
1797’de, İran’da Kızılbaş
asker teşkilatını oluşturan, Türkmenlerin Koyunlu kolundan Kaçar Hanedanlığının 1925’e kadar sürecek iktidarı başlıyor.
Başkenti Tahran olan Kaçar hanedanı döneminde, İran’da gücü artan Şii ulema
bağımsız olarak veya hükümetlerle ortaklaşa yönetime geliyor.
Rusya 1800'de ağırlığını hissettiriyor. Doğu
Gürcistan’ı ilhak ediyor ve Kaçarlar zamanında İlk İran-Rusya Savaşı patlak
veriyor.
İngiltere de boş
durmuyor. Basra Körfezi ve Hindistan’ı Avrupa’lı ve Rus sömürgeci rakiplerine
karşı korumak için, 1820’lerde
bölgeye yerleşiyor...
Kaçarlar Rusya’ya
yenilince, İngiltere’nin aracılığıyla, 1813'te
Gülistan Antlaşması imzalandı, Rusya Gürcistan ve Kuzey Azerbaycan'ı ele
geçirdi.
Doğu Sorunu’nun
ikinci perdesinin başladığı, 19.
yüzyıla damgasını vuran ve Pax Britanica’nın önünü açan 1815
Viyana Kongresi’ni de hatırlıyorum. Yani, süper güç olmaya
başlayan İngiltere'deki sanayi
devrimini, siyasal
liberalleşmeyi, Avrupa haritasının düzenlenmesini ve Osmanlı
topraklarının paylaşılmasını...
İran 1828’deki savaşta da yenildi ve Aras’ın kuzeyini Rusya’ya terk etti.
Savaşa Ruslar safında katılan Ermenilerin ödülü olarak, Nahcıvan dâhil Erivan
Hanlığı Ermeni Eyaleti ilan edildi. Eçmiyazin Kilisesi Rus nüfuzuna girdi.
İran 1856-1857 savaşında İngiltere’ye de yenildi
ve Afganistan’daki etkisini yitirdi.
Rusya’ya ve İngiltere’den
sonra, 1848’de, İslam’dan ayrı
bir din olduğunu ileri süren Babilik
de İran’a iç tehdit oldu. Sapkın dini hareketin sahibi Bab, Tebriz´de kurşuna
dizildi, kemikleri Bahaîlerce Filistin’de
Kermil Dağı’nda yaptırılan bir mezara defnedildi. Birçok İslam âlimi ve
binlerce insan Bab’a ve 1863’te Tanrı
tarafından gönderildiğini ileri süren takipçisi Bahaullah’a iman etti. Müslüman
din adamları ve İran Kaçar hükümeti müritlere zulmetti ve çoğunu öldürdü. Bahaullah
Bağdat’a, İstanbul’a, Edirne’ye ve sonra da Akka’ya sürgün edildi.
Bunların
arkasında İngilizlerin bulunduğunu düşünüyorum...
Bahai öğretisi
üç ana temel üzerine odaklanır: Tanrı'nın birliği, dinin birliği ve insanlığın
birliği. Yani “Tek Dünya Dini”nin emekleme dönemi diyebiliriz.
Mazdekçilik,
Hürremiye, Babek, İsmailiye ve Hasan Sabbah, Hurufîler, Cavidaniye, Babilik,
Bahaîlik, vb. İslam’a Hıristiyanlık ve Musevilikten katkılarla ortaya çıkan,
Devlete ve Halifeliğe karşı ayaklanan, ama başarısız olunca farklı isimlere
ortaya çıkan aynı hareketin devamıdır. Hindistan’daki Şihlik gibi.
Cavidanîyeler, şeyhleri Fazlullah’ın Cavidannamesi’ni, Babiler şeyhleri Muhammed
Bab’ın kitabı Kitab-ün Nur’u Kur’an kabul ederler.
Saidi Nursî’nin Risale-î
Nur’unun da isim, içerik ve saygı bakımından, Kitab-ün Nur’a çok benzediği
ileri sürülür. Bahailik İran’da kâfirlik sayılıyor ve cezası idam. Günümüzde,
dünyanın her yerindeki Bahaîler, Bahaullah’ın Akka’daki mezar evini bir hac
yeri olarak ziyaret ediyor.
İran’a dönelim.
Kaçar ekonomisi 1870’te iflas etti ve Avrupalı
yatırımcılara ekonomik ayrıcalıklar vermeye başladı. İran, Rusya ve Britanya'nın
yarı sömürgesi haline geldi ve İran'ın ekonomik gücü zayıfladı. 1854’te ilk dış borcunu Londra ve
Paris’ten alan Osmanlı’yı da unutmamalıyım.
1890'da
İstanbul'da çıkan Akhtar gazetesi, tütün üretimi ve satışının 50 yıllık
hakkının gizlice İngiltere’ye tekel olarak verildiğini açıklayınca, İran'da
ulemalar ve tüccarlar 'Tütün Kıyamı' protestosunu başlattı ve Kaçar Hanedanı
geri adım attı.
1883
Londra Anlaşması ile Kuzeyden Batı Türkistan’a inen Rus Çarlığı ve 1857’de ilhak ettiği Hindistan’dan kuzeye
doğru, Batı ve Güney Türkistan’a ilerleyen İngiltere arasındaki Büyük Oyun, Afganistan
tampon devlet yapılarak sonuçlandı.
1896'da
Girit'teki büyük isyanda Türk köyleri yakılıp yıkıldı; Müslüman ahalisi
öldürüldü. Türkler adadan kaçış yolu arıyordu. Hanya ve Resmo'da altmış bin Müslüman
sığınmacı kurtarılmayı bekliyordu. Girit’in Hıristiyan valisi, kasten Osmanlıdan
asker yardımı istemeyince, Giritli Müslümanlar, Osmanlının Girit'e asker
çıkaramayacağını anlayınca, İran Kaçar Şahı Muzafferiddin Han’dan yardım
istedi.
İran’da
askerlerin zorlamasıyla, 1906’da,
gelenekçi ve göçebe koalisyonunun iki yıl sürecek meşrutiyeti ilan edildi. İslam
resmi din olarak kabul edildi, mollalara önemli ayrıcalıklar tanındı. Ama ulema
güç paylaşımına razı olmayıp, sonradan desteğini çekince meşrutiyet yaşayamadı.
Karmaşa devam etti.
Bizim aynı
tarihlerdeki II. Meşrutiyet dönemimizi hatırlatıyor…
APOC (Anglo-Persian
Oil Company) 1908’de İran’da Ortadoğu’nun ilk petrolünü buluyor ve Büyük Oyun enerji boyutuna sıçrıyor…
1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya’nın savaştan
çekilmesi ve 1918’de Osmanlı’nın çökmesiyle, İngiltere İran’daki etkinliğini arttırdı ve İran ekonomisini tamamen kontrolüne aldı.
1921’de
İran’da İngilizlerin desteklediği bir darbe ile yönetimi ele geçiren Azeri
Türkü kökenli, Kazak Tugayı’nın komutanı Rıza Han (Pehlevi), önce Savunma
Bakanı, sonra da Başbakan oldu. "Ormancılar ayaklanmasını" bastırdı,
kendini Fars hanedanı Şah ilan etti. Bu, 124 yıl İran’ı yöneten Türk boyu Kaçar
Hanedanının sonu oldu. Pehlevi 1925’te
parlamento tarafından Şah seçildi ve Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına ve Atatürk’e
özenerek bazı düzenlemeler yaptı. Bürokrasiyi laikleştirmeye, ulemanın gücünü
kırmaya çalıştı. Fars kültürünü öne çıkarmaya, Fars milliyetçiliğini yüceltmeyi
denedi. Devletçi iktisadi adımlar attı.
Pehlevi 1933'te APOC ile Iran çıkarlarına daha uygun bir petrol
anlaşması yaptı, İngiliz, Rus ve Fransız etkilerinden kurtulmak için Almanya'ya yöneldi. 1938’den
sonra, İran’da Alman etkisinin
artması başta İngiltere olmak
üzere müttefikleri tedirgin etti.
Pehlevi,
Acemistan ve Persia’nın ismini 1935’ten sonra 1096-1101 arasındaki Selçuklu lideri “Iran Şah”ın adıyla Iran olarak değiştirdi. Bunda Atatürk’ün de
etkisi olduğu söyleniyor.
“İran” ismi
hakkında ilave bilgi: Turan Şâh'ın ölümünden sonra, tek evlâdı İrân Şâh, Kirmân
Selçukluları tahtına oturmuştu. Bir süre sonra İrân Şâh, çevresindeki bazı
kişilerin etkisi ile Bâtınî mezhebine girmişti. Bundan sonra halka kötü
davranmağa başlamış, birkaç kadı ve âlimi öldürtmüştü. Devlet ümerâsı dînî
değerlere hürmetteki gevşekliği ve devlet işlerinin yürütülmesindeki zaafından
dolayı ondan nefret etmişti. Nihayet Çılak Bâzdâr adında bir Türk, halktan bir
grupla beraber, Şeyhülislâm ve kadılara müracaat etti. Halk verilen fetvâ üzerine
ayaklandırıldı. İrân Şâh önce şefaat diledi, sonra kaçmağa çalıştı ise de,
yakalanarak öldürüldü (1101).
Yani “İran”
sözcüğü Selçuklu sultanından geliyor…
Sanskritçe “Aryan”
sözcüğünden geldiğini söyleyenler de var…
İran 1940’ta parlamenter demokrasiye geçiyor.
İkinci Dünya
Savaşı sırasında, 1941’de,
güneyden İngiliz, Amerikan ve kuzeyden Sovyet müttefikler İran’ı işgal etti, Alman yanlısı Rıza Şah müttefiklerin
talimatı ile Güney Afrika'ya
sığındı, yerine oğlu Muhammed Rıza Pehlevi geçirildi.
Dinciler
hareketleniyor...
1750’lerde
İran’dan Irak’a (Necef ve
Kerbela) geçen Şiiliğin akademik merkezi ve dini liderliği, 1946’da, Irak’tan yeniden İran’a kaydı, Necef bu özelliğini Kum’a bıraktı.
Yabancı
müdahaleler İran’da yeni bir milliyetçi akımı tetikliyor...
İkinci dünya
Savaşı bitmiştir, Orta Doğu’daki
İngiliz üstünlüğü ABD’ye geçmektedir…
Türkiye’de çok
partili dönemin ilk yılları başlarken, İran’da da, Ulusal Cephe Partisini kuran
Dr. Muhammed Musaddık, Başbakan Razmara'nın öldürülmesinden sonra 1950’de başbakanlık görevine geldi. Musaddık,
Komünist Partisi TUDEH’e tavizler verdi ve bunları batıya karşı koz olarak
kullanmaya çalıştı, 1951’de
Petrol alanlarını ve İngiliz
Petrol Şirketi BP'yi millileştirdi. Musaddık'ın devletleştirme hareketi İngiltere’den ve ABD'den tepki gördü; Bunun üzerine Şah
Musaddık’ı görevden aldıysa da, halkın ayaklanması üzerine ülkeden kaçmak
zorunda kaldı.
İran 1952’de İngiltere ile diplomatik ilişkilerini kesti. Ancak, milliyetçi Musaddık
hükümeti 1953’te CIA-MI6 ve Petrolcüler destekli AJAX operasyonu
darbesiyle devrildi ve Musaddık yargılanarak sürgüne gönderildi; yerine tekrar ABD çıkarlarını korumaya hazır Muhammed
Rıza PEHLEVİ oturtuldu. Şah yönetimi tekrar başladı ve bütün partiler
kapatılarak liderleri hapsedildi.
Demokrasi değil
Batı çıkarları önemliydi...
1955’te Türkiye, İngiltere, Irak, İran ve Pakistan'ın
dâhil olduğu CENTO kuruldu. Yeşil Kuşak Sovyetleri
çevreliyordu.
İran’da 1961-1962 Beyaz Devrimi ile büyük
çapta ekonomik ve sosyal reformlar ile toprak reformu yapılıyor. Toprak din adamlarından alınarak köylülere dağıtılıyor.
Kravat takmayanları cezalandıran Şah’ın Ak Devrimi ile mali kaynakları yok
edilen Humeyni ve mollalar reformlara karşı fetva vererek siyasete giriyor. İran
tarihindeki ilk protesto eylemini 1963’te
yapıyor ve Muhalefet lideri Humeyni’ye ölüm cezası veriliyor. Ancak
Ayetullahların öldürülmesi yasak olduğundan, Humeyni 1964’te önce Türkiye’ye sürgüne gönderiliyor. Sonra şiddetle
muhalefete devam ettiği Irak’a
ve en son Fransa’ya kaçıyor.
Ekonomik
gelişmelerin hızlandığı 1963-1967
arasında, İran’da mollalara karşı baskı da artıyor. 1967’de kadınlara da boşanma hakkı tanınıyor. Kocaya, ikinci eşe nikâh
yaparken, ilk eşinin rızasını alması şart koşuluyor. Aile davaları şeriat
mahkemelerinden devlet mahkemelerine aktarılıyor.
Şah’ın 1969’daki sözleri de ilginç:
“Türkiye'de anayasa ilkesi olarak başlangıçta gerekli olan laikliğin
aynı tonda devamına gerek yoktur, laikliğin İslam âlemine zarar verdiğini de
gözlüyoruz. İran’da din adamlarını paraya boğarak bunu hallettik. Sizden laiklik
ilkesini anayasa kuralı olarak kullanmaktan vazgeçmenizi rica ediyorum.”
İran, 1971 Ekiminde, Pers İmparatorluğunun
2.500’üncü kuruluş yıldönümünü aşırı abartılı şekilde, 100 milyon dolar harcayarak,
tarihi Persepolis’te kutladı.
Belucistan,
Sistan ve hatta gösterilerin yapıldığı Fars eyaletleri susuzlukla savaşırken…
Ama bu, liberal,
ilerici ve dini muhalefeti ve buna karşı artan devlet baskısının getirdiği
karmaşayı önleyemiyordu...
1973'te,
İran petrol fiyatını artırma politikasını benimsedi. Petrol parası, ticaret
burjuvazisi ile rekabete giren yeni zenginleri ortaya çıkardı. Yabancı
teknisyenlerin artışı tepkileri artırdı. Fakat siyasal demokratikleşme
reddedildi. Ordu, Jandarma ve istihbarat örgütü SAVAK her türlü muhalefet
girişimini ezdi.
1975'ten
sonra, Şah karşıtı gösteriler yoğunlaştı, İslamcılarla solcular ortak cephede
yer aldı. Üyeleri milyonu aşan İran Komünist Partisi (TUDEH), mollalara “İlerici
Din Adamları”, “Devrimci İslam” adını verdi.
1976’da
Şah islami takvimi kaldırarak Pers takvimini getirdi ve 1355 Hicri yılından,
2535 Pers yılına atlandı! Mollalar aşırı tepki vermeye başladı.
1977’de
Humeyni’nin oğlu Irak Necef’te ölü bulundu. Aynı yıl, ABD Başkanlığına seçilen Carter,
İran insan hakları karnesini düzeltmediği takdirde, ABD’nin askeri yardım dâhil
tüm yardımları keseceğini açıkladı ve Şah buna uydu.
ABD’nin
Türkiye’ye 1974 silah
ambargosunu, 1975’te Türkiye’nin
de ABD ortak askeri tesislerin faaliyetini durdurmasını ve ABD’nin Vietnam’ı
terk edişini, 1976’da ABD
desteğiyle askerlerin Arjantin'de Peron iktidarını devirmesini, 1977 Pakistan askeri darbesini, 1978’de komünistlerin Afganistan'da
darbeyle iktidarı ele geçirmesini ve son olarak 12 Eylül 1980’e giden anarşi
dolu Türkiye’yi hatırladım.
Şah’a karşı
gösterilerde resimleri pankart olarak kullanılan iki isim öne çıktı, dini önder
Humeyni ve Fransa’da Sorbonne Üniversitesinde sosyoloji doktorası yapan,
Cezayir kurtuluş hareketinde aktif olarak görev alan, İslam Devrimi'nden sonra
ambargo uygulanan Ali Şeriati.
Türkiye’de pek
tanınmayan, fakat İran devriminde önemli bir isim olan Ali Şeriati’ye kısaca
değinmeliyim...
Mollalardan çok
farklı olarak, Mevlana ve Pakistanlı İkbal’den oldukça etkilenen Şeriati, Şii
veya İslami kavramları sosyalizm ile harmanlamış. Proleterya yerine
"mustaz’afin, ezilenler" demiş. İslamın soysal adalet içerikli gerçek
kimliğine dönmesini, üçüncü dünyacılık ve sosyalizmi dindarlaştırmak, dini sosyalistleştirmek
istemiş. Dinin esasının doğruluk ve dürüstlük, kimsesizleri, yoksulları ve
ezilenleri korumak olduğunu, Safevilerin Kara Şiiliği yerine Kızıl Şiiliği
savunmuş. Batı’nın ve ABD’nin baskısına karşı çıkmış. 12 nci İmamı beklemek
yerine, sosyal adalet için çalışarak, dönüşünü hızlandırmayı, her günün “Aşure
Günü”, her yerin “Kerbela” olduğunu, söylemiş. Türkiye ve İran’ın İslam’a
bakışını eleştirmiş. Şah tarafından hapsedilmiş, ama ulusal ve uluslararası
baskılar sonucu 1975’te serbest
bırakılmış.
Fransız
varoluşçu Jean Paul Sartre, bir din seçmek zorunda kalırsa Şeriati’nin İslam’ını
seçeceğini belirtir. Şeriati, toplumu üç bölümlü bir üçgen şeklinde düşünürdü:
Tabanı halk, orta bölümü, bulunulan çağı okumaya ve yorumlamaya çalışan aydınlar,
zirveyi de, geleceği tarif eden ve haber veren entelektüeller.
Ali Şeriati,
aynı zamanda bir Osmanlı hayranıydı; Arab’ı ve İran’ı “Birinci Dünya Savaşında İslamın
dünya devletini arkadan hançerlediniz” diye itham eder. “Devrimin gerçek
ideologu” yanında, Allah, Peygamber, Kur'an ve İslam hakkında itikat dışı
yorumlar yaptığı, Allah’ı bir Roma putuna benzettiği, mücahid değil, zındık,
hatta SAVAK ajanı ve muhbiri veya Sünnilerin adamı olduğu da iddia edilir. İngiltere’ye
kaçtığı 1977’de, SAVAK’ın
yaptığı ileri sürülen bir eylemle, dairesinde ölü bulunur. Ali Şeriati’nin Şiilikteki
Protestanlaştırma akımı tutmamışsa da, çabaları halefi Abdülkerim Suruş ile
sürmüş, ama Devrim onu da susturmuş. Bu gün de, adına bazı hareketlenmeler var,
ama fazla güçlü değil.
Devrime
yaklaşılıyor...
Pehlevi yönetimi
1977’deki büyük protesto gösterilerine
ateşle karşılık verdi. Kum’daki Dini Okulu kapattı. Yaygın protestolar 1978’de devam etti. Muhalefet
Tahran'da Pehlevi yönetimine saldırdı. 500 binden fazla gösterici yönetimi
protesto etti. Göstericilere yine ateş açıldı. Sıkıyönetim ilan edildi. Dini
okullarda “Yezid” ilan edilen Şah'a karşı muhalefet arttı, Marksistler,
aydınlar, muhalif çiftçiler, tüccarlar, öğrenciler Irak’tan muhalefete devam
eden Humeyni’yi destekledi. Tarafsız din adamı Ayetullah Şeriatmedari de Şah
karşıtı cepheye geçti. Şah’ın baskısına dayanamayan Saddam’ın desteği
çekmesiyle ve Kuveyt de kabul etmeyince, Humeyni 10 Ekim’de Irak’tan Paris’e
kaçtı. Şah halkı tatmin için bazı geri adımlar attı ama artık çok geçti. Çok
güvendiği askerleri de karşısına geçiyordu. CIA
ve İngiliz Büyükelçisi’nin raporları “İran’ın devrimden uzak olduğunu”
bildirirken, Muharrem ayında, Aralık’ta, 2 milyon insan Şah’ın istifası ve Humeyni’nin
dönüşü için Tahran’da gösteri yaptı.
1979
önemli bir tarih, biraz ayrıntı gerek...
1979
başında, Şah tatil için yurtdışına gitmeyi ve muhalefetten Şahpur Bahtiyar’ın
başbakanlığını kabul etti. Bahtiyar istihbarat örgütü SAVAK’ı lağvetti, siyasi mahkûmları
serbest bıraktı, kitle gösterilerine izin verdi, seçim vaadinde bulundu, Humeyniciler
ve diğer devrimcilerin “Milli Birlik Hükümeti” oluşturmasını istedi, Kum’da Vatikan
tipi bir devlet kurması için Humeyni’nin dönüşüne izin verdi. Ama Paris’teki Humeyni’nin
muhalefetine sadece iki hafta dayanabildi ve o da 1991’de apartmanında ölü bulunacağı Paris’e kaçtı. Humeyni 12
Ocak'ta Devrim Konseyi’nin kurulduğunu ilan etti.
58 yıllık Pehlevi
iktidarından sonra, Şah 16 Ocak'ta İran’ı terk zorunda kaldı. ABD sadık
müttefiki Şah’ı kollamadı ve topraklarına girmesini yasakladı. 1970’li yıllarda
Şah petrol fiyatlarının hızlı artışını örgütleyerek ülkesini bol paraya
kavuşturmuştu. Akan paradan cesaret alarak, “Dünyanın 5. büyük ülkesi kim
olacaktır” sorusunu soruyor ve “İran olacaktır” cevabını veriyordu. Şah
demokrasiye inanmıyordu. Diktatörlük meşalesi, Batı’nın püflemesiyle söndü. İran’da
bir “İslami devrim” oluştu.
Ama bu sefer de İslamcılar
Batı’nın başına bela olacaktı.
Fransa'da ikamet
eden Humeyni 1 Şubat’ta Tahran'a döndü, 6 Şubat’ta liberal-İslamcı Mühendis Mehdi
Bazargan, Bahtiyar’ın yerine, Humeyni tarafından geçici başbakanlık görevine
getirildi. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu. 11
Şubat’ta Marksist gerillalar ve isyancı birlikler Şah yanlısı birlikleri sokak
savaşlarında yendikten sonra, askerler tarafsızlığını açıkladı, ele geçirilen
silahlarla militanlar sokakları doldurdu, genç devrimciler hükümet binalarını
ve radyo istasyonunu işgal etti. 40.000 Amerikalı teknisyen ülkeyi terk etti.
71 yaşındaki Humeyni
artık rakipsiz bir önderdi...
1 Nisan'daki tek
maddelik halkoylaması sonunda “İslam
Cumhuriyeti'ne evet” dendi! Saltanat sistemi, şehinşahlık yıkılmış
yerine mollalık düzeni kuruldu. Sosyal, siyasi, hukuki, ekonomik düzenlemeler
aralıksız geldi, infazlar acımasızdı ve rejim kökten değişmeye başladı.
İran’ı terk eden
Şah bir hafta kadar kaldığı Mısır’ı zor durumda bırakmamak için Fas’a geçti. ABD
Başkanı Carter, Şah`ı ABD’de görmek istemediklerini açıkladı. Şah Bahamalar’a
geçti ve kanserin ilerlediği ortaya çıktı. Carter önce kuşkulandı ama özel
doktorlar doğrulayınca, New York’ta bir hastaneye yatırıldı. Bundan birkaç gün
sonra, 4 Kasım’da, Tahran’da, Humeyni yanlısı 400 üniversite öğrencisi, İran’a
ait gizli belgeleri ele geçirmek amacıyla, Amerikan Büyükelçiliğini bastı, CIA ajanları gizli belgeleri yok edemedi, 52 Amerikalı
rehin alındı. Mollaların teslimini istediği Şah hemen hastaneden çıkarıldı. Meksika
reddetti, Panama İran’a teslim edeceğini söyleyince Şah Mısır’a dönmek zorunda
kaldı ve 27 Temmuz 1980’de son nefesini verdi.
Devrimden sonra
18 ay yaşayabilmişti…
Başbakan Bazargan
istifa edince, Tahran’da ilahiyat, Paris’te iktisat okuyan, Humeyni’ye yakın
bir mollanın oğlu, Beni Sadr 26 Aralık’ta Cumhurbaşkanı seçildi.
ABD, Şah’tan
umudunu kesince mollaları desteklemiş, mollaları yok etmek isteyen askerlere
engel olmuştu. Şah Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere
yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek
zorunda kalmazdım" dedi. Şah’tan sonra ülkede kalan sosyal demokrat
Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyor,
Genelkurmay Başkanı da Bahtiyar’ı destekliyordu. Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye
danıştı ama destek alamadı. Mollalar şanslıydı; dünya siyasal ortamı
lehlerineydi.
ABD, Sovyetler
Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp, içerdeki Müslüman halkları ayaklandırarak
yıkacağını hesaplarken, rehineleri bıraktırma çabaları da sonuçsuz kaldı. İran-ABD
ilişkileri 9 Nisan 1980’de kesildi. ABD’nin 24 Nisan 1980’de düzenlediği başarısız
askeri kurtarma operasyonunda 8 Amerikan askeri öldü. Carter Kasım’da koltuğunu
Ronald Reagan’a
kaptırdı.
Humeyni, solcu
yuvası ve dini yönetime karşı olan üniversiteleri iki yıllığına kapattı. Ilımlı
muhalefet yapan Müslüman Halkın Cumhuriyet Partisi’ni, yaşlı dini önder Büyük
ayetullah Şeriatmedari ve yardımcılarını ev hapsine alarak bastırdı. Molla
rejimi karşıtı 20.000 öğretmeni ve 8.000 civarında subayı “Batılılaştıkları”
için işten çıkardı. Tüm yargı atamaları yetkisini üzerine aldı. "İslam
Kültür Devrimi" paketi kabul edildi. Artık başka kültür yoktu. Solcular
yeraltına inmek zorunda kaldı. Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Körfez
ülkelerinin çoğuna Sünni monarşilerinin devrilerek, yerine İslam cumhuriyetleri
kurulması çağrıları yapıldı.
Aynı yıl, Irak
diktatörü Saddam Hüseyin İran’a sekiz yıllık savaşı başlattı. Amacı,
parçalanması planlanan İran’dan petrol bölgesi Kuzistan'ı koparmak ve gelişme
fırsatı bulamadan İslam Cumhuriyeti’ne son vermekti.
Bu saldırı
teşvikinin arkasında, Şark-ül Kebir (Büyük Doğu, Grand L’Orient) Mason Locası, CIA ve Mossad'ın olduğu da iddia edilir...
Tuhaftır, ama bu
savaş daha çok mollaların işine yarayacaktı. Şansları yaver gidiyordu.
Dondurulan İran
silah ve malzemelerinin karşılığı 8 milyar dolar ve ticari yaptırımların
kaldırılacağı sözü üzerine, ABD Tahran Büyükelçiliğinde rehin alınan 52
görevli, 444 gün sonra, 23 Ocak 1981'de
serbest bırakıldı. Mollalar güçlendikçe iktidara
yerleşti. Yeni hedef, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal müslüman Beni
Sadr idi. Cumhuri İslam partisi ve Devrim Konseyi ile anlaşamayan Beni Sadr 20
Haziran 1981'de Meclis kararı ve
Humeyni’nin talimatıyla azledildi. Askerler darbe yapabileceklerini söyledi,
ama Sadr darbe istemedi, Fransa'ya kaçtı ve İslam Devrimi gazetesini çıkardı.
Cumhurbaşkanlığı görevine 24 Temmuz’da Recai getirildi, fakat 30 Ağustos’ta
Cumhurbaşkanı Recai ve Başbakan Bahoner Mollalara karşı mücadele eden Halkın
Mücahitleri örgütünce Başbakanlığa atılan bomba ile öldürüldü. 20 Ekim’deki
seçimde Humeyni'nin öğrencisi Hamaney Cumhurbaşkanı seçildi. Mühendis Musavi
Başbakanlık görevine atandı.
1982
Arap-İsrail Savaşında İsrail Lübnan’ı işgal edince Hizbullah doğdu, 1.500 İran Devrim Muhafızı, merkezi
Baalbek olan Şii çoğunluklu Bekaa'ya yerleşti. Savaşta Irak’ın saldırıları
sonuç vermeyince, İran kaybettiği toprakları geri aldı ve cephede durağanlık
egemen oldu. Humeyni baskı rejimini terk etmeyen Irak’ın barış önerisini
reddetti. İran halkı dış tehdide karşı birleşti, aralarındaki çatışmalar
bitirildi.
İran’da 1983'teki son darbe ile tüm TUDEH
yöneticileri tutuklandı. Çoğunu Sovyetlerin desteklediği, 2 milyon solcu aydın
molla rejiminin kıyımına uğradı.
Sol tamamen
tasfiye edildi.
Karşı çıkan
binlerce aydın, yazar, öğretmen, öğrenci, demokrat tutuklandı, infaz edildi.
Tüm siyasi
partiler kapatıldı, yasaklandı.
Kadınlar eve
kapatıldı, kara çarşaf giymeye zorlandı. Reddedenler infaz edildi.
Milyonlarca
insan yurtdışına kaçtı.
Sürecin
tamamlanması üç yıl almıştı…
Humeyni
liderliğinde, şeriat sistemi egemen oldu. İran rejimini ihraç etmeyi de anayasasına
koydu. %95 oyla kabul edilen İran Anayasası kamusal ve özel alanı belirlemede İslam
dinini esas aldı. Şiiliğin ideolojik temelindeki “imamet”in devamı olarak, 1960'larda
Humeyni’nin ortaya attığı ve Anayasa'ya giren Rehberlik ve Velayet-i Fakih kurumu dikkat çekiyor. Şiilikte İmam
kavramıyla 12 İmam kasdedilmekteydi. Fakat zamanla, “müçtehid”, “merci-i taklid”
ya da “ayetullah” denen büyük Şii din bilginlerinin İmam’ın genel vekili olduğu
doktrini geliştirildi. Sünni otoriteye yabancılaşan Şii Müslümanlar bunu
benimsedi.
Humeyni, daha da
ileri gitti, ulemanın “veliyy-ül emr” olduğunu yani Peygamberin “tüm dünyevi ve
ilahi hükümet yetkisine” sahip olduğunu savundu. Bu, İran anayasasına “Velayet-i
Fakih” kurumu olarak girdi.
Velayet-i Fakih
kavramı, iktidar erkini din adamları sınıfına dayandırdığı için teokratik bir
düzen getirdi. Ali Şeriati ise, din adamları sınıfının ve hiyerarşisinin Hristiyanlıktan
örnek alındığı ileri sürmüştü.
Velayet-i Fakih
kavramıyla birlikte, mollalar devleti oluştu ve kurumsallaştı. Ancak,
seçilmişler ile atanmışlar veya demokratlar ile teokratlar arasında kutuplaşma
yaşanıyor. Velayet-i Fakih kavramı Şiilikte de tartışmaya yol açıyor. Irak’taki
Necef ve İran’daki Kum Mektepleri bu kavrama ve teokratik anlayışa mesafeli. Ayetullah
Şeriatmedari gibi Velayet-i Fakih karşıtları demokrat kampta sayılıyor. Aynı
çizgiden Irak’lı Ayetullah Ali Sistani gibiler şeriatın uygulanmasını, ama
ulemanın iktidardan uzak durmasını istiyor. Humeyni’nin temsil ettiği Tahran
Mektebi bunun karşısında, klasik Şii ulema geleneği ve yapısıyla da çatışıyor.
Günümüzdeki başarısızlıklar Tahran Mektebi içinde de muhafazakârlar ile reformcular
arasında bölünmelere yol açtı. Hatemi gibi reformcu kanadın temsilcileri Kum ve
Necef mektebine yaklaşmış. Bunlar, Velayet-i Fakih doktrininin düzeltilmesinin
istiyor.
Halk tarafından
seçilen Velayet-i Fakih yasama, yürütme ve yargı gücünü denetliyor. Yönetim
İmamların iktidarı veya onayı ile meşruiyet kazanıyor. Zira Peygamberlere ve
imamlara özgü "velayet" (Mutlak otorite) fakıhlar için de geçerli.
İran Anayasasına göre, "Onikinci İmam’ın gaybı nedeniyle, iktidar ve
imamet adil, takva sahibi, zamanın icaplarını bilen, gözüpek, becerikli,
tedbirli bir fakıhın uhdesinde." Anayasaya göre, rehberlik makamından
sonra en yüksek resmi makam 4 yıl süreli ve arka arkaya seçilmesi mümkün cumhurbaşkanlığı.
Rehberlik makamı, yetkisi dışındaki Anayasayı yürütme, üç gücün ilişkilerini
düzenleme, yürütmeye başkanlık etme ile görevli.
Humeyni'nin
öğrencisi Ayetullah Hamaney 1985’te
dört yıllık süreyle cumhurbaşkanlığı görevine tekrar seçildi.
ABD’de 1987 Irangate skandalı patladı. ABD
dünyayı İran’a ambargoya çağırırken, “Lübnan’da Şii militanlarca rehin tutulan Amerikan
vatandaşlarına karşılık” İran’a tanksavar füzeleri dâhil silah satıyor, parayı Nikaragua’daki
anti-komünist Contra gerillalarına aktarıyordu. Ancak ABD İran’la doğrudan
temas halinde değildi, arada İsrail adına David Kimsche vardı.
Oyun içinde
oyun…
ABD’de tutuklu
olarak yargılanan Rıza Sarraf’ın (Zarrab’ın) ve ölüme mahkûm edilen İranlı iş
ortağı Babek Zencani’nin kulakları çınlasın…
ABD’nin, Hazine
Bakanlığı ve Terörizm ve Mali İstihbarat Müsteşarı David Cohen aracılığıyla, 2011 yılında, yani 17 Aralık Operasyonu’ndan
iki yıl önce, İran’la ticaret yaptığı için, Türkiye’yi uyardığını hatırlıyorum.
Patron her zaman
haklıdır(!) …
1988’de,
1,5 milyon Müslümanın öldüğü, 500 milyar dolar servetin yok olduğu Irak-İran
Savaşı
ateşkes ile durdu. İran’da başbakanlık sistemi yerine başkanlık sistemi
getirildi. Cumhurbaşkanının yetkileri arttı, Velayet-i Fakıh güçlendirildi.
Türkiye’de başkanlık
sistemi için anayasa değişikliği çalışmalarını hatırlayınca içim tuhaf oldu. Humeyni
bunun için dokuz yıl beklemiş, Recep Tayyip Erdoğan ise 13 yıl. Bu konuda geç
kalmış (!) …
Humeyni 1989’da 81 yaşında öldü, yerine, Rehberlik
Makamına Humeyni'nin öğrencisi, Cumhurbaşkanı Hamaney, Hamaney’in yerine de
Meclis Başkanı Rafsancani cumhurbaşkanı seçildi.
Artık “reformcular
dönemi” başlıyordu…
Stalin’den sonra
Rusya’da, Mao’dan sonra Çin’de olduğu gibi…
İran,
ekonomisinin ve ulusal çıkarlarının aleyhine olarak, artık devrim ihracına
odaklanmamalıydı. Daha pratik ve akılcı yaklaşımlar gerekiyordu. Siyasi
bölünmeleri davet ederek elbette…
Saddam Hüseyin
2 Ağustos’ta Kuveyt'in bol petrol üretip fiyatları düşürmesini gerekçe
gösterdi, Kuveyt'i 4 saatte işgal ederek Irak'ın ili ilan etti. Kuveyt’in
işgalinden sonra, Irak, İran’ın barış şartlarını kabul etti. 1980’de başlayan savaş 1990 barış anlaşması ile son buldu.
İran’ın Irak ve İngiltere diplomatik ilişkileri yeniden başladı.
1993
seçimlerinde Rafsancani yeniden Cumhurbaşkanı oldu. ABD İran ve Irak’a ikili
kuşatma politikası başlattı. Kalkınmacıydı, ama dönemi yolsuzluklar ve
zenginleşen iktidar yanlısı mollalarla anılıyor.
Aynı cümleyi
tekrar ediyorum: Stalin’den sonra Rusya’da, Mao’dan sonra Çin’de olduğu gibi…
Elbette zavallı
ülkemde olduğu gibi…
1995’ten
sonra, İran’da solcu, liberal ve reformcu-islamcı aydınlar öldürüldü. Daha
sonraki Reformcu hükümetler döneminde bu cinayetleri düzenleyen örgütsel yapı
açığa çıkarıldı.
İran’da, tutucu
güçlerin direnişine rağmen, ekonomik koşulların da etkisiyle, bağımsız aday, reformcu,
filozof ruhlu, sakin tabiatlı Hatemi %89 oyla 1997’de cumhurbaşkanı seçildi. Batı’ya dikkatli yakınlaşma ve iç
siyasi reformun sembolü oldu. 1994'te
ilk defa "dinler arası diyalog ve medeniyetler ittifakı" kavramlarını
öne çıkarmakla uluslararası alanda şöhret yapmıştı. Ama Hatemi, Rafsancani ile Ahmedinecad
çizgisi arasında sıkıştı, beklenen hamleyi yapamadı.
Mezar-ı Şerif’te 1998’de İranlı diplomatların
öldürülmesi, Afganistan Taliban yönetimi ile İran arasında şiddetli bir gerilim
yarattı.
Öğrencilerin 1999 kitle gösterileri nedeniyle basına
kısıtlamalar getirildi. Reform yapılacaktı ama o kadar uzun boylu
olunmayacaktı.
Reformcular 2000 meclis seçimlerinde başarılı
oldu. Hatemi 2001’de ikinci kez
cumhurbaşkanı seçildi. Sevilen, sayılan bir siyasetçiydi, ancak icraatları
sistem tarafından engellendiği için, fazla başarılı olamadı. Reformcuları,
devrimin ilk dönemlerindeki özgürlük, adalet ve katılım ihtiyacı doğurmuştu. Hatemi’nin
ilk cumhurbaşkanlığında, rejimin dışladığı kesimlerle reformcular uzlaştı. Ama reformcular
geleneksel kurumlara muhafazakârlar kadar önem vermedi, çağdaş siyasal ve sosyal
örgütlenmeleri yapamadı, gecekondu kalabalıklarını ve taşradakileri ihmal etti.
Batı ülkelerine “Medeniyetler Buluşması” çağrısı da pek az karşılık bulabildi.
İlginçtir. Şiilerle
Sünnilerin buluşması yerine böyle bir girişim neden yapıldı? Daha sonra Sünni AKP
ile Katolik İspanyol hükümetleri arasında denendi, ama iyi niyet gösterisini
aşamadı.
2005
cumhurbaşkanlığı seçimleri bir sürpriz oldu. 16 yıldır cumhurbaşkanlığını
yürüten reformcular kaybetti. İslamcı ve liberal aydınların desteklediği
tecrübeli, ılımlı ama orta sınıfın ve taşranın gözünden düşmüş Rafsancani’nin
yüzde 36 oyuna karşılık, ‘temelci
muhafazakâr’ Ahmedinecad yüzde 61 oy aldı. Uluslararası gözlemcilerin
reddedildiği, mollaların mutlak denetimindeki ve “Devrim Muhafızları”nın
tehditleri altındaki seçimlere hile karıştırıldığı söyleniyordu.
Bu sürpriz, yani
geri dönüş, Rusya’da ve Çin’de yaşanmamıştı. Ancak, Fransız Devrimi’nden sonra
geri gelen krallığa benzetilebilirdi belki…
Peki, bir soru
soralım. ABD, 2003'te Irak'ı
işgal edip, İran'ı "rejim değişikliği" ile tehdit etmeseydi,
otoriterlik yanlısı Ahmedinecad seçimi kazanabilir miydi?
Akılcı düşünce
bu soruya “Hayır” yanıtı veriyor. İran Hatemi'nin açtığı yoldan rejimini
giderek daha demokratik esaslara oturtma yolunda ilerleyebilirdi…
2009
seçimlerine yüzde 85 katılan seçmenin yüzde 65’i tekrar Ahmedinecad’ı tercih
etti. Ama mollalar, tehditlere rağmen, Mir Hüseyin Musavi’ye yüzde 35 oy
çıkmasını göz ardı edemezdi. İran'da, değişim isteyen bir muhalefetin temeli
atılıyordu. Musavi yandaşlarının rengi ile anılan "Yeşil Devrim" hareketi
rejimi çatırdatmaya başlıyordu. İran halkı demokrasiyi din adamlarının
vesayetinden kurtarma yoluna çıkıyordu. Hatemi'nin muhalefette geliştirdiği söylem
ve özgürlükçü İslam düşüncesinin temsilcilerinden filozof Soruş'un fikirleri
yol gösterici oluyordu.
Soruş, şunları
söylüyordu: “İslam'ın hiçbir yorumu nihai ve mükemmel değildir. Dindar
toplumlarda din ile siyaset birbiriyle ilişkilidir, ama din siyasi bir
ideolojiye indirgenemez. Gerek dinin gerekse din adamlarının saygınlığının
korunması için din adamları ile devlet arasında ilişki kesilmeli, rejim İslami
bir siyasi ideolojiye dayanmamalıdır. İnsan haklarına saygı esastır. Bir yandan
insan haklarını güven altına alan, öte yandan dine toplumda doğru bir yer
sağlayan yegâne rejim de demokrasidir. İran ve Batı kültürleri birbirlerine zıt
değildir, ama sürekli diyalog ve yapıcı etkileşim içinde olmalıdır.”
Reformcuların,
her türlü görüşü dile getirebilmesi demokrasi açısından bir ilerlemeydi. Ancak,
işler o kadar kolay değildi. Musavi’nin bazı hataları vardı. Kullandığı cennet
rengi yeşil, Soros'un renkli devrimlerini çağrıştırdı. Rafsancani ile arasına
mesafe koymaması yolsuzlukları hatırlattı. Özgürlükleri açıklık ve içki içmeye
indirgedi, Batılı yaşam tarzının savunucularıyla çok içli dışlı göründü. Batı
medyası da Musavi'yi öne çıkarıp Ahmedinecad'ı karaladı.
Ahmedinecad, Humeyni
çizgisinden gelen, İran'daki yoksulları, sokağı ve devrimci kalabilmiş
kitleleri temsil ediyordu. Entelektüel derinliği yoktu, ama beden dili çok
kuvvetliydi, kitlelerle kolayca iletişim kurabiliyor ve dış politikada İsrail
karşıtlığıyla heyecan yaratıyordu. Ekonomide pek başarılı değildi, ama sosyal
yardımlar yapıyor, kamu kaynaklarını yoksullara dağıtıyordu. Öte yandan ekonomi-politik
ve jeopolitik açıdan seçkinlere mahkûmdu. Kendisini destekleyen muhafazakârlar
gelişmeye ve çok sesliliğe kapalıydı. Ancak, geleneksel kurumları iyi kullandılar
ve halka daha yakın oldular.
Faaliyetlerini
cemaat üzerinden yürüten muhafazakârlar, reformcuların iktidarda bulundukları
16 yıl içinde başaramadıkları kurumsallaşmayı, partileşmeyi başardı…
Anayasayı Koruyucular Kurulu ve Rehberlik makamı ile
uyumlu meclis ve hükümetin oluşturduğu muhafazakâr iktidarı, sert
anti-Amerikancı söylem ve gerginleşen Batı ile ilişkilerle öne çıkıyordu. Öte
yandan, 2006’da, toplumsal
yozlaşmadan sadece kadınların sorumlu tutulamayacağını, hatta kadınların stadyumda
futbol maçlarını izleyebileceğini söyleyen Ahmedinecad, muhafazakârlardan
bağımsızlaşmaya ve geniş kesimlerce kabul görmeye çalışıyordu. Kadınların
hükümet üst makamlarında görev almamasını savunan köktenci Ayetullahların tam
tersi, kabinesine kadın bakanlar atıyordu. Petrol fiyatlarının artış
göstermesine karşılık, büyük şehirlerdeki pahalılık, artan ev kiraları ve
benzin fiyatı ile toplu ulaşım ücretleri de eksi hanesine yazılıyordu.
Ahmedinecad 20
yıldır Rehberlik
makamında olan asıl güç sahibi Hamaney’le ters düşmediği oranda güçlü olabiliyordu.
Etkisinin azaldığı da ileri sürülen Ahmedinecad’tan büyük değişimler bekleniyordu:
Gıda maddeleri sübvansiyonunu kaldırmak, devlet desteğini yoksullara
yönlendirmek, faiz oranlarını düşürmek, vergi kaçaklarını önlemek, ödenmeyen
kredileri halletmek, rantiye kesimin önünü kesmek, mafyayı ve karaborsayı
etkisiz hale getirmek, rüşvet çılgınlığına son vermek, Gizli Servis’in işkence
ve infazlarını durdurmak ve sansürü kaldırmak gibi.
Ahmedinecad “Molla
ihtisas alanı dışında yönetime girmesin” derken yeni devlet yapılandırmasına
işaret ediyordu. Zenginleri temsil etmiyordu. Reformculara duyulan
güvensizliğin sonucu, orta tabaka ve yoksulların desteğiyle cumhurbaşkanı
seçilmişti. Şehirli zenginlerin daha da zenginleşmesini önleme, taşranın
varlığını artırma politikası güdüyordu. Ancak her iki kesimi de memnun
edebildiği söylenemezdi.
İran’da yönetici
elit bölünüyordu. Rehber’i seçen Şura-yı Hubregan’ın (Din adamlarından oluşan Uzmanlar
Meclisi) başındaki Rafsancani, Hamaney’in görevden alınmasını, yerine birkaç
din adamından oluşan bir ‘Rehberlik’ mekanizmasının kurulmasını istiyordu. Humeyni’nin
Başbakanı Musavi, eski Meclis Başkanı Karrubi, Montazeri ve Hatemi desteğindeki
kitlesel muhalefet, mevcut rejimin meşruiyetini yitirdiğini söylüyordu.
Din adamları
azınlığının oligarşisi ve teokratik rejimi Devrim Muhafızları’na dayanıyordu.
Muhalefet Hamaney'in acımasızlığını İran Şahı ile karşılaştırıyor, baskıcı
rejime karşı özgürlük talep ediyordu.
Muhalefet Humeyni
rejimini devirmeyi değil, devrim çerçevesinde evrim, temel reformlar ve
değişiklik istiyordu. Rejim ise zorla, baskıyla ömrünü uzatmaya çalışabilir veya
devlet eliyle reforma gidebilirdi.
Milletvekilleri,
muhalefet liderleri Musavi ile Karrubi’nin ve eski cumhurbaşkanı Rafsancani’nin
hemen asılmaları gerektiğini sloganlar ile dünyaya duyurdu. Meclis Başkanı Laricani
de, Musavi ile Karrubi’nin ülke insanına yanlış mesajlar verdiklerini, ülkeyi
düşmanlık içine sürüklediklerini söyledi.
Karrubi, Musavi ve
Rafsancani ılımlı kanadı temsil ediyordu. İran İslam Devrimi’nin serpilip
yerleşmesinde de büyük hizmetleri olmuştu. Cumhurbaşkanı Ahmedinecad ve yakın
çevresi 2009 muhalefet gösterileri sırasında, muhalefeti, rejim düşmanı, hatta Amerikan
yanlısı ajanlardan oluşmuş bir hareket olarak gördü.
Arap dünyasında
olduğu gibi İran’da da orta sınıf, üniversite mezunu işsiz gençler ve ekonomik
çıkarlarını dünya ile bütünleşmede bulan belirli sermaye çevreleri, çok farklı
bir ülkede yaşamak istiyordu.
İran’da
Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’la dini lider Hamaney arasında da bir bilek güreşi
yaşanıyordu. Din adamları, Ahmedinecad karşısında dini lider Hamaney’le birlikte
safları sıkılaştırıyorlardı. “Son kullanım tarihi” biten cumhurbaşkanlarını
yemekle ün salan Hamaney, mollalarıyla birlikte Ahmedinecad ve popülist
taleplere daha duyarlı olmaya aday görünen kadrosunu hedef alıyordu. 2009
seçimlerinde büyük isyan dalgasıyla karşılaşan Ahmedinecad, 2013 seçimlerinde
yerine bırakmak isteyeceği “emanetçisiyle” reform taleplerine taviz vermek
isteyebilirdi. Ayetullahlar bu yöndeki olası gelişmelerin önünü kesmeyi
amaçlıyordu. Ayetullah Şirazi “İran’da önemli yetkililer tarafından dile
getirilen bu Türkiye öykünmesini” göz gözü görmeyen bir iktidar kavgasında
malzeme yapmak istiyordu. Bir yanda, Ankara ve Tahran rejimleri birbirlerine
yakınlaşıp, daha açık hale geliyordu. Diğer yanda, İran’da tehdit olarak
görülen bir “Türkiyeleşme” arzusu gündeme geliyordu. Türkiye’nin, artan
“İranlaşma” eğilimi; İran devriminin en muhafazakâr mollaları tarafından
Tahran’ın yoldan çıkan resmi yetkililerine “izlenmesi gereken ideal örnek”
olarak gösteriliyordu.
İran yönetimi,
meşruiyet krizinden güçlenerek çıkabilmenin çaresi olarak nükleer programını
hedef alan dış tehdidi seçti. Çerçeveye Türkiye’yi de açık biçimde
yerleştirerek, olası bir İsrail saldırısına mukabele ederken çatışmayı bölgeye
yayacağı uyarısında bulunuyordu. Türk ekonomisini tehdit ediyordu. Kürecik
radarının elde edeceği verilerin İsrail’le paylaşılmayacağı güvencesi etkili
olmamıştı. Tahran, Türkiye ile İsrail’i aynı hatta yerleştirerek AKP
iktidarının İslamcı damarını şişirmeye çalışıyor, ideolojik baskı altına alıyor
ve politikalarını gözden geçirmeye zorluyordu. İsrail karşıtı Türk kamuoyunu da
AKP hükümetine karşı kışkırtmayı deniyordu.
NATO üyesi Türkiye
de bir jest yapmakta gecikmedi. ABD Rusya ve Çin’i bile yanına almışken, Türkiye,
ABD’nin tüm uyarılarına rağmen, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki “9
Haziran 2010 İran’a yeni yaptırımların uygulanması” oylamasında İran’ı
destekledi.
İran’ın dış
politikasında Rusya'nın yerini Türkiye'nin alması, Ortadoğu, Orta Asya, Güney Kafkasya
politikasını etkileyecekti. Atatürk Türkiye’si dış politikasının üç ekseni
vardı. Balkan Antantı ile, Balkanlar’daki eski Osmanlı topraklarını kontrol, Sadabat
Paktı ile, Irak, İran ve çevresindeki sömürge ve yarı sömürgeleri kontrol, SSCB
ile dostluk ve işbirliği. AVRASYA EKSENLİ bir dış politika benimsenmişti.
Türkiye, Temmuz 2010’da
İran ile zenginleştirmeye çalıştığı tüm uranyumu kapsayan yeri bir anlaşma için
diyalogu açmaya çalıştı. Batılılar İran’ı yaptırımlarla dize getirmek için sopa
gösteriyor, Türkiye diplomasiyle havucu gösteriyordu.
Rusya da boş
durmuyordu. İran Buşehr’de kurdukları İran’ın ilk nükleer reaktörünü Ağustos
2010’da hizmete açtı. bin megavatlık hafif su reaktörü İran’ı işbirliğine ikna
için önemliydi. Ahmedinecad 19 nükleer santral daha yapacaklarını beyan etti.
İran bu başarısını, petrol ve gaz kaynaklarına borçluydu. Enerji zengini İran, nükleerden
elektrik elde edip daha fazla gaz ve petrol satacak. Batı ve İsrail İran’ın nükleer
silah üretmesine dair Natanz ve Kum’da bulunan uranyum zenginleştirme
tesisleridir endişeleri. Mayıs 2010’da Türkiye- İran- Brezilya arasında
imzalanan uranyum takası antlaşması batı kamuoyunda ihtiyatlı bir çekingenlikle
karşılandı. Haziran’daki BM’nin İran’a yaptırım kararı, bu endişelerin bir
sonucuydu. Rusya’nın BM yaptırım kararını uygulayacağını açıklaması nükleer
yolculuğu birlikte sürdüren iki ülkenin arasını açabilirdi.
BM yaptırım
kararı Güvenlik Konseyi’nde Türkiye ve Brezilya’nın ret, Lübnan’ın çekimser
oylarına karşın, 12 ülkenin kabulü ile yürürlüğe girmişti. Ağustos’ta Brezilya’nın
da yaptırım uygulama kararına imza atması, İran’ı daha da yalnızlaştırdı. Ama
İran, tüm karşı koymalara rağmen, ilk nükleer santralini açmıştı.
İki gün sonra İran
Türkiye'yi can evinden vurdu. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hamid Baghaei, yüz yıl
önce Osmanlı döneminde Ermenilere karşı "soykırım" yapıldığını
söyledi.
Nükleer programıyla
ABD, İsrail ve Batı dünyasının günah keçisi ilan edilen İran’a Rus ve Çin desteği
neden azalıyordu?
Rusya İran’ın nükleer
programına önemli bir katkı veriyordu. Çin petrol ihtiyacının yüzde 14’ünü
İran’dan karşılıyordu, İran’da petrokimya yatırımları planlıyordu.
BM’den çıkan son
yaptırım kararlarını destekleyerek Ahmedinecad’a neden büyük hayal kırıklığı
yaşatıyorlardı? Eskiden beri Ortadoğu’yu Amerikan etki alanı olarak gören Rusya
ve Çin, beş on yıldır Asya’nın uzantısı olarak ilgilendikleri İran’ı neden ABD
ve İsrail’in merhametine terk ediyordu?
Buşehr nükleer
santralini bitiren Rusya, neden ABD ve İsrail’in baskıları sonucu İran’a
satmayı planladığı önemli silahları vermeyeceğini açıklamıştı?
Ortadoğu’yu feda
edip, Asya’yı kurtarmak mı isteniyordu?
Ya da Irak ve Afganistan
yorgunu ABD’ye, İran’a saldırması için alan yaratarak, iyice çökmesini mi umuyorlardı?
Burada Fethullah
Gülen cemaati için bir parantez açmalıyım…
Amerikan Yahudi lobisinin
Gülen’den beklentileri vardı. İlk vekâleti onları verdi. Ama Gülen ve ekibi
bunu bilinçli olarak kabul etmediler. Bu vekâletin anlamını bilmiyorlardı. Özal
vasıtasıyla Amerikan büyükelçisi, Yahudi asıllı Abramovich “Yakında Sovyetler
çökecek, İran’a da Saddam’ı saldırttık, ama yakında Saddam da İran’dan
çekilecek. Bu sırada Sovyetler çökerse İran rejimi bütün Sovyet Müslüman
topluluklarını ele geçirecek, Şii, Sünni, belki Afganistan bile İran nüfuzuna
girecek. Siz Fethullah Hoca’ya baskı yapacağınıza, Fethullah Hoca okulları
vasıtasıyla geliştireceğiniz Sünni kuşakla İran’a sınır çekmelisiniz.” 1991
yılında Ankara’daki görevinden ayrılan Abramovich, Soğuk Savaş sırasında Sovyetlerin
çevresindeki Müslümanlardan oluşan “Yeşil Kuşak”ın şimdi başka bir şekilde
kullanılacağını söylüyordu. Devam etmişti: “İran tehlikesini enterne için Fethullah
Hoca okulları vasıtasıyla, Türk okulları, Türk İslam okulları perdesi altında
aynı zamanda İngilizce öğreten, Amerikan misyonerliği de yapan okullar açılsın.
Fethullah Hoca da bir Sünni lider olarak o hareketin başında itibar görsün.” Gülen,
kendisine bu şekilde bir vekâlet verildiğinin farkında olmadan, rahatladı. Özal
Adriyatik’ten Çin Denizine kadar diye söylemlere başladı. Bu arada Gülen tehlikeli
olabilir diye ABD’de gözetim ve kontrol altına alındı. 1997’de Erbakan’ın İslamcı
partilerini ve İran-Türkiye ilişkilerini önlemek için 28 Şubat hareketi oldu. Gülen
1998’de “İranlılar Müslüman sayılmaz, biz İranlılarla ayrı mezhepten değiliz,
aramızda din farkı vardır” demeye başladı. Gülen “Dinlerarası Diyalog”
kavramıyla Hıristiyanlara ve Yahudilere yakın davranırken İslam’ın Şiilerine
hoşgörüsüz davranıyordu. Hükümet Cemaat'i İsrail'le işbirliği yapmakla, Cemaat
ise Hükümet'i İran yanlısı olmakla suçluyor. İran'a göre, Fethullahçılar, Irak'ın
kuzeyinde Sünni-Şii ayrımının körüklenmesinde rol oynuyor, İran ile Şii
karşıtlığı propagandası yapıyor. Fethullah'a ait gazete ve televizyonlarda İran
Devrimi'ne karşı yayınlar yapılması ve Fethullah Gülen'in ABD'de yaşaması da
İran yönetimini rahatsız ediyor. İran yönetiminin Fethullahçılara önemli bir
darbe indirdiğini, Irak'ın kuzeyindeki Gülen Cemaati'ne bağlı 4 fakülteyi
kapattırdığını ekleyip, asıl konumuza dönelim.
2010 yılındayız.
Iraklı Şiilerin desteğindeki, İran yanlısı bir hükümet, Arap dünyasında İran’ı
askeri ve siyasal alanda tehdit olarak görenlerin kaygılarını ve tepkilerini
artırıyor. İran Lübnan’da da nüfuzunu artırıyor, Hizbullah’ı destekliyor. İsrail’i
yok etme niyetini gizlemiyor. 500 yıllık stratejik denge, İran’ın nükleerleşmesi
ya da bir nükleer eşik ülkesi haline gelmesiyle Türkiye’nin aleyhine yıkılmak
üzeredir. Türkiye, İran'ın üçüncü kategoride (Nükleer Enerji sağlamak için
yakıt üreten ülke) kalması ve ikinci kategoriye (Nükleer Silah sahibi ülke)
çıkmaması konusunda kararlı. Bu konuda, tüm İranlı yetkililer uyarılıyor.
2012’de parlamento
seçimlerini Devrim Muhafızları çevrelerinden Hamaney yandaşları kazandı. Devrim
Muhafızları ekonomik konular; nükleer ve petrol konularında karar almakla
yetinmiyor; siyasi konularda da karar mercii oluyordu. Dini lider onları değil,
onlar dini lideri kontrol ediyordu. Cumhurbaşkanı Ahmedinecad ekibi ile Devrim
Muhafızları ekibi arasında çekişme vardı. Devrim Muhafızları’ndan bir liderin, Ahmedinecad’ı
tokatladığı biliniyor. Devrim Muhafızları, Ahmedinecad’tan kurtularak Batı’yla
ilişkiler, dış politika ve nükleer konusunda tek söz sahibi olmak istiyordu.
Cumhurbaşkanlığı’na da kendilerinden birini getirmek için uğraşıyordu. İslamcı
rejim Amerika’ya yakınlaşmaya
çalışıyor, kendi tarihi içinde yeni bir sayfa çevirmeye çalışıyor, Ortadoğu içi ve dışında ABD ve Avrupa ülkeleriyle yeni ilişkiler kurmak istiyordu. Çünkü
çıkarları bunu gerektiriyordu.
2013 cumhurbaşkanlığı
seçimlerini %51 oy oranı ile reformcu “Ilımlı Molla” Ruhani kazandı. Uzun
yıllar dini lider Hamaney’in Ulusal Güvenlik Konseyi’ndeki temsilciliğini yapan
Ruhani, Uzlaştırma Konseyi üyesi, Uzlaştırma Konseyi Stratejik Araştırmalar
Merkezi’nin de başkanıydı. Ruhani, geçmişi ve “pragmatik” tarzıyla muhafazakarların
da sıcak bakacağı bir isimdi. Batı’daki müzakere yanlılarını sevindirecek,
savaş taraftarlarını üzecekti.
İran’da “Gorbaçov tarzı bir ‘açıklık
politikası, glasnost’ süreci mi başlıyordu?”
Mollalar Sovyetlerin
çöküşüyle özdeşleştirilen “glasnost” tabirinden nefret ediyordu. Yeni açılım
sürecini adlandırmak için onların kullandığı ifade, “kahraman yatkınlık, esneklik”
idi. Hamaney, nükleer programında büyük söz sahibi Pasdaran, yani Devrim
Muhafızları’na; “Biz bu süreci münasip gördük. Siz dış politikaya karışmayın!”
mesajı veriyordu.
Bu arada, Türkiye
‘Yeni Osmanlıcılık’ projesiyle, Ortadoğu üzerinde hâkimiyet kurma, İran’la
rekabet etme, Kürtleri kâhyası gibi kullanma niyetini açıkladı.
Türkiye PKK ve Esad rejimini destekleyen İran ile diplomatik ilişkileri yürütme
çabasındaydı. Batı ile nükleer kriz konusunda anlaşma sinyalleri veren İran da,
Türkiye’yi ekarte edip bölge liderliğine oynuyordu.
ABD’nin zorlaması ile Batı’nın büyük ülkeleri
İran’ı sıkıştırmak için ambargoyu genişletiyordu. İran’ın dünya ile parasal
trafiği kapatılıyor, petrol ve doğalgaz ticareti engelleniyordu. İran’ın
döviz gelirlerinde petrol ve doğalgaz satışlarının payı yüzde 90 dolayındaydı. Dünyanın
dördüncü en zengin petrol rezervine sahipti. Çin, Japonya, Hindistan, Güney
Kore, Türkiye ve İtalya önemli müşterileriydi. ABD Türkiye’ye petrol ve doğalgaz
ithalatında müsamaha gösterdi. Ama uluslararası banka sistemi kullanılamadığından
parasını ödemekte zorlanıyorduk. Formül bulunmuştu, İran, ödemeleri altına
çevirerek ülkesine taşıyordu.
Küresel yağmacılar
hemen harekete geçmişti. Onlara göre Türkiye ile anlaşmaları böyle değildi. ABD
Maliye Bakanlığı, İran’ın, sıkı ambargodan Ankara’nın desteğiyle sıyrıldığına
işaret etti. Eski Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın yardımcısı Rahimi hakkında
yolsuzluk soruşturması açıldı, soruşturma Ahmedinecad’a doğru çıktı. Ruhani
yönetimi Amerika ve Batı ile ilişkilerini iyileştirip ambargoyu sona erdirmeye
çalışıyordu. Ambargo dolayısıyla yürüttüğü kayıt dışı ticarî ve parasal trafiği
sona erdirmek istiyordu. Rıza Sarraf’ın iş ilişkisi içinde olduğu söylenen 39
yaşındaki Babek Zencani tutuklandı. İran yaptırımlara karşı bazı işadamlarına petrol
ve doğalgaz satışı için imtiyazlar sağlıyordu. Zencani, ortağı Zarrab
aracılığıyla Türkiye’ye altın karşılığında petrol ve doğalgaz satarak, 13
milyar dolarlık servete sahip olmuştu. Ruhani, mecliste çoğunluğu bulunduran Ahmedinecad
taraftarlarına Zencani vasıtasıyla baskı yapıyordu. Nitekim Mart 2016’da Zencani
ve iki ortağı hakkında 'yeryüzünde fesat çıkarmak' suçlamasından idam kararı
verildi. Ama gelinen noktada, Tahran Başsavcısı, milyarder işadamının
zimmetindeki paraları ve devlete verdiği 2,8 milyar dolar maddi zararı telafi
etmesi halinde, ceza kanunundaki ‘ İslami merhamet’ maddesinden
yararlanabileceğini açıkladı.
Uluslararası
Atom Enerjisi Kurumu (UAEK), İran'ın dünya güçleriyle vardığı anlaşmaya uyarak uranyumu
yüksek oranda zenginleştirme faaliyetini durdurduğunu açıkladı. Batılı ülkeler,
İran'ın nükleer silah üretebilecek teknolojiye sahip olmasından çekiniyordu. Ama
bu da aşıldı. İran’ın nükleer programı üzerine ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve
Fransa ile Almanya ile vardığı 14 Temmuz 2015 anlaşması tarihi nitelik taşıyordu.
İran nükleer silah yapmayacağı taahhüdünü, egemenlik hakkını zedelemeden
uluslararası denetime açmayı kabul ediyor, “dünya güçleri” de İran’a yönelik
bunaltıcı ambargonun kademeli olarak kaldırılması sözü veriyordu.
2016 başında, dinciler
ikiye ayrıldı. Pragmatikler İslam Cumhuriyeti'nin muhafazakârlarıydı. Anayasa
Koruma Konseyi gibi kurumlara hâkimdi. Parlamento ve diğer seçilmiş kurumlara
kimin aday olabileceğine bu grup karar veriyordu. Radikaller, Eski
Cumhurbaşkanı Ahmedinecad gibi isimlerin dâhil olduğu grup parlamento ve
uzmanlar meclisinde güçlü. Batıya karşı oldukça
mesafeliler.
Reformcular da
ikiye ayrıldı. Pragmatik cumhuriyetçiler, eski Cumhurbaşkanı Rafsancani ve Cumhurbaşkanı
Ruhani gibi, nükleer anlaşmanın arkasındaki başlıca itici güç. Daha muhafazakâr bakış açısına sahip. Batı ile iyi ilişkileri kısmen
destekleyen pragmatistlerin en etkili ismi eski cumhurbaşkanı Rafsancani. Radikal
Cumhuriyetçiler, eski Cumhurbaşkanı Hatemi (1997-2005) döneminde güçlü olan,
etkisini kaybeden ve eski günlerine dönmeye çalışan grup. İran’ın batıya açılmak isteyen politikacıları. Serbest piyasa
ekonomisini savunuyor.
2016 seçimlerinde dincilerin ağır yenilgi almaları İran’a yönelik ambargonun
kalkması ve nükleer müzakereye desteğin de göstergesi niteliğinde. Ilımlılık realist
idealizme dayanıyor. Reformcuların siyasal açılımı ve muhafazakârların ekonomik kalkınmayı öncelemelerine karşılık ılımlılar her ikisini aynı derecede
önemsediklerini vurguluyor. Meclisin desteğini arkasına almış hükümetin son senesinde
iç ve dış politikada çözüm bulması gereken önemli sorunlar var. Nükleer anlaşmanın ardından İranlıların ekonomide bekledikleri iyileşme, ABD ve
diğer küresel aktörlerin İran’a karşı beslediği güvensizliğin devam ediyor
olmasından dolayı henüz gerçekleşmedi. Ekonomik durağanlığın sonucu enflasyon %
10’lara indi. Faiz oranları % 20’lerde ve
üreticiler ciddi sorunlarla karşı karşıya. Nakit sıkışıklığı yaşanıyor. İşsizlik
oranlarındaki ciddi yükseliş çözümlenemedi. Hükümet “Rekabet Ekonomisi” söylemi
çerçevesinde serbest piyasa ekonomisine dayalı ekonomik politikalarına geçişi
savunuyor. Devrim Rehberi ise karşıt bir iktisadi anlayış olan “Direniş
Ekonomisi” söyleminde ısrarcı. Bu hükümetin önündeki önemli engellerden biri.
Diğer yandan siyaset, insan hakları, ifade ve basın özgürlüğü gibi
hassas alanlarda toplumun açılım beklediği bir sırada, emniyet güçlerinin toplumu
denetlemek amaçlı Tahran’da binlerce sivil ahlak polisini görevlendirmesi
hükümet ile yerleşik düzenin kurumları arasındaki çatışmalara başka bir örnek.
Bu çatışma aslında kültür-sanattan, siyaset-ekonomiye, eğitimden sağlık politikalarına kadar geniş bir alana yayılmış durumda.
Toparlayalım…
İran ve çevresi
nereye gidiyor?
Sosyal alanda...
80 milyon
nüfusun iki ana unsuru Farslar ve Azeri Türkler % 75 civarında. Kalan % 25'lik
kesimi, Azerilerin dışındaki Türk toplulukları (Türkmenler, Kaşgailer,
Afşarlar, Hamseler, Halaylar, Boyar Ahmet, Karagözlü, Agaçeriler vb.) Araplar, Kürtler,
Beluciler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğerleri. Nüfusun yarısı 30, yüzde 70'i
de 35 yaşın altında. Yüzde 53 yoksulluk sınırı altında ve gençlerde işsizlik
yüzde 50'ye yakın. Enflasyon yüzde 25, ama temel gıda ürünleri ile konutta
yüzde 50'yi geçiyor.
1996'da İran
tarafından yapılmış diller haritası: Azeri Türkçesi 23,5 milyon. Farsça 22
milyon. Kürtçe (Lorani) 4 milyon. Gilaki 3,3 milyon. Mazandaran 3,3 milyon. Türkmence
2 milyon. Horasan Türkçesi 1 milyon. Lori 3 milyon. Laki 1 milyon. Arapça 2
milyon. Kaşkay Türkçesi 1,5 milyon. Lari 500 bin. Beluci 1 milyon.
Türkçelerin
çokluğuna dikkat…
Nüfus artışı
yıllık % 1,5 civarında…
İran halkı dış
tehditlere, baskılara karşı duyarlılığını koruyor ama toplum siyasal açıdan
bölünmeye başlamış. Seçime katılma oranı düşmüş. 25 milyon Azeri Türkü ''Şia''
inancı ve ''İranlı'' üst kimliği altında Farslarla kaynaşmış. Dış güçlerin
tetiklemesine ek olarak, Türk Televizyonlarının İran'da izlenebilmesi ve
kuzeyde bağımsız Azerbaycan Devleti'nin kurulmasının etkisiyle, etnik sorunlar
başlayabilir. İran’da tamamı devlete ait, Kürtçe, Azerice gibi yerel dillerde
yayın yapanlar da dâhil, yüzlerce radyo ve TV kanalı var.
Birden fazla
kadınla evlenen ve istediğinde boşayabilen kocanın emrindeki kadınlara birçok
medeni hakkı verilmemiş. Ama müzik ve dans gibi alanlarda kısıtlamalara rağmen,
üniversite öğrencilerinin yüzde 65’inin kız olması, resim, grafik ve sahne
sanatlarında hayli etkin olan kadınları hareketlendirebilir. Uluslararası Af
Örgütü’ne göre, İran’daki birçok kadın hakları savunucusu casusluk ve hükümeti yıkma
çalışmaları suçlamalarıyla gözaltına alınarak sorgulanıyor. Ekim 2016
seçimlerinde parlamentoda kadınların daha fazla yer alması ile ilgili kampanya
yürüten kadınlar hedef alındı. Kadınlar belli bir neden veya mahkeme celbi
olmaksızın sorgulama odasına götürülüyor ve “dış-güç kaynaklı çabalarla İran
İslam Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışmak” suçlarıyla saatlerce sorgulanıyor.
Cuma
namazlarında İstanbul’dakinden daha az cemaat toplandığı, toplumda muhafazakâr
değerlerin yaygınlaşmadığı; Türkiye’den daha dünyevi bir İran toplumuna
gidildiği söyleniyor. Teokrasiye direnç ve karşıtlığın artması aydınlarca doğal
görülüyor.
Dinî sembollere
tepki, bazı gençlerin yüzünü batıya çevirmiş. Amerika’nın popüler kültürü de
gündelik hayatın bir parçası. Batıda tercih edilen ilk ülke ABD. İngilizce
kurslarına büyük talep var. Devrimde ve sonrasında etkili birçok insan Amerika’da
tahsil görmüş. Los Angeles’te yaşayan İranlı sanatçılar yeraltı pop kültürünün
güçlü bir kaynağı. Uyuşturucu bağımlısı ve bunalımın pençesinde binlerce genç
de yönetime sorun olabilir. Hala, yaşasaydı devrim muhalifi olurdu denilen Marksist
İslamcı Ali Şeriati’nin fotoğrafları cumhurbaşkanının resminin yanına
asılabiliyor.
Askeri alanda...
İran 1700’lerden
beri dört yıkıcı iç savaş yaşadı. Bu savaşlarda Türkler, Afganlar, Ruslar ve İngilizler
önemli roller oynadı. İranlı, Batılılar gelmeden önce de Osmanlılar, Moğollar
ve Araplara dair kötü hatıralar taşıyor. İran, bölgedeki nüfuzunu artırmak
amacıyla önce diplomasi kanallarını kullanıyor, ABD kuşatmasını kırmak istiyor.
AB, Rusya, Çin ve Hindistan gibi güçlü ülkelerle işbirliği yaparak ABD
politikalarını dengelemeye çalışıyor.
İran, ABD’nin Irak’tan
çıkmasıyla Ortadoğu’da doğacak boşluğu doldurmaya çalışıyor. Bunun Üçüncü Dünya
Savaşı’na neden olabileceğini düşünenler, İran’la birlikte, İsrail ve ABD
dâhil, tüm ülkelerdeki nükleer gücün azaltılmasını veya yok edilmesini
öneriyor.
İran, Soğuk
Savaş’tan sonra, bölgesel güç olmak için, askeri gücünü geliştiriyor. Rus ve Çin
ağırlıklı teknoloji transferine ve savunma sanayiine dayanıyor. Ambargo altında
olmasına rağmen yeni silah sistemleri geliştiriyor. Hava savunmasını
güçlendirmeye çalışıyor. Uzun menzilli füzeler üretiyor. Nükleer programa sahip
olmak için gayret sarf ediyor. Kitle imha silahlarına ve rejime sadık güçlü bir orduya
ağırlık veriyor. Nükleer silahlanma ve nükleer enerji çabası, Batı'nın iki
yüzyıllık saldırganlığına, içişlerine müdahalesine ve ülkeyi teknolojiden
mahrum bırakmasına bir tepki.
AB uranyum zenginleştirme
çalışmalarının durdurulmasında ısrarlı. Dünya Atom Enerjisi Kurumu, İran’ın nükleer
enerji alanında bilimsel çalışmaları geliştirdiği için, nükleer enerjiyi barışçıl yollarda
kullanmasına yardımcı olmayı öneriyor. Türkiye’nin, haklı endişeleri olmasına
rağmen, İran’ın nükleer çalışmalarının komşu ülkelere tehdit amacı taşımadığını
dillendirmesi, İran tarafından takdirle karşılanıyor. Ancak, İran dünyaya nükleer
silahlara sahip olmayacağı konusunda güven veremiyor.
Biraz teknik
bilgi…
Saf uranyum 235
izotopunun doğal uranyum ile karıştırılarak yüksek oranlı U-235 içeren nükleer
yakıt elde edilmesine, enerji ve silah üretiminde hassas bir teknoloji olan zenginleştirme
deniyor. Nükleer reaktör yakıtlarındaki zenginleştirme % 3-5 arasında. İran
tesislerinde zenginleştirilme oranının % 30-35 civarında olduğu haberleri var.
Zenginleştirme oranı arttıkça bombanın kütlesi azalıp, gücü artıyor. İran'ın
ulaştığı zenginleştirme oranı bomba yapmaya uygun. ABD dağıttığı yüksek oranda zenginleştirilmiş
nükleer yakıtın belli bir kısmını toplayabilmiş. Ancak 10 ton kadar bomba
yapmaya elverişli uranyum henüz kontrol altına alınamamış. Rusya’dan diğer
ülkelere gönderilen 2 ton uranyumun da nerede olduğu bilinmiyor. Bu ülkelerin
içinde İran da olabilir. İran'ın elinde kayıp uranyumlardan oluşan bir stok
mevcut. Bir uzman 1,5 kg bomba yapına uygun uranyumu satarken yakalanmıştı. Nerede
olduğu bilinmeyen zenginleştirilmiş uranyum, İran nükleer faaliyetleri kadar
tehlikeli olabilir. İran’ın elinde BM’nin anlaşma için referans verdiği, 1.200
kg uranyumdan 2 misli fazla uranyum (takriben 2.300 kg) bulunduğu ileri
sürülüyor. İran elindeki uranyumun sadece yarısını veriyor.
Öte yandan, İran’ın
nükleer yeteneği gibi, füze
teknolojisi de, Türkiye’nin önlem almasını zorluyor, ABD'nin bölgeye müdahalesi
için ilave gerekçe sunuyor. ABD veya İsrail’in öncelikli hedeflerinin, Natanz
ve Kum’daki uranyum zenginleştirme tesisleri, İsfahan’daki dönüşüm fabrikası ve
Arak’taki ağır su reaktörü olduğu sanılıyor.
Ekonomik alanda...
Önce petrol…
İran 1960’ta, Irak,
Kuveyt, Suudi Arabistan ve Venezuela ile Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nü (OPEC)
kurdu. Daha sonra Katar, Libya, Endonezya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya,
Ekvador, Gabon ve Angola da Teşkilat'a katıldı. OPEC üyesi olmayan Rusya ile beraber
çalışıyor.
Batılı ülkelerin
petrol talebinin azalması, OPEC’in iç çekişmeler ve 1980’de başlayan İran-Irak
savaşı sebebiyle zayıflamış olan iç bütünlüğünü daha da sarstı. 2011 ve 2013
arası petrolün varili 120 $ iken, 2014-2015'te 40 $'a düştü. Bu günlerde 55 $
civarında. Kişi başına düşen milli gelir, petrol fiyatlarına bağlı olarak,
yarıdan aza düştü. Ama petrol ihracatına bağımlılık sürüyor. İran’da Petrol ve doğal
gaz önemli bir rant yarattı, ancak sosyal adalete yansıtılamadı. Batıyla ekonomik
ve askeri gelişmişlik farkı enerji kaynakları ve nükleer teknoloji ile
kapatmaya çalışılıyor. Kafkasya ve Orta-Asya'daki enerji kaynaklarına nüfuz
sağlama gayretlerini sürdürüyor. Nükleer teknolojiye karşı Asyalı güçleri petrol
ve doğalgazla doyuruyor. Onların da, büyüyen ekonomileri gereği, en çok ihtiyaç
duydukları şey enerji.
Altın…
Türkiye’nin 2011’de
3 milyar dolar olan altın ihracatı, 2012’de 16 milyar dolara ulaştı. Böylece İran-Türkiye
ticareti yüzde 176 arttı. Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı ülke İran oldu. İran’dan
alınan doğalgazın parası TL olarak banka hesabına yatırılıyor. İran döviz
olarak ülkesine götüremediği için, altın alıp götürüyor. Uygulama ABD’nin
İran’a yaptırımlarından kaynaklanıyor. ABD’nin İran yaptırımlarını denetlemekle
görevli Hazine Bakanlığı Müsteşarı David Cohen, 1 Temmuz 2013’ten itibaren İran’a
değerli metaller satışını yasaklandığını açıkladı. Türkiye’den İran’a altın
gittiği konusunda hiç kuşkusu yoktu.
2013'te %
45'lere çıkan enflasyon, şu sıralarda % 10'un altında seyrediyor. GSYİH
2011'deki 600 milyar $ seviyesinden 430 milyar $'a indi. İşsizlik % 10'dan 12'ye
yükseldi. Ekonominin büyümesi 2016 sonunda yüzde 3,5. Kişi başına gelir, satın
alma gücü paritesiyle, 2016 sonu 16.000 dolar. İşsizlik gençlerde fazla, iş
yaratma kapasitesi ise düşük. Rüşvet alma yaygınlaşıyor.
İran, Türkiye ve
bölge ülkeleriyle dış ticarette ilk aşamada milli paraların kullanılmasını
sonra da ortak paraya geçilmesini savunuyor.
Siyasal
alanda...
1980’li yıllar rejimin güçlendirilmesi, tehlikeli unsurları tasfiye
uğraşı ve İran-Irak savaşıyla geçti. 1990’lı yıllarda Cumhurbaşkanı Rafsancani
döneminde kısmi politika değişiklikleri yaşandı. Toplumsal taleplerin siyasi
alanda karşılık bulması 1997’de Cumhurbaşkanı seçilen Hatemi döneminde oldu.
Ancak Hatemi’nin benzer anlayışı dış politikaya taşıma girişimi 11 Eylül terör
eylemlerini gerekçe göstererek dışlayıcı bir siyaset takip eden ABD yönetiminin
tavrı nedeniyle sonuçsuz kaldı. 2005 yılında Ahmedinecad’ın Cumhurbaşkanı
seçilmesi İran siyasetini tartışmalı bir zemine taşıdı. Ahmedinecad daha
popülist politikalar takip etti. ABD ile karşı karşıya geldiği konularda
çatışmacı tavır takındı. İç siyasette bireysel özgürlükleri değil devrimin
ilkelerini ve anayasanın tavizsiz uygulanmasını savundu. Ahmedinecad nükleer
projeyi uluslararası ilişkiler enstrümanı olarak kullanmasına ve nükleer
kapasiteye sahip güçlü bir taraf olarak yer almak istemesine rağmen bu hedefini
gerçekleştiremedi. 2011 yılında Ahmedinecad yönetimiyle gizli nükleer
görüşmeler yürütülmüş olsa da ABD bu sorunu çözme ve İran’ı uluslararası
izolasyondan kurtarma payesini ülke içinde toplumsal meşruiyetinin daha güçlü
olduğunu düşündüğü bir yönetime vermek istedi ve 2013 yılında seçilen
Cumhurbaşkanı Ruhani’nin yönetimiyle açıktan müzakereler olumlu sonuç verdi. Sekizer
yıllık iki karşıt tutumun yarattığı kaygı ortaya yeni bir siyasi akım çıkardı.
Geleneksel sağ ve geleneksel soldan ve aşırı yanları ağır basan yeni sağ ve
yeni soldan sonra kendisini ılımlı (İtidalgera) olarak tanımlayan yeni bir
siyasi söylem gelişti. Seçimlerin galibi bu siyasi tavırdı. Yeni sağın ılımlı
kesimleri ile yeni solun ılımlı kesimleri arasındaki yakınlaşmadan ortaya çıkan
yeni akımın en önemli aktörleri Cumhurbaşkanı Ruhani ve 9. Meclis Başkanı Laricani’dir.
Önümüzdeki dört yıl mecliste görev yapacak ılımlı çoğunluğa ilaveten 2017
cumhurbaşkanlığı seçimlerini Ruhani’nin tekrar kazanması durumunda İran’ı 2020’li
yıllara bu siyasi çizgi taşıyacak.
Sonuç...
Tahran yönetiminin, Suriye'den sonraki hedefi Basra Körfezi ve Suudi
Arabistan. Ama İran kendini korumak zorunda da kalabilir. Batı dünyasının
saldırısı ve hesaplar çok büyük. Türkiye'ye karşı PKK'ya destek veren Tahran,
Bağdat'ı da kullanarak ülkemizi güneyden çevrelemeye çalışıyor.
İran’ın kendi istatistik kurumunun yayınladığı etnik dağılımına
bakıyorum. Fars nüfusu genel nüfus içinde azınlık durumunda. Azeri Türkleri ve
diğer Türkmenler ile birlikte Kürtleri, Arapları, Belucileri ve diğer etnik
grupları topladığınızda ortada İran diye bir şey kalmıyor. İran bu nedenle Şiilik
propagandasıyla Fars emperyalizmine yönelmek zorunda.
Bugünkü saldırganlığı kendini
kurtarabilir mi?
Bu zaaf alanının kaşınmayacağını mı sanıyor?
Batı'nın elinde böyle bir plan yok mu?
Aslında İran Suriye'den daha vahim olaylara gebe olabilir.
Biraz da,
Osmanlı artığı, Ortadoğu’ya ve Soğuk Savaş’tan sonra hareketlenen Orta Asya’ya
bakıyorum. İran iki bölgeyle de ilgili...
Laik, cumhuriyetçi,
devletçi ve karma ekonomi yanlısı, şeriat yerine hukuk devletine, halkı sömüren
dincilere karşı, ırkçı olmayan milliyetçiliğe dayanan ve ordunun birleştirici,
çağdaş, teknik ve iyi eğitimli özelliklerinin devrimlerinin en önemli elemanı
olduğu Atatürk modeli, çağdaşı İran Şahı General Pehlevi’ye de yol gösterdi. Pehlevi
Fars ve Pers ağırlıklı devrimlerle dinin etkisini kırmaya çalıştı. Mısır’da
İngiliz- ABD yanlısı,
Osmanlı asıllı Kral Faruk'u 1952’de deviren Arap milliyetçisi Albay Cemal Abdül
Nasır da Atatürk ve Pehlevi gibi milliyetçi, laik, ama dincilere fazla karşı
olmayan bir cumhuriyet kurdu. Şahsına ve orduya dayandı. İslamcılığı ve sosyalistliği
birlikte götürdü, ama Arap milliyetçiliğini öne aldı ve Arap
Birliğine ulaşmaya çalıştı. Başlattığı Rönesans Arap dünyasını
sarstı. Çağdaşlaşmaya ve birleşmeye adanmış askeri yönetimler 1958’de Irak,
1963’te Suriye ve 1969’da Libya’daki
İngiliz- ABD yanlısı
krallıkları devirdi. Suudiler ve diğerleri ise bu dalgadan pek
etkilenmedi.
Ama 1948’de ABD
ve Batı desteğiyle kurulan İsrail, Soğuk Savaş’ta Arap-İsrail
çatışmasını önemli bir etken yaptı. Batı’nın Sovyetleri Ortadoğu’dan
uzak tutmayı öngören çevreleme stratejisi Yugoslavya, Yunanistan,
Türkiye ve İran’dan oluşan bir hatta dayanıyordu. Bu hattı yaramayan Sovyetler
Suriye ve Irak’ı etkisine alarak
karşılık verdi. ABD ve Batı bunu da ikinci bir kuşakla çevirerek, İsrail,
Ürdün ve Arap Yarımadasının
bağımlılığını artırdı.
1973 krizi ile
artan petrol fiyatları güç dengesini değiştirdi. Zenginleşen tutucu Arap
krallıklar yönetimlerini düzeltti, karşıtlarını bastırdı ve askeri darbelerden
kurtuldu. Mısır’da, Nasır’ın halefi Enver Sedat İsrail ile
barışınca, laik ve milliyetçi Arap devrimleri 1980’lerde
söndü, rüşvet ve yolsuzluğa battı, inişe geçti. Kişiselleşen ve Emeviler gibi
hanedanlaşan yönetimler de İsrail’e hiç bir şey yapamadığı gibi, toplumlarının
ihtiyaçlarını da karşılayamaz oldu. 1991’de Irak’ı desteklemek
zorunda kalan Filistinliler ise Mısır ve Suriye’nin
desteğinden çıktı, yalnız ve ezilmiş olarak kaldı. Laik, milliyetçi, sosyalist
ve devrimci hareketlerin çöküşü Arap dünyasında
büyük bir boşluk yarattı. Cumhuriyetçi ve İslami gelenekler gündem dışında
kaldı.
Başarısız Nasır
modeli ve petrol zengini tutucu Arap krallıkları
yanında Humeyni ve Şii mollaların şeriata dayanan İran İslam Cumhuriyeti modeli
1980’lerde Arap dünyasında bir umut oldu. Ancak daha
sonra köktenci İran, önder zafiyeti geçiren Arap yönetimlerini
alarma geçirdi. İran’a İslami kimliğinden dolayı sempatiyle bakan Sünniler, Şiiliğin
baskın olmasıyla bu sempatiyi yitirdi.
Ancak ılımlı bir
İran bölgedeki ağır ABD etkisinde bir gedik açabilir.
Petrol, doğal
gaz ve nükleer enerji zengini Orta Asya ise dünyanın yeni
ağırlık merkezi olarak öne çıkıyor. Çin-Rusya-Hindistan
ağırlıklı büyük bir Asya gücü, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) oluşurken, Rusya
gözlemci statüsündeki İran’ın ŞİÖ’ye üyeliğini pazarlık aracı olarak
kullanıyor, ABD ile sorun yaşamak istemeyen Çin
ve Kazakistan İran’ın üyeliğine tereddütlü. Rusya
ve Çin henüz Batı’ya ve ABD’ye açıkça karşı
çıkamıyor, zamana oynuyor. Ama çevrelenme psikolojisi arttıkça ŞİÖ
güçlenecektir. Çin batıdan çevrilmeyi önlemek için ABD'yi
Ortadoğu’da oyalamaya çalışıyor, İsrail'le
ilişkileri derinleştiriyor. Teknolojisini ülkelere ve alt gruplara aktararak
ittifaklar geliştiriyor.
İran zayıflıklarına
rağmen güçlü taraflarını da iyi bilen bir kültüre sahip…
Küresel
bölünmüşlüğü iyi kullanan, bölgesel nüfuz alanını genişleten, Şii dünyasını
denetleyen, enerji projelerinden yeni bölgesel projelere kadar birçok şeyi
etkileme gücüne sahip bir ülke. Tehditleri sınırlarının uzağına atabiliyor, krizleri
başka bölgelere yönlendirebiliyor.
İran birçok
kültürü paylaştığımız kadim bir uygarlık...
Fatih Sultan
Mehmet’in 1453’te İstanbul’u
aldıktan sonra, Bizans gibi, Roma’yı ve Vatikan’ı da egemenliği altına alıp, Avrupa’yı
yönetmek ve bir dünya gücü olmak istediği pek vurgulanmadı. Torunu Yavuz ve
onun oğlu Kanuni’nin İslam’ın kılıcı
olarak, daha doğuya ve daha batıya götürdüğü hatırlarda değil. Hatta, İran’daki
Şii ve Türk kökenli Safevilerle çatışmak yerine, ittifak halinde yeterli güç
toplanabilseydi, tüm Avrupa’yı ezip, İspanya’da zayıflayan Endülüs’le
birleşmenin bile mümkün olabileceği hayal edilemiyor. Şah İsmail’in de benzer şeyi,
“Anadolu’yu Şiileştirmeyi ve bir dünya gücü yaratmayı” hedef aldığı unutuluyor.
Şiiliğin,
Osmanlı’yı Sünniliğin merkezi olarak gördüğü, Nadir Şah'ın Sünni ve Şia
inancını birleştirme çabasının dahi İran-Türkiye düşmanlığını aşamadığını,
Azeri ve Farsların İran Şiiliğine oturan bir milliyetçiliği sürekli koruduğunu
anlayabilirdik. Bu milliyetçiliğin, İran’ın yakın batısını, yani Anadolu ve
Balkanları öteki olarak algıladığını değerlendirebilirdik. Çin seddine benzeyen
İran-Türkiye sınırının, aslında bir Pers-Roma sınırı sayıldığını, Şiiliğin bu
tarihi gerçeğin bir tür farklı ifadesi olduğunu hissedebilirdik. İran’ın,
yaklaşık 2.200
yıl, Büyük
İskender, İslam, Moğol, Selçuklu, Safevi ve Kaçar Türklerinin egemenliğinde, kendi
kültürünü korumayı başardığını, direnemediğinde efendilere hizmet ettiğini, egemen
kültürü benimserken, kendi geleneklerini de sürdürerek bir sentezi başardığını, efendilerin aslında ülkeyi Fars soylularının
yönettiğinin farkına varamadığını yorumlayabilirdik.
Safevilerin, göçebe Türklerin İran topraklarındaki Medler
ve Perslerden sonraki üçüncü büyük egemenliği olduğunu, 1300-1400’lerde Anadolu Aleviliği’nin 1500’lerde İran Safevi Kızılbaşlığı’na, sonra da 1700’lerde İran Safevi Şiliği’ne dönüştüğünü, İran’ın Sasani döneminde
Mecusiliği, Safevi döneminde Şiiliği siyasal amaçlarla kullandığını
değerlendiremedik. 1979 Humeyni
devriminin, başlangıçta Şii-İran milliyetçiliğini kırdığını, evrenselliğe soyunduğunu, ama bu gün
İran'da, kadim İran milliyetçiliğinin yavaş yavaş
canlanmakta olduğunu Batılı bir kaynağın iddia etmesini beklediğimiz gibi.
Oysa farklı
kavramlar deryasına kendimiz dalabilirdik.
Olmadı...
1500’lerde Türk
soyundan gelenlerce yönetilen Anadolu ve İran, Sünnilik ve Şiilik üzerinden
sürekli çatıştı. Osmanlı ve Safeviler, dini ve zamanın milliyetçiliğini
birleştirici yönde kullanarak, Batı’ya karşı tek ülke olma şansını kaçırdı. 1600’lerde
Rusya’nın ve 1800’lerde İngiltere’nin
bölgeye girmesiyle, stratejik bir ortaklık kuramayan Osmanlı ve İran, Birinci
Dünya Savaşı sonuna kadar başka sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı ve geriledi.
Çağdaşlaşmayı “laik cumhuriyet” üzerine kurmaya çalışan Atatürk Türkiye’si ve
baba Pehlevi dönemindeki yakınlaşma, tarihi rekabeti aşamadı. Soğuk Savaş
döneminde, ABD güdümündeki NATO ülkesi Türkiye ve ABD
üssü Pehlevi İran’ı arasındaki ilişkiler de tarihsel rekabetin gölgesinde
oldukça sınırlı kaldı.
Humeyni
Devrimi’ni derin Iran tarihinde güçlü
ama kısa ömürlü bir patlama gibi görenler var. Köklü Fars soylularının
devrimi içerden fethedip bir tür Şii Emeviliği kurduğu, İslam, devrim ve Humeyni’nin,
sadece birer sembol olduğu, Humeyni’den sonra yüksek sınıf sayılan mollaların
Fars soylularına eklemlenerek her şeye el koyulduğu ve geç ortaçağa girildiği de
ileri sürülüyor. Humeyni Devrimi’nden sonra önceliğini rejim ihracına veren İran, 37 yıl sonra, rejimini Türkiye’ye ve
çevresine ihraç edemedi, artık rejimini korumak ve savunmak zorunda.
Batı, yandaşı Sünni
Arap ülkelerini kullanarak, Türkiye’yi Şii İran karşıtı Sünni bir ittifaka
çekmek istiyor. Laik Türkiye Cumhuriyeti, ABD’nin yeşil kuşak
projesi artığı ve Avrupa’nın göz yumduğu İslamcılardan, İran da dinci molla zorbalığından sıyrılmayı deniyor.
İran,
Türkiye’nin Ortadoğu’da İran’ın en büyük rakibi olacağından endişe ediyor. Türkiye’nin
Ortadoğu’daki bir savaştan fayda sağlayacağını
dillendiriyor. ABD ve Arap ülkeleriyle
daha iyi ilişkileri olduğunu düşünüyor.
Türkiye’deki laik
Atatürkçüler ile İran’daki reformcuların, aralarındaki 500 yıllık tarihi rekabeti
yenerek, küresel sömürgeci ve yağmacı Batı’ya karşı işbirliğine
dönüştürebilmesi kolay değil elbette. Ekonomi ve güvenlikleri ABD’ye
ve AB’ye havale edilen, iç siyasetleri göstermelik olarak kendilerine bırakılan
başarısız ülkeler olmaları, yani tarihin tekrarı güçlü bir olasılık.
Yeni Orta Doğu
Projesinde, bu tarafta, Yeni Osmanlıcılık, Yeni Türkiye, yani rakip Şii
ekseniyle gücü sınırlanan Yeni Sünni Hilafet var. Karşıda, gözlüklü, sakallı,
kravatsız, cüppeli mollalardan sonra, kıyafet değiştirmiş Yeni Safevi misyonlu Yeni İran var.
Anadolu ile
İran'ın, Orta Asya'yla, Türkistan’la bağlarının
güçlenmesi Batı, Rusya, Çin ve Araplar için istenen bir çözüm değil. Oysa sözde
Müslüman Arapların, Acemlerin ve Türk dünyasının paramparçalıktan ders alma
zamanı çoktan geldi.
Fransa, Almanya,
İsrail, Çin ve Rusya'ya kadar her ülkeyle ortaklık kurabilen İran, Ermeni
soykırımı iddiasını tanıyor, Ermeni Soykırım Müzesi ve Anıtının ev sahibi ve
her yıl Soykırım Yürüyüşüne izin veriyor. İran, Türkiye’den, ABD’nin Ortadoğu
denkleminden dışlanmasında işbirliği İstiyor. İran, bölge dışı aktörlerin Ortadoğu’daki
etkinliğini kırmak için işbirliği zeminine Mısır’ı da katmak istiyor. Devlet
geleneği olan başlıca üç bölgesel aktörü bu zeminde bir araya getirmeyi öngören
vizyonu var. İranlılar, Türkiye İran ilişkilerinin “tamamlayıcı” olmasını
istiyor, ama entegrasyonu hedeflemiyor. Dolayısıyla, İran Türkiye ile artan
ilişkilerde etkilenerek değişmekten çekiniyor.
Suriye sondan
öncekilerden biridir. Nihai hedef Türkiye ile İran’ın çökertilmesidir. İran,
Azeriler ve Farslar diye ikiye bölünmeye çalışılacak, Türkiye’de de Kürtlerin
isyanı sağlanıp ayrılmalarına zemin yaratılacak. ABD’nin çizme sürecinde olduğu
yeni Orta Doğu’daki büyük Kürdistan’a Kuzey Irak,
Türkiye, İran ve Suriye Kürtleri dâhil edilecek. Bu devletin Akdeniz’e
açılması sağlanacak. Suriye’den sonra İran’da ve Türkiye’de benzer isyanlar
görülebilir.
Devrimden sonra
İran, Irak'la savaş, devrim ihracı, Türkiye ve Afganistan (Taliban) yönetimiyle
gerilim ile ABD ambargosuyla tecrit gibi yoğun ve kritik 37 yıl yaşadı.
Batısından ve Ortadoğu’dan kopuk bir doğulu ülke durumuna düştü. Oysa İran,
Türkiye gibi, doğu ile batı arasında köprü konumunda idi. Mollalar Devriminin
başında, İran Şii ideolojisini, devrimcilik gereği, dünyadaki haksızlıklara
şiddetle karşı çıktığını ifade için kullandı. 1500’lerdeki Batılı Ayetullahların, Luther ve Calvin’in, Hristiyan
Protestanlığı ve Püritenliği ile Amerika’nın kuruluşundaki “insan hakları”
söylemleri gibi…
Gönlüm razı
değil ama mantığım, İran’ın Türkiye’den daha saygın, daha iyi jeopolitik oyuncu
olduğunu söylüyor. Gerektiğinde dini, mezhebi, tarihi düşmanlıkları
kullanabilmesi ve aynı şekilde sonlandırabilmesi takdire değer.
Tersinden de
okuyabilirim...
Şiilik ve milliyetçilik
tansiyonunu azaltmış, Katolik ve Ortodoks Batı ile barışık, ama Protestan Anglo
Sakson Batı ile kavgalı bir Ilımlı İran ile Türkiye’deki Sünni İslam’ın,
yeterli sosyal, siyasal ve ekonomik güce eriştikten sonra ortaklığını da
düşünebiliyorum. Daha ilginci, ikisinin, Batı ile ortak, Çin ve Rusya’ya karşı
hareket ettiğini de hayal edebilirim. Ya da, en ilginci, ikisinin de, Batı
karşıtı olarak, Çin ve Rusya ile ortak hareket ettiğini kurgulayabilirim. Biraz
daha hayalgücü katarak, Türk Cumhuriyetleri ve Pakistan ile de
bütünleştiklerini düşünemez miyim?
Sorularla
bitirmeliyim...
“Tek Dünya
Devleti” ve “Büyük Ortadoğu Projesi” yeni bir döneme girerken, Rusya’ya ve Çin’e
rağmen, ABD terörle mücadele ve demokrasi getirme maskesiyle, Türkiye’yi,
İran’ı, Suriye’yi, Ürdün’ü, Suudi Arabistan’ı, Mısır’ı ve Pakistan dâhil Orta
Asya'yı şekillendirebilecek mi? Kafkasya’da hala Ukrayna ve Gürcistan piyonuyla
oynayabilecek mi?
Dış politikada
çok değişken ve esnek, kendine yeterliliği, petrol rezervleri ve köklü devlet
geleneği ile bölgenin güçlü oyuncusu İran, fanatik Şiiliğin hedefine
ulaşamayacağını anlayınca, Türkler ve Araplar ile ortaklıkta tereddüt edecek
mi?
Bush ve Obama dönemlerinde,
İran'a karşı, önce kültürel ve siyasi güç, sonra ekonomik güç kullanan, ama
sonuç alamadığı gibi ekonomisini de zayıflatan ABD, Trump döneminde askeri güç
kullanabilir mi?
Ilımlı İran, ABD
ve Batı ile işbirliğine dönebilir mi?
Sünni Halifelik
peşindeki Türkiye, Şii İran'la çatıştırılarak, kaos projesine katkı sağlayacak
mı?
İran’ın nükleer
gayretlerine paralel olarak, Türkiye’nin de, Silahlı Kuvvetlerinin konvansiyonel gücünü
zaman içinde azaltarak, İsrail gibi, Pakistan gibi, nükleer silahlara sahip
olmasının zamanı gelmedi mi?
ABD ve Batı
işbirliğinden yeterli faydayı sağlayan AKP, zoru görünce, 1960 Demokrat Parti,
1964 İnönü CHP’si ve 1970 Adalet
Partisi gibi Doğu’ya, Rusya’ya, Çin’e ve İran’a dönebilir mi?
Bir mucize olmaz
ise, Türkiye 21’inci yüzyılın kaybedenleri arasına girmeye başlıyor mu?
Doğu Sorunu-Eastern Question-Şark Meselesi ve
Büyük Oyun-Great
Game devam ediyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder