Wikipedia

Arama sonuçları

27 Kasım 2016 Pazar

İslâmiyet'in Türk yorumu


İslâmiyet'in Türk yorumu, HORASAN Okulu ve Ahmet Yesevi
                                                                                    27.11.2016 
        Şaban Recai Öztürk 
sabanreco@gmail.com 

Protestanlık mezhebini ve ondan doğan bazı tarikatları, cemaatleri ve örgütleri önceki yazımda incelemeye çalışmıştım. Bu kez, İslam’da önemli bir yeri olan Türk Müslümanlığını ve Yeseviliği ele alacağım. Ilımlı İslamcı Tarikatlar ile Liberaller, CIA, İngiliz MI6, Alman İstihbaratı Ajanları ve Derin Dünya Devleti, Küresel Yağmacı Elitler Koalisyonunun içimizdeki önemli ortaklarına bakmaya küçük bir adım atıyorum...
Hatırlanacağı gibi, Huntington 1996’da yayınlanan “The Clash of Civilizations and The Remaking of World Order “ kitabında “21. yüzyılın din ağırlıklı bir uygarlıklar çatışması ile belirleneceğini” söylüyordu; çoğunluğu Katolik ve Protestan Hristiyanlardan oluşan Batı, Ortodoks Hıristiyan, Çin veya Konfüçyan, İslam, Hindu ve Japon medeniyetlerini kendine göre tanımlıyordu. İslam ve Konfüçyan medeniyetlerini kısmen yükselişte ve Batı medeniyetini nispeten düşüşte görüyor ve çatışmanın Çin ve İslam medeniyeti ile Batı arasında olacağını öngörüyordu. Birden fazla uygarlığın etkisinde olan ülkeler için "bölünmüş ülkeler" ifadesini kullanan Huntington, Türkiye'yi İslam ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüş bir ülke olarak tanımlıyordu...
Önce, İlk çağlardaki Türk tarihine kısa bakış...
Altay dağlarından ve Orta Asya steplerinden gelen Türkçe konuşan göçebe toplumlar, 200-300 yıları arasında batıya ilerledi, Hint-İranlıları kovdu veya özümsedi, Türkistan’ı işgal etti. 300-700 yıları arasında Türk göçebeler yerleşik düzene girdi, Horasan’da, Batı İran’da, Anadolu’da, Balkanlarda (Avarlar, Kumanlar, Peçenekler, Bulgarlar) ve Volga havzasında devletler kurdu. Bu insanların dinlerine bakıldığında, İslamiyet’ten önce birçok dini kabul ettikleri görülür. Bunların içinde Şamanizm öncelikli bir yer tutar, ancak bazı Türk topluluklarca Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da kabul edilmişti.
Burada önemli bir noktayı vurgulamalı...
Mutlakıyetçi yöneticilerinin kabul ettiği yeni din, toplumların eski inançlarını tümüyle ortadan kaldıramıyor, eski inançlar yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ediyor ve toplumun kendi din yorumu oluşuyor...
Yani, Şamanizm'in Budist, Musevi, Hıristiyan ve Müslüman Türklerde bir şekilde devam ettiğini düşünebilirim.
Şamanizm Türklerin ve birçok Asya halkının ortak inanç sistemi idi. Ancak, Göktürk kitabelerinde, atalarımızın, yeri, göğü ve insanı, yani bütün varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" veya "Gök Tanrı" anlayışı da dikkat çekici. Oğuz Han'ın "Tanrının Birliği"ni temel alan bir anlayışın yayıcısı olduğu da söylenir. Dolayısıyla, Şamanizm’in insanlık yazılı tarihinden önceki bazı izleri taşıdığını da düşünmek mümkün...
Ziya Gökalp, Türk Töresi eserinde; Türklerin İslam ile tanışmadan, uzak doğu medeniyeti ile ilişki dönemindeki yaşantılarını ve dini inanışlarını incelemiş. Dörtlü inanışa (Yeşil Han, Sarı Han, Kızıl Han, Ak Han) sahip Tisin Türkleri, Çinlileri de etkilemiş ve Çinliler de bunu beşli inanışa dönüştürmüş. Tisin Türklerindeki dörtlü inanış; yön, mevsim, yer-su, unsur, hayvan sınıflamalarına göre zamanla yeni şekiller almış. Türk mantığı birçok konuda bu dörtlüye göre şekillenmiş. Daha sonra Tisin dinine Şamanizm denmiş.
Tisin (Şamanizm) dininin dört temel unsuru olan ağaç, su, demir ve ateş, hem birbiriyle ayni düzeyde, hem de birbirine karşıt. Bu karışık durum Şamanizm’in ana felsefesini oluşturuyor. Sayılar üzerine kurulu eski Türk inanışları, günümüz Türklerindeki birçok geleneğin ve göreneğin de kalıntıları. İlaveten, Ziya Gökalp, Türk Mitolojisi dediğimiz, Türk Yaratılış Destanı, Dokuz Oğuz Destanı, Oğuzhan Destanı, Sane Destanı, Ergenekon Destanı, Göktürk Destanı ve diğer Türk destanları hakkında da aydınlatır.
Şimdi İslâmiyet'in Türk yorumuna, Türk Müslümanlığı’na geçebilirim...
Orta Asya Türk kavimleri ilk büyük devleti Göktürk adı altında göçebe kavimler konfederasyonu olarak 536’da kurdu. Eski Türkçe devri Göktürkler'in tarih sahnesine çıkmasıyla başladı. Türk kelimesini ilk defa resmi olarak kullanan siyasi teşekkül Göktürk İmparatorluğu oldu.
751 tarihi Türk tarihinin bir dönüm noktası. Talas (Kırgızistan) Savaşı’nda, Karluk Türklerince desteklenen Araplar Çinlileri yendi, Orta Asya’yı Çinlileştirmek çabası engellendi ve Türklerin İslam’ı kabulü başladı.
Ama buna rağmen, 762’de Uygurlar Zerdüştlükle Hristiyanlığın sentezi olan Mani dinini kabul etti. Bir dönem hayli yaygınlaşan bu inanç, İran ve Roma’nın sert tedbirleri ile kanlı bir şekilde tasfiye edildi.
Uygurları 840’ta deviren Karahanlıların, Hükümdar Saltuk Buğra Kara Han zamanında, 950’de, İslâmiyet'i resmî devlet dini olarak ilk kez kabul edişi de önemli bir dönüm noktası... Böylece, İslâmiyet'i benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür geliştirmeye başlamış, toplumsal düzen, devlet ve dünya görüşlerine, hatta tüm dünyaya bu kültürle yeni bir şekil vermiş. Ancak, devletin dini, kolayca Türk insanının dini olamamış...
HORASAN OKULU’na geliyorum...
Hz Muhammed’in ölümünden sonra iki önemli görüş çıkıyor...
Biri, Arap milliyetçiliğinin önde tutulduğu görüş, diğeri İslamiyet’i evrensel bir din kabul eden görüş. Evrenselliği benimseyenler Arap milliyetçiliğinden kaçarak, Türklerle meskûn Horasan’a yerleşenler, Horasan Okulu’nu oluşturuyor...
İslamiyet’in evrensel bir din kabul edilen fikirleri Horasan’da yayıldı. İslamiyet’in en önemli fikirlerinden “Tanrı’ya ortak koşmamak” temel alındı. İslami inanç ve düşünce Türk gelenek ve görenekleri ile kaynaşmaya başladı. Arap etkisinin dışında, bölge halklarının eski inanç ve kültürünü de içine alan, evrensel İslam anlayışı, yani Horasan Okulu ortaya çıktı.
Horasan Okulu’nun en etkili kişisi Ahmet Yesevi’ye değinmek gerek. Çünkü Yunus Emre'den önceki büyük Türk mutasavvıflarından ve Türkistan'da yetişen büyük velilerden Ahmet Yesevi özel bir ilgiye layık...
1000 yılları...
Ortadoğu dünyanın mihveri... Arapça bilmeyen çağdışı sayılıyor... İslam hanedanları siyasal, askeri ve iktisadi gücü temsil ediyor... İslami ilahiyat, felsefe, bilim ve teknoloji alanında yaratıcı düşünce patlaması yaşanıyor...
İspanya’da Endülüs Emevileri, Antik Çağ’ın temel yapıtlarını Arapçaya çevirerek kurtarıyor, o yapıtları değerlendirme ve geliştirme çalışmaları ile Avrupa’da Rönesans ve Reform’un temelini atıyor. Küreselleşmenin ilk biçimi denebilir...
Avrupa 800-1500 arasında 700 yıllık KARANLIK ÇAĞI’nı yaşıyor. 1054’te büyük görüş ayrılıklarından dolayı Katolik ve Ortodoks kiliseleri ayrılıyor, birbirlerini aforoz ediyor. 1095-1270 arasındaki Haçlı Seferleri. Ortadoğu ve Avrupa’da 30’ar milyon nüfus yaşıyor, Ortadoğu’da 50 binden fazla nüfuslu şehir sayısı 13, Avrupa’da ise sadece Roma.
1040-1157 arasında hüküm süren Büyük Selçuklular dönemine bakıyorum. En güçlü dönemde Harezm, Horasan, İran, Irak, Suriye, Arap Yarımadası ve Doğu Anadolu'ya egemen, kapladığı alan 10 milyon kilometre kare.
Yesevi, Karahanlılar ve Büyük Selçuklular döneminde, bugünkü Kazakistan'ın Yesi veya Sayram kentinde doğmuş. Doğum yılı bilinmiyor. 1156, 1165 veya 1166 yılında ölmüş. 73 yaşında ve 1166 yılında öldüğü şeklindeki yaygın görüşe göre 1093 yılında doğduğu tahmin ediliyor.
Mevlana’nın 1207’de Horasan’da, Yunus Emre’nin 1238’de Anadolu’da doğduğunu hatırlıyorum...
Yesevi’nin babası Hace İbrahim'in soyunun Hazreti Ali'nin oğlu Muhammet bin Hanefi'ye dayandığı söylenir. Babası erken yaşta ölünce Yesi kentinde Arslan Baba adında bir sufi öğretmenin etkisinde kaldı. Eğitiminin ilk aşamasından sonra Buhara'ya giden Yesevi, önde gelen din bilginlerinden Yusuf Hamedani'ye bağlandı ve eğitimini 1140 yılında tamamladı. Hamedani'nin ölümünden sonra bir süre Buhara'da irşad postuna oturdu, sonra makamını Adülhalik Gücdüvani'ye bırakarak Yesi'ye döndü ve Yeseviye Ocağı'nı kurdu. Ölene kadar orada yaşadı.
Gücdüvani de Muhammed Bahaüddin Nakşibend'i yetiştirdi. O dönemde Yeseviye Ocağı dışında ortaya çıkan iki büyük tarikattan, Buhara'da kurulup, Afganistan, Hindistan, Irak ve Anadolu'ya yayılan Nakşibendi Tarikatı’nın öncüsünü... Bu tarikat önemli. Türkiye’nin siyasetini ve ekonomisini etkiliyor...
Fazla dağıtmadan, biraz da tasavvuf ve tarikatlar…
Tasavvuf, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, İslam fetihlerinin yol açtığı ‘aşırı zenginleşme’den ve ‘dünya nimetleri’nden kaçmaya çalışmak demekti. Başlangıçta sufinin isteğine bağlı ibadet ve zikirler kurallara bağlandı ve şeyh, mürşit, rehber gibi adlarla anılan manevi makamlar ortaya çıktı. Sufiler bir tarikata girmek ve mürşide bağlanmak zorunda kaldı, bireysellik, özgür irade sona erdi, köle düzeni, yozlaşma ve sapma başladı. Tarikatlar tasavvufun yozlaşmış hallerinden biri oldu. Dinin kişisel çıkarlar için istismarı her dinde olduğu gibi, Müslümanlıkta da gerçekleşti...
Yesevi, öğretisini "Ehli Beyt" sevgisi ve tasavvuf anlayışı üzerine kurmuş. Bir Türk sufi tarafından kurulan bu ilk büyük Türk öğretisi veya ocağı, önce Maveraünnehir, Taşkent çevresi ve Batı Türkistan'da etkili olmuş. Sonra Horasan, İran ve Azerbaycan’da Türkler arasında yayılan Yesevilik, 13. yy. daki göçlerle Anadolu'ya, oradan da Balkanlara ulaşmış.
Bazılarına göre Yesevilik bir tarikat gibi kabul edilirse de, aslında bir ocak sayılır. Zira tarikatın oluşumunu gerektiren, kisve, tekke, erkanname zikir, riyazet, semah gibi özellikleri tamamlamamış, sonraları bazı tarikatları doğurmuş, ama kendi konumunu koruyamamış.
Yesevi, yeni Müslüman olmuş, eski inanış kalıntılarını da İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan Türklere, bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmış. Türk toplumunun, yarı göçebe, gelenek ve göreneklerini diri tutan yapısını iyi değerlendirmiş. Bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap - Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma bir Müslümanlık yerine, içten ve sarsılmaz bir iman anlayışını, dinî ve ahlâki kuralları, kendi dilleri ile ve onların seviyesinde sunmanın, başarının temeli olacağını görmüş. Türk Boyları'na, halk edebiyatı aracılığıyla, dostluğu, dayanışmayı, Tanrı ve insan sevgisini öğretmiş.
Yesevi'nin Müslümanlık anlayışı, mevcut inanç sisteminin tamamen terk edilmesini şart koşmamış. Bu yüzden, Türkistan topraklarında yaşayan Türk topluluklarının çoğunda şaman gelenekleri varlığını sürdürüyor. Bu uygulamalar, Ahmet Yesevi'nin izinden gidenlerce Anadolu'ya ve Balkanlar'a da taşınmış.
Ahmet Yesevi, öğretisini Dört Kapı olarak bilinen Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat ilkeleri üzerine kurmuş. Dört Kapı, İslamiyet'ten önceki Türk Şamanlığı inançlarından geliyor. Doğu, Batı, Kuzey ve Güney yönleri, kutsal kabul edilen dört öge. Yönler dört renk ve dört kutsal varlıkla simgeleştirilmiş: Mavi, Beyaz, Siyah ve Kızıl. Ağaç, Demir, Su ve Ateş. Şaman inancına göre bunlar, evrenin ve insanın özünü oluşturur: Adalet, Kudret, Akıl ve Uyum.
Dört Kapı ilkesi Hacı Bektaş Veli'nin öğretisine de temel oluşturdu. Hacı Bektaş Veli her bir kapıya onar makam ekledi ve "Dört Kapı, Kırk Makam" olarak adlandırılan ilkeler bütününü ortaya koydu.
İslâm tasavvufunda insan kâinatın özüdür. Her şey insan içindir. İnsan "Kamil İnsan" olmaya çalışmalıdır, ahlakın kemaline ulaşmaya gayret etmelidir, yaratılmışları sevmeli, incitmemelidir. Alçakgönüllüler her hususta samimi kişilerdir. Âlemi ve her şeyi ilâhi aşkın eseri görür, her şeyi gönülden sever. Ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini bilir. Aşk'sız, Mevlâ’yı anlamayı mümkün görmez.  "İlâhi Aşk" Allah’tır der, bu Aşk'a düşenin, bencillik, gösteriş, ikiyüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünemeyeceğini öngörür.
İslam'ın değerlerini Türk kültürünün değerleri ile kaynaştıran Yesevi öğretisi, özellikle bozkırlardaki Türk boylarının İslamiyet'i benimsemesini kolaylaştırmış. Değerlerinden kopmayan bu topluluklar için, kentli din bilginlerinin sunduğu kuralcı Müslümanlıktan çok, dervişlerin sunduğu, dine esnek yaklaşan ve eski inançları yadsımayan bir İslam anlayışı daha yakın gelmiş. Böylece "şaman" geleneklerinin bir kısmı bazı değişikliklerle varlığını sürdürme imkânı bulmuş.
Biraz da Türk diline bakıyorum...
Selçuklular, tarihimizin uzun bir dönemini doldurmuş bu büyük bir devlete adını veren Selçuk Bey ve beraberindekiler Türkçe adlar taşımış, ama son hükümdarlarınki Keykavus, Keykubat gibi Farsça adlar! Devletin resmî dilinin Türkçe değil Farsça olması daha da ilginç… Alpaslan'ın veziri, Nizam-ül Mülk bir Fars ve adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça eğitim vermiş. Yani, Selçuklu'da Türkçe avam dili, Farsça ise aydınların ve bilginlerin dili olmuş...
Bu olumsuzluklar arasında, bilinçli bir Türk, Yesevi, Arapça ve Farsçayı çok iyi bilmesine rağmen, Türkçeyi seçmiş. Öğretisinin bu denli etkili olmasının nedeni Arapça veya Farsça yerine Türkçe'yi seçmesi. Hece vezniyle yazdığı şiirlerle öğretisini hızla yaymış. Yesevi'nin "Hikmet" olarak adlandırılan ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, 15. yy.da yazıya geçirilerek "Divan-ı Hikmet" adı altında toplanmış ve kutsal bir kitap gibi elden ele dolaşmış.
Yesevi, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve sanata önem veren bir medrese kurdu. Bu medresenin dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldı, her yerde Yesevi’nin Türkçe şiirlerini, Hikmet’lerini seslendirdi. Yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Zamanın edebi lisanı Farsçayı kullananlar, Yesevi'yi Türkçe yazdığı için eleştirse de...
Yesevi Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biri. Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı; " Ahmet Yesevi’yi araştırın milliyetimizi asıl O'nda bulacaksınız?" diyordu...
Binlerce öğrenci-mürid, Yesevi dergâhından aldıkları inanç, bilgi ve bilinci Horasan'a, Deşti Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine, Anadolu'ya ve Avrupa Türklüğüne ulaştırmış. Bunların Anadolu'da ve Rumeli'de Türk varlığının kökleşmesinde büyük hissesi var. Osmanlı Devleti'nin manevi kurucuları olan Şeyh Edebaliler, Hacı Bektaş Veliler, Geyikli Babalar, Ahmet Yesevi'nin takipçileri “Kolonizatör Türk Dervişleri” olarak ta anılır, yani Osmanlı’nın son zamanlarında şikâyet ettiğimiz “Protestan Misyonerler”in öncülleri…
Yesevi dergâhı, fakirler, yoksullar, yetim ve çaresizler için sığınak sağlamış, Anadolu Türk edebiyatının gelişmesine zemin hazırlamış, büyük şairlerin yetişmesine aracı olmuş. Halifeleri; Mansur Ata, Abdülmelik Ata, Süleyman Hakim Ata, Muhammed Danişmend, Muhammed Buhari (Sarı Saltuk), Zengi Ata, Taç Ata ve onların yetiştirdiği Ahi Evran, Hacı Bektaş, Mevlana, Yunus Emre, Taptuk Emre gibi talebeler Anadolu’da Türk dilini, edebiyatını, kültürünü, İslam dinini gelecek nesillere aktarmış. Hacı Bektaş Veli, Osmanlı ordusunun belkemiği Yeniçeriliğin manevi öğretmeni (piri) idi. Yesevi'nin Hacı Bektaş'a yardımcı gönderdiği Sarı Saltuk, Balkanlarda Müslümanlığı kökleştiren kişi. Bursa'nın fethini hazırlayan Geyikli Baba gibi.
Yesevi dervişleri, Anadolu'nun Türkleşmesi sırasında, 12'nci, 13'üncü ve 14'üncü yüzyıllarda, gerektiğinde savaşçı dervişler "Alperen" adını almış, savaşmış ve savaşın ruhu olmuş. Gerektiğinde, ticarete ahlak ve disiplin getiren ahlak savaşçıları "Ahi" adını almış. Kadınların aydınlanması yolunda uğraşmış, "Bacıyan" olmuş. Boş arazileri canlandırmak ve yeşertmek işini üstlenmiş, yolların güvenliğini sağlamış. Gönüllerde inanç, zihinlere bilgi ışığını saçan aydınlatıcı olmuş. Gaziler, Ahiler, Bacılar ve Abdallar Osmanlı'nın temelini atmış, insanlık tarihinin büyük başarılarından birini ortaya koymuş, asırlar süren "Osmanlı Barışı"nı gerçekleştirmiş.
Osmanlının gerilemesinin bir nedenini de bu ruhtan, yani “ahlak, bilim, sanat, edebiyat, gerçek milliyetçilik, sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayanan İslâm tasavvufu” çizgisinden uzaklaşmaya bağlamak mümkün...
İslam'ı doğru anlayanların anlayışında, kadın ve erkek işte, üretimde, mescitte, mecliste ve dergahta birlikte olmuş, kadın hayatın dışına itilmemiş. Dinin on temelinden biri de bilim olmuş. Başka din mensuplarına ve bütün insanlara şefkat ve hoşgörüyle bakılmış. 1492’de, dinlerinden ötürü işkenceye ve yok edilme tehdidine maruz İspanya Musevilerini gemiler göndererek İstanbul'a getiren Osmanlı Sultanı II. Bayezit, bu anlayışın takipçisi ve uygulayıcısıydı, hatta Yesevi dervişi olduğu da söylenir...
Üç hizmeti ve yedi ilkesi:
Yesevi'nin üç hizmetinden birincisi; aydınlarımızın Arapça ve Farsça yazdığı bir dönemde, şiirlerini Türkçe yazmış olması. Türkçe İslami şiirler geleneğini başlatmış ve büyük bir edebiyat geleneği doğmuş. Türkçe'nin bugünkü diriliğini ve yaygınlığını ona da borçluyuz. İkincisi, yetiştirdiği öğrencilerini, öğreticiler olarak Türk Dünyası'na göndermiş, Türkler arasında İslam'ı yaymış. Üçüncüsü, İslam'ın Türk yorumunu ortaya çıkarmış.
Bu Türk yorumunun esaslarını da yedi ilkeyle ifade eder. Birincisi, Allah'a aşkla yöneliş. "Aşkı olmayanın ne dini vardır ne de imanı." İkincisi, ihlas, yani, içtenlikli Müslümanlık. Riya'dan, gösterişten uzak, sadece Allah için Müslümanlık. Üçüncüsü, insan sevgisi. İnsan var edilenlerin en kutlusudur, varlığın özü, özetidir. İnsanın derdiyle dertlenmek, insana hizmet, İslam'ın tam kendisidir. Dördüncüsü, hoşgörü. İnsanların din, dil, renk, cinsiyet farklılığından ötürü horlanmaması, farklılıkların kavga konusu yapılmaması. Beşincisi; kadın ve erkek eşitliği. Altıncısı, emek ve işin kutsallığı. Yedincisi, bilim. Dinin on esasından biri olan bilim insanı Allah'a ulaştıran ve varlığı bilerek Yaratanı bilmeyi sağlayan yoldur.
Yesevi'nin Mozolesi Güney Kazakistan'da Türkistan kentinde 1389 ile 1405 yıllarında Timurlenk tarafından yapılmış, 2002 yılında UNESCO tarafından dünya tarih eseri olarak kabul görmüş, türbesi Türkiye Cumhuriyeti tarafından restore edilmiş...
Nakşibendiler, Süleymancılar, Nurcular, Fethullahçılar ve ötekiler, inanç topluluğu niteliğini aşarak ve demokrasinin olanaklarından yararlanarak, iç ve dış siyasetin, ekonominin, eğitimin, toplumsal hayatın her köşesinde giderek güç kazanan biçimde insanları şekillendirirken; Atatürkçülerin, Milliyetçilerin, Çılgın Türklerin, insanımızı kazanmak, İslam’ı yobazların ve çıkarcıların elinden kurtarmak için, dinimizi, kültürümüzü ve tarihimizi daha iyi bilmeleri gerek...
Birlik ve beraberlik ruhumuzu ayağa kaldıracak, farklılaşmaları azaltacak bir uyanışın imkanları kendi yazdığımız tarihimizde ve kültür dünyamızda mevcut. Batı’nın her türlü baskısından ve hegemonyasından kurtulabilmek, gönül-inanç ve kültür birliğimize yönelebilmek, gerçek milli ve manevi değerlerimize dönebilmek zor değil...
Sömürgeciliğin saldırılarıyla yaralanmış, fakat gelenek ve töreleriyle tekrar canlanabilecek Doğu vicdanı, kültürü ve uygarlığı Batı'nın olumlu değerleriyle sentezlenebilir. Bu sentezin tarihteki büyük temsilcisi Atatürk Türkiyesi, bugünkü “Fetret Devrini” geçici sayabilir ve Batı’nın maddeci, doğal kaynakları tüketen, açgözlü, ihtiraslı, para bağımlısı modern yaşam taklitçiliğinden kurtulup, geleceğe eldeki maddi ve manevi güçlerle odaklanabilir. Zayıfların güvenlik ve yaygın refah arayışına, özgürlük, masumiyet, merhamet gibi ahlak ve hamiyet duyguları da katarak, kahraman olduğu kadar, düşünen, hisseden, alçakgönüllü bir ulus olarak yeniden örnek olabilir...
Yesevilik ocağının kollarından sayılan, asil ve kutsal hedeflerinden uzaklaşarak, Kuzey Irak’ta da karşımıza çıkan, Cumhuriyet Düşmanlığı ile suçlanan Nakşibendilik tarikatına da değinmeli. Zira doğurduğu Nurculuk ve Nurculuktan çıkan Fethullahçılık Batı’nın oyuncağı olmuş durumda, zavallı ve nerelere sürüklendiğinin ayırdında değil.
Doğu Sorunu- Eastern Question- Şark Meselesi- bitmedi...



Hiç yorum yok: