İslâmiyet'in
Türk yorumu, HORASAN Okulu ve Ahmet Yesevi
27.11.2016
Şaban Recai Öztürk
Şaban Recai Öztürk
sabanreco@gmail.com
Protestanlık
mezhebini ve ondan doğan bazı tarikatları, cemaatleri ve örgütleri
önceki yazımda incelemeye çalışmıştım. Bu kez, İslam’da
önemli bir yeri olan Türk Müslümanlığını
ve Yeseviliği ele alacağım.
Ilımlı İslamcı Tarikatlar ile
Liberaller,
CIA, İngiliz MI6, Alman
İstihbaratı Ajanları ve Derin
Dünya Devleti, Küresel Yağmacı Elitler Koalisyonu’nun
içimizdeki önemli ortaklarına bakmaya küçük bir adım
atıyorum...
Hatırlanacağı
gibi, Huntington 1996’da yayınlanan “The Clash of
Civilizations and The Remaking of World Order “ kitabında “21.
yüzyılın din ağırlıklı bir uygarlıklar çatışması
ile belirleneceğini” söylüyordu; çoğunluğu Katolik
ve Protestan
Hristiyanlardan
oluşan Batı,
Ortodoks
Hıristiyan,
Çin veya Konfüçyan,
İslam,
Hindu ve Japon
medeniyetlerini kendine göre tanımlıyordu. İslam
ve Konfüçyan medeniyetlerini kısmen yükselişte ve
Batı medeniyetini nispeten
düşüşte görüyor
ve çatışmanın Çin ve İslam
medeniyeti ile Batı
arasında olacağını öngörüyordu. Birden fazla uygarlığın
etkisinde olan ülkeler için "bölünmüş ülkeler"
ifadesini kullanan Huntington, Türkiye'yi İslam
ve Batı uygarlıkları
arasında bölünmüş
bir ülke olarak tanımlıyordu...
Önce, İlk
çağlardaki Türk tarihine kısa bakış...
Altay
dağlarından ve Orta Asya steplerinden
gelen Türkçe konuşan göçebe toplumlar, 200-300 yıları
arasında batıya ilerledi, Hint-İranlıları
kovdu veya özümsedi, Türkistan’ı
işgal etti. 300-700 yıları arasında Türk
göçebeler yerleşik düzene girdi, Horasan’da,
Batı İran’da, Anadolu’da,
Balkanlarda (Avarlar, Kumanlar,
Peçenekler, Bulgarlar) ve Volga
havzasında devletler kurdu. Bu insanların dinlerine bakıldığında,
İslamiyet’ten
önce birçok dini kabul ettikleri görülür. Bunların içinde
Şamanizm
öncelikli bir yer tutar, ancak bazı Türk topluluklarca Budizm,
Musevilik
ve Hristiyanlık
da kabul edilmişti.
Burada önemli bir
noktayı vurgulamalı...
Mutlakıyetçi
yöneticilerinin kabul ettiği yeni din, toplumların eski
inançlarını tümüyle ortadan kaldıramıyor, eski inançlar
yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ediyor ve
toplumun kendi din yorumu oluşuyor...
Yani, Şamanizm'in
Budist, Musevi,
Hıristiyan
ve Müslüman
Türklerde bir şekilde devam ettiğini düşünebilirim.
Şamanizm
Türklerin ve birçok Asya halkının
ortak inanç sistemi idi. Ancak, Göktürk
kitabelerinde, atalarımızın, yeri, göğü ve insanı, yani bütün
varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" veya
"Gök Tanrı" anlayışı da dikkat çekici. Oğuz
Han'ın "Tanrının Birliği"ni temel alan bir
anlayışın yayıcısı olduğu da söylenir. Dolayısıyla,
Şamanizm’in
insanlık yazılı tarihinden önceki bazı izleri taşıdığını
da düşünmek mümkün...
Ziya
Gökalp, Türk Töresi eserinde; Türklerin İslam
ile tanışmadan, uzak doğu medeniyeti ile ilişki dönemindeki
yaşantılarını ve dini inanışlarını incelemiş. Dörtlü
inanışa (Yeşil Han, Sarı Han, Kızıl Han, Ak Han) sahip Tisin
Türkleri, Çinlileri de etkilemiş
ve Çinliler de bunu beşli inanışa
dönüştürmüş. Tisin Türklerindeki dörtlü inanış;
yön, mevsim, yer-su, unsur, hayvan sınıflamalarına göre zamanla
yeni şekiller almış. Türk mantığı birçok konuda bu dörtlüye
göre şekillenmiş. Daha sonra Tisin dinine Şamanizm
denmiş.
Tisin (Şamanizm)
dininin dört temel unsuru olan ağaç, su, demir ve ateş, hem
birbiriyle ayni düzeyde, hem de birbirine karşıt. Bu karışık
durum Şamanizm’in
ana felsefesini oluşturuyor. Sayılar üzerine kurulu eski Türk
inanışları, günümüz Türklerindeki birçok geleneğin ve
göreneğin de kalıntıları. İlaveten, Ziya Gökalp, Türk
Mitolojisi dediğimiz, Türk Yaratılış Destanı, Dokuz Oğuz
Destanı, Oğuzhan Destanı, Sane Destanı, Ergenekon Destanı,
Göktürk Destanı ve diğer Türk destanları hakkında da
aydınlatır.
Şimdi
İslâmiyet'in
Türk yorumuna, Türk Müslümanlığı’na
geçebilirim...
Orta Asya Türk
kavimleri ilk büyük devleti Göktürk
adı altında göçebe kavimler konfederasyonu olarak 536’da
kurdu. Eski Türkçe devri Göktürkler'in
tarih sahnesine çıkmasıyla başladı. Türk kelimesini ilk defa
resmi olarak kullanan siyasi teşekkül Göktürk
İmparatorluğu oldu.
751 tarihi
Türk tarihinin bir dönüm noktası. Talas (Kırgızistan)
Savaşı’nda, Karluk Türklerince desteklenen Araplar
Çinlileri yendi, Orta
Asya’yı Çinlileştirmek çabası engellendi ve
Türklerin İslam’ı
kabulü başladı.
Ama
buna rağmen, 762’de Uygurlar
Zerdüştlükle Hristiyanlığın
sentezi olan Mani
dinini kabul etti. Bir dönem hayli yaygınlaşan
bu inanç, İran ve
Roma’nın sert tedbirleri ile kanlı bir şekilde tasfiye
edildi.
Uygurları
840’ta deviren
Karahanlıların, Hükümdar
Saltuk Buğra Kara Han zamanında, 950’de,
İslâmiyet'i
resmî devlet dini olarak ilk kez kabul edişi de önemli bir
dönüm noktası... Böylece, İslâmiyet'i
benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm
sentezine dayanan yeni bir kültür geliştirmeye başlamış,
toplumsal düzen, devlet ve dünya görüşlerine, hatta tüm dünyaya
bu kültürle yeni bir şekil vermiş. Ancak, devletin dini, kolayca
Türk insanının dini olamamış...
HORASAN
OKULU’na geliyorum...
Hz Muhammed’in
ölümünden sonra iki önemli görüş çıkıyor...
Biri, Arap
milliyetçiliğinin önde tutulduğu görüş, diğeri
İslamiyet’i
evrensel bir din kabul eden görüş. Evrenselliği
benimseyenler Arap milliyetçiliğinden
kaçarak, Türklerle meskûn Horasan’a
yerleşenler, Horasan Okulu’nu oluşturuyor...
İslamiyet’in
evrensel bir din kabul edilen fikirleri Horasan’da
yayıldı. İslamiyet’in
en önemli fikirlerinden “Tanrı’ya ortak koşmamak” temel
alındı. İslami
inanç ve düşünce Türk gelenek ve görenekleri ile kaynaşmaya
başladı. Arap etkisinin dışında,
bölge halklarının eski inanç ve kültürünü de içine alan,
evrensel İslam
anlayışı, yani Horasan Okulu ortaya çıktı.
Horasan Okulu’nun
en etkili kişisi Ahmet Yesevi’ye değinmek gerek. Çünkü
Yunus Emre'den önceki büyük Türk mutasavvıflarından ve
Türkistan'da yetişen büyük velilerden Ahmet Yesevi özel
bir ilgiye layık...
1000
yılları...
Ortadoğu
dünyanın mihveri... Arapça bilmeyen çağdışı sayılıyor...
İslam
hanedanları siyasal, askeri ve iktisadi gücü temsil ediyor...
İslami
ilahiyat, felsefe, bilim ve teknoloji alanında yaratıcı düşünce
patlaması yaşanıyor...
İspanya’da
Endülüs Emevileri, Antik Çağ’ın
temel yapıtlarını Arapçaya çevirerek kurtarıyor, o yapıtları
değerlendirme ve geliştirme çalışmaları ile Avrupa’da
Rönesans ve Reform’un temelini atıyor.
Küreselleşmenin ilk biçimi denebilir...
Avrupa
800-1500 arasında 700 yıllık KARANLIK
ÇAĞI’nı yaşıyor. 1054’te büyük
görüş ayrılıklarından dolayı Katolik
ve Ortodoks
kiliseleri ayrılıyor, birbirlerini aforoz ediyor. 1095-1270
arasındaki Haçlı
Seferleri. Ortadoğu ve Avrupa’da
30’ar milyon nüfus yaşıyor, Ortadoğu’da
50 binden fazla nüfuslu şehir sayısı 13, Avrupa’da
ise sadece Roma.
1040-1157
arasında hüküm süren Büyük
Selçuklular dönemine bakıyorum. En güçlü dönemde
Harezm, Horasan,
İran,
Irak,
Suriye,
Arap Yarımadası ve Doğu
Anadolu'ya egemen, kapladığı alan 10 milyon kilometre kare.
Yesevi,
Karahanlılar ve Büyük
Selçuklular döneminde, bugünkü Kazakistan'ın
Yesi veya Sayram kentinde doğmuş. Doğum yılı bilinmiyor. 1156,
1165 veya 1166 yılında ölmüş. 73 yaşında ve 1166
yılında öldüğü şeklindeki yaygın görüşe göre 1093
yılında doğduğu tahmin ediliyor.
Mevlana’nın
1207’de Horasan’da, Yunus
Emre’nin 1238’de Anadolu’da doğduğunu
hatırlıyorum...
Yesevi’nin
babası Hace İbrahim'in soyunun Hazreti Ali'nin
oğlu Muhammet bin Hanefi'ye dayandığı söylenir. Babası
erken yaşta ölünce Yesi kentinde Arslan Baba adında bir
sufi
öğretmenin etkisinde kaldı. Eğitiminin ilk aşamasından sonra
Buhara'ya giden Yesevi, önde gelen din bilginlerinden
Yusuf Hamedani'ye bağlandı ve eğitimini 1140 yılında
tamamladı. Hamedani'nin ölümünden sonra bir süre
Buhara'da irşad postuna oturdu, sonra makamını Adülhalik
Gücdüvani'ye bırakarak Yesi'ye döndü ve Yeseviye
Ocağı'nı kurdu. Ölene kadar orada yaşadı.
Gücdüvani
de Muhammed Bahaüddin Nakşibend'i yetiştirdi. O dönemde
Yeseviye Ocağı dışında
ortaya çıkan iki büyük tarikattan, Buhara'da kurulup,
Afganistan, Hindistan, Irak ve
Anadolu'ya yayılan Nakşibendi
Tarikatı’nın öncüsünü... Bu tarikat önemli.
Türkiye’nin siyasetini ve ekonomisini etkiliyor...
Fazla dağıtmadan,
biraz da tasavvuf ve tarikatlar…
Tasavvuf,
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, İslam
fetihlerinin yol açtığı ‘aşırı zenginleşme’den ve
‘dünya nimetleri’nden kaçmaya çalışmak demekti.
Başlangıçta sufinin
isteğine bağlı ibadet ve zikirler kurallara bağlandı ve
şeyh, mürşit, rehber gibi adlarla anılan manevi makamlar
ortaya çıktı. Sufiler
bir tarikata girmek ve mürşide bağlanmak zorunda kaldı,
bireysellik, özgür irade sona erdi, köle düzeni, yozlaşma ve
sapma başladı. Tarikatlar tasavvufun
yozlaşmış hallerinden biri oldu. Dinin kişisel çıkarlar
için istismarı her dinde olduğu gibi, Müslümanlıkta
da gerçekleşti...
Yesevi,
öğretisini "Ehli Beyt" sevgisi ve tasavvuf
anlayışı üzerine kurmuş. Bir Türk sufi
tarafından kurulan bu ilk büyük Türk
öğretisi veya ocağı, önce Maveraünnehir, Taşkent çevresi
ve Batı Türkistan'da etkili olmuş.
Sonra Horasan, İran
ve Azerbaycan’da Türkler arasında
yayılan Yesevilik, 13.
yy. daki göçlerle Anadolu'ya, oradan da Balkanlara
ulaşmış.
Bazılarına göre
Yesevilik bir tarikat gibi
kabul edilirse de, aslında bir ocak sayılır. Zira tarikatın
oluşumunu gerektiren, kisve, tekke, erkanname zikir, riyazet, semah
gibi özellikleri tamamlamamış, sonraları bazı tarikatları
doğurmuş, ama kendi konumunu koruyamamış.
Yesevi,
yeni Müslüman
olmuş, eski inanış kalıntılarını da İslâmiyet
ile uzlaştırmaya çalışan Türklere, bu dinin sıcak, samimi,
hoşgörülü, insan ve Tanrı
sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmış. Türk toplumunun,
yarı göçebe, gelenek ve göreneklerini diri tutan yapısını iyi
değerlendirmiş. Bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap
- Acem
kültür etkileri ile boğulmuş
karma bir Müslümanlık
yerine, içten ve sarsılmaz bir
iman anlayışını, dinî ve ahlâki kuralları, kendi
dilleri ile ve onların seviyesinde sunmanın, başarının
temeli olacağını görmüş. Türk Boyları'na, halk edebiyatı
aracılığıyla, dostluğu, dayanışmayı, Tanrı
ve insan sevgisini öğretmiş.
Yesevi'nin
Müslümanlık
anlayışı, mevcut inanç sisteminin tamamen terk edilmesini şart
koşmamış. Bu yüzden, Türkistan
topraklarında yaşayan Türk topluluklarının çoğunda şaman
gelenekleri varlığını sürdürüyor. Bu uygulamalar, Ahmet
Yesevi'nin izinden gidenlerce Anadolu'ya
ve Balkanlar'a da taşınmış.
Ahmet Yesevi,
öğretisini Dört Kapı olarak bilinen Şeriat,
Tarikat, Marifet ve Hakikat
ilkeleri üzerine kurmuş. Dört Kapı, İslamiyet'ten
önceki Türk
Şamanlığı inançlarından geliyor. Doğu, Batı,
Kuzey ve Güney yönleri, kutsal kabul edilen dört öge. Yönler
dört renk ve dört kutsal varlıkla simgeleştirilmiş:
Mavi, Beyaz, Siyah ve Kızıl. Ağaç, Demir, Su ve Ateş. Şaman
inancına göre bunlar, evrenin ve insanın özünü oluşturur:
Adalet, Kudret, Akıl ve Uyum.
Dört Kapı
ilkesi Hacı Bektaş Veli'nin
öğretisine de temel oluşturdu. Hacı Bektaş Veli
her bir kapıya onar makam ekledi ve "Dört Kapı, Kırk
Makam" olarak adlandırılan ilkeler bütününü ortaya
koydu.
İslâm
tasavvufunda
insan kâinatın özüdür. Her şey insan içindir. İnsan
"Kamil İnsan" olmaya çalışmalıdır, ahlakın
kemaline ulaşmaya gayret etmelidir, yaratılmışları sevmeli,
incitmemelidir. Alçakgönüllüler her hususta samimi
kişilerdir. Âlemi ve her şeyi ilâhi aşkın eseri görür,
her şeyi gönülden sever. Ancak bu sevgi ile Allah'a
ulaşılabileceğini bilir. Aşk'sız, Mevlâ’yı
anlamayı mümkün görmez. "İlâhi Aşk" Allah’tır
der, bu Aşk'a düşenin, bencillik, gösteriş,
ikiyüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük
hesapları düşünemeyeceğini öngörür.
İslam'ın
değerlerini Türk kültürünün değerleri ile kaynaştıran Yesevi
öğretisi, özellikle bozkırlardaki Türk boylarının
İslamiyet'i
benimsemesini kolaylaştırmış. Değerlerinden kopmayan bu
topluluklar için, kentli din bilginlerinin sunduğu kuralcı
Müslümanlıktan
çok, dervişlerin sunduğu, dine esnek yaklaşan ve eski
inançları yadsımayan bir İslam
anlayışı daha yakın gelmiş. Böylece "şaman"
geleneklerinin bir kısmı bazı değişikliklerle varlığını
sürdürme imkânı bulmuş.
Biraz da Türk
diline bakıyorum...
Selçuklular,
tarihimizin uzun bir dönemini doldurmuş bu büyük bir devlete
adını veren Selçuk Bey ve beraberindekiler Türkçe adlar
taşımış, ama son hükümdarlarınki Keykavus, Keykubat
gibi Farsça adlar! Devletin resmî dilinin Türkçe değil Farsça
olması daha da ilginç… Alpaslan'ın veziri, Nizam-ül
Mülk bir Fars ve adına kurduğu
Nizamiye Medreseleri Farsça eğitim vermiş. Yani, Selçuklu'da
Türkçe avam dili, Farsça ise aydınların ve
bilginlerin dili olmuş...
Bu olumsuzluklar
arasında, bilinçli bir Türk, Yesevi, Arapça ve Farsçayı
çok iyi bilmesine rağmen, Türkçeyi seçmiş. Öğretisinin bu
denli etkili olmasının nedeni Arapça veya Farsça yerine Türkçe'yi
seçmesi. Hece vezniyle yazdığı şiirlerle öğretisini hızla
yaymış. Yesevi'nin "Hikmet" olarak adlandırılan
ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, 15.
yy.da yazıya geçirilerek "Divan-ı Hikmet" adı altında
toplanmış ve kutsal bir kitap gibi elden ele dolaşmış.
Yesevi,
İslâm
tasavvufunu
esas alan, bilim, edebiyat ve sanata önem veren
bir medrese kurdu. Bu medresenin dili Türkçe idi. Buradan yetişen
binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldı, her
yerde Yesevi’nin Türkçe şiirlerini, Hikmet’lerini
seslendirdi. Yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Zamanın edebi lisanı
Farsçayı kullananlar, Yesevi'yi Türkçe yazdığı için
eleştirse de...
Yesevi Türk
dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün
sembol isimlerinden biri. Büyük şairimiz Yahya Kemal
Beyatlı; " Ahmet Yesevi’yi araştırın
milliyetimizi asıl O'nda bulacaksınız?" diyordu...
Binlerce
öğrenci-mürid, Yesevi dergâhından aldıkları inanç, bilgi ve
bilinci Horasan'a, Deşti Kıpçak
diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine, Anadolu'ya
ve Avrupa Türklüğüne ulaştırmış.
Bunların Anadolu'da ve Rumeli'de Türk
varlığının kökleşmesinde büyük hissesi var. Osmanlı
Devleti'nin manevi kurucuları olan Şeyh Edebaliler, Hacı
Bektaş Veliler, Geyikli Babalar, Ahmet Yesevi'nin
takipçileri “Kolonizatör Türk Dervişleri” olarak ta
anılır, yani Osmanlı’nın son zamanlarında şikâyet ettiğimiz
“Protestan
Misyonerler”in öncülleri…
Yesevi
dergâhı, fakirler, yoksullar, yetim
ve çaresizler için sığınak sağlamış, Anadolu Türk
edebiyatının gelişmesine zemin hazırlamış, büyük şairlerin
yetişmesine aracı olmuş. Halifeleri; Mansur Ata, Abdülmelik
Ata, Süleyman Hakim Ata, Muhammed Danişmend,
Muhammed Buhari (Sarı Saltuk), Zengi Ata, Taç
Ata ve onların yetiştirdiği Ahi Evran, Hacı
Bektaş, Mevlana, Yunus Emre, Taptuk
Emre gibi talebeler Anadolu’da Türk dilini, edebiyatını,
kültürünü, İslam
dinini gelecek nesillere aktarmış. Hacı Bektaş Veli,
Osmanlı ordusunun belkemiği Yeniçeriliğin
manevi öğretmeni (piri) idi. Yesevi'nin Hacı Bektaş'a
yardımcı gönderdiği Sarı Saltuk, Balkanlarda
Müslümanlığı
kökleştiren kişi. Bursa'nın fethini hazırlayan Geyikli Baba
gibi.
Yesevi dervişleri,
Anadolu'nun Türkleşmesi sırasında, 12'nci, 13'üncü ve 14'üncü
yüzyıllarda, gerektiğinde savaşçı dervişler "Alperen"
adını almış, savaşmış ve savaşın ruhu olmuş. Gerektiğinde,
ticarete ahlak ve disiplin getiren ahlak savaşçıları "Ahi"
adını almış. Kadınların aydınlanması yolunda uğraşmış,
"Bacıyan" olmuş. Boş arazileri canlandırmak ve
yeşertmek işini üstlenmiş, yolların güvenliğini sağlamış.
Gönüllerde inanç, zihinlere bilgi ışığını saçan aydınlatıcı
olmuş. Gaziler, Ahiler, Bacılar ve Abdallar Osmanlı'nın temelini
atmış, insanlık tarihinin büyük başarılarından birini
ortaya koymuş, asırlar süren "Osmanlı Barışı"nı
gerçekleştirmiş.
Osmanlının
gerilemesinin bir nedenini de bu ruhtan, yani “ahlak, bilim,
sanat, edebiyat, gerçek milliyetçilik, sıcak, samimi, hoşgörülü,
insan ve Tanrı
sevgisine dayanan İslâm tasavvufu” çizgisinden uzaklaşmaya
bağlamak mümkün...
İslam'ı
doğru anlayanların anlayışında, kadın ve erkek işte,
üretimde, mescitte, mecliste ve dergahta birlikte olmuş, kadın
hayatın dışına itilmemiş. Dinin on temelinden biri de bilim
olmuş. Başka din mensuplarına ve bütün insanlara
şefkat ve hoşgörüyle bakılmış. 1492’de,
dinlerinden ötürü işkenceye ve yok edilme tehdidine maruz İspanya
Musevilerini
gemiler göndererek İstanbul'a getiren Osmanlı Sultanı II.
Bayezit, bu anlayışın takipçisi ve uygulayıcısıydı, hatta
Yesevi dervişi
olduğu da söylenir...
Üç
hizmeti ve
yedi ilkesi:
Yesevi'nin üç
hizmetinden birincisi;
aydınlarımızın Arapça ve Farsça yazdığı bir dönemde,
şiirlerini Türkçe yazmış olması. Türkçe İslami
şiirler geleneğini başlatmış ve büyük bir edebiyat geleneği
doğmuş. Türkçe'nin bugünkü diriliğini ve yaygınlığını ona
da borçluyuz. İkincisi,
yetiştirdiği öğrencilerini, öğreticiler olarak Türk Dünyası'na
göndermiş, Türkler arasında İslam'ı
yaymış. Üçüncüsü, İslam'ın
Türk yorumunu ortaya çıkarmış.
Bu Türk yorumunun
esaslarını da yedi ilkeyle
ifade eder. Birincisi, Allah'a
aşkla yöneliş. "Aşkı olmayanın ne dini vardır ne de
imanı." İkincisi, ihlas,
yani, içtenlikli Müslümanlık.
Riya'dan, gösterişten uzak, sadece Allah
için Müslümanlık.
Üçüncüsü, insan
sevgisi. İnsan var edilenlerin en kutlusudur, varlığın
özü, özetidir. İnsanın derdiyle dertlenmek, insana hizmet,
İslam'ın
tam kendisidir. Dördüncüsü,
hoşgörü. İnsanların din, dil, renk, cinsiyet
farklılığından ötürü horlanmaması, farklılıkların
kavga konusu yapılmaması. Beşincisi;
kadın ve erkek eşitliği. Altıncısı,
emek ve işin kutsallığı. Yedincisi,
bilim. Dinin on esasından biri olan bilim insanı Allah'a
ulaştıran ve varlığı bilerek Yaratanı
bilmeyi sağlayan yoldur.
Yesevi'nin
Mozolesi Güney Kazakistan'da
Türkistan kentinde 1389 ile 1405 yıllarında
Timurlenk tarafından yapılmış, 2002
yılında UNESCO
tarafından dünya tarih eseri olarak kabul görmüş, türbesi
Türkiye Cumhuriyeti tarafından restore edilmiş...
Nakşibendiler,
Süleymancılar, Nurcular,
Fethullahçılar ve ötekiler, inanç topluluğu niteliğini
aşarak ve demokrasinin olanaklarından yararlanarak, iç ve dış
siyasetin, ekonominin, eğitimin, toplumsal hayatın her köşesinde
giderek güç kazanan biçimde insanları şekillendirirken;
Atatürkçülerin, Milliyetçilerin, Çılgın
Türklerin, insanımızı kazanmak, İslam’ı
yobazların ve çıkarcıların elinden kurtarmak için, dinimizi,
kültürümüzü ve tarihimizi daha iyi bilmeleri gerek...
Birlik ve
beraberlik ruhumuzu ayağa kaldıracak, farklılaşmaları azaltacak
bir uyanışın imkanları kendi yazdığımız tarihimizde
ve kültür dünyamızda mevcut. Batı’nın her türlü
baskısından ve hegemonyasından kurtulabilmek, gönül-inanç ve
kültür birliğimize yönelebilmek, gerçek milli ve manevi
değerlerimize dönebilmek zor değil...
Sömürgeciliğin
saldırılarıyla yaralanmış, fakat gelenek ve töreleriyle tekrar
canlanabilecek Doğu vicdanı, kültürü ve
uygarlığı Batı'nın olumlu değerleriyle
sentezlenebilir. Bu sentezin tarihteki büyük temsilcisi Atatürk
Türkiyesi, bugünkü “Fetret Devrini” geçici sayabilir
ve Batı’nın maddeci, doğal kaynakları tüketen, açgözlü,
ihtiraslı, para bağımlısı modern yaşam taklitçiliğinden
kurtulup, geleceğe eldeki maddi ve manevi güçlerle odaklanabilir.
Zayıfların güvenlik ve yaygın refah arayışına, özgürlük,
masumiyet, merhamet gibi ahlak ve hamiyet duyguları da katarak,
kahraman olduğu kadar, düşünen, hisseden, alçakgönüllü bir
ulus olarak yeniden örnek olabilir...
Yesevilik
ocağının kollarından sayılan, asil ve kutsal
hedeflerinden uzaklaşarak, Kuzey Irak’ta
da karşımıza çıkan, Cumhuriyet Düşmanlığı ile suçlanan
Nakşibendilik
tarikatına da değinmeli. Zira doğurduğu Nurculuk
ve Nurculuktan çıkan Fethullahçılık
Batı’nın oyuncağı olmuş durumda, zavallı ve nerelere
sürüklendiğinin ayırdında değil.
Doğu Sorunu-
Eastern Question- Şark Meselesi- bitmedi...
Hiç yorum yok:
Yeni yorumlara izin verilmiyor.