Wikipedia

Arama sonuçları

2 Aralık 2016 Cuma

Petro, Lenin, Gorbaçov, Putin (IV)


Petro, Lenin, Gorbaçov, Putin IV

                                                                                                                        Kasım 2016

Şaban Recai Öztürk

sabanreco@gmail.com

http://srecaio.blogspot.com

Putin dönemi

Rusya’nın ilk Devlet Başkanı Boris Yeltsin arka arkaya iki dönem bu görevi yürüttükten sonra, 31 Aralık 1999’da istifa etti ve Vladimir Putin Başkan Vekili oldu.

Putin uluslararası hukuk mezunuydu, ekonomi yüksek lisansı vardı. 1975’ten itibaren KGB‘de çalıştı. Sonra Leningrad üniversite yönetiminde görev aldı. 1990’da KGB’den ayrıldı ve Leningrad Belediye dış ilişkiler komitesi başkanı oldu. 1998’de FSB (Rusya Federal Güvenlik Servisi, yani KGB’nin yerini alan iç güvenlik teşkilatı) Direktörü oldu. Mart 1999’da Güvenlik Konseyi Sekreterliği’ne atandı. Ağustos 1999’da Yeltsin tarafından başbakan yapıldı. Yeltsin‘in 31 Aralık 1999’da istifa etmesinin ardından başkanlık koltuğuna vekil olarak geçti. Putin, Mart 2000 başkanlık seçimlerinde % 52,9 oy toplayarak, birinci turda devlet başkanı seçildi. Rakibi Komünist Partisi başkanı Zyuganov idi.

Siyah kuşak sahibi olan Putin genç yaştan beri Judo ile ilgilenmektedir.

Putin Devlet Başkanı olur olmaz, cumhuriyetler ve bölge valileri üzerindeki otoriteyi sağladı. Liberal ekonomik reformlara başladı, hiper enflasyonu durdurdu. Artan petrol fiyatları, bankacılık, çalışma ve özel mülkiyete geçişi kolaylaştırdı ve Yeltsin’in kaos yıllarını aştı. Özellikle 11 Eylül 2001 terörü sonrasında ABD’ye yakınlaştı.

Putin'in artan popülaritesinin asıl sebebi İkinci Çeçen Savaşı idi. 1991 ve 1992'de Kuzey Osetya ve İnguşetya'da savaş patlak vermiş ve Dağıstan ve Başkurdistan özerk bölgelerinde gerginlikler yaşanmıştı. Bir milyonluk nüfusuyla en geniş özerk bölgelerden Tataristan'da referandumda bağımsızlık lehinde % 62 oy toplanmıştı. En önemlisi de, Rusya 1999-2000 İkinci Çeçen Savaşı’nda isyancıları bastırmıştı.

2000de Rus Ortodoks Kilisesi de sahneye çıktı. Çar II. Nikola ile komünistlerce öldürülen diğer bin kişiyi kutsadı. Bu Rusya tarihinde önemli. Burada bir parantez açarak, kısaca “Moskova Patrikhanesi ve din” konusuna değinmek istiyorum.

Rus Ortodoks Kilisesi uzun yıllar Bizans'tan görevlendirilen Yunan metropolitlerce yönetilmiş. 1453 yılında Bizans imparatorluğunun çöküşüyle, Bizans kilisesi ve imparatorluğunun tüm fonksiyonları Moskova derebeyi ve Rus Ortodoks Kilisesi’ne geçiyor. 1589da Rus Ortodoks Kilisesi diğer Ortodoks Kiliselerinden bağımsızlığını ilan ediyor.

Rusya’da üstün ve hâkim inanç sistemi Ortodoksluk idi, ama asıl önemli olan, çarların Kilise’nin vasisi ve koruyucusu olarak kabul edilmesiydi. Devletin politik amaçlarına alet edilen Kilise, herhangi bir konuda çarın onayı ve bilgisi olmadan hiçbir karar alamazdı.

Ama Kilise çarların bu dayanılmaz baskısının intikamını geç te olsa aldı. Ortodoks tebaa üzerinde önemli etkisi bulunan Kilise Bolşevik Devrimi’nde tarafsız kaldı. Yetkileri konusunda anlaşmazlığa düştüğü Çar’a destek çıkmaması, rejimin kısa zaman zarfında çökmesini hızlandırdı.

Peki, bunun karşılığını alabildiler mi?

Tam tersi oldu…

Bolşevikler, dini sosyal hayattan silerek ve toplumda ateizmi yaygınlaştırarak Ortodoks Kilisesi’nin beklentilerini boşa çıkardılar. Çarların dokunmadığı mülkiyetlerine bile el koydular.

Ama savaş imdatlarına yetişir. 1941 de İkinci Dünya savaşının Sovyetler Birliği ne sıçramasıyla birlikte, devam edegelen devlet-Kilise çatışması hafifler. Kilise savaşın kutsallığına vurgu yapar. Rejimi destekler. Ama savaştan sonra bekledikleri ödül gelmez, yine eskiye dönülür.

1956 yılına gelindiğinde, Orta Doğu’da meydana gelen gelişmeler, Sovyetlerin bölgeye ilgisini artırır. Sovyet yönetimi, Rus Ortodoks Kilisesi’nin Doğu Ortodoks Kiliseleri üzerine yoğunlaşması konusunu gündeme getirir. Bu çerçevede Kruşçev’in onayıyla Kilise’nin dış politikada etkinleştirilmesine karar verilir. Ama bir ayrıntıya dikkat! Kilise dış politikada etkin bir biçimde kullanılacak, ancak içe yönelik faaliyetleri ise engellenecektir.

Buraya da dikkat gerekir. Savaştaki yumuşama, dış siyasal gelişmeler Kilise ile ilişkilere yansıyor. Sonuçta, dinin siyasete alet edilmesi ateist komünistler tarafından da ihmal edilmiyor. Sanki sürekli yedekte bekletilen bir oyuncu gibidir Kilise. Beğenilmeyen yetenekleri bir gün gelir işe yarar diye, takımdan temelli atılan oyuncu olamaz.

Kilise de yamandır. Sanki küllerinden yeniden doğmaya hazırlanmaktadır. Onca baskı ve yıldırma politikasına rağmen, Brejnev döneminde din hâlâ ayaktadır ve tırmanışa geçer.

Gorbaçov döneminde, Yeniden Yapılanma (Perestroyka) adı altında bir demokratikleşme projesi uygulanır. Rus Ortodoks Kilisesi, 1988 yılında kutlamayı planladığı Hıristiyanlığın kabulünün milenyum etkinliklerini gündeme getirerek Gorbaçov’un onayını almayı başarır. Stalin’den sonra ilk kez Rus Ortodoks Kilisesinin yönetim kadrosu ülke lideriyle bir araya gelmeyi başarır. Gorbaçov, hükümetin yeni bir vicdan hürriyeti kararnamesi üzerinde çalıştığını ve bundan böyle inananların kendi inançlarını özgürce ifade edebilecekleri bir ortamın sağlanacağını beyan eder.

En büyük engel 2000 yılında aşılır. Rus Ortodoks Büyük Kilise Konseyi, Çar İkinci Nikola’yı, ailesini, binlerce Stalin terörü kurbanlarını kutsadığı zaman. Sovyetler döneminde can çekişen Ortodoks Kilisesi, ülke çapında cemaatler kurarak önemli bir güç haline gelir. Kilise Batı kökenli demokrasiye, insan haklarına ve çoğulculuğa karşı şüpheyle yaklaşırken, kendine en ünlü yandaş olarak Putin’i buluyordu.

İkisinin de karşılıklı çıkarları vardı…

Putin Rusya’daki Müslümanlar konusunda da benzer yaklaşımı sergiliyordu. Rusya bir Avrupa ülkesinden daha fazla Müslümana sahipti. 2010 sayımında, 144 milyon nüfusun yüzde 10’u yani 14,5 milyon Müslüman’dı. Rusya’nın genel nüfusu düşerken Müslüman nüfusu artıyor. Birçok Müslüman topluluğun geçmişi bu topraklarda Ruslardan öncesine dayanıyordu. Kafkasların haricinde Rusya’da Müslümanların yoğunlaştığı iki bölge daha var. Birincisi işçi göçüyle 2 milyonu bulan Moskova, diğeri İslam’ın eski burçlarından Başkırdistan ve Tataristan. Dünyanın en kuzeyindeki Müslüman ileri karakolu veya Euro-İslam” terimi kullanılıyor. Rus milliyetçiliği İslam’a Batı karşıtı bir müttefik gözüyle bakıyor, İslam’a tolerans gösteriyor.

Rusya ve İslam arasındaki en büyük çatışma olarak görülen Çeçenistan’ın bağımsızlık savaşıyla ilgisi yok. Dünya Müslümanları için sorunlu bölgeler, İslam’ın saldırıya uğradığı Filistin, Bosna ve Keşmir olarak sıralanıyor. Ama Çeçenistan’a baskı ve bölgedeki şiddet, Rusya’nın Müslüman ülkelerle ilişkilerini geliştirme çabalarında sorun çıkarıyor. Rusya’nın çoğu yerinde İslam’ın geleceği üzerine farklı bir tartışma var. Herkes Putin’den başka hiçbir başkanın yönetimi altında yaşamak istemediğini söylüyordu.

Birleşmiş Milletler, Rusya’nın 2007’de 140 milyon olan nüfusunun 2050 yılına kadar üçte bir oranında azalarak 95 milyona düşeceğini tahmin ediyor. Etnik Ruslar arasında doğum oranı düşerken Müslümanlarda bunun tam aksi görülüyor. Dolayısıyla önümüzdeki 40-50 yıl içinde Rusya’da Müslümanların çoğunlukta olması ciddi bir ihtimal.

Putin’e dönüyorum.

2002’de önemli bir siyasal ve askeri atılım yaptı. Rusya Federasyonu, Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan arasında Ortak Güvenlik Anlaşması Teşkilatı (CSTO, Collective Security Treaty Organization) kuruldu. NATO gibi askeri bir teşkilatlanma denebilir.

Putin, “SSCB’nin yıkılmasından bu yana toplumu etkisi altına alan ve rahatsız eden “ulusal aşağılık kompleksi” ile mücadeleye girişti. “Büyük Rusya” yeniden kurulacaktı. İdari yapıyı yeniden yapılandırdı, özerk cumhuriyetlerin ayrıcalıklarına son verdi, onları Moskova’nın sıkı kontrolü altına aldı. Siyasi alanda da gücü tek elde topladı, kendisine karşı çıkan oligarklara savaş açtı. Bir zamanlar herkesin eşit derecede fakir olduğu Rusya’da, kısa sürede büyük servetler toplayan zenginler, yani oligarklar 90’lı yılların ortalarından itibaren Yeltsin dönemi ile altın çağlarını yaşamışlardı. Zenginliklerini arttırmışlar ve Kremlin ile hükümet politikaları arasında hep belirleyici bir konumda olmuşlardı. Putin, Oligarkların politik güçlerini aldıkları medya patronlarının da üzerine gitti, onlarla iktidarı paylaşması mümkün değildi.

Bu nasıl olmuştu?

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, Rusya kapalı ekonomiden piyasa ekonomisine geçiş yapmış, mülkiyet haklarını yeniden düzenlemiş, birçok kamu kuruluşu özelleştirilmişti. Bu sert geçiş Rus ekonomisinin küresel çapta güçlü ekonomiler karşısında fazla kırılgan olmasına yol açıyordu. 90’lı yılların ortalarında artan özelleştirmeler zengin bir sınıf ortaya çıkarmış, fakat bu zenginlik halka yansımamıştı.

Putin ne yaptı peki?

Önce ekonomik ve mali alanda değişiklikler yaptı. Vergilerde % 13 indirim yaptı ve vergi sistemini düzene oturttu. Maaşların düzenli ödenmesini sağladı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden itibaren Rusya ilk kez bütçe fazlası verdi ve dış borçlarını ödemeye başladı. Ekonominin iyiye gitmesi ve halkın refahının artması Putin’e desteğin yükselmesini sağladı. Putin Rus ekonomisini yaklaşık 8 kat güçlendirdi, makroekonomik göstergeler 3 kat büyüdü. Milli gelir 250 milyar dolardan 600 milyar dolara yükseldi. Rusya Çar’ları Putin e borçlanıyordu.

Bunun sonucu, Putin 2004te % 71,3 oyla tekrar başkan seçildi. Putin, dış politikada pragmatizme ağırlık verdi. Siyah ve beyazdan çok gri tonları öne çıkardı. Batı ile ilişkiler dengeli bir şekilde yürütülmeye çalışılırken, Yeltsin döneminde ikinci plana itilen Doğu ile ilişkiler üst düzeye çıkarıldı. Bunda enerji politikalarının payı da büyüktü. Ekonomide piyasa ekonomisinden karma ekonomiye geçilmesi de onun eseri oldu.

Putin’in merkezileşme adına yaptığı uygulamalar, demokratik olmadığı için eleştirilmişti. Oligarklara yönelik uygulamaları, özel radyo ve televizyonları devlete bağlaması, dergileri kapattırması, Sivil Toplum Kuruluşlarına (STK) yönelik yaptırımları, toplumu militarize etmesi, seçim yasasını değiştirerek kendisine ve partisine üstünlük sağlaması eleştirilerin daha da artmasına neden olmuştu.

Putin’in ikinci döneminde toplum ve ekonomi çağdaşlaştı. Buna karşılık güç merkezileşti ve çoğulculuk azaldı. Putin, Rusya’yı daha güçlü fakat daha az demokratik bir duruma getirdi.

Ama haksız mıydı?

Rusya Batı’nın uygulamalarına açık hale geliyordu. ABD, Rusya’ya öncülük ediyordu, IMF çözüm önerileri sunuyordu. Ama bunlar iyileşme sağlamıyordu. Kültürel ve düşünsel alanda dayatılan Amerikan egemenliği, ulusal kimliğin parçalanmasına kadar dayanıyordu. Batı ve piyasada hile yapan vurguncu Soros tarafından finanse edilen yüzlerce STK, vakıf kurulmuştu. Çevre ülkelerde yaşanan devrimlerde STK’ların oynadığı güçlü rolü gören Putin, Batılı servisler tarafından desteklenen bazı demokrasi örgütlerini kapatmak için yeni düzenlemeler yapmıştı. Yeni çıkartılan kanunla STK’ların yabancı vakıflardan para alması imkânsız hale gelmiş, böylece çoğu STK kapanmak zorunda kalmıştı.

Putin, çevre ülkelerde yaşanan “Renkli Devrim” tehlikesinin Rusya’ya sirayet etmesini önlemeliydi. Sokakların muhalefetin egemenliğine girmesini engelleyecek Nashi gençlik örgütünü kurdu. Bu kamplarda gençler eğitiliyor, olası darbelere karşı savunma yöntemleri öğretiliyor, milliyetçiliği destekleyecek açıklamalar yapılıyordu.

AGİT ve Avrupa Konseyi Parlamenterleri seçimlerin adil olmadığını ve taahhütlere ve standartlara uymadığını belirttiyse de, 2007de Duma ve 2008de Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Birleşik Rusya Partisi % 70.28 oy aldı. Adil Rusya ve Liberal Demokratik Parti hükümet yanlısı iken, muhalefet yapan tek parti Komünist Parti oldu. Birleşik Rusya Partisi adayı, Putin’in desteklediği Dimitri Medvedev Cumhurbaşkanı seçildi ve Putin’i Başbakan atadı.

Medvedev, Putin’in politikalarını devam ettireceğini söylese de, aksine demokratikleşmeyi, adaleti ve şeffaflığı sağlayacak uygulamalara gitti. Medvedev, ilk iki yılda Kremlin’deki birçok bürokratı görevden aldı ve adil yargılama için hukuk sisteminde büyük bir reform yaptı. Sadece petrole ve doğalgaza bağlı kalınmadan teknolojik ürünler üretilmesi gerektiğini söyledi. 2009 yılında Amerika’da Silikon Vadisi’ni ziyaret etti ve Skolkovo’da bir Rus Silikon Vadisi yapımını başlattı.

Rusya, 2008’de, ABD ve NATO’nun El-Kaide yanında asıl düşman olarak Rusya’yı gördüğünü ifade etti. Varşova Paktı eski üyelerinin NATO’ya ve AB’ye alınmasını, Ukrayna ile Gürcistan'ın da NATO üyesi yapılmak istenmesini, ABD'nin Ukrayna'ya savaş gemisi armağan etmeye hazırlanmasını, Polonya ve Çek Cumhuriyeti'nde "Füze kalkanı" sistemleri kurulmasını kuşatma stratejileri olarak görüyordu.

Rusya 2008 yılında, Osetya’da bulunan Rus Barış Gücü askerlerinin öldürüldüğü gerekçesiyle Gürcistan’a müdahale etti. Aslında Gürcistan’ın NATO’ya girmesini istemiyordu. Müdahale bittiğinde Güney Osetya ve Abhazya bağımsızlığını ilan etti, Rusya Federasyonu da bunu resmi olarak tanıdı.

Rusya bu dönemde yönünü doğuya çevirerek, İran’ın çabalarıyla İslam Konferansı Örgütü’ne gözlemci ülke statüsünde katıldı. Böylece Müslümanlar arasında artmaya başlayan Amerika karşıtlığından faydalanmak istiyordu.

2008 yılında önemli bir olay daha oldu. Dünyayı etkileyen mali kriz, Rusya’yı da etkiledi. Petrol fiyatları düştü ve Rus ekonomisi büyük oranda zarar gördü. Önceki dönemde petrol fiyatlarının yüksek seyretmesi ve ekonominin iyi düzeyde olması, hataların görülmesini engellemişti. “Düşük emek verimliliği, yetersiz altyapı, enerji kullanımında verimsizlik, yüksek kaynak bağımlılığı ve artan kamu harcamalarının, Rusya ekonomisinde global kriz öncesinde bazı sektörlerde daralmaya sebep olduğu anlaşılmıştı. 2009 yılının ortalarına gelindiğinde krizin etkileri tüm dünyada olduğu gibi Rusya’da da silinmeye başlamıştı.

Putin, başbakanlığı süresince her ne kadar iç ilişkililere ilgisini arttırmış olsa da dış ilişkilere devlet başkanlığı döneminden daha uzak kalmıştı. Buna rağmen, Mart 2012’de %63,6 oranında oy alarak üçüncü kez Rusya devlet başkanı oldu. Medvedev döneminde yapılan anayasa değişikliği ile iki kez üst üste altışar yıl daha devlet başkanlığı yapma hakkına sahip oldu.

Putin’in “Kremlin’den ayrıldığı 2008 yılından sonra sadece dünya değil, Rusya ve Rus halkı da çok değişmişti. Güçlenen orta sınıfın gündeminde artık daha fazla demokrasi ve Batılı ülkelerde olduğu gibi modern, çağdaş bir ülkede yaşamak vardı. Lüks ürünleri alma zevkine alışmış şehirli orta sınıf, siyaset gibi hayatın diğer alanlarında da niteliksel değişimlerin arayışında olmaya başlamıştı.

Putin, başkanlık koltuğuna oturmadan önce, savunma harcamalarının arttırılmasını ve silahlı kuvvetlerin modernizasyonunu istedi. Uluslararası alanda ‘güçlü ordu, güçlü Rusya’ tablosu istiyordu. Bölgesinde daha güçlü olabilmek adına giriştiği askeri harekâtlar ve Kırım’ın Rusya’ya katılması, Rusya’nın Batı’nın ekonomik yaptırımlarıyla karşı karşıya kalmasına neden oldu. Avrupa ülkelerinin kendi ekonomilerini de etkilemesine rağmen uyguladıkları bu yaptırımlar ve petrol fiyatlarındaki aşırı düşüş, Rus ekonomisini kötü yönde etkiledi. Lakin ekonomik sorunların savunma alanına yapılan yatırımlar engellemeyeceği vurgulandı.

2012 yılında Ortadoğu’da Arap Baharı yaşanıyordu. Rusya’nın Ortadoğu politikasındaki hedefi: ABD’nin bölgedeki hâkimiyetinin azaltılması, Ortadoğu devletlerine silah satışı ve ucuz Ortadoğu petrol rezervlerine yatırım yaparak yeni ortaklıklar oluşturulmasıdır. Bu dönemde Rusya, Irak ile olan ilişkilerini tekrar canlandırmış ve Irak’la büyük çaplı silah anlaşması imzalamıştır. Suriye’de yaşanan iç karışıklıklarda, bölgede istikrarsız bir Suriye istemedikleri için, Irak’la birlikte Beşar Esad’a destek vermiştir. Lakin Esad sonrası dönemde bölgedeki rolünü kaybetmeyi istemediği için muhalif gruplarla da ilişkisini kesmemiştir. Rusya, Suriye politikasında Çin’in çok büyük desteğini almıştır. İlişkileri oldukça ilerleyen Rusya ve Çin, ABD karşısında ortak hareket etmişlerdir. Ekonomik işbirlikleri, stratejik ortaklıklar oluşturmuşlar ve ikili ticaret anlaşmaları imzalamışlardır.

Putin’in üçüncü döneminde, ABD ve AB ile ilişkilerinin iyi olduğu söylenemez. Ukrayna krizi ve 2014’te Kırım’ın Rusya’ya katılması sonucu ABD ve AB’nin ekonomik yaptırımları, ilişkileri iyice geriletti. Batı karşıtı politikalar izleyen Rusya, yakın çevre ülkeleri ile ilişkilerini ilerletti ve 2014’te Belarus ve Kazakistan ile birlikte Avrasya Ekonomik Birliği’ni kurdu.

2015 yılında Rusya, Suriye’de hava operasyonları düzenlemeye başladı. Hedefinin IŞİD olduğunu söyleyen Rusya, Suriye devlet başkanı Beşar Esad’ın devrilmesini istemiyor. Bu hava operasyonları, Rusya’nın Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana sınırları dışında düzenlediği ilk askeri operasyon oldu. Rusya’nın IŞİD kamplarını değil Esad karşıtı muhalif grupları da vurması, Rusya’yı ABD ile karşı karşıya getirdi.

Bu dönemde Türkiye ile Ortadoğu politikalarında karşı karşıya gelse dahi, ekonomik ilişkileri iyi oldu. Lakin Rusya’nın hava operasyonlarıyla bölgedeki Türkmenleri vurması ve Esad rejimini desteklemesi, ilişkileri gerdi. 24 Kasım 2015 tarihinde Türkiye’nin, hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağını düşürmesi, ilişkilerin asgariye indirilmesine sebep oldu ve iki ülke arasında karşılıklı ticari, ekonomik yaptırımlar uygulandı.

Bir not daha…

Özelleştirmeden zengin olan birinci nesil oligarklar gibi, şimdi de kamulaştırmadan zengin olan ikinci nesil oligarklar ortaya çıkıyor. KGB kökenli Rus milyarder Aleksandr Lebedev gibi…

2012’de 6 yıllığına 3. kez başkan seçilen Putin, 2018’de tekrar seçildi, 2024’e kadar Kremlin’de kalabilir. Putin ile Rusya’nın “süper güç” rolüne geri döndüğünü söyleyebilirim.

Kapatmadan önce Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) hakkında da birkaç paragraf eklemeliyim...

ŞİÖ üye ülkelerin sınır güvenliğini sağlamak, bölgeye yönelik terör, ayrılıkçılık ve aşırılıklarla mücadele etmek, üyeler arasında ekonomik ve kültürel işbirliğini gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ile Haziran 2017'de tam üye olacakHindistan ve Pakistan'ın işbirliğini kapsıyor. Afganistan, Belarus, İran ve Moğolistan Gözlemci Ülkelerdir, Ermenistan, Azerbaycan, Kamboçya, Nepal, Sri Lanka ve Türkiye Diyalog Ortakları, Türkmenistan da Konuk Katılımcı statüsünde toplantılara katılıyor. ŞİÖ’nün etkisi Güney Asya ve Orta Doğu’ya kadar uzanıyor. Batı dünyası Rusya’yı daha ziyade enerji tedarikçisi ya da bir “petrol istasyonu” olarak kabul etmekteydi. Fakat Rusya ŞİÖ sayesinde, en azından bölgesel düzlemde ABD önderliğindeki Batı’ya karşı koyabilecek, hatta alternatif olabilecek bir güç merkezi olma gayretinde. Üye ve gözlemci ülkelerin nüfusu üç milyarı aştı, örgütün kararları dünyayı etkiliyor. NATO karşısında Varşova Paktını andıran bir yapıya dönüşüyor.

Diğer ülkeler için de ŞİÖ büyük önem arz ediyor. Çin’in ve Hindistan’ın enerji kaynaklarına olan ihtiyaçları artmakta, Rusya ile Kazakistan ise enerji kaynaklarının yüzde 90’ını Batı’ya ihraç etmekte. Bu enerji naklinin yönünü değiştirebilecek ortak proje ve yatırımlar için ŞİÖ uygun bir zemin teşkil etmektedir.

Orta Asya ülkeleri için ŞİÖ’nün en önemli yönü, kendilerini ve rejimlerini renkli devrimlerden korumasıdır. Yeni üyelik talepleri, ŞİÖ ülkelerinin askerî ve ekonomik işbirliği, bölgenin diğer ülkelerine de cazip geldiğini gösteriyor. Hindistan ile Pakistan ŞİÖ çerçevesinde yakınlaşabilir ve Keşmir sorununun çözümü konusunda adımlar atabilir. Pakistan sadece ABD’ye bel bağlamanın doğru olmadığını ve komşu ülkelerle de iş birliğine gidilmesinin önemini anlamış görünüyor.

Rusya, ŞİÖ’yü NATO’nun genişlemesine karşı kullanmak istemektedir. BM, AB, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN), Bağımsız Ülkeler Topluluğu (CIS) ve İslam İşbirliği Örgütü ile ilişkiler kuruldu...

2015'te örgütün toplam Gayrı Safi Yurtiçi Hasılası (GSYH) 12 trilyon 826 milyar dolardır. Bu ABD ve Euro bölgesinden sonra dünyanın üçüncü büyük GSYH'sı demektir. Çin'in bu toplamda yüzde 87'lik payı bulunuyor. 2015'te Türkiye'nin Şangay İşbirliği Örgütü'ne toplam ihracatı 144 ithalatı ise 207 milyar dolardır. Bu Türkiye'nin toplam ihracatının yüzde 7,3'ünü, toplam ithalatının yüzde 25,8'ini oluşturuyor…

ŞİÖ çerçevesinde ABD’ye karşı işbirliği yapan Rusya ile Çin liderlik için çekişiyor. İki gücün uzun vadede çıkar çatışmasına dönüşmesi ihtimali, örgütün etkinliğini artırmasının önündeki en önemli engellerden biridir. Türkiye’nin de gözlemci statüde dahi olsa ŞİÖ’ye girmesi gerektiği yönündeki fikirlerin son zamanlarda güçlendiği görülmektedir. Rusya ve Çin, Türkiye’nin üyeliğini destekliyor. Ancak, ŞİÖ’nün kuruluş amacına, yapısına ve faaliyetlerine bakarsak, ŞİÖ’nün Türkiye için bir alternatif olması tartışmalıdır. Her şeye rağmen ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki olarak algılanan, NATO üyesi Türkiye’yi bünyeye almaları örgütün kuruluş felsefesine aykırıdır. Orta Asya’da etkinliklerini artırmak isteyen Rusya ve Çin’in, Orta Asya’yla güçlü tarihî ve kültürel bağları olan Türkiye’yi aralarına almaları, pastanın üçe bölünmesi anlamına gelecektir.

Rusya tarihinin “Uygarlıklar Çatışması, Yeni BOP, İkinci Soğuk Savaş, Çok Kutuplu Dünya Düzeni, Tek Dünya Devleti, Kapitalizmin İkinci Büyük Krizi” boyutlarında Türkiye için özel anlamı var. Ama şurası önemli: ABD yağmurundan kaçarken, Rus dolusuna tutulmak olmaz. Türkiye’nin hiçbir etki alanına girmemesi gerek.

Satranç oyununu sürdürmeliyiz...

Rusya alternatif görülebilir, ama tek çare olması tehlikeli...

Kayıtsız şartsız bir teslimiyet politikası, milli çıkarları gözetememek, milli hedefleri ve milli stratejiyi belirleyememek sürekli sakat taraflarımız...

İğneyi kendimize batıralım...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder